İKİNCİ baski



Yüklə 1,91 Mb.
səhifə15/40
tarix25.11.2017
ölçüsü1,91 Mb.
#32827
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   40

- Allah kahretsin Mustafa Kemal'i...

Atatürk, içeri tıkılmış olan köylünün dosyasını inceledikten sonra, Saraçoğlu'na sormuş:

- Sen hiç gazete kâğıdına sarılmış, mısır püskülü içtin mi?

- Hayır Paşam, içmedim...

- Ben içtim, demiş Mustafa Kemal. Adam haklı. Bırakın adamı...

(12 Kasım 1973)
ÇİMENTO TOZLARI!..
On yıldan fazla ağır hapis cezasına hükümlü, ekonomi profesörü Sadun Aren, yatağının üstüne yerleştirdiği tahta sandık üzerinde kaç yıldır çalıştığı "Elli Yılda Türk Ekonomisi" kitabını bitirdi, bitirecek. Gün ışıdı, ışıyacak. Şimdi kalkar arkadaşlar yavaş yavaş. Sadun Bey, soğukların artması üzerine volta süresini biraz kısalttı. Koalisyon ne olacak acaba? Nasıl olacak? İyi şeyler düşünmeli, iyimser olmalı hükümlüler içerde...

Şaban Erik kalkar kalkmaz, battaniyesinin üstünde biriken oldukça iri çimento tozlarına bakmış olmalı. İki parmağıyla fiskeledi çimento tozlarını. Havalandı tozlar... Bütün gece ciğerlerine dolmuştu tozlar kim bilir? Niğde Cezaevi, yeni bir yapı ya, kim yapmış bunu böyle. Yemekhanesi nasıl soğuk. Soğukluğu bir yana, üstünde yemek yenen masalar betondan ve betona -yere- bitişik. Oturulacak sandalyeler yerine de beton dökülmüş. Niye? Efendim, hükümlüler sandalyeleri kaptıkarı gibi birbirlerinin üstüne fırlatmasın diyedir, ne bileyim... Ama soğuklarda beton üstüne oturup, beton masada yemek yemeyenler bilmez zorluğunu, nerden bilecek?

Ama, yine de rahat olmaları gerek, Mamak'taki tutukevine göre. Önce her sabah erkenden kalkıp -sıkıyönetim döneminde tutuklular er sayılıyor ya- eğitim yapma yok. Olur, olmaz hakaret yok...

*

- Hey, Sadun, ulan gel buraya. Seni komutan çağırıyor...



Sadun Bey, yıllar yılı genç yetiştirmiş, eğitmiştir. Kendisine böyle seslenen köylü çocuğunun dediklerine aldırmaz, ağır ağır yürür. Çağırana doğru gider.

Bunu duyanların ağrına gitmektedir. Bir hükümlü sorar:

- Sizin köyde, babası yaşındaki insanlara böyle mi hitap ederler?

Sadun Aren, 1965-1969 arasında TİP milletvekiliydi. Karşı partilerden milletvekilleri, senatörler, sözlerine "Sayın Aren..." diye başlarlar, öyle konuşurlardı. Hepsi için de durum aynıydı...

Tutukevlerinde yedikleri dayaklar ve tekmeler yüzünden vücutça sakat kalanları da okuruz ileride ne bileyim?

Böyle birinin -Osman Arkış'ın- babasının, birkaç gün önce Cumhuriyet'te mektubu vardı. Çocuk, gözünü mü kaybetmiş dayaktan? Herhalde ilgililer, ilgileneceklerdir bu mektupla. Gerekeni yapacaklardır.

*

Niğde Cezaevi'nde sadece eski TİP'liler yoktur. Orada İstanbul'dan gelen Necmi Demir, Kâmil Dede, Deniz Gezmiş'in arkadaşları Mete Ertekin, Abdullah Geceoğlu -hiç birini tanımam, adlarından biliyorum, herkes gibi- Attilâ Keskin ve daha başkaları da var. Koğuşları ayrı onların. Belki havalandırmaya, ya da hamama giderken görebilirler tanıdıklarını.



Eski TİP'liler havalandırmada kendi aralarında yarışmalı sporlar bile yapıyorlar mıymış? Hepsinin bir tarafı yaralanmış, berelenmiştir anlaşılan...

Adapazarı Cezaevi'nde Behice Boran'la Emel Mesci var. Behice Boran'ı iyi tanıyorum ama, Emel Mesci'yi hiç görmedim. İstanbul'da hüküm giyip, Adapazarı'na nakledilmiş siyasîlerden, Adalet Bakanı Mumcuoğlu, Behice Boran'ın ayrı odaya alınması için, emir verecekti yetkililere... İstanbul'da yatmakta olan Çetin Altan'ın gözlerinin gerekirse Avrupa'da iyileşmesi için her şeyi yapacağını söylemişti. Gazetelerde okuyorum, yok daha bir gelişme.

Af çalışmaları ne olacak, bu koalisyon hengâmesinde? Kimsenin içerdekileri ve onların özgürlüklerine kavuşmalarını düşündüğü yok mu? Af konusunda gerçekçi olanların tereddütleri, endişeleri mi haklı? Ben mi düş görüyorum yoksa? Hep ortamı öne süre süre ne büyük adlî yanlışlıklar, haksızlıklar yapıldı.

Bu yazıyı, bir tutuklular, hükümlüler kronolojisi çıkarmak için yazmadım. Elli yıla, şöyle ya da böyle girdik. Ama elli yılı geçirdik de, yüzüncü yıla doğru gidiyoruz...

Rüzgârı ters yöne estirebilir misiniz?

Cezaevlerinde rüzgârlar taşıyor, çimento tozlarını. Birkaç saatte gözle görülecek bir beyazlık kaplıyor yatakların üstündeki battaniyeleri. Şaban Bey, iki parmağıyla fiskeliyor bu tozları, havalandırıyor.

Yalnız o mu, onlar mı? Koca bir gençlik öyle girdi, öyle çıkıyor ellinci yıldan...

(13 Kasım 1973)


ÇOBAN YEDİ, KOYUNA GİTTİ...


Zaman zaman "Ankara Notları"nın "mapusane notları"na döndüğünün farkındayım. Böyle zamanlarda kalkıp meclise gidiyorum. Meclislerde neler olduğunu sezmeye çalışıyorum amma asıl liderler arasında neler oldu? Onu bir anlayabilsem?

Ferruh Bozbeyli konuşurken, Süleyman Bey'in yüzünde bir allık, kırmızılık gitti geldi. O kırmızılık sonra gitti, Süleyman Bey'in tepesine çıktı oturdu. Ferruh Bey, sonra arkadaşlarına şöyle diyecekti:

- Ben konuşuyorum, adam kızarıyor. Dinleme zorunda olduğu için de bir şey diyemiyor. Ben iri gözlerine baka baka konuşuyorum. Bir ara, ben de güç durumda kaldım. Süleyman Bey'in gittikçe kızaran yüzü, onun tepeye vurması...

Ferruh Bey, daha fazla bir şey söylememişti aslında. Daha önce söylenenleri, sokaklarda çocukların bile söyleştiği konuları söylemiş, ancak Süleyman Bey'e bazı şeyler ima etmişti. Örneğin şöyle demiş olabilirli Bozbeyli:

- Bak Süleyman Bey, CHP güçlendi. Genç, dinamik bir kadro ile meclise geldi. Bizim kuracağımız hükümette, Başbakan da bakanlarda o kadar yeni ve kusursuz olmalı ki, bakan kürsüye çıktığı zaman, CHP'nin o genç ve güçlü kadrosu bile bir şey diyememeli. Ben kuvvetli hükümeti, bilgili hükümet olarak da anlamıyorum. Bilgi noksanlığı teknisyen kadrolarla tamamlanabilir. Amma, adı pek iyi tanınmamış ve yıpranmış kimseler ne hükümeti "bak kardeşim, senin hakkında şunlar var şunlar var. Bu kurmalı, ne de kabineye girmeli."

Bu sözlerin anlamı açıktı. Ferruh Bey, Süleyman Bey'e "bu halde hükümeti sen kurmamalısın..." demeye getiriyordu.

Süleyman Bey'in boynundan bir ter belki boynundan aşağı süzüldü süzülecek. Süleyman Bey, kendini toparlar gibi oldu. Sordu:

- Benim başkanlığımda kurulacak bir hükümete katılır mısınız?

- Hayır!

Yoksa Süleyman Bey deminden beri söylediklerini anlamamış mıydı? Yoksa anlamazdan mı gelmişti?

*

Kulislerdeki konuşmalar:



- Süleyman Bey'e hükümet kurulması görevi verildiği gün Genel Kurmay'ın ışıkları sabaha kadar yanmış...

- Kim unutmuş acaba ışıkları söndürmeyi?

- Fakat Korutürk, Semih Sancar'a "bir şey olmaz" demiş. Demokratik Parti Süleyman Bey'le girmiyor. Emniyet sübabı o...

Senato'da Başkanlık divanı tartışmaları var. Tam kahve ocağına yakın koltuklarda Faruk Gürler Paşa'nın yanına ben iliştim. Kahve istiyoruz. Senatoda'da bir çıngar çıktı. Gürültüler geliyor, kahveyi de Gürler Paşa'yı da bırakıp oraya koşuştuk.

MSP'liler ellerinde anahtar. Fakat kapı da iyice aralık. Ya kapıyı kapamalı, kilitleyip cennetin anahtarını tutmalı, ya da insana şifreliymiş izlenimini veren bu anahtar oyunlarına boş vermeli. Hem, "her halde CHP bizimle koalisyon yapar" deyip kapıları aralık tutmak, hem de ele anahtar kapıda beklemek ne demektir? MSP oy verse, Meclis başkansız kalmayacak. Ama, sezilen o ki, herkes Meclis başkanlığını ileride oynayacağı bir oyunun başangıcı sanmada MSP hükümet belli olunca verecek belki oyunu. Sözlerinde duranlar bir -az biraz- Turhan Bey'le Ferruh Bey Meclis Başkanı adayı Birler. CHP'nin 185'inden fazla oy alabiyorsa CGP ile DP'den verilen oylar.

AP'li yöneticiler -söz verdikleri halde- oy vermiyorlar. Son tutlar sırasında AP'li grup başkan vekilleri CHP'lilere seslendiler:

- Boşuna tur yaptırmayın, oy vermeyeceğiz...

Peki, ne olacak?

Meclislerin başkanları seçilemez, meclisler işlemezse hükümeti kursanız ne olacak? Hani, parlamenter düzen yanlısıydınız ne çabuk terkediverdiniz? Meclisler, hükümetlerden sonraya gelemez kalamaz. Buna arabayı atın önüne koşma derler. Bu kadar gayrî ciddî tutumla, adama memkelet yönetme bir yana kuzu bile güttürmezler...

Senato toplantılarını yöneten Mehmet Ünaldı'nın tutumu tam bir partizan AP'li tutumu. Yangından mal kaçırırcasına allem edip, kallem edip Senato Başkanlık divanında Kontenjan Grubu ile Millî Birlik Grubunu temsil ettirmemek ister, Vaktiyle buna benzer bir şey Mecliste olmuştu, 15 üyelikle meclise gelen TİP'lilere -kendilerine düşen- divan kâtipliğini vermemek istemişlerdi. Vermediler de, TİP Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Anayasa Mahkemesi, TİP'e üyelik tanımamakla ilgili işlemi, "usülsüz ve Anayasa'ya aykırı tüzük, içtüzük değişikliği" niteliğinde gördü. Yöneticilerinin suratına çarptı bu Anayasa'ya aykırı durumu. Ne oldu? Anayasa Mahkemesi'nden karar çıkana kadar. Başkanlık Divanınında TİP'li bulunmadı. Galiba "Kanunsuz Süleyman" deyimleri kamuoyunda bu olaylardan sonra yerleşti. Şimdi benzerleri yaratılmak isteniyor. Meclis Başkanı'ndan bize ne, biz dümenimize bakalım hele kafasından nerelere varılabilecektir bilmem. Türkiye'de demokratik bir ortamın yaratılması zorunluymuş, gelip geçmiş olaylara bir kalın çizgi çekerek bir genel af çıkarılmalıymış. Kimin umrunda?

(16 Kasım 1973)

İÇERDE NE VAR NE YOK?


"Mapusane notları" yazmak istedim bu gün. Dışardan, demir parmaklıkların arkasında olanları...

Bir Ankara Notları'nda Adapazarı Cezaevi'nde kalan Behice Boran'dan söz ederken, aynı koğuşta kalan A. Ayşe Emel Mesci'yi de anmış, kendisini gazetelerden tanıdığımı yazmıştım. Görmedim gerçekten, bir sinema ve tiyatro oyuncusu olduğu kadar başarılı bir ressammış da. İki yıl, üç aydır çok sevdiği sanatından, anasından, babasından uzak Adapazarı Cezaevi'nde. Orda -kimseye yük olmamak için- seramik taklidi kolyeler yapıyor, sık sık kendini yoklayan romatizma ağrılarına dayanmaya çalışıyor. Cezaevinde okuma-yazma bilmeyen kadınlara okuma öğretmek başlıca uğraşı. Güz geldi, geçti. Cezaevinde parmaklıklar arasından gözüken Adapazarı'nın ağaçları tablolarda çıplak olmalıdır. Filmden kesilmiş gibi minnacık tablonun ortasındaki kızıllık güneş yumağı... Tiyatro sahnesinde de güneşi görmediğinden yakınırdı Emel Mesci, provalar, arkasından oyunlar... "Dışarda havalar nasıl?" diye sorardı o da arkadaşları gibi. Balede oldukça başarılıydı demek. 1971'de, Şehir Tiyatrolarında oynadığı "Didar" rolünden dolayı arkadaşları "Çarpık bacaklı balerin" adını takmışlardı. 1969'da Kıbrıs'a yaptığı bir gezide, orada çıkan "Bozkurt" gazetesi muhabirine şunları söylemiş:

"Sinemayı yeterli bulmuyorum bugünkü durumu ile.. Ama şüphesiz ki, umut vaad eden bir gelişim içinde, Kıbrıs'a gelmeden önce 7 Adım Sonra adlı bir film çevirdim. Bu filmde Uğur Güçlü ve Erol Taş'la oynadım. Sinemada beğendiğim oyuncuları sorarsanız dört isim sayarım size: Yılmaz Güney, Muhterem Nur, Erol Taş ve Sadri Alışık."

Oyun yazarları içinde de Necati Cumalı, Haldun Taner ve Güngör Dilmen'i beğenmiyormuş o zaman...

Adalet Bakanı Mumcuoğlu, Adapazarı Cezaevi'nde yatan 15 yıla hükümlü Behice Boran'ı cezaevi içinde -belki az çok- rahat çalışabileceği bir ayrı odaya aldırdı. Orada tercümelerini yapabilecek, kitaplarını, dergilerini okuyabilecek belki... Cezaevi yetkilileri, bir de görüşme hücresine bir tabure yahut sandalye koysalar. Bir mahkûmun hele 65 yaşındaki bir mahkûmun ayakta görüşmecileriyle konuşması, kolay değildir de...

*

Gördüğü işkenceler, önce "Ortam" dergisinde, sonra "Yeniortam"da yayınlanan Kadriye Denizözen, cezası kesinleştikten sonra Karadeniz kıyısında Giresun'a nakledilmişti. Orada Kadriye Denizözen'in dünya ile ilgisi kesildi gibi bir şey. Gördüğü işkencelerden bir süre sol kolu felç olmuştu. Kadriye, Giresun'da halı atelyesinde çalıştırılıyor. Kendisi Güzel Sanatlar Akademisi'ndeydi ya önceleri: Çizmezse falaka ile ve hücre cezası ile mi tehdit ediliyor? Ne hakla? Ortaçağ düzeninde çalıştırma, cezan kesinleştikten sonra, hangi yasa maddesine, hangi yönetmeliğe uyuyor? Adalet Bakanı'nın, Kadriye Denizözen'in durumuyla da ilgilenmesini diliyorum.



İlkay Demir de Amasya'da.

Duruşmaları sırasında adlarını gazetelerde okuduğumuz bu insanları unutup gitmişiz...

Tutukevileri, cezaevleri dolu daha. Arada bir serbest bırakmalar, tutukevlerinde yeniden dayak olayları... Yeni hükümetin kurulacağı haberlerinin hükümlülerde yarattığı olumlu izler, gecikmelerin getirdiği karamsarlıklar. Neler tartışılıyordur aralarında?

Niğde Cezaevi'nde dört yıl parlamentoda sosyalist bir partinin temsilcileri olarak iktidara kök söktürmüş, gerçek demokrasiye gönülden inanmış insanlar neler tartışıyorlar oralarında? Arada bir, aynı Anayasa Mahkemesi'nce kapatılmış MNP'nin yeni MSP'nin Genel Başkanı Erbakan'ın koalisyon girişimleri de geliyor mudur hatırlarına? Bence, demokrasinin olduğu ülkelerde sosyalist partiler vardır. Hatta, demokrasi olan ülkelerde komünist partiler de vardır. Demokrasi olan yerde düşünceler serbestçe söylenir çünkü...

*

Kızı aylardır tutukevinde olan bir anne, İstanbul'dan, Fatih'ten yolladığı mektupta şunları yazıyor:



"Yavrularımıza hunharca işkence yapanlara insan demeyeceğim, bunlar başka dünyalardan gelen, bizim toplumumuzla ilişkisi olmayan korkunç birer yaratık tipleri... Bir ana, baba ki, gecesini gündüzüne katmış, yavrusunu büyütmek, yetiştirmek için güzel gençlik yıllarını yitirmiş, tüm umutlarını ona bağlamış... Gecenin bir vaktinde kapın çalınır, geleni hayırlı bir konuk sanır, koşar açarsın. Karşına gelenler, senin bütün varlığını, yuvandan koparır, götürür. Arkasından boynunu büker, bakarsın. Ana, baba, ev halkı şaşkın şaşkın bakakalır, ama içlerinde bir duygu vardır ki, tüm üzüntüleri, kaygıları bastıran bir duygu; "güven duygusu". Gelenler, devlet babanın kollarıdır. Namusumuz, evlâdımız, hatta tümü ile bütün toplumumuzun her türlü sorumluluğu onlara emanet edilmiştir. Bunda korkacak, üzülecek ne var?

Meğer madalyonun ters tarafı varmış. Giden yavrunun arkasından günlerce haber alamazsın, sağ mı, öldü mü? Geride kalanlar ana baba mı, yoksa bitki mi?

Gözünün önüne biricik yavrunun işkence tezgâhındaki mazlum hayali gelir. Çıldırırsın. Kapıyı, duvarı yumruklar, tekmelersin. İlâçlar içer, sakinleşmeye çalışırsın. Bu da ananın babanın işkencesi...

Bunları yapanlar, yaptıranlar kimlerdir? Yasa dışı, insanlık dışı, medeniyet dışı bu işlemlerin anlamı nedir? Toplumun güvenini, saygısını yitirenler ortaya çıkarılmalıdır..."

Mektuplar ne kadar çoğaldı? En iyisi onları, hükümet kurulunca yayınlamak...

(23 Kasım 1973)

İŞKENCECİ...
Bir okur, yolladığı mektupta sözü işkencelere getirerek, şu fıkrayı anlatıyor:

"... İşkenceden bahseden bir yazı okusam, daima amcamın anlattığı bir fıkra gelir aklıma. Fıkra şöyle:

Epey eski bir devirde, bir adamın çocukları erkek olurmuş. Ve adam da bunu övünç konusu yaparmış. Her yerde arkadaşlarını kızdırmaktan da kıvanç duyarmış. Bir arkadaşı dayanamayıp, şöyle demiş:

- Böyle söylüyorsun ama, ya bir kızın olursa neylersin?

- Eğer kızım olursa, onu bir gâvura veririm...

Bu söze tanık olanlar olmuş. Gel zaman, git zaman adamın karısı hamile kalmış ve bir kız çocuk dünyaya getirmiş. Adamı bir tasa, bir düşünce alır düşünürmüş işin sonunu. Amma kendi kendine teselli de verirmiş:

Hele dur bakalım, kız büyüyebilir mi? Ohoooo.... Kim öle, kim kala.

Günler günleri, yıllar yılları kovalamış. Kız büyümüş. gelişip güzelleşip serpilmiş. Adamın tasası da artmış. Sağdan, soldan ağız arayıp görücü gelmek isteyenler çoğalmış. Adamcağız, düşünmüş, taşınmış bir hocaya gitmeye karar vermiş. Gidip durumunu açıklamış ve "aman hocam, bana bir yol göster" demiş. "Bu badireyi anlatayım." Hoca düşünmüş ve şu karşılığı vermiş:

- Oğul, sen Tanrı'ya karşı gelip büyük söz söylemişsin. Kızını Hıristiyana veremezsin, onun Allah'ı kitabı var. Musevi desen o da öyle. Müslümana hiç veremezsin. Versen versen, bir işkenceciye verebilirsin, çünkü onların ne Allah'ı, ne dini, ne kitabı ne de insaf ve imanı vardır..."

*

TİP davası Askerî Yargıtay'da görüşülmekteydi. Kiminin bir dosyası, kiminin yaptığı bir konuşma, kiminin aldığı bir mektup gerekçe gösterilmişti mahkûmiyetine. Marx'ın bir kitabının evinde bulunması, mahkûmiyet gerekçesi sayılanlar vardı. -Kitaplar halen Kızılay'da vitrinlerde satılıyor.- Fakat Adnan Keserbiçer'in o da yok muydu ne? Avukatlardan biri sordu:



- Peki bunun suçu ne ola ki?

- Soyadı herhalde, Yetişmez mi?

Yargıtay dairesi, Adnan Keserbiçer'in 6 yıl, 8 aylık mahkûmiyet kararını bozdu. Beraat kararı verdi. Fakat, beraat kararına dek Adnan Keserbiçer, tutukevi ile cezaevinde tam 17,5 ay yattı.

Yirmi yıldır mesleği vardı. Motor tamircisi idi. Altın bileziği de vardı bileklerinde, yer yer takılan tel kelepçeden ayrı.

Duruşma yargıcı da, yargıtay kararına uyup beraatı onaylarken Adnan Keserbiçer'e öğüt de verdi:

- Duruşmalar sırasında, fikrinizden caydığınızı gösteren bir ifadede bulunmadınız. Bak, çocuk da değilsin. Yaşlısın -iki büyümüş çocuğu da vardı Adnan Keserbiçer'in- elinde altın bileziğin de var. Bundan sonra işine gücüne bak, bu kafayı değiştir.

Yargıcın "bu kafayı değiştir" dediği, "boş ver sosyalizme filân" anlamına mıydı?

Oto tamircisi, motorcu Adnan Keserbiçer, -TİP'liler içinde tek beraat edendi- cezaevinden çıkınca, ne yapacağını düşündü. Bir iş bulup çalışmalıydı. İşinin ustasıydı. Başvurdu. Seydişehir'deki alüminyum tesislerine girdi. burada 42 gün çalıştı. İşine devam edip giderken, bir gün üstünde "gizli" kaydı olan bir mektup aldı. Mektup Etibank alüminyum tesisleri grup başkanlığından geliyordu:

"Tecrübe devresinde başarılı olmadığınızdan hizmet aktiniz 16.11.1973 tarihi itibariyle feshedilecektir. Bu tarihten itibaren işbaşı yapmamanızı rica ederiz."

Adnan Keserbiçer Ankara'ya geldi. Enerji Bakanı ile ve Etibank Genel Müdürü ile görüştü. Nedense olmuyordu işi. Kimsenin elinde bir şey yok muydu? Ya cebindeki beraat kararı ne oluyordu?

*

Hatay'dan bir anne, Ankara'ya gelip dönmüş ve Hatay'dan şu mektubu göndermiş:



"Ankara'ya her görüşe gelişte size uğramak istiyorum. Ama görüşten sonra herşey değişiyor. Daha dün kapıdan girer girmez, bizden önce görüşten çıkan anneler, babalar hepsi perişandı. "Çocukları dövmüşler, başları, bacakları, karınları yara bere içinde" dediler.

Bu ne bitmez, tükenmez dayakmış? Ben çocuğumu gördüm, yüzü, başı yara içinde ve şişti. Bu çocukları bu hale getirmeye ne hakları var? Suçları neyse, kanun ne ceza veriyorsa verir. Devamlı küfür ve hakaret etmeye, dayak atmaya kimsenin hakkı yok. Uyku uyuyamaz hale geldik, yarın ne olacak diye.

Sayın görevlilerden çocuklarımızın can güvenliğinin sağlanmasını bekliyoruz. Saygılar.

Sabahat ANT"

(30 Kasım 1973)

KARAOĞLAN, TEK BAŞINA!...


Cumhurbaşkanı Korutürk'ün dördüncü tur görüşmeleri bitti ya, belediye seçimlerine şunun şurasında bir haftadan az zaman kaldı ya, bu seçimlerde olsun CHP'yi yıpratmak için neler de yapılıyor? Demeçler veriliyor: 9 Aralık'tan önce hükümet kurulmalı, diye. Neden bu kadar acele efendim, üç gün daha bekleyin, belki yeni şeyler göreceğiz.

Elinizdeki gazetede, CHP Genel Merkezine verilen bir bilimsel tahmin raporunu okudunuz mu? Yapılacak bir erken seçimde Karaoğlan'ın tek başına iktidar olacağı anlaşılıyor bundan. Belediye seçimlerinde ise, yarıdan fazla belediye başkanlığını CHP'nin alacağı tahmin ediliyor. Matematiksel kesinliğin, sosyo-ekonomik olaylara tüm uygulanması zor. Ancak, verilen rapora göre, 1965-1969 dönemiyle 1973-1977 dönemi arasında bir karşılaştırma yapılacak olursa, CHP'nin bir erken seçimde oyların yüzde 37-38'ini toplayarak tek başına iktidar olacağı ortaya çıkıyor. Bu oran, 1974 perspektifinde AP'nin DP ile birleşse bile, kaçınılmaz kayıplar zinciri dolayısıyla alabileceği oy oranından fazla olacak...

Bazı çevreler, Karaoğlan'ın tutumunu oldukça "sert" görebilirler. "Ne uzlaşmaz adam" diye niteleyebilirler. Ancak, Ecevit'i uzlaştırmak isteyenler, söyleyeceklerini önce "kaya gibi" CHP grubuna da kabul ettirmek durumundadırlar.

Günlerdir, haftalardır Ankara'nın büyük otellerinde neler çevrilmekte? Anlaşılan o ki, herkes CHP'nin sırtından iktidar olma hevesini taşımaktadır. Bir yandan "komünistlikle" suçladıkları Ecevit'i, öte yandan uzlaşmazlıkla suçlamaktadırlar. Seçimlerde boyunun ölçüsünü alanlar, tutucu gazetelere sığınmış, "ordu tahrikçiliği" yapmakta bir avuç azınlıkları -azınlık bile değil- bir avuç akılları ile bir dönem daha iktidar olmanın heyecanı içindedirler. Bunun için kullanmayacakları metod, girişmeyecekleri iş yok anladığım kadarıyla. Bir siyasal genel affı mı düşünmektedirler, hayır. Artık işkence olmasın, dünya önünde düştüğümüz durum yeter mi derler, ne derler bunlar? Hayat pahalılığı ile, tefecilikle uğraşacaklarına ilişkin tek satırlarını okur, dinler misiniz?

Karaoğlan'ı yapayalnız bırakıp, onun sırtından iktidar olmayı kurarlar. Akıllarına getirmek istemedikeri, yeni bir 14 Ekim'dir. Ancak görülen o ki, Bizans oyunları fazla sökmeyecek, yapılacak ilk erken seçimde Karaoğlan tek başına iktidar olacaktır. 14 Ekim'den biraz önce "Karaoğlan iktidara ayağını dayıyor" dememiş miydim? Dayamadı mı, iktidarın eşiğinde değil mi?

Biraz daha bekleyelim bakalım...

(3 Aralık 1973)

DALLAR ARASINDA SİNCAPLAR!..


Sabahları bazı erken evden çıkıp, Çankaya'dan Kavaklıdere'ye kadar yürüyorum. Hangi elçilik bahçesi bilmiyorum, bahçenin bahçıvanı yerlere dökülmüş sarı yaprakları süpürüyor. Birden nasıl da dökülüp yayılmışlar yerlere. Ne güzel olur, böyle yerlerde oturmak, dolaşmak, belki de sincaplar atlar dalların arasından. Birazcık bekleyebilsem yolda, seyretsem, görebilirim ne bileyim. Bahçıvana, "Kardeşim ne süpürüyorsun o kızıla çalmış yaprakları, bırak dursun" desem, nasıl şaşırır, "Çattık mı belâya?" diye başını sallar iki yana ve işime gitmemi söyler öyle ya.

Dört duvar arasında, ya da caddelerde arabalarda geçiyor ömrümüz. Bazı, arabası olan arkadaşlar uğradı mı, onlarla şöyle bir Orman Çiftliği yapıyoruz. Fatma Hikmet İşmen'le örneğin, Özer Derbil'le. Ya da bir başka arkadaşla. Doğa kişiyi bunalmaktan da kurtarıyor. Fatma Hikmet İşmen mektup almış Behice Boran'dan. Bana da yazacakmış, bayram kartıma karşılık olarak. O şimdi Adapazarı'nda, Arkadaşım Niğde'de. Tek odaya geçmekten çok memnunmuş, öyle yazıyor. "Bir de af çıksa..." diyor, "siyasiler için beklemiyorum, diğerleri çıkardı da cezaevi tenhalaşır, sessizleşirdi" diye ekliyor.

Neden çıkmasın siyasî af? Seçimlerde yenilgiye uğrayanlar, bunu pazarlık konusu haline getirmeseler, yapılan haksızlıkların bir an önce onarılması sağlanabilirdi. Siyasal suçlardan içerde yatanlar dışardakileri hiç rahatsız etmiyor mu? Sözde, demokrasiden, parlamenter düzenden yana olduklarını söylerler. Ağızlarını açtılar mı, sanırsınız ki tüm çabaları özgürlükler içindir. Parlamentoda Meclis Başkanını seçtirmezler, asıl anarşinin bu olacağını akıllarına bile getirmezler. Hükümet kurmak için, CHP'nin tam ezilip yiteceği koşulları ararlar.

AP, 14 Ekim'de iktidara tek elle gelip, belediye seçimlerini de öbür eliyle toplamak istemişti. 9 Aralık'a belediye seçimlerinin alınmasının nedeni oydu. Fakat hesaplar ters çıktı. Süleyman Bey, güvendiği dağlara karlar yağdığını gördü mü? Şimdi, bir umut 9 Aralık'a kaldı. insan düşünüyor kendi kendine:

- Bakalım, Süleyman Bey paçayı kurtarabilecek mi sonunda? Belediye seçimlerinde "yıkıma" uğrarsa, AP Demirel'i gözden çıkarabilir rahat. Yerine kim gelir? Gerçi Süleyman Bey'in kişiliği önemli değil ama, bir yerde kişiler de daha altta yatan birtakım gerçeklerin temsilcisi olarak önem kazanıyor, bir sorun haline geliyorlar. DP ile AP'nin uzlaşması, temsil ettikleri sınıf kesimlerinin uzlaşması demek olur, ama bu uzlaşma ifadesini, Demirel'in kişiliğinin politikadan uzaklaşmasında bulabilir...

MSP, başından beri belediye seçimlerini ortaya atarak CHP ile koalisyondan kaçtı. Tabanının kayıp gideceğinden korkmuştu. Belediye seçimleri, bakalım MSP'ye ne getirecek?

CHP için belediye seçimleri büyük önem taşıyor gerçekte. İktidar olarak, hayat pahalılığı ile savaşacağından söz etmişti. Hayatı ha deyince ucuzlatabilir mi? Elbette bu kolay değil. Ancak pahalılığı olduğu yerde durdurabilir. Bunda, kazanacağı belediyelerin büyük rolü olacaktır.

CHP, 14 Ekim'den bu yana geçirdiğimiz bir buçuk ayda puan kaybetmiş sayılmaz bence. Sermaye çevrelerinin CHP'ye hükümet kurdurmamak için gösterdikleri çabalar, sağ partilerin seçmen ve vatandaş gözünde düştükçe düşen durumları, CHP'ye puan bile kazandırmış sayılabilir.


Yüklə 1,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin