(29 Ekim 1973)
ESKİ ASKERLERİN ÖĞÜTLERİ...
Ne kadar dolu birkaç gün geçirdik, daha da geçireceğimizden başka. Ecevit, Cumhurbaşkanı'nın yanından ilk çıkışında neden üzgündü? Neden gazetecilerle fazla konuşmayıp, doğruca bir köşeye çekildi? Gecelerce gözüme uyku girmedi. Ne oluyordu ortalıklarda?
Cumhurbaşkanı Korutürk, bir an karamsarlığa, Ecevit'in başlıbaşına koalisyonu kuramayacağı kanısına mı varıyordu? Ondan mı, Ecevit'e, şöyle demişti ilk görüşmede:
- Hükümetin kurulması konusunda "koordinatör" olur musunuz?
- Anlamadım, ne demek koordinatör?
Konuşma belki tam böyle olmamıştı. Ancak, Cumhurbaşkanı'nın hükümetin kurulup, işletmeye başlayacağından endişesi mi vardı başlarda? Endişesi neler olabilirdi?
- CHP'nin içinde solun her türlüsü var. Onlar şimdi Ecevit'e herşeyi yaptırmaya çalışacaklar.
CHP ve Ecevit hakkında Feyzioğlu'nun söyledikleri mi etkilemişti Korutürk'ü?
- Paşam, iktidarı CHP'ye verirseniz, solun bütün militanlarını köşe başlarına doldururlar.
Feyzioğlu inler gibi mi konuşmuş, nerdeyse sızlanmıştı? Bu, "Paşam bizim bütün devlet kadrolarına yerleştirdiklerimizin açıkta kalması demektir," anlamına da geliyor muydu?
Ecevit, Korutürk'ten döndüğü akşam, toplanan Parti Meclisi'ne de gitmedi. Düşündü uzun uzun. Gelişmeleri bekleyecekti. Korutürk neler düşünüyordu?
Korutürk'ün, Demokratik Parti Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli ile görüşmesi ilginç olmalıydı. Korutürk, şöyle mi başlamıştı?
- Kaç yaşındasınız?
Bozbeyli, Cumhuriyet çocuğuydu elbette. Atatürk döneminin soluğuyla yetişmişti...
Konuşma, böyle sürdü gitti. Sonra koalisyonlar konusuna, hükümeti kimin kuracağına dek...
Korutürk, MSP Genel Başkanı’yla ikinci kez görüşüyordu. İlki yazın İstanbul'da olmuştu galiba. Erbakan, Cumhurbaşkanı'nı ziyaret etmişti. Korutürk sormuştu Prof. Erbakan'a:
- Kaç yaşındasınız? Kaç doğumlusun yani?
- 1926.
Korutürk, "Cumhuriyet çocuğusun demek" dedi. "İlkokulu, ortayı, liseyi Atatürk okullarında okudun. Peki, bu geriye taviz söylentileri nedir?"
Eski asker, Korutürk'ün endişeleri bunlardı. Devletin başı olarak, bu kaygıları duyuyordu.
Korutürk belki de ilk görüşmede, Ecevit'e "koordinatörlük" teklif ederken, bu anlattığım endişelerini yenemiyerek öyle davranıyor, belki de AP-CHP koalisyonu ile tarafsız bir başbakanı atayıp, daha rahat hükümetler kurabileceğini düşünüyordu. Doğrusu, işin bu son tarafını kesinlikle bilmiyorum, okuyucuları yanıltmak istemem.
*
İki eski asker, Korutürk'le Özdilek karşı karşıya geldiklerinde, Korutürk duyduğu endişeleri Özdilek'e açmış mıdır?
- CHP ile MSP koalisyon yapsa, örneğin stratejik bakanlıkları MSP istese, Lüffi Doğan (Eski Diyanet İşleri Başkan Vekili) Millî Eğitim Bakanlığı'nın başına gelip otursa...
- Paşam, Ecevit onu zaten akıl edecektir. Ancak, burada siz de ağırlık koyabilirsiniz...
Bir sırrımı açıklayayım. Düş kurma gücü hayli geniş bir gazeteciyim ben. Yazdıklarımın kimseyi bağlamasını istemem. Ancak, Korutürk'le Özdilek neden böyle konuşamasınlar? Korutürk, benim bildiğim kadarıyla en çok tabii senatörlere açılır, onlara açık açık konuşur. Bu hep böyle oldu. Yine neden iki asker dertleşmesinler? Hem de böylesine önemli konuda...
Olayların çok bildiğimiz yanı, kapıda liderlerin ve Korutürk'ü ziyaret edenlerin yaptıkları açıklamalar var. Yazımızı "bina" ederken bunlarla da çelişmememiz gerek.
Nitekim, Fahri Özdilek ve Nihat Erim, Çankaya'dan çıktıktan sonra, Korutürk derin bir soluk almış, kafasındaki endişeler gitmiş, o zaman Ecevit'e hükümeti kurma görevini -sevinçle- vermişti.
Fahri Paşa, adaşı Korutürk'e "geciktirmeden Ecevit'e vermelisiniz hükümeti kurma görevini" demiş miydi? Nihat Bey, aynı biçimde Korutürk'e telkinde bulunmuş, bununla geçmiş kavgalı günlerin altına bir çizgi çekmek ve unutmak istediğini belirtmek istemiş miydi? Ecevit'e herkes yardımcı olmalıydı bu hükümeti kurma işinde. Demokratik ortamın bir an önce kurulmasında.
Ecevit, Erim'in yanından memnun ayrıldı. Fakat, Millî Birlik Grubu'nda konuştuğu Fahri Özdilek'in yanından çıkarken çok da duygulanmıştı. Eski askerin öğütlerini ilgiyle dinledi. Fahri Paşa belki de şu öğüdü vermişti:
- Yumuşaklığın var, amma tavizlere gitme. Ancak, kapıları da sımsıkı kapama. Seni düşürebileceklerini her an düşün. Bak, sana komünist diyenler artık demiyor. Halk senden ucuzluk bekliyor, şimdi. Gençler, 18 yaşındakiler seçmen yaşının 18'e inmesini bekliyor. İçerdeki binlerce mahkûm af bekliyor. Bunları bir an önce çıkarmalı, gerçekleştirmelisin.
Fahri Paşa, gün görmüş eski ihtilâlci asker genç Ecevit'e yardımcı olacağını söylüyordu.
Ecevit, bir ara koalisyonun kurulmasından, kurulmasının uzamasından endişe ettiğini saklamamıştı. Fahri Paşa, "merak etme" dedi, "geciksin 1961'de koalisyon bir buçuk ayda kurulmuştu..."
Ecevit, Fahri Özdilek'in yanından ayrılırken gazetecilere "öğütlerinden çok yararlandım" diyecekti.
Ecevit, şimdi koalisyon kurma hazırlıklarının en kritik günlerini yaşıyor...
Ecevit'e yardımcı olmak istemiyen bir Turhan Bey, bir Süleyman Bey, bir Ferruh Bey var gibi karşılarda. Hepsinin hesabı, kitabı ayrı ayrı. Turhan Beyi saymazsak, Süleyman Bey can derdinde bu ara. Ferruh Bey de onun canını alma derdinde...
Belki de bunun için, bütün halk çoğunluğu Ecevit'e yardımcı olmak istiyor. Onun başarısı, halkın başarısı da ondan...
(30 Ekim 1973)
KAR MI YAĞIYOR?
Şimdi anlatacağım, belki yakında daha geniş ve belgeli olarak yazacağım. O zaman, daha üç çocuk asılmamışlardı. Ben çalıştığım yerde -bir gazeteciyken- zorunlu izinliydim. Evte oturmaya zorlanmıştım. Fena da olmuyor muydu ne? Hanım işe giderken evde oturmak, Eylem'le Özlem'e bakmak. Ancak olayların dışında kalınca, çok şeyi sonradan öğreniyordunuz.
Üç çocuk daha asılmamışlardı. Bir gün hukuk profesörlerinden Necdet Özdemir'e biri yaklaştı:
- Cumhurbaşkanı, sizin idamlar konusunda görüşünüzü istiyor. Hem de acele. Yarın sabah saat 9'a kadar hazırlayın, gelip sizi alacaklar.
Profesör Özdemir, "Allah Allah..." dedi içinden. Neden bilgisine başvuruyorlardı acaba? Önce bir arkadaşına uğradı, sonra evine gitti çalışmaya, görüşünü hazırlamaya başladı. İdamlara karşıydı.
Daktilonun başında uykulu halde yazarken, apartmanın önünde bir arabanın durduğunu anladı. Arabanın üzerinde Çankaya'nın forsu asılıydı.
Arabaya bindi. Çankaya'ya vardı. Cumhurbaşkanı Sunay, kendisini bekliyordu. Sunay sormadan içindeki merakı gidermek istedi:
- Bu kadar cezacı, hukukçu varken, neden benden mütalâa istediniz?
Sunay karşılık verdi. Kısaca,
- Dışarda solcu profesör kalmadı ki...
Prof. Necdet Özdemir, "idamlarda acele edemezsiniz. İdam edemezsiniz. Bunun tarihî sorumluluğu vardır" dedi aşağı yukarı...
İdamlar bir süre gecikmişti.
Sunay'ın idamları onaylamada gösterdiği tereddütlerin -varsa- nereden geldiğini tarihçiler araştıracak elbette. İngiliz Kraliçesi gelecekti sahi o sıralarda Türkiye'ye. İngiliz Kraliçesi de karşıydı idamlara, öyle duyuyorduk.
Gazeteci, tarihçi değil elbet. Tarihçiler araştıracak neler olup bittiğini...
*
Gece yarısından sonra bir telefon çaldı. Bekliyorduk telefonu. Daha önce kendisine tembih ettiğim avukat arkadaştı. Çalışmadığım için gece sokağa çıkmak kartım da yok.
- Bizi şu anda götürüyorlar, dedi avukat arkadaşım.
Bir süre sonra, yeniden aradı. Son sözlerini okudu telefona...
Kapadık telefonu. Gece karanlığında döndüm yatağıma. Karım ağlıyordu.
*
Parlamentoda idam kararları komisyondan nasıl geçti. Meclislerde bir an önce çıkarabilmek için kimler gözleri ışıl ışıl bir isteri nöbetinden gibi kıvranıp, koşuştu biliyorum.
Özer Derbil'in komisyonda "muhalefet" önerisini, Bülent Ecevit'in mücadelesini, herkes gibi çok sonraları öğrendim... Öğrenenler de belki çoktan unutmuşlardır bile. İşi tarihçiye bırakmak daha iyidir diyerek.
*
Karar Askerî Yargıtay'dan o gün çıkacaktı. Şimdi emekli olan değerli Yargıç General Kemal Gökçen'in odasındaydım. Bir ara şöyle demişti:
- Bütün bu olayların sorumlusu bu üç genç mi?
Yüksek yargıçlar kararlarında bir noktanın üstüne basa basa durmuşlardı. "Bundan sonra, bizim de yanılgımız olmuşsa, Yüksek Parlamento bunu düzeltmelidir" diyerek.
Şimdi, çoktan emekli olmuş olan Kemal Gökçen Paşa, şunu da söylemiş miydi?
- Mustafa Bey yarın bir gün gelir af çıkar. Hepsi affedilir, ölen öldüğüyle kalır...
Ölenler, öldükleriyle kaldılar.
*
Ankara'da, Türkiye'nin her yerinde af konuşuluyor şimdi. Aldığım bayram kartlarının çoğunun üstünde Yılmaz Güney'in resimleri ve yazıları: Af... af... af... Kim kimi affedecek?
*
Parlamento'ya gittim. Meclis Başkanlığı seçimi için turlar devam ediyordu. Parlamento'ya yeni girmiş, bir şeyler yapma isteğiyle dolu genç parlamenterler sıkılmış gibiydiler. Bir an önce seçilsin Meclis Başkanı, kurulsun hükümetler ve çalışmaya başlasınlar. Öyle geziyorlar kulislerde. Ferit Bey, bir köşede neden öyle bakıyor? Geçerken neden yolunu değiştirdi karşılaşmamak için? Eski Cumhurbaşkanı Tabii Üye Sunay, ne düşünüyordur kafasında oturduğu yerde? Yanındaki eski Hatay Cumhurbaşkanı'yla da konuşmuyor. Nihat Bey sfenks gibi... AP'liler arasında -Senato'da- Fethi Tevetoğlu yok. Kurt bakışlarıyla nerede, nereye bakıyordur şimdi? Yenilerin hiç birini tanımıyoruz desem yeri. Öğreniriz yavaş yavaş...
Çıktık Parlamento'dan. Kar yağıyor Ankara'ya sabahtan beri.
Çocukluğumda ne heyecanlanırdık kar yağınca. Anamıza seslenirdik:
- Ana, kar yağıyor kar...
- Kan mı yağıyor hay oğlum?
"Doğru" derdim içimden. Amma, yağan her karı görüşte, kan yağabileceğini düşünürdüm. Ya bir de kan yağsaydı?
Sabahleyin mutfaktan seslendim Eylem'e:
- Eylem, gel bak kar yağıyor...
- Buraya da yağıyor baba, görüyorum...
(3 Kasım 1973)
SÜLEYMAN BEY'İN ÖFKESİ...
Önceki akşam, Sovyet ihtilâlinin 56'ncı yılı dolayısiyle Sovyet elçiliğinde verilen kokteyl oldukça kalabalık amma cansızdı. Artık, çok yaşlandı da ondan mı, ismet Paşa gelmiyor. Kokteyllere filân. Ecevit, Cumhurbaşkanından ayrıldıktan sonra, televizyona canlı yayın yapmaya gitmişti. Yani Ecevit de yoktu, ortada bir örnek giysilerle boncuk dizisi gibi dolaşan Çin'liler göze çarpıyordu. Biz giderken, elçiliğe, AP'li Şinasi Osma çıkıyordu. Çok keyifli gibiydi ya, yüzü neden pancar gibiydi?
- Hükümeti siz mi kuruyorsunuz?
- Bakalım. keh keh keh..
İhsan Sabri Çağlayangil, Hasan Işık'la kucaklaştı. Fazla bir şey konuşmadılar. Zaten, böyle kokteyllerde ne konuşulur? İhsan Sabri Bey, ne demiştir?
- Hasan'cığım, buluşalım, görüşelim yahu...
Nihat Bey de oradaymış -isabet ki- karşılaşmadık, Ferit Bey'le burun buruna geldik ama.
- Ne olur Ferit Bey hükümet?
- AP-CHP koalisyonu olur...
AP'den Senato Başkan Vekili Mehmet Ünaldı oradaydı. Büfeye yakın yerde duruyor, oraya yaklaşanlarla konuşuyordu.
Prof. Hicri Fişek oradaydı.
- Kurthan çıkmış öyle mi, geçmiş olsun.
- Çıktı, teşekkür ederim.
Tabiî Senatörler, Muzaffer Yurdakuler, Şükran Özkaya, Suphi Gürsoytrak, CHP'nin genç milletvekilleri Süleyman Genç, Mehmet Can, Deniz Baykal, eski TİP Senatörü Fatma Hikmet İşmen söyleşideler. Zaman zaman böyle kokteyller, parlamento kulislerine döner. Fazla bir şey konuşulmaz elbet. Ev sahipleri, diplomatlar da -nedense- pek meraklıdırlar. Meraklıları izliyen meraklılar da varsa, tadı tuzu kaçar konuşamazsınız bir türlü. Amma, bir hava da alışırsınız doğrusu.
MSP'li göremedim kokteylde, zaten tanımam ki hiçbirini...
*
Süleyman Bey'in öfkesi ne öyle, CHP Parti Meclisi'nde, "Şimdi ne olacak?" dendiğinde, ibrahim Öktem, "AP-CHP koalisyonu en iyisi" mi demiş? Bundan sonra anlatılmış, Süleyman Bey'in CHP'ye de Ecevit'e de nasıl karşı olduğu anlaşılan. Ne diyesiymiş Süleyman Bey?
- Azınlık hükümeti kurarlarsa, iktidarı başlarına yıkarım...
Tıpkı, 1965'deki gibi yapacak. Belki baştan desteklerim diyecek, tam bütçe zamanı gelince -sağ koalisyon işte o zaman çıkabilir ortaya- gümm, düşüverecek. "Azınlık hükümeti kurarlarsa iktidarı başlarına yıkarım" sözünün anlamı bu. 1965'te nasıl tavlamıştı ama Osman Bölükbaşı'yı? Sanırım, böylesine oyuna getirilmek ve kandırılmak Osman Bey'in içinden hiç çıkmamıştır.
Bülent Bey, Parti Meclisi'nde de sonra televizyonda da anlattı ya, ilk görüşmelerinde yer değiştirmişler gibi, Süleyman Bey Karaoğlan olmuş, sonra ağarmış öfkeden rengi...
- Herşeyi denetikten sonra size gelirsek, bizimle koalisyon yapar mısınız?
- Hayır, biz size muhalif olacağız. Muhalefet yapacağız...
Süleyman Bey'in öfkesi neden mi? 1965'lerdeki Süleyman Bey değil de ondan. Biten ve kendini yeniliyemiyen kişi, suçu hep başkalarında arar. Bülent Bey'e kadar, Süleyman Bey gençti, dinçti, bir İsmet Paşa'nın her zaman hakkından gelirdi. Amma durum değişti. İsmet Paşa'yı başkaları alt edince Süleyman Bey'in bir rövanşı artık yenisiyle yapması gerekti. 12 Mart'ta ve sonrasında elli yıl daha yaşlandı Süleyman Bey. İdamları çıkarttırmak için koşan Süleyman Bey, onları önlemiye koşan İsmet Paşa'dan yüz yıl daha yaşlı, yani yüz yıl daha geriydi.
Kendisini yeniliyemiyen, çevresini de yeniliyemez. Ne o öyle çevresinde trene bakar gibi, kulislerde boş bakışan adamlar? Kursaklarından bir şey geçmedi mi. Kimseyi bulabilirsin bul...
Süleyman Bey'e alternatif arıyorlar şimdi. Kimler? Çok güvendiği sermaye ve çevresinde halka olanlar arıyorlar.
- Çağlayangil olmaz, o 67 yaşında. Süleyman Bey'in yerine gelecek, Karaoğlan'la yarışacak kadar genç olmalı.
- Peki, onu nerede bulmalı?
Bülent Bey, Parti Meclisi'nde Süleyman Bey'i ve cevabını anlatırken şu kelimenin üstüne basarak söyledi:
- Duygusaldı Süleyman Bey...
Herkes neleri ile tanıdı Süleyman Bey'i. Ne kadar çelişmeli bir yaşantı. Gençsiniz sözde, halbuki yüzlerce yıl gerilerde yaşıyorsunuz. Yıllarca ektiğinizi bir Erbakan biçip karşınıza geliyor dil çıkarıyor.
Sırrı Atalay -AP'liler pek sevmez ya- konuşuyor:
- Af tasarısına bir ek madde koydurmayı düşünüyorum. Şöyle "Başbakanlar, bu hükümlerden yararlanamazlar..."
Yurdakuler'in teklifi de değişik:
- 12 Mart'tan sonra işkence yapanlar af kapsamı dışındadırlar...
(9 Kasım 1973)
ATATÜRK FAŞİST DEĞİLDİ...
Yıl, 1929. Gazi Mustafa Kemal, İzmir'de. O zamanki adıyla "Kramer Palas"ta balo mu birşey veriliyor. Mustafa Kemal'i koruma birliğinin başında da -vakit gece yarısını geçip de üst rütbedekiler teker teker ayrılınca kalan- Asteğmen Osman Korkut var. Nöbeti üstlerinden devralan Osman Korkut'a bir ara bir haber gelir:
- Muhafız komutanını gazi istiyor...
Hemen kendine çeki düzen verir, koşar otel salonuna. Zaten otelin yakınında yerleşmişler, beklemekteler.
Koca salonda ilerler, selâm durur. Buyruğunu bekler.
- Çocuğum, bize Muammer Bey'i getir.
- Başüstüne...
Aynı biçimde geri dönüş yapar ve uygun adımla salondan çıkar.
- Muammer Bey kim?
- Bekle canım anlatıyorum, sözümü kesme. Muammer Bey, İzmir'in o zaman en tanınmış ailelerinden -galiba Belediye Başkanı- ve Mustafa Kemal'ih eşi Lâtife Hanım'ın babası. Ben de bilmiyorum. Muammer Bey kim? Fakat durup da soracak değildim ya.
Dışarı çıktım. Bir araba geliyor hızla. Durdurdum, el ettim. Omuzlarımda kordon filân da var.
- Buyurun, bir şey mi istediniz?
- Affedersiniz, ben taksi sanmıştım. Beni Muammer Bey'e götürür müsünüz?
- Hay hay.
Arabaya atladım ben, bir süre gittik, bir köşkün önünde durduk. Ben çıktım, kapıyı çaldım. Çıkan kimseye "Muammer Bey'i Gazi çağırıyor" dedim. İçeri aldılar ve beni bekleyen arabayı da göndermemi zira Muammer Bey'in -Muammer Uşşakizâde- arabasının ve şoförünün olduğunu söylediler. Biraz bekledim. Muammer Bey hazırlanıp geldi. Kramer Palas'a vardık. Ben yine uygun adımlarla salonu geçtim, bir selâm çaktım:
- Muammer Bey'i getirdim Paşam...
Gazi yürüdü. Elimi sıktı ve bana bir kadeh dolusu rakıyı uzattı.
- İç bakalım, haydi şerefe...
Bir dikişte bitirdim bardağı. Daha o zamana kadar ağzıma içki koymamıştım. Boğazımı biraz yaktı, o kadar. Bir daha verdi. Ben biraz sendeledim ama, yine put gibi ayakta duruyordum. Sonra, kimdi Necip Ali miydi, kimdi şimdi aklımda kalmamış, biri gözle işaret etti. "Yeter artık" gibilerden. Ben selâm çakıp, "Allahısmarladık" dedim. İşte, ilk rakıyı böyle Mustafa Kemal'in elinden içtim.
O zamanki, Osman Korkut, şimdi Osman Korkut Akol, ogün bugün içkiyi bırakamadı bir türlü. "Atatürk'ün elinden içtiğim içkiyi bırakamam" diyor.
- Peki, tutukevinde nasıl yaptın. İçkisiz nasıl durabildin yani?
- O sır. Söylemem. Sonra yazarsın...
Osman Korkut Akol Hoca, TÖS dâvasından sekiz yıl, on ay 20 gün hapse hükümlü. Sürgün cezası ne kadar bilmiyorum. Bir zamanlar, "Yorgun Savaşçılar" toplantıları olurdu. Oraya beni de çağırırlardı. Hürrem Arman İstanbul'a taşınalı, bir de lokantaya "meraklı vatandaş"ların musallat oluşu, yorgun savaşçıların içkili toplantılarının tadını kaçırdı mı ne?
*
Atatürk öldüğünde ilkokulun son sınıfındaydım. Hadim'de bütün okul, bahçeye toplandık. Başöğretmenimiz Ali Galip Ulutan bir konuşma yaptı. Ağladı. Ben neden ağlamadım acaba? Ağlıyanları seyrediyordum merakla.
Öyle tembih etmişlerdi:
- Saat 9'u beş geçe, boru sesini duyar duymaz olduğunuz yerde duracaksınız...
Eve mi gidiyordum? Tarlanın ortasından geçerken boru sesi...
Olduğum yerde durdum. Karşıdan gelen köylülerimiz yürüyorlardı. Belki de Atatürk'ün öldüğünü bilmiyorlardı. Biraz yürüdüm ben de, sonra yine durdum. Çocukluk işte.
Ne bileyim, O nereden bilecek boru sesini duyunca ayağa kalkılacağını ve öyle durulacağını? "Millet Mektepleri"ne gitmiş tam yazıyı sökeceğinde tavsatmışlar kursları, sökememiş. Okuması yazması yoktu. Babamın da. Babam eskiyazıyı kendi yazar, kendi okurdu. Lâtin harflerini tanımazdı sanırım. Amma, okuldan yolladığımız mektupları kardeşlerimize okutur, dinlerlerdi. Mektup bitince bir daha okuturlardı herhalde. Onlara okuldan uzun mektuplar yazardım. Bir deprem mi olmuş bir yerde, gazetelerde okuduklarımdan -düşlerimi de katarak- mektuba döşenirdim.
Bir gün ilçenin kaymakamı, kendisine gelen gazelerden vermek istemiş, evde okursunuz diye. Babam cevap vermiş:
- Sağol Beyim. Mustafa'dan mektup geldi. Biz bu gece onu okuyacağız...
Atatürk'ü de, İsmet Paşa'yı da Kurtuluş Savaşı'ndan tanıyordu. Bizim oralarda sarışınları pek tutmazlar, ille kara olacak. Karayağız, Atatürk için "Sarışın canım. Gök gözlü. Bizim İslah'ın İsmayil gibi. İsmet Paşa daha yağız. Teftişe geldiler kaç kere..." derdi. Savaş sırasında süpürge tohumu yemişler, onları anlatırdı. Bitler nasıl kaplarmış her yanlarını? Kürekle bit atarlarmış siperden dışarı kimbilir?
*
Gazeteciliğe başladığım ilk yıllarda, yazı başlığı olarak "Devrim Çocuğunun Mektupları" seçmiştim. Belki baştan sona Atatürk Devrimleri üstüne yazılardı. O yazılara bakıp solcu diyenler olurdu.
Herkes bir ağlama duvarı sayar 10 Kasım'ı. Hiç öyle saymadım. Bugünün gençliği -hapislerde süründürdüğümüz gençlik- Atatürk dönemi olsa böyle mi olurdu? İçerde mi, dışarda mı olurdu?
Af tartışmaları oluyor. Beyinlerin taaa içinde, çoklarının, "Aman ne yapsak da daha birçok kişi assak" düşüncesi bile vardı. Atatürk'ün kendisine tuzak hazırlıyanları, suikast yapanları bile bağışlattığı bilinir. Atatürk faşist değildi çünkü. İnsandı...
(10 Kasım 1973)
ÇURÇUR BASIN...
Şair Faruk Nafiz Çamlıbel, o tartışmanın yapıldığı sıralarda şiirleri yeni yeni yayınlanmaya başlanan, yeni duyulan ama oldukça etkisi de olan bir şairmiş.
O zamanın -yıllar önce tabiî- ünlü şair ve yazarları, örneğin Süleyman Nazif, Faik Ali Ozansoy ve daha başkaları oturmuşlar konuşuyorlar. Onların konuşmalarını da gençler, bir köşede dinliyorlar. Konu, şiir ve sanat üstünedir. Süleyman Nazif, konuşmaktadır:
- Fuzulî, Nefî'nin fevkindedir...
Faik Ali de açıklar görüşünü:
- Nedim de Şeyh Galip'in fevkindedir...
Onları dinlemekte olan ve o zaman adı pek duyulmamış şairlerinden biri, kendisi gibi genç olan birini hatırlatmış Süleyma Nazif'e:
- Efendim, Faruk Nafiz için ne dersiniz?
Karşılık vermiş Süleyman Nazif:
- Evlâdım, Faruk Nafiz tahammülün fevkindedir...
Fıkrayı anlattıklarında, Faruk Nafiz Çamlıbel daha ölmemişti. Bir elçilikte, bir senatör anlatmıştı. Biz de ortaokul, lise sıralarında Faruk Nafiz'in şiirlerini ezberledik. Çabuk bıraktık sanıyorum. Nazım Hikmet'ler, Orhan Veli'ler, Fazıl Hüsnü'ler aldı gönlümüzdeki yeri. Bir ara Faruk Nafiz'i, politikacı olarak DP sıralarında gördüm. Ozanların, kalemlerin iktidara yakın yerlerde olmalarına hiç bir zaman katlanamadım. Biliyorum, çoğu, "efendim, iktidara yakın durmalı ki, onu kullanmalı, onu yönetmeli" diyecektir. Aklı sıra yönettiğini sanacaktır da. Gerçekte onun emrine, buyruğuna girdiğini bilmeyecektir. Eski şairlerin saraya yakınlıkları gibi bir şey, günümüz iktidarlarına ve güçlülerine yakınlık. Hele ozanların kişiliklerine, büyüklüklerine pek yakışmıyor. Giderken şairlikleri de, yazarsa yazarlıkları da ölüp gidiyor.
Faruk Nafiz de bir zamanlar yeniymiş, yenileri arasında yer almış, zamanın ünlülerini kızdırmış demek. Şimdi öldü, toprağa verildi. Ölüler için iyi şeyler yazmak isterim. Kavgayı vereceksek, dirilerle vermeli...
*
Şiirden anlamam, hikâyeci, romancı değilim. Amma, "Ankara Notları"na öyküyü, masalı da koydum. Hikâyeci Tomris Uyar, yolladığı kitabını armağan ederken, "Hikâyeci Mustafa Ekmekçi'ye" diye yazmış. Nasıl seviniyor insan bilemezsiniz. Bir hikâye yazmayı denesem mi?
Beceremeyeceklerimi bir yana bırakıp da, kendi mesleğimle, gazetecilikle uğraşayım daha iyi. Gazetecilerle uğraşayım. Onu yola getirmek bizim boynumuzun borcu. Buna kim ne diyebilir? TRT'de biraz basından sayılır. Orada da gazetecilikten gitme arkadaşlarımız çalışır. Onları alırım ele.
Bu sıralarda, gördüğünüz gibi herkes "ahkâm" kesiyor. Hükümetler, sütunlarda kurulup bozuluyor, yenileri hazırlanıyor. Tezgâhlanıyor.
- Bülent Bey, AP-CHP koalisyonuna neden yatmıyorsunuz? Nesi var yani?
"Sana ne?" demeli, amma olmaz ki, karşılığı da kibarca olmalı...
AP-CHP koalisyonu olursa, daha bir fiyakalı olacak işler de ondan. Böylece, seçmenin -yapabildiği kadar- getirdiği, Ankara'da değişikliğe uğratılacak.
CHP-MSP koalisyonu oluverecek diye, kimlerin nasıl uykuları kaçmıştır, ne bileyim?
Sol hiç etkin olmamalı, olsa bile sağın içinde eritilmeli, sonra da ilânlar, krediler gelmeli.
Süleyman Bey bile biliyor:
- Bir AP-CHP koalisyonunda, Bülent Bey belki yıpranır, fakat biz siliniriz.
Sonra böyle bir koalisyonun Başbakanı kim olacak? Herhalde Süleyman Bey değil, Süleyman Bey olmayınca, Bülent Bey de değil...
Ya kim?
İşte, basınımız...
Son sıralarda, çeşitli bakanlıklardan yurt dışına yok basın ateşesiydi, yok işçi ateşesiydi diye gidenlerin listesini gördünüz mü- Sanki işgale uğramış da, kaçıyorlar bir yerlere... Bırakıp giden, gidene.
TRT'nin programları tam anlamıyla oyuncak programlar. Herkesi enayi yerine koyan şeyler. Geçen gün TRT'den bir yetkilisi söylemiş:
- Efendim, beğenmiyorsanız çevirirsiniz düğmeyi.
Haydi bakalım, verin cevabını yetkiliye...
*
Atatürk zamanından bir fıkra:
Eski zamanın Adalet Bakanı Şükrü Saraçoğlu, bir gün gelmiş Atatürk'e:
- Paşam, bir köylü size hakaret etmiş. Mahkemeye verilecek, izninizi almaya geldim. (Cumhurbaşkanlarına hakaretlerde dâva açabilmek için izin alma gereklidir.)
Atatürk sormuş, biraz da hayretle:
- Ne demiş bana adam, neden demiş acaba?
- Allah kahretsin mi, ne demiş...
- Neden demiş acaba?
- Bilmiyorum...
Atatürk araştırılmasını emretmiş. Aramışlar, taramışlar, sonunda bir jandarma zaptında bulmuşlar nedenini.
Köylü, sigara aramış, yok... Tütün aramış yok. Sonunda tütün yerine mısır püskülü içmeye karar vermiş. Ona da sigara kâğıdı yok. Gazete kâğıdına sarmış, mısır püskülünü. Bir nefes çekmiş, ölecekmiş neredeyse. Söylenmiş kendi kendine:
Dostları ilə paylaş: |