*
Şimdi, yeni bir dönemin başlangıcındayız. Geçmiş bir "balyoz dönemi"nin yaraları sarılmağa çalışılıyor. Haksızlığa, zulme uğramış bunca insan, içerde-dışarda yurda bir özgürlük ortamının, barış ortamının gelmesini bekliyor. Bakanlıkların kapıları, kıyıma uğramış olanlarla dolu. Onları kıyanlar da bakan tebriki için Ankara yollarını tuttu. Bunlardan biri, bir lise müdürüydü. İhbarlarla, öğretmenlerini ya gözaltına aldırdı, yahut tutuklattı. Daha geçenlerde karakolu telefonla arayarak, çıkan komisere şöyle dedi:
- Efendim, anarşistlerden filân şehrimize gelmiş, ortalıkta dolaşıyor.
Anarşistlerden dediği öğretmen yargılanıyor, doğru. Ama, mahkeme serbest bırakmış, bakanlık açık maaşı bağlamış. Yıllarca öğretmenlik yaptığı ile, öğrencilerinin yanına, arasına gitmek istemiş. Bundan doğal ne var?
Muhbir müdür, emniyete -yazılı olarak- ihbarını yaptıktan sonra soluğu Ankara'da almış, Mustafa Üstündağ'ı tebrike. İyi mi?
Millî Eğitim Bakanı'nın yanına yahut, bakanlıkta genel müdürlüklere gidenler, Yeniortam bürosuna da uğrarlar bazen. Biri, şöyle dedi:
- Bakanlık, aynı bakanlık. Bir, bakan değişmiş o kadar.
*
Değerli bir yargıçtan, doğu illerinde görev yapan İ.E.'den şu mektubu aldım:
"Tüm bozukluğun ve suçluluğun dışa göbek bağı ile bağlı prekapitalist yapıdan doğduğu, iktisadî egemenliği elinde tutan güçlerin memleketi neye döndürdükleri yurdunu en az kendi çocuğu kadar sevenlerce artık anlaşılmıştır. Egemen güç, mücadeleyi kırmak, durdurmak için tarihin akışını ters döndürmek için her türlü yola başvurup durmuştur. Hatta, kendi yaptığı yasaları bile çiğnemekten geri kalmamıştır. Kendi çıkarlarıyle bağdaşmayan düşüncelerin dışa vurulmasını yasakladığı gibi eyleme geçmesini de dünden yasaklamıştı. Çelişkileri gören, memur, öğretmen, hâkim, savcı, öğretim üyesi, subay gibi aydın tabakayı ezmeyi, sürmeyi, amaç edinmişti dışa bağlı güçler.
... yukarıda belirttiğim nedenlerle çıkarılacak affın toplum ihtiyaçlarına cevap vermesi, huzursuzlukları gidermesi için adî suçlarla birlikte TCK'deki tüm politik suçlardan mahkûm olanları tefrik etmeden içine almasını, bunun tüm disiplin suçlarına da genişletilmesini dilemekteyiz.
Af tasarısında disiplin cezalarının affına (öğretmenlerin, memurların, c.savcılarının, yargıçların vb.) da yer verilmesini, verilmiş ise genişliğinin açıklanlmasını da bölgedeki tüm c.savcısı ve yargıç arkadaşlarım adına istirham eder, sizi özlemle kucaklarım."
(10 Şubat 1974)
GELİN BALIĞI!..
Avukat Niyazi Ağırnaslı, Adliyenin arkasında Konya sokağındaki yazıhanesinde, gelecek konuğu beklerken, "Dur bakalım, hayırdır" diye düşündü. Gelecek konuk, eski Merkez Komutanı, Tümgeneral Tevfik Türüng'dü. Sıkıyönetim dönemlerinin adı duyuldu mu, salâvat getirilen Türüng'ü, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün'ün kardeşi. Amma, neden birinin soyadı Türün de öbürününki Türüng? Bunları düşünüyordu herhalde kendi kendine Ağırnaslı. Telefonda şöyle demişti:
- Niyazi Bey, bir kahvenizi içmeye geleceğim...
- Buyurun Paşam...
- Aslında ben size dargınım. İçerden çıktıktan sonra, sizin benim kahvemi içmeye gelmeniz gerekirdi. Siz gelmediniz ben geliyorum.
- Hay hay, beklerim...
Biraz sonra, Paşa'nın geldiği handaki terzi çıraklarının kapılara çıkıp seyre koşmalarından anlaşıldı.
Türüng'le, Ağırnaslı'nın konuşmaları bir çeşit "muhasebe" biçiminde oldu. Türüng, önce kendi hakkındaki yayınlardan söz etti:
- İlhami Soysal yazdı. "Boyu belimden aşağıda" diye yazdı. Mustafa Ekmekçi, kızımın turizm gönüllüsü olarak bir yere nakli olayını parmağına doladı. Aslında mesele tam öyle değildi. Ben kızıma torpil yaptırmak için gitmemiştim bakanlığa...
- Paşam, yazsaydınız iki satır bir mektup yayınlardı, düzeltirdi Ekmekçi...
- Yazmak istemedim. Hem bizim öyle yazıp çizme yetkimiz yok.
Söz eski günlere geldi, konuşma sırasında Türüng, yerleri titreten Merkez Komutanı, Niyazi Ağırnaslı da "Balyoz Harekâtı" yahut "Rehin Olayı" nedeniyle içeride o zamanlar.
Ağırnaslı ve daha dört beş arkadaşı, gözaltındayken, MİT'e gözaltından adam götürülüp, işkence yapıldığından yakınmaktadırlar. Ağırnaslı o günleri hatırlatır. Türüng, Osman Arkış'ın cezaevinde gözlerinin kör olduğu, cezaevinde çok tutuklunun hücrelere atıldığı gibi birçok konuyu hatırlatır kendisine. Türüng karşılık verir:
- Ben cezaevlerinde olanları bilmiyorum. Ben gözaltına bakıyordum. Haa, yalnız bir şey oldu. Atıf Erçıkan'ın evine dinamit atıldığında, haber verdiler gittim. Onun sanığı Sarp Kuray'ı getirdiler. Ona bi tokat vurdum, o kadar...
Ağırnaslı, eski Merkez Komutanlıyla, gözaltındayken yaptıkları konuşmayı da hatırladı. Olay, işte o MİT'e adam götürüp işkence yaptırma olayıydı. Türüng, şöyle dedi:
- Sizinle yapılan o konuşmayı ben banta aldırmıştım. Konuşmaları Genelkurmay Başkanına ve Sıkıyönetim Komutanına da dinlettim. Dikkat ettiyseniz, ondan sonra gözaltından MİT'e kimseyi göndertmedim.
Ağırnaslı'ya o zaman -3 yıl önce- Türüng sormuştu:
- Peki ne olacak bu işler, nereye varacak?
- Koşullarımız eşit olsa ne olacağını anlatırdım. Siz, bunları yapacaksınız. Sonra politikacılar gelecekler, sizleri emekliye sevkedecekler...
- Olmaz öyle şey...
O zaman öyle demişti, Türüng.
Ağırnaslı'nın yazıhanesinin kapısı meraklılarla dolmuştu. Bir terzi, sordu:
- Ne zaman emekli oluyorsunuz?
- Belki bu Ağustos'ta.
- En iyisi o. Unutulursunuz daha iyi...
Ağırnaslı tahminlerinin üç yıl içinde gerçekleştiğini anlattı Türüng'e. "Ben size dememiş miydim Paşam" diye de takıldı.
Konuşmaları daha uzundu belki. Türüng, eski bir sanığın yazıhanesinden dostça ayrıldı.
*
Aziz Nesin Ankara'daydı, döndü İstanbul'a. Aziz Nesin bu kez eşi Meral'le gelmişti.
- Çok daraldım İstanbul'da bunaldım. Bir değişiklik olsun diye geldim Ankara'ya.
Tahsin Saraç, Nesinleri, bizleri Hülya lokantasında yemeğe çağırdı. Yemek boyunca günün sorunları üstüne konuşuldu. Karşı masadan bir çift yemeğin tam ortasında Aziz Nesin'i farkedip, tanıyınca gözlerini diktiler bizim masaya. Nesin'i nasıl sevdiklerini anlıyordum gözlerinin pırıltısından. Kahkahalarımızı duyuyor, onlar da gülüyorlardı, ne dendiğini belki anlamadan.
- Aziz Bey, siz Mahir Kaynak'ı hiç gördünüz mü?
- Bir kez karşılaştık. O, 1970 öncesindeki İstanbul'daki TÖS binasında yapılan toplantıdaydı. Orada Mahir Kaynak da bir konuşma yaptı. Özetle şöyle demişti:
"Tarihsel gelişme hep bunu gösteriyor. İlerici olan ordu, hareketi yapıp sonra sivil kadroya bırakıyor yönetimi. 27 Mayıs'ta da böyle oldu. Ben diyorum ki, yine askerler alsın bu kez işçilere versin iktidarı..." Böyle konuşmuştu. Konuşmalardan sonra bir ara çay içiyorduk. Tam karşımdaydı, Mahir Kaynak. Şöyle dedim:
- Sizi tebrik ederim Mahir Bey. En güzel konuşma sizinkiydi...
Fakat, Mahir Kaynak'ın gözlerime dikkatle baktığını farkettim. Acaba, kendisini yani ajan olduğunu anladım mı acaba, diyen bir bakıştı bu. Şimdi, o bakışın anlamını çok daha iyi değerlendiriyorum...
- O zaman, gerçekten anlamamış mıydınız?
- Nasıl anlayayım, kimse anlamadı...
Ben olsam anlayacak mıydım sanki?
*
Ankara'da oturan İlhan Bozkurt, mektubunda "gelin balığı"nı anlatmış. Şöyle diyor:
"Latince adını bilmem ama, halk "gelin balığı" der. Ne zaman iyi bir yem taksam gelir oltamın ucunda.
Deniz dibinin burjuvasıdır... Yemin iyisini yer. Oltaya fazlaca yüklenir. Misinayı gerer. Çekeni ümitlendirir. Pek de fiyakalıdır. Rengi desenin en güzeliyle bezenmiştir. Göz alıcıdır.
Amma, suyun üstünde görünmesiyle iskelenin betonuna çarpılması bir olur. O alımlığına karşın eti yenmez. Yem olmaz. Hele hele akvaryuma hiç konmaz. O dipteki burjuvalığını akvaryumda da sürdürür. Lüksü için, balık yemi yerine süs balıklarına göz diker. Onları yem olarak seçer..."
İlhan Bozkurt, mektubunun sonunu, yurtta hiç değilse "millî burjuvazi"nin gerçekleştirilmesi dileğiyle noktalıyor.
(13 Şubat 1974)
ÖZLEM, MIŞIL MIŞIL UYUYORDU...
Ecevit'in çeşitli kuruluşlara yaptığı ziyaretleri TV'de izleyenlerden biri, "Aaaa, burası Danıştay değil ki Sayıştay" dedi. Bunu söyleyen seyirci, Sayıştay'ı da Ecevit'in çevresindekileri de tanıyordu. Halbuki, TV kameramanı Ecevit'i Sayıştay'da gösterirken spiker:
- Şu anda Başbakanı Danıştay üyeleriyle birlikte görüyorsunuz... demişti.
Danıştay'ı kıyıma uğrayan memurlar için verdiği "yürütmeyi durdurma" kararlarından olsun, herkes tanır da, Sayıştay'ı -gerçekten- pek kimse bilmez. Eski adı "Divan-ı Muhasebat"tı. O zaman da çok kimse bilmezdi, Divan-ı Muhasebat'ın ne yaptığını. Hele, gazeteciler için pek haber kaynağı bile değildir Sayıştay. Geçenlerde, Çalışma Bakanı Önder Sav, yurt dışına eski bakanın yolladığı yirmi beş gazeteciyi geri çekiverince, ortaya çıkıverdi sorunun kökeninin Sayıştay'dan çıktığı... Boru değil, devlet para ödeyecekti. Sayıştay da devletten ödenen paraların denetçisiydi. Görevini Türkiye Büyük Millet Meclisi adına yapardı. Ancak, Meclis'te bile çok kişi bunun farkında bile değilmiş o da başka. Sayıştay'ın ödemeyi onaylamadığı pek çok olay geçti, geçmişte. Hiç biri gazetelerin konusu olmamıştı. Nasıl olsun, kimse bilmiyordu ki... Bir, AP'li senatör Fethi Tevetoğlu kitaplarını bakanlıklara satmış, satıştan sonra, Sayıştay bakanlıkların bu ödemelerini onaylamamıştı. Bu gazetelerde çıktı o zamanlar...
Örneğin unutmamışsınızdır, bir "Berber Nuh" olayı vardı. Süleyman Bey, yurt dışında Nazmiye Hanım'ı da götürdüğünde, "Berber Nuh"un da gittiği ortaya çıkıvermişti. Bir gazetecinin haber vermesi üzerine gazeteciler, olayı parmaklarına dolamışlar, sütunlar dolusu yazılar yazmışlardı Berber Nuh üstüne. İş orada kapandı, sözde. Hayır kapanmamıştı bu kez, Sayıştay, Berber Nuh'un yol masraflarının devletten ödenmesine karşı çıktı. Yazışmalar, çizişmeler oldu. "Berber Nuh, aslında MİT'tendir, görevlidir" gibilerden baskılar yapıldı Sayıştay'a. I-ıh.. Sayıştay, Nuh demiş, başka şey dememişti. Nuh'u götürünlere "zimmet" gösterildi masrafları.
Cemal Tural'ın Genelkurmay Başkanlığı dönemi, "şaşaalı" günleriydi. Hani, İlhami'nin dövüldüğü yıllar belki. Tural, hastalandı bir gün, Gülhane Askerî Hastanesi'nde yatacaktı. Hastanenin o zamanki işgüzarları, Genelkurmay Başkanı yatacak diye -yatacağı odayı- boyatıp, donatmışlar on beş bin lira masraf etmişlerdi. Sayıştay, geri çevirdi boyama, donatma masraflarını.
Sunay zamanında, zaman zaman ona eşlik edip gezilere katılan oğlu Atilâ'nın da masraflarını kabul etmemişti Sayıştay. Pek çok örnek gösterilebilirdi daha, bu kuruluşun çalışmaları üstüne. Devlet harcamalarının, devlet kesesinden alınan paraların nereye gittiğini inceden inceye araştırıp, titiz çalışan bu kuruluşun kimsenin farkına varmayacağı biçimde sessiz çalışmış olması da övmeye değer gerçekten.
Herkesin, hesapların didik didik edileceğinden haberi olması zararlı değil yararlıdır aslında. Orduevi hesaplarının bir gün inceden inceye gözden geçirileceğini bilse, emekli Orgeneral Tabiî Üye Sunay herhalde, Orduevi'nin "Kral Dairesi"nde öyle yan gelip aylarca yatamazdı. Seçim öncesinde AP'ye giren eski İzmir Sıkıyönetim Komutanı emekli General Cemal Süer de. Çünkü, Orduevi Yönetmeliğine göre emekli subaylar en çok süreli on beş gün yatabilirler orada.
*
Sayıştay gibi değil, fakat çalışmalarına yeni yeni başlayabilen bir başka kuruluş var; Askerî Danıştay. Daha önceleri yoktu. Askerlerin yönetim ile ilgili dâvalarına da sivil Danıştay bakardı. 12 Mart'tan sonra, çeşitli girişimlerde bulunmuş olanlar, bunların hukuk denetimi konusu olmaması eğilimindeydiler. Anlatıldı ki, böyle şey olmaz. Dünyanın her yerinde "tasarruflar" bir hukuk denetimi altındadır. O zaman, bari askerlik işleriyle ilgili dâvalara siviller bakmasın dendi, ve halk dilinde Askerî Danıştay denen, yasal adıyle Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ortaya çıktı. Kuruluşu da Anayasaya kondu. Bu kuruluş -bir yüksek mahkeme olarak- haksız gördüğü işlemleri iptal etmekte, örneğin ordudan çıkarılmış bir subayı, uygun görürse, yeniden görevine geri döndürmektedir. Sivil Danıştay gibi çalışmaktadır. İleride nasıl gelişme göstereceğini bilemem ama, askerî yönetimin "tasarruflarının" böyle bir hukuk denetiminden geçmesi, hukukumuz açısından yerinde olmuştur.
Ancak, burada beni -ve aldığım mektuplara göre çok okuru- düşündüren bir sorun da var. Şu: Askerî Danıştay, kararı ile örneğin ordudan uzaklaştırılmış yahut emekliye sevkedilmiş bir kişiyi yeniden orduya döndürebiliyor da, genel af gerçekleştirilirken disiplin cezası almış olan askerler, mesleklerine geri döndürülemiyorlar. Tutuklanıp yargılanan, hüküm giyen, yahut beraat eden bir üniversite öğrencisi aftan sonra, başladığı okuluna yeniden gidecek, öğrenimini sürdürecek de öğrenci daha önce askerî okulda ise, oraya dönemeyecek. Bunda bir aksaklık sezmiyor musunuz? Bu yalnız öğrenciler için değil, meslekleri olanlar için de böyle. Örneğin bir yargıç, doktor, mühendis, avukat mesleğini eskisi gibi yapabilecek de örneğin subay başka meslek aramak durumunda olacak. Ayrıca, Askerî Danıştay kararları buna izin verebilecek de, af tasarısı -ne hikmetse- bu konuda da güdük çıkacak. Ben akıl erdiremiyorum...
*
Af konusu açılınca, değinmeden geçemeyeceğim Genel af çıkacak diyoruz, eylem suçlarını -devede kulak- indirimle düşünüyoruz. Çağımızın olaylarıydı onlar, dünyanın hemen bütün ülkelerinde kapandı, kapanıyor. Bunu altına kalın çizginin çekilmesi, bütün eylem sanıklarını, hükümlülerini dışarı çıkarmakla olabilirdi ancak. Herkesin çıkarılıp, içerde 40-50 kişinin bırakılması ise, Türkiye'nin bu hale getirilişinin tek sorumluları anlamına gelir ki, yanlış bir yargı olur bu. Meclis'in ikinci kat koridorunda, koalisyon görüşmeleri yapılırken MSP'lilerle konuştuğumuz olurdu yer yer. Şöyle demiştim:
- Asıl sizler, eylemlere karışmış çocukların affına karşı çıkmamalısınız, ne dersiniz?
- Anlamadım. Neden?
- Türkiye'de bu olaylar olurken, siz bebektiniz. MSP olarak yoktunuz bile. Halbuki, şu tutumunuzla, o olaylardan sorumlu olanlarla, olayları önleyecek durumdayken önlemeyenlerle bir olmuş olmuyor musunuz? Örneğin, bir Süleyman Bey'le...
Karşılık vermemiş, susmuştu.
Yurtta gerçekten barış ve özgürlük ortamını isteyenler, kapıları ardına kadar açarlar.
Gönlüm, böyle istiyor diye gerçekleri görmüyor muyum? Affın nasıl ve ne oranda çıkarılabileceğini bilmiyor muyum? Elbette biliyorum. Ancak, nasıl ve ne biçimde -kademeli, kademesiz- çıkarılırsa çıkarılsın, gerçek barışın ve huzurun, kapıların ardına kadar açılmasından sonra geleceğine inanıyorum...
*
Sabah çayımı yudumlarken düşünüyordum bunları. Eylem, dizime tırmanmağa uğraşıyor, Özlem'se içerde uyuyordu. Bir ara, Özlem'in yattığı odaya girdim. Arkamdan da Eylem. Doğru Özlem'in yanına gitti:
- Ne güzel uyuyor baba...
- Sus kızım, uyandıracaksın kardeşini...
- Çok güzel uyuyor.
- Hadi çıkalım, dedim. Çıkardım Eylem'i dışarı. Özlem, mışıl mışıl uyuyordu...
(18 Şubat 1974)
BURJUVA KİMDİR?
Yıl 1971. Toplanıp getirilen, doldurulmuş Balmumcu'ya. Balmumcu, İstanbul'da. Ruhi Su, Turhan Selçuk, Nevzat Hatko, Sabahattin Eyüboğlu... Daha kimler? Kimse neden getirildiğini, suçunun ne olduğunu bilmiyor. Biraz sonra Adlî Müşavir Turgut Akan geliyor oraya:
- Çevremde halka olun. Kimin önünde durursam, kimliğini ve suçunun ne olduğunu söyleyecek...
Halka olurlar. Müşavir Turgut Akan, kiminin önünde durur:
- Adım Ruhi Su. Müzisyenim. Buraya neden getirildiğimi bilmiyorum.
- Siz Kafkas Kulüp'te çalıştınız mı?
- Evet...
Turgut Akan, biraz sonra oradakilere şöyle der:
- Arkadaşlar, bizim aradığımız üç kişidir. Sizlerin çoğunuzu boşuna toplayıp getirmişler.
Haydiii, herkesin kafasında bir soru. "Acaba üç kişiden biri ben miyim?" kuşkusu...
Aradan zaman geçer. Oradakiler, bırakılırlar ardı ardına. Ruhi Su bir gün Emniyet Birinci Şube'ye çağrılır. Soru:
- Siz Kafkas Kulüp'te, Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın "Almanya'da Çöpçülerimiz" şiiri ile Kazak Abdal'ın taşlamasını okuyormuşsunuz?
- Evet...
- Bunlarda komünizm propagandası varmış...
- Allah Allah nerden çıkmış bu iddia?
Komiser, gün görmüş adam. Sormuş:
- Ruhi Bey, sanatçı arkadaşlarınız arasında sizi çekemeyen biri ihbar etmiş olmasın?
- Vallahi bilmem...
Gel zaman, git zaman Ruhi Su'yu bu kez sorgu yargıçlığından, arkasından Ağır Ceza'dan çağırmışlar. Dâva aynı dâva. Bilirkişi seçilen Sulhi Dönmezer, Kazak Abdal taşlamasının tarihsel bir metin olduğunu, Dağlarca'nın şiirinin de, ozanın duygularını dile getiren bir eser olduğunu bildirir. Mahkeme devam etmektedir. Kadıköy Ağır Ceza Mahkemesi'nde. Galiba, savcı bir ara önerir yargıca:
- Muhbirlerin de dinlenmesini istiyoruz.
Sonra mahkemede muhbirler de dinlenmiş. Muhbirler: İstanbul Operası'nda çalışan Ender Arıman ile eşi, Sevinç Arıman...
Almanya'da Çöpçülerimiz'i de, Kazak Abdal'ı da çok önceleri dinlemiştim Ruhi Su'nun sazından. İki dörtlüğü şöyleydi taşlamanın:
Eşeği saldım çayıra,
Otlayıp karnından doyura
Gördüğü düşü hayıra
Yoranın da..............
Gammaz ile madrabazın,
Malı vardır da yemezin,
İkisin meyyid namazın,
Kılanın da...............
Ruhi Su, İstanbul'a yarın dönecek artık. Bir gece kulübünde birkaç haftadır çalıştığını söylemiştim. Birkaç dostla onu dinlemeye gittiğimizi sonradan öğrenince, görüşemediğine çok üzülmüş. Bir arkadaş evinde, sazını dinletti yine bize. Sonra konuştuk. Birkaç yıl önce, Anadolu'ya yaptığı bir geziyi anlattı:
- Bir avukat arkadaşla çıktık yola. Pir Sultan için çalışmalar, derlemeler yapacağım. Maraş, Malatya dolaylarını dolaşıyoruz. Bir kahveye iniyoruz. Hoşbeş sohbet... Daha önceden de kararlıyız. Öyle politik konuşma filân yapmayacağız. Bir gün yine kahvede oturmuş, konuşurken biri sordu:
- Pir Sultan devrimci miydi?
Hoppalaaaa... Buyurun bakalım. Anlatıyorum, dilim döndüğünce. Sonra, orada tanıdık birkaç arkadaş da çıktı. Kahveden ayrıldık, konuşuyoruz.
- Filân seni sıkıştırmış yine?
- Öyle oldu.
- O, her uğrayana yapar bunu. Geçenlerde biri daha gelmişti. Ona da sordular... Adam dayanamamış, sormuş:
- Sen söyle bakalım, burjuva nedir?
- Onu bilmeyecek ne var, karısından korkandır...
Böyle karşılık vermiş bizimki iyi mi?
Köylülerimizin, kasabalılarımızın giderek daha bilinçlenmekte olduklarını konuştuk, söz arasında. Karacaoğlan'dan, öbür ozanlardan çaldı, söyledi. "Dursun Bebek"i dinledik. Dursun Bebek şimdi 23 yaşındadır... 1951'de Behice Boran, cezaevine girdiğinde dünyaya gelmişti. Melih Cevdet Anday'ındır şiiri...
Tahsin Saraç, Ruhi Su için yazmış bir şiir. Daha yayımlanmadı. Son dörtlüğü şöyle:
Al sevgiye ak gül durmak
Ve kavgayı bin dağ sürmek
Sesle ölümleri vurmak:
Ruhi Su'da türkülenmek.
Eylem, Ruhi Su'yu uslu uslu dinledi. En çok, "Kiziroğlu Mustafa Bey..." türküsünü sevmiş. Dün sabah kendi kendine söyledi bana bakarak:
- Kiziroğlu Mustafa, poh, poh, poh...
(24 Şubat 1974)
"AH BİZ EŞEKLER!.."
Amerika'dan gelen bir arkadaşıma sordum:
- Nasıl Amerikalılar, ne yapıyorlar?
- Vallahi, sokaktaki Amerikalının eski hali yok. Başı yerde ve küskün...
Nedeni de Başkan Nixon'dan geliyor belli. İstifasını isteyen isteyene. Adam istifa etmiyor, skandal üstüne skandal anlayacağınız. Başları böyle olan Amerikalılar, nasıl kafalarını yerden kaldırsınlar? Nixon'un yaz aylarında yapacağı Avrupa gezisi, taaa Ekim ayına ertelendi. Belki de Nixon'un Avrupa'da iyi karşılanmamasından korkuluyor, ne bileyim? Şili'nin yeni büyükelçisi Paris'e gelirken Paris'te gösteriler oldu. Pablo Neruda'nın yerine elçi gelmek kolay değildi Paris gibi yere. Fransız halkı, faşizmi yuhalıyor gerçekte...
İslâm Zirve Konferansı sona ererken, Enver Sedat, İndira Gandi ile görüştü. Dün Mucibürrahman'la görüşmek üzere Bengladeş'e geçti. Konferansta Kaddafi ile Bumedyen, İslâm ülkeleriyle, az gelişmiş ülkelere petrolün daha ucuza satılmasını önermişlerdi. Ancak konferanstaki tutucu devlet adamlarının göz kırpmalarıyle bu öneri karardan çıkarıldı...
Amerikan elçisi, Cemiyetteki kokteylde gördüğümde, çok mu içmişti öyle? Yoksa bana mı öyle geldi. Bazı adamlar neresinden baksanız, güler gibidir, bazıları da içkili gibi. Arabayı kendi kullansa, çok kuşkusunu çeker polislerin Macomber.
Büyükelçilerin de eski hali yok gibi. Neydi öyle eskiden? Hey babam hey... Türkiye'de hükümet düşürürlerdi, hükümet. Bir General Porter vardı, başbakan aramaya geldi demişlerdi. Süleyman Bey'in, Johnson'un kolunda süzülen resimleri, genel başkan olacağı sıra nasıl çoğaltılıp dağıtılmıştı, biliyorsunuz...
Başbakan Ecevit, önceki akşam televizyonda konuşurken üç kez gözünü kırpıştırmış. Yorgunluk akıyormuş nerdeyse. Hükümet kurulalı altı kilo vermiş, iyi mi? Bakanların boyunları armut sapına dönmüş. Bakanlar Kurulu toplantıları, arada bir çay molası ve sandviçlere yumulma.
Bir başbakan, ilk kez böylesine konuşup, halkı tefecilere, vurgunculara karşı yardıma çağırdı. İstifçilere karşı. Bunları daha önce söylüyordu, muhalefetteyken, o zaman neler diyorlardı? Şimdi iktidardan, televizyondan, radyodan söylüyor. Eskimiş bir kafayla hadi eleştirin bunu bakalım...
17 günlük CHP-MSP iktidarını çürütmek, yerle bir etmek için nasıl yutkunuyorlar, gazeteleri görmüyor musunuz? Kimi, Bizim Radyo'yla eş tutuyor konuşmaları, kimi "işte bak, Türkiye, Şili'ye dönüşüyor, çok kalmadı" demeye getiriyor. Haber başlıkları dikkatleri çekmiyor mu?
Ah, alıklar ah... Dünya öylesine değişikliklere uğruyor da, bunun farkında olmayanlar, denenmiş metotları sonuna kadar götüreceklerini sanıyorlar.
Bir gazetede -az gelişmiş bir kafadan- öğütler:
"Solda bir de siyasî parti vardı. O da Marksistti. Çok partili bir demokratik parlamenter rejim içinde silâhlı eylemlere yer bulunmadığı görüşündeydi. Aksine, bunun, sol hareketlere, solda kaydedilen gelilşmeye zarar vereceği inancındaydı. O partinin eski-yeni yöneticileri de aralarında bölünmüşlerdi ama bu noktada mutabıktırlar..."
Bir zamanların Zafer gazetesi muhabiri, taaa oralarda otluyor işte. Zaman geçer, kişi varlıklı olur, mutlu azınlık arasına karışır ama, kafa eski kafa olunca böyle sırıtır kalır işte. Anayasa Mahkemesi'nin TİP'i Marksist diye kapatmadığını bile bilmezden gelir. Ne denir buna?
Şimdi boy hedefi Ecevit'tir. Şu lâflara bakın:
"... Kızıl bayrak veya yeşil bayrak...", "1971 ilkbaharı tecrübesi" ile "14 Ekim seçimleri tecrübesi" bunlardan birincisinin veya ikincisinin, kendileri için en elverişli şartlarda ne kadar taraftar bulabildiklerini ortaya vurmuştur. Bu efektiflerde Türk toplumunu paniğe düşürecek bir fazlalık yoktur. Tehlike bilhassa genç kuşakların, başka idealler peşinde koşarken bunların bilmeden ağlarına düşmesidir."
Onun istediği ortamı bilmeyen mi var?
*
Eşek bir gün kaçmış çiftlikten. Aramışlar, taramışlar yok. Sonra unutmuşlar onu. Bir gün bir de ne görsünler, eşek sırmalar içinde, değerli işlemeli atlas örtüler altında, fakat yerde yatıyor:
- Ne oldu yahu, hayrola...
Eşek başlamış anlatmaya:
- Bir akşam çiftlikten, kalkıp karşı köye gittim. Orada,herkes toplanmış bir karar almak üzereydiler. Ben de yanlarına sokuldum. Başımı salladığımı görenler, "Aaaa, işte bunu muhtar yapalım"dediler. Muhtar oldum. Sonra kasabaya gittim. Orada da kalabalık vardı. Başımı salladığımı görenler, beni orada da kendilerine baş yaptılar. Sonra, daha büyük yerlere gittim. Fakat, beni bu duruma getirenlere karşı konuşmam, teşekkür etmem gerekti. Ben, anırmaya başlayınca, biri:
- Aaaa, bu eşekmiş... diye bağırdı. Beni tuttukları gibi dışarı attılar. Durum işte böyle, böyle...
*
Türkiye'de geçirilen bunca olaylardan sonra, yine de yerlerinde sayanlar, kafa sallayarak ömür geçirmek isteyenler yok mu?
Hele inatlarından, bir türlü dönmeyenler. Bir elleri yağda, bir elleri balda olanlar... Hele onlar.
Eline sağlık Aziz Nesin Usta...
(26 Şubat 1974)
VALİZLER HAZIRLANIRKEN...
Dostları ilə paylaş: |