*
Af önerisi Senato'dan kuşa çevrilerek geçirildi. Meclis'e döndü. Yarın Meclis Adalet Komisyonu'nda görüşülecek. Af önerisi çıkmayacak da, hükümetler düşecek, ortaklıklar dağılacak, Senato'da çoğunluğun -salt çoğunlukla- aldığı kararın altında yatandı bu. Meclis'te de 226'nın bulunmamasını sağlamak tek amaçları.
Kamuoyu yok Türkiye'de diye ezilenler uyanmadılar daha, diye bütün bu yapılanlar, olup bitenler.
Ama, büyüyor çocuklar farkında mısınız? Babasız da, anasız da olsa büyüyorlar. Yepyeni bir dünya, yepyeni bir Türkiye kurmak için...
141-142'yi Senato'da af kapsamından çıkaranlar, "Anarşistleri, vatan hainlerini affetmiyoruz" gerekçesini ileri sürmüşlerdir. Bu baştan sona bir yalandı. "Vatan hainlerini affetmiyoruz, komünistleri af dışı bırakıyoruz" diye, gerekçeler uyduranlar, Senato'da -Meclis'ten geçen metinden olmayan TCK'nın 125. maddesinden hüküm giyenleri, gerçekten vatan hainlerini af kapsamına almışlardır. 125. madde şöyledir:
"Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı devletin hâkimiyeti altına koymağa veya devletin istiklâlini tenkise veya birliğini bozmağa veya devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmağa matuf bir fiili işleyen kimse ölüm cezası ile cezalandırılır..."
Bu madde girmiştir. Senato'da af kapsamına. Sosyalistleri, kitap çevirip yayınlayanları cezaevlerinde tutmak için çırpınanlar, kamuoyunun bunları hiç mi bilmeyeceğini sanmaktalar. Zaman gelecek kimseye yutturamayacaklar artık. Sosyalistlerin, toplumcuların gerçek yurtsever oldukları günden güne daha iyi anlaşılacak.
12 Mart çocukları övünecekler analarıyla, babalarıyla...
(1 Mayıs 1974)
ÇİL YAVRUSU ÜSTÜNE
12 Mart öncesinde bir gün bir arkadaşımla, Yüksel Caddesi'ndeki Rüyam Lokantasından çıkarken, Alpaslan Türkeş'le karşılaşmıştım. Türkeş takıldı:
- Bizimle konuşmuyorsun, halbuki asıl sosyalist biziz...
- Anneeeeee... diye bağırmak geldi içimden.
Geçirdiğimiz dönemde, hep birlikte izledik, birer maşa olarak kullanıldı Türkeş'in komandoları. Daha ne "marifetler" seyredeceğiz bakalım.
14 Ekim ve 9 Aralık seçimlerinde o da öbürleri gibi tam bir yenilgiye uğradı. ama yer yer bir Süleyman Bey, bir Turhan Bey, bir Alpaslan Bey, aynı silâhı kullandılar iktidara karşı. Gözdağı ve faşizan baskı. Zaman zaman aklıma gelir. Demokratik Parti, Celâl Bayar'ı bekleyeceğine neden MHP ile birleşmez, diye. Zaten tümü birleşmiş görünmüyor mu?
Türkeş'e bağlı -aldatılmış gençler- komandolar. İstanbul'da olduğu gibi, Ankara'da da öğrenci yurtlarını tutmuşlardı bir bir. Atatürk Lisesi'nin bir müdürü vardı, liseyi komando yuvası haline getirmişti. Her yerlerde yazılar, "Başbuğ Türkeş", "Bozkurtlar" vs... Görevinden alındı gitti. Kimler korurdu, ne diye, bilemem orasını. Atatürk Lisesi'ne emekli yahut görevli, subaylar bile sokmuşlar söylentilere göre...
Ancak, oyların gücü baskın geldi tümüne. Onlar da artık işin farkındalar bir yandan. Olaylar çıkarmaları, baskınlara, baskılara geçmeleri güçlerinin değil, çaresizliklerinin belirtileridir.
Eski Türklerin "Bozkurt"unu da simge yapmışlar, ne hakları var? Bir Türk onlar mı? Biri de Türk Bayrağını alıp simge yapsa, onu siyasal amaç ve çıkarlarına kullansa, ne hakkı olur buna? Kim izin verir?..
- İlkokullarda da izcilere "yavrukurt" deniyor. Küçücük çocuklar, kurt gibi uluyorlar;
- Uvvvvvvvvvv... Böyle uluyorlar. Kim çıkarmış bu yavrukurt deyimini. Bir gün gelip, bunun da siyasal hırslar, amaçlar için kullanılacağını düşünmüş mü, "yavrukurt" yaratıcısı. Yoksa, bile bile mi öyle koymuş adını. Anlayacağım bakalım...
Milli Eğitim Bakanlığı durmalı bence bu konunun üstünde. "Yavrukurt"larını kaldırmalı hatta, "yavru-izci" demeli ne bileyim. Onu da sömüreceklerdir çünkü göreceksiniz.
12 Mart öncesi olaylarda maşalık edenler, 12 Mart'tan sonra el üstünde tutuldular Türkiye'de. Tek yönlü işledi uygulamalar. Mahkemelerde öyle, üniversitelerde öyle, okullarda öyle.
12 Mart deneyini de usundan yani aklından çıkarmayan üniversite gençliği sabırlı davranmasını bildi. Kışkırtmalara karışmadı. Yine de karışmamasını diliyorum.
Başbakan Ecevit'in Senato kürsüsünden dinlediğim açıklaması da bunu doğrular nitelikteydi. Üniversite gençliğini, işe karıştıramayanlar, bu kez eğitim enstitülerini, öğretmen okullarını, hatta liseleri seçtiler. Buralarda olaylar çıkardılar.
Amaç belliydi, çıkacak affı engellemek. Bunun için ne mümkünse yapmak.
Öğrenci yurtları, yurt değil in gibiydi. Ankara'da Site Öğrenci Yurduna Melen Hükümeti, Talu Hükümeti, daha öncesi Erim Hükümeti hiç biri giremediler. Hani hükümettiler...
"Ankara Notları"nı izleyenler, hemen her olayı zamanında ele alıp yazdığımı iyi bilirler. Ne çıktı, o kadar yazıdan çiziden?
*
İstanbul'dan yazan bir üniversite öğrencisi bakın ne diyor?
Yazılarınızı sürekli okuyorum. Aylardır aynı nakaratı tekrarlıyorsunuz: Barış, barış, barış...
Ama nerede? Hangi barış? Sizin barış ve özgürlük düşünceleriniz yalnızca bir hayalden ibaret. Son günlerin olayları bir kez daha kanıtladı bunu.
5 Mayıs akşamı Atatürk Yurdu, kendilerine "komando" adı veren faşistler tarafından basıldı. Polis de onları destekliyordu. İki öğrenci, başlarına demirle vurularak, ağır yaralandılar. Ve tutuklanıp, Devlet Güvenlik Mahkemesine sevkedilenler, devrimci öğrencilerdi...
6 Mayıs sabahı öğrenciler, İstanbul Üniversitesi merkez binası önünde yaptıkları protesto gösterisinde yine faşistlerin saldırısına uğradılar. Polis, saldırıya uğrayanları dağıttı. Saldırganlara hiç bir şekilde müdahale edilmedi.
7 Mayıs günü, yani o gün saat 13.00 - 13.30 sıralarında Hukuk Fakültesi Ceza Enstitüsü'nün önünde yine bir öğrenci, on kişilik bir faşist grup tarafından dövüldü. Ve bıçaklandı. Kürsüdekiler, kapıyı içerden kilitleyerek kendilerine sığınmak isteyen öğrenciyi içeriye almadılar.
Şimdi, soruyorum size, halen cezaevinde bulunan devrimci öğrenciler, fikir suçluları neden tutuklanmışlardır?
İki satır yazı yazdı, fikirlerini açıkladı diye bir çok kişiyi tutuklayanlar uyuyorlar mı şimdi? Bu saldırılar ne zaman engellenecek, daha ne zamana kadar sürecek bu öğrenci kıyımı? Faşistler, yığınak yapıyorlar, örgütleniyorlar. Bunlara "dur" demenin zamanı gelmedi mi?"
Okuruma, bilgime, aldığım sağlam haberlere dayanarak karşılık vereyim hemen: Hükümet dışında yöneticiler de, faşist baskıları yapıp, yürütenlerden yana. Bir ara, seçimlerden hemen sonra bunlar devlet gücünün arkalarından çekildiğini görür gibi olmuşlardı. Ondan durmuşlardı. Fakat, koşullandırılmış yöneticiler, faşist kafa ile yetişmiş kişiler ne yazık, desteklerini sürdürüyorlar bunlara karşı. İçişleri Bakanlığı'nın MSP'den oluşundan bile yararlanıyor, valiler, valilik derecesine gelmiş kişiler. Güvenlik kuvvetleri -gerçekten- görevlerini yapmıyorlar.
(15 Mayıs 1974)
SORUMLULUK
Canım hiç yazı yazmak istemiyor. O kadar yazdım, çizdim ne oldu? İzin günleri de yaramıyor mu ne? Bu kez, Eylem kaza geçirdi. Kaşının üstü yaralandı. Hastaneye götürdüm kucağımda, bakıldı, dikildi kaşının üstü. Akacak kanı varmış çocuğun. Sadece:
- Babacığım elimi bırakma... dedi. Ameliyat gömleğinin üstünden tuttum minik elini. Sağ gözü de şişti iyice. Amma inecek şişler. Daha iyiydi bu sabah...
Çocukları içerde kalan ana-babalar, nasıl üzgündüler. Ana-babaları demir parmaklık arkasında, tel örgüler ötesinde kalan çocuklar ya...
Affın böyle geçeceğini beklemiyor muyduk? Kızılay caddelerinden geçerken, kulağımıza konuşanların bir sözleri çarpıyordu:
- Şu af doğru dürüst çıksaydı...
Yeniortam Bürosu'na bir öğrenci genç geldi. Balıkesirliymiş. Şöyle dedi:
- Anamın inancı zayıfladı.
- Neden?
- Beş vakit namaz kılıyor, her namaz sonunda da affın çıkması için dua ediyordu. Şimdi, "o kadar dua ettim, demek ki yararı yokmuş" diyor...
Sevinenler de ne çokmuş, devrimcilerin, gençlerin, solcuların içerde kalmalarına, Sevinenler çokça, Ecevit döneminde dümenleri bozulanlar. Artık vurgun vuramayanlar, yahut, yavaş yavaş vuramayacaklarını anlayanlar.
Bir sitede bir kadın, af güdük çıkınca sabaha karşı değiştirmiş giysilerini, allı pullu şeyler takmış sırtına şıkır şıkır oynamış.
Ecevit iktidardan gidecek de, ya eski Morrison temsilcisi, yahut bir balyozcu, ya da işkenceci gelecek de döndürülecek eski yollar.
Günün konusu bir değil, birçok şimdi.
Önce affın böyle çıkması bir sorun olarak duruyor ortada. Böylesi ne haksız, tek yönlü, kin dolu bir uygulama, barışı uzaklaştırıyor git gide. Buna çare bulunması gerek.
141-142'nin af kapsamı dışında bırakıldığının ertesi günü, Mecliste bir yeniden görüşme istemi düşünülmedi değil. Düşünüldü bu. Hem de MSP'lilerden geldi öneri. Gerçekten Anayasa Mahkemesi kararları, Meclislerin istedikleri zaman, 226 oyu buldukları anda istedikleri değişikliği yapabilmelerini sağlayıcı nitelikteydi. Erbakan'a karşılık verildi:
- Tamam. Yeniden görüşme isteyeceğiz. Fakat bu sözle olmaz artık. Bu öneriyi kabul edeceklerin imzasını da isteriz.
- Hay hay, dedi Erbakan. Gitti. Geldiğinde 23 imza vardı.
23 kişinin üstündeki MSP'liler imzalamamışlardı öneriyi.
- Bu kadar bulabildim.
- Olmaz kardeşim, yetmez. Git biraz daha çalış.
Erbakan, yeniden döndü.
- Hepsi bu kadar.
- O zaman olmaz... Direnmedi CHP, bir yeniden görüşme ve 141-142'yi af kapsamına aldırma konusunda artık.
Ancak, şimdi, durumu yeni baştan ele alıp düşünme durumundaydı. MSP'lilerin bu imzalamayan 25-26'sı neyin nesiydiler? Bunlar Erbakan'ı da bir süre kullanıp, kurulacak bir sağ koalisyonda dişli yahut vida olmak için mi bekliyorlardı MSP'de? Erbakan, bunları atabilecek miydi partisinden? Yoksa, o da onlarla birlik miydi aslında?
Bunların Hacıbayram'ın karşısında bir dükkânda çoktan beri toplantılar düzenledikleri söyleniyordu. AP'lilerle ilişkiler kuruyorlardı. Nurcu oldukları söyleniyordu. Ortada para dönüyor, adam başına 2,5 milyon veriliyor deniyordu. Taktikler uygulanıyordu, kucaklar açılıyordu. İsmet Paşa'nın bir sözünü hatırlattı bir CHP'li:
- Dana ahıra girecek ya, mahallenin veledleri bırakmıyor ki...
Bunlar, daha önce ortaklık başlarken söz vermemişler miydi? Hele, af öncesi Meclisten başta geçerken 235 oyu tamamlayanlar bunlar değiller miydi? Demek sözlerinde de durmamışlardı.
Bunlar, dini bütün müslümanlar, üstüne el bastıkları Kur'an'ın "Nahl" suresinin 91'nci ayeti'nden habersiz miydiler? Şöyle diyordu orada:
"-Ahidleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah'ı kendinize kefil olarak pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın. Allah yaptıklarınızı şüphesiz bilir..."
Aynı surenin 92'nci ayeti de şöyleydi:
"-Bir ümmetin diğerinden daha çok olmasından ötürü, aranızdaki yeminleri bozarak, ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra bazan kadın gibi olmayın. Allah onunla sizi dener. And olsun ki, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size kıyamet günü açıklar..."
Bu bölümler, Kur'an'ın ahde vefa yani sözünde durma, sözünü yerine getirme bölümü ile ilgili, "Isra" suresinin 34'ncü ayetinde de şöyle demiş Tanrı:
"Ahdi yerine getirin. Doğrusu verilen ahidde sorumluluk vardır."
Şimdi bu adamlar, ortalığa çıkıp müslümanlıktan söz edip, dem vuracaklar mıdır?
Süleyman Bey başlatmıştı, din sömürüsünü. Dinin bir yalancılık bir kaypaklık ve döneklik olduğunu kim saptamaya uğraşıyor? Politika kuyusuna dalmış kişiler, hiç mi sorumluluk duygusu taşımazlar? Halk arasında hani:
- Dini, imanı para... dediklerinin anlamı açıklığa, aydınlığa mı kavuşuyor gitgide?
CGP'liler, McCarthy'ciler, ortaklıkta bir bunalım olsun da postu kurtaralım, nasıl olsa aramızdan birini başbakan yaparlar diye ağızlarının suyu aka aka, belermiş gözlerle bakıyorlar.
Demokratikler, ne yapacaklarını bilmezlerin şaşkınlığı içinde. Parlamento kulislerinde kimse kimseye yaklaşamaz duruma geldi.
Başta Süleyman Bey, hiç birinde sorumluluğun zerresini göremiyorum.
Ecevit, af güdük çıktığında, grubunda yaptığı konuşma sırasında şöyle demişti:
- Bu kadar sınırlı bir affın dahi kendisinden esirgendiği kesim- yani devrimciler- yeniden komandolara karşılık verir, bir çatışma çıkarsa, sarsılmış bir hükümet bunun üstesinden gelebilir mi?
Alıklar, bunun farkında değiller. Belki farkındalar da, devrimci gençler yeniden oyunlara gelsinler, eylemlere girşsinler, ortalığı toz duman bürüsün, biz de dümenimize bakalım mı diyorlar?
Süleyman Bey, boşlukta demeç üstüne demeç veriyor. Meclis, komünistlerle, kader kurbanlarını ayırmış. Poh, poh...
Bunun altında ilk kalacaklardan biri Süleyman Bey. Bunu düşünsün önce o...
(18 Mayıs 1974)
SİL BAŞTAN
141-142, af kapsamı dışında kaldıktan, durum bu biçime dönüştükten sonra, çok kimse içerdekilerin ne düşündüklerini soruyor olmalıydı. Affın çıkacağını çok kimse bekliyerek uymuştu Pazartesi gecesi. Çünkü Pazartesi gecesi, geceyarısı saat 01.30'a kadar dört madde geçmiş, radyo 01.30 haberlerinde mi ne vermişti 4'üncü maddenin 248 oyla geçtiğini. Eh hani radyodan son haber olarak bu verilir, bunu dinleyen hükümlüler de, artık haber alma olanağı bulamazlarsa ne yaparlar? Ne bilsinler, kendilerini bir oyunun beklediğini, sabah 07,30 haberlerinde? Buna bir çeşit işkence desem, kimse inanmak istemez ne bileyim... Mamak'ta görüşme günü çarşambadır. Görüşmeciler, çekine çekine gittikleri tel örgülerde, öyle şaşırmış yüzler değil bu sonucu bekleyen gözlerle karşılaştılar. Kimi:
- Üzülmeyin... diye, anasını babasını teselli etti. Bazıları:
- Benim yolladığım kitaplarla, valizi geri gönderin bana... dedi.
Niğde'de görüşme günü yarın. Dün Haldun Aren'in yaş günüydü. Niğde'den baba Sadun aren'den nice yıllar dileyen telgrafı gelince ilk haberi almış oldu Sadun Aren ailesi. Demek, baba Aren, oğlunun yaş günü için telgraf çekecek zamanı bulacak kadar sakindi.
Meclis kürsüsünde Ali Galipzade, hıncını alamamış konuşuyordu:
- Kapatılan TİP'in yöneticisi profesörü affedeceksiniz, üniversitede kürsünün başına oturtacaksınız öyle mi?
Bütçenin tümü üstüne konuşan -McCarthyci- konuşması radyoda kendi sesinden yayınlanacağından mı nedir, demagojide yeni ustalıklar gösterme çabasındaydı. Amma, pek tutmuyordu artık ne bileyim, sıralar boşladıkça boşalıyordu o konuşurken. Bir ara, sordu:
- Kim getirdi memlekete komünizmi?
AP sıralarından bir ses karşılık verdi:
- Sen...
O tarafa baktı. AP sıraları... Pıstı, karşılık vermedi. AP'liler gülüyorlardı.
Af çıkmamış; 141-142 hükümlüleri ve sanıkları içerde kalmışlardı. Fakat, kini boğuyordu işte. Kendi kendine çırpınmağa başlamıştı...
Cezaevlerinde kalanlar sakinler, buna karşılık, Ankara'da görüşmecilerden bazılarına soruyorum:
- Ne düşünüyorlar, hükümet istifa etsin, diyorlar mı?
- Yooo, istifa etmesin diyorlar. Niye edecekmiş hükümet istifa.
Yankı dergisinin bir sorusuna verdiğim karşılıkta öyle demiştim:
- Hükümet -azınlık hükümeti olarak da olsa- istifa etmemeli. İyi bir gardiyan olarak kalmalı Ecevit...
Çünkü Türkiye'de olaylar 141-142'nin affını da aşan bir biçimde gelişiyor. Belki de 12 Mart sonrasının havası hazırlanmak, yaratılmak isteniyor Türkiye'de yeniden. Demokratik düzenin geleceği, bir bakıma hükümetin istifa edip etmemesine de bağlı.
Ecevit Başbakanlıktan çekilirse, 12 Mart sonrasında genel sekreterlikten çekildiği gibi olumlu puvan toplayabilir, fakat sorun Ecevit'in kişisel sorunu olmaktan çıkar, bir demokrasinin yaşamaması sorunu haline gelirse o zaman konunun üstünde uzun düşünmek gerek...
Ecevit Hükümetindeki CHP'li bakanların büyük çoğunluğu hükümetin hemen çekilmesi düşüncesindeydiler. Arkadan hançerlenmişler, vurulmuşlardı. Ortaklığın temllerinden biri sarsılmış, tuğlaları çekilmişti.
Ancak bunun da bir değerledirmeye tutulması gerekiyordu bir çok CHP'liye göre. Ortak MSP, daha bazı sınavlardan geçirilebilir, sözünde durup durmayacağı daha da denenebilir.
Hukukçuların ve yazarların açıkça ortaya koydukları gibi, Af oylamasında Anayasaya aykırılık olup olmadığı iyice incelenerek, Anayasa Mahkemesi'ne götürülebilir davâ. Ancak bunlar uzun işler. Ortada kısa sürede gerçekleştirilecek iş var şimdi. Gittikçe birleşmekte ve kendini toparlamakta olan sağın, faşizmin karşısında gerilememek...
*
Adana Cezaevi'nde -nedense son günlerde- görüşmecilere güçlük çıkarılmaya başlandı. Küfürler, insanlığa yakışmayan davranışlar yöneticilerde. Radyo vermiyorlar koğuşlara. Dışarıda -keyfe göre- çalınan bir radyo var, o da Kıbrıs'tan haberler, havalar yayınlıyor.
Yöneticiler, çağdışı tutumlara son versinler, tutumlarını değiştirsinler diye yazıyorum bunları. Son günlerde, hani af çıkar da sonra toptan yazarım, hatta bir yerde yazmaz unuturum diyordum. Sil baştan açıklayacağım bütün aksaklıkları bir bir...
(19 Mayıs 1974)
ERTUĞRUL KÜRKÇÜ'NÜN MEKTUBU...
Selimiye Askerî tutukevi'nde kalan, eski DEV-GENÇ Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü'den bir mektup aldım. Kürkçü'nün mektubu, 5 Mayıs 1974 günü yayınlanan "Ankara Notları" ile ilgili. Ertuğrul Kürkçü'nün tutukevinde iyi koşullar altında olmadığını da duymuştum. Uzun mektubunda, özetle şöyle diyor.
"Arkadaş,
Gazetede çıkan yazınızı dikkatle okudum. Öyle sanıyorum ki, bu konuda benim de söylenecek sözümün olması gerekiyor. Zira konu beni doğrudan doğruya ilgilendiriyor. Ancak bu ilginin benimle bağıntılı olması konunun bir yanı, onun özelliğidir. Öte yanıysa daha, çok yakın sayılabilecek bir zamana kadar binlerce insana karşı sorumlu olarak, DEV-GENÇ Genel Başkanlığı görevini yürütmüş olmam ve bu nedenle sözkonusu iddiaların benim birey olarak taşıdığım önem ya da önemsizliğinin ilerisinde, sorumluluğunu taşıdığım bir "hareketi" onun üyelerini, taraftarlarını, bu hareket içinde yer almış, mücadele etmiş, belirli bir süre için verdiğim görevleri yerine getirmiş, bu görevleri yerine getirirken hâkim sınıfların baskısına, zulmüne uğramış, elini, kolunu, hayatını kaybetmiş, bir yığın acı, kan, ter ve gözyaşına bulanmış genç arkadaşları ilgilendiriyor olmasıdır, onun genelliğidir.
Bugüne kadar bu konuda susmanın konuşmaktan daha yararlı olacağına, en aşağılık ve en alçakça yöntemlerle, en sorumsuz biçimlerde yürütülen spekülasyonların maddi temellerinin yok olacağına ve bir gün mutlaka benim de bütün bunlara karşılık verebilecek güç ve imkânlarım olabileceğine, derinliğine ve genişliğine tartışılması, araştırılması, incelenmesi gereken ve tarihi süreç ve bunun içindeki olağanüstü önem taşıyan durumlar varken, bu sürecin yüzlerce veçhesi içinde bir bakıma teferruat sayılabilecek olan bu hâdiseyi öne çıkartmanın ne bir yararı, ne de bir önemi olmayacağına inandığım için kimseye en ufak bir serzenişte bile bulunmaksızın bekledim.
Ancak beklemek, bütün bu aşağılık, yalan, iftira, demagoji sağnağına katlanmak, susabilmek pek kolay olmadı. Pek kolay olmadı, iki yüz yetmiş gün baskı, eziyet ve kötülükten başka hiçbir şey görmeksizin kaldığım hücreden çıkıp da karşılaştığım ilk insan olan kızkardeşinin "bu söylenenler doğru mu?" diye sormasına katlanmak. Ve pek kolay olmadı bu iğrenç iddiaları sırtımda taşırken sıkıyönetim yargıç ve savcılarının karşısında dik durabilmek...
Ne var ki, sıkıyönetim savcı ve yargıçları bir kişi hakkında hüküm vermezden önce... sorgusunu yapıyor, eylemlerine bakıyor, delilleri inceliyor, tanıkları dinliyor ve sonra kalemlerini kırıyorlar.
Ya bu hükümleri verenler? Onlar neyi incelediler? Onların delilleri nedir? Onların tanıkları kimdir? Hiçbir şey, hiç kimse. Bu iddialarını ispat edemeyecekler hiçbir zaman. Ve hiçbir zaman onanmıyacak hükümleri tarih tarafından. Zira tarih beni beraat ettirecek...
Yazdığınız yazının amacını düşündüm. Beni aklamak istediğiniz sonucunu çıkardım. Ama hayır, kabul etmiyorum bunu ben. Aklanmak böyle olmaz. Bu kadar kolay ve basit değil aklanmak. Karalanmanın da bu kadar kolay ve basit olmadığı gibi. Eğer böylesine kolay ve ucuz olsaydı sorumluluk taşımak ve bu sorumluluğun karşılıklarını yerine getirmek, eğer böylesine kolay temize çıksaydı kişiler düşünce ve eylemlerinin sonuçları bakımından, ne gerek vardı o zaman tarih bilincine, ne gerek vardı bilimsel sosyalizmin ölçütlerine ve prensiplerine. Belirli bir zaman birimi içinde işçi sınıfına geniş halk yığınlarına, gençliğe karşı sorumluluk yüklenmiş olan herkes bir "adaş" bulurdu kendine en kısa yoldan ve sıyrılıverirdi işin içinden. "İşte" derdi, "ben değil, budur suçlu olan."
Ve ayrıca ne olurdu öyle bir adam olmadığı ispatlansa, yalnızca işçi sınıfı dâvasına, sosyalizme bilerek, isteyerek, herhangi bir maddî menfaat gözeterek ihanet etmemiş olduğu anlaşılırdı o kadar. Tarihte işçi sınıfı dâvasına zarar vermiş, sosyalizmin gelişmesini kösteklemiş her kişi, her grup, her akım, her "örgüt" şu veya bu ülkenin istihbarat servislerinin emrinde miydiler? Değil. Sosyalizmin ve sınıf mücadelelerinin tarihine baktığımız zaman öyle kişiler görüyoruz ki en büyük inanç ve azimle, en hayranlık verici yiğitlik gösterileriyle, gözlerini kırpmadan ölmüş olsalar bile, düşünce ve davranışlarıyla işçi sınıfının dâvasını kösteklemişlerdir. O zaman ne yapacağız bunları açıklamak için kendilerine Scotland Yard'da, CİA'da, teşkilâtı mahsusada birer iş mi bulacağız? O zaman neye göre, hangi kritere göre değerlendirilecek kişiler, nedir bu değerlendirmenin ölçüsü. Benim bildiğim ve sosyalizm biliminin öğrettiği şey bu ölçünün sosyal pratiğin, sınıf mücadelesinin ve bilimsel inceleme ve araştırmanın ölçüsü olduğudur. Herkesi düşünce ve davranışları bakımından bu ölçülere vurarak, sosyal pratik içinde tuttuğu yere, düşünce ve davranışları bakımından işçi sınıfının menfaatleriyle ne kadar uyuştuğu ya da uyuşmadığına, bilimsel olarak doğru olanı mı yanlış olanı mı yaptığına bakarak yargılayıp, onun hakkında hüküm verebiliriz ancak. Onun hakkında verdiğimiz hükmün zaman ve mekan içinde bir önemi vardır. Ancak hayat tarafından doğrulandığı zaman bir önemi olabilir, söz ve düşüncelerimizin, gerisi boş lâftır. Safsatadır.
Bütün bu işleri yapabilecek olan güç ise ülkenin en yiğit, en başarılı, en sınanmış, devrimcilerinin teşkilâtı olan gerçek bir işçi sınıfı partisidir. Yalnız onun program, tüzük, politika ve taktiklerine, onun karar ve davranışlarına, onun çağrılarına uygun olmak ya da olmamaktır, doğruluğun ve yanlışlığın ölçüsü. Ben onun kararını ve hükmünü tanırım, tanıyacağım. Gerisi umurumda bile değildir.
Şu halde bütün bunları ileri sürenler bilmiyorlar mıydı bu ölçütleri? Bilmiyorlar mıydı, hâdiseler ve kişiler hakkında hüküm vermenin yönteminin ve usulünün ne olduğunu? Neden şunun ya da bunun değil benim üzerimde toplanıyordu bu yalan, iftira ve demagoji kampanyası? Neden bir koro oluşturmuşlardı bu gürültüyü koparanlar? Yalnızca ben miydim buna lâyık görülen? DEV-GENÇ Genel Sekreteri Sinan Kâzım'a da sürülmedi mi? Atılmadı mı, bugün hayatta bile olmayan başkalarına? Bunlardan kurtulmak için ölmek mi gerekiyordu mutlaka? Ve ölenlerin dolu dizgin, bilerek ve hatta isteyerek ölüme koşmalarında hiç mi etken olmadı bu kötü iddialar.
Eğer ben ve arkadaşlarım DEV-GENÇ merkez yönetiminde bulunmasaydık, hiçbir zaman kimse yeltenmeyecekti, böylesine suçlamalara...
Asla ve asla savunmuyorum DEV-GENÇ yönetimindeyken izlediğimiz yolu bir bütün olarak. Ancak bizler o zaman, 12 Mart rejimi bir kâbus gibi Türkiye'nin üzerine çökerken bugün doğruluğu açıklıkla ispatlanmış olan birkaç şeyi bütün gücümüzle haykırdık. Kendimiz bizzat kendi irademizle hiçbir komplocu girişimin içinde yer almadık. Ve işte bu yüzdendir ki, menfaatları bu tutumumuzla çelişen herkesin sağlı, sollu hücumlarına uğradık. Ve işte bu grubun sözcülüğünü yaptığım içindir ki, en çok saldırıyı da ben üstüme çektim.
... Hayır, benim yakın arkadaşlarım değillerdi bu iddiaları yönetenler hiçbir zaman. Benim yakın arkadaşlarım mücadele içinde edinildiler ve sayıları da iki elin parmakları kadardırlar. Üç tanesi üç metre ötemde havaya savrularak öldüler. Bir tanesi beni ele vermemek için kendini feda etti -bu arkadaşın adı Koray Doğan'dır. Zaman zaman gazetenizde bu arkadaşla ilgili yayınlar çıkıyor, kendisi tesadüfen öldürülmedi söylenildiği gibi, yakalamak ve kaldığım yeri söyletmek için nişanlısının evinde pusu kuran polislerce vuruldu ve Ankara Emniyetinde sorguya çekilirken, bir tek kelime ifade vermedi ve orada öldü- birisi giriştiği silâhlı çatışmadan tesadüfen yara almadan kurtuldu ve şimdi birkaç "yakın arkadaşım"la birlikte bir değil, iki kere idam talebiyle yargılanıyoruz.
Dostları ilə paylaş: |