Nâzım'ın dediği gibi, babamızdan ileri, Eylem'den Özlem'den geriyiz biz...
Bugünlerin konuları, aftan yararlanamayıp, içerde kalanların yarıaçık cezaevlerine gönderilmeleri başta. Bence askerî tutukevlerinde kalanlar da, az çok boşalan sivil cezaevlerine taşınmalı, orada dâvalarının sonuna kadar, daha iyi koşullarda barındırılmalıdırlar. Bunun için hükümetin yetkilerini kullanması ve ivedilikle karar vermesi yeter.
Niğde Cezaevinde -çimento tozları içinde- yatan eski TİP yöneticilerinin İmroz Adası'na gönderilmeleri, galiba gün işidir. Hükümet bu konuda hazırlıklara başlamıştır. Hükümlülerin nakledilirken kelepçesiz, uzun yolculukta rahatsız olmayacak biçimde götürülmeleri gerekir. Türlü haksızlıklardan, eziyetlerden gelmiş kişilere, Ecevit Hükümeti daha insanca davranacaktır sanırım.
Niğde'de eski TİP'lilerden başka, çok sayıda siyasal hükümlüler, gençler var. Çoğunun adlarını gazetelerden biliyorum. Onların da yasalar izin verdiğine göre, istedikleri bir cezaevine gönderilmeleri zorunludur. Bunlardan Erdal Karatan, mektubunda özetle şöyle diyor:
"Biz sekiz arkadaş, Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Askerî Mahkemesi'nce 5 yıldan 9 yıla kadar cezaya çarptırılan Erzurum-Kars Dev- Genç grubu olarak beş ay önce, Niğde Kapalı Cezaevi'ne nakledildik. Koğuşa alındıktan sonra ne görelim, küçücük beton tabanlı avluya kar gibi çimento tozu yağıyor. On dakika temiz hava almak için beş gram toz yutmak gerek. Bu durumu siz daha önce "Ankara Notları"nda dile getirmiştiniz, fakat kimseden çıt çıkmadı.
Şu anda ise, ne kimseden özel işlem, ne de özel yasa bekliyoruz. İstediklerimiz şöyle özetlenebilir:
Cezasının üçte birini iyi halle geçirenler öteki hükümlüler gibi açık cezaevine gönderilmeli. Çünkü, bir cinayet hükümlüsü, bir uyuşturucu maddeden hükümlü nasıl gönderiliyor ise, biz de aynı biçimde gönderilebilmeliyiz. Kaldı ki, İnfaz Kanunu'nda "siyasî nedenle hüküm giyenler açık cezaevlerine gönderilmezler" diye bir kayıt yoktur.
Ayrıca, cezalarının büyük kısmını yine iyi halle, geçiren öbür hükümlüler gibi biz de ailemizin oturduğu il veya ilçelere gönderilmeliyiz. Açık cezaevine gönderilirsek çalışarak, ailemizin oturduğu yerlere gönderilirsek ailemizin olanakları ile geçimimizi sağlıyabiliriz.
Size bir örnek vermek istiyorum: Kars'tan Niğde'ye görüşmeye gelen bir kişi en az bin lira harcamak zorunda kalıyor. Eğer görüş günü yetişememiş ise günlerce otelde kalma zorundadır. Harcanan para ise, bir hükümlünün 4-5 ay geçinebileceği bir miktarı kapsamakta. Bu nedenle iki buçuk yıldır ancak bir kez ziyaretçimiz gelebildi.
......................................
Sonuç olarak, üzerimizi kaplayan toz bulutu Sayın Başbakanımızın "akgünler" bulutu olmamalı. Her gün avludan süpürdüğümüz bir teneke çimento tozu ise "akgünlerin ak meyvesi" hiç olmamalı. Özgürlük ve demokrasi yanlısı bir Başbakan olarak kendilerinden var olan yasaları uygulamasını bekliyoruz ve umuyoruz..."
*
Ertuğrul Kürkçü'den haber aldım yeniden. Kendisinden değil, haber aldım diye okuyup da, nasıl haber gönderdin diye eziyet etmesinler bari. Daha önce, "Ayağa kalktıklarında bile birbirlerine değiyorlar, öylesine kalabalık koğuş" diye yazmıştım. Galiba, sakat uygulamayı düzeltme yönünde bir eğilim varmış. Selimiye'de kalan siyasal tutuklular da, Çamlıca'da siyasal tutuklular için yapılan cezaevine nakledilebilirler diye düşünüyorum.
Kürkçü'nün, mektubunu yayınladığım için, "memnun" olduğunu sanıyorum. "Bu iş, burada bitti..." demiş olmalıdır.
Mektubu yayınlayışımı, bir tartışma açma biçiminde yorumlayıp, -okuduğunu da anlamadan- yazı döktürenlere diyeceğim hiç bir şey yok. Okuduklarım, ilk sataşma değidi ki...
Okuduğunu anlamayana şapka çıkarmam ben, selâm vermem. Kişinin akılsız dostu olacağına, akıllı uslu düşmanı olmalı...
(1 Haziran 1974)
NÂZIM HİKMET
Nâzım Hikmet, bir Anadolu köyünde, bir ağaç altında olmasını istermiş mezarının. Bu gün Nâzım Hikmet'in ölümünün üstünden on bir yıl geçti. Türkiye'de Nâzım Hikmet'in adına bir anıt dikilmesini, kemiklerinin yurt dışından getirilerek, bir Anadolu köyünde bir ağacın altına gömülmesini istiyemiyor daha kimse...
Fikret Mualla'nın kemikleri bu gün bir uçakla Türkiye'ye getiriliyor, devletin, hükümetin en önde gelenleri bunun için çaba gösteriyorlar, ama söz Nâzım'dan açılsa benzeri heyecanı, ivecenliği gösterirler mi?
Nâzım Hikmet, öncelikle Türk ozanlarının içlerine girmiş, işlemiştir onları bir kanaviçe gibi. Serbest nazımla şiir yazma onunla başladı, bunu kimsecikler yadsımaz. Fakat korkarlar Nâzım'ın adını anmaya...
Evlerden toplanır Nâzım Hikmet'in kitapları. Ondan söz edenler, gözaltına alınırlar, tutuklanırlar. Ne zaman bunlar olmuşsa, bilin ki, Türkiye'de faşizm fırtınaları esmededir. Eşin, dostun merhabayı kestiği sıradır. Ya onun kitaplarını, şiirlerini yayınlayanlar? Nezihe Meriç'in hapse girip çıktığı günleri düşünürüm 1969 yılında.
Okumadığımız şiiri yok gibidir. Şiirlerinin yasaklandığı Türkiye'ye adım atamaksızın, şiirlerini hep ana diliyle yazdı. Son şiirlerinden bazıları Rusçadır. Rusçayı da iyi bilirmiş. Fakat, Türkçe şiirlerini okuduğunda yabancı ülkelerde, çılgınca alkışlanırmış Nâzım...
Türkiye'de düşünce özgürlüğünün her aşamasında düşünülecek kişi Nâzım Hikmet. Düşündüğü, düşüncelerini şiirlerine döktüğü için zindanlarda çürüdü yıllarca.
Zaman zaman "Ankara Notları"nda andım Nâzım Hikmet'i. Ondan dizeler yazdım. Onu hiç görmedim. 1964 yılında gazeteci arkadaşım Örsan Öymen'le Almanya'da Doğu Berlin'e gittiğimizde, bir gazeteye uğramıştık. Gazetenin yetkilisi şöyle demişti:
- Geçen yıl (1963'te) buraya Nâzım Hikmet geldi. Karşıya haber gönderdi, Türk gazeteci varsa görüşelim, dedi. Kimse gelmedi...
Öleli bir yıl olmuştu...
Orhan Veli "Kızılcık"lı şiirini onun için yazmış. Türkiye'de, kendi yurdunda çemberler içine alındığı sıra bir de o yaşında askere çağrılınca kaçmayı planlamış. Yakın geçmişte, solcuların devrimcilerin çektiklerini, canlarından olduklarını görmedik mi? Sabahattin Âli'nin yazısı aydınlığa mı çıktı?
Biliyorum, faşist kafalılar neler yazıp söyleyecekler şimdi. Alıklar, kof kafalılar milliyetçilik taslıyacaklar bize. "Vaaaay, bakın Ekmekçi neler yazıyor..." diyecekler. Sanki, Türkiye'de yutacaklar dediklerini...
Mustafa Kemal'i uyutmuşlardır faşist kafalı çıkarcılar. Ona, hasta yatağında Nâzım'ı kötü tanıtmanın yollarını arayıp durmuşlardır. Falih Rıfkı Atay'dan okuduğuma göre, çok içerlermiş Mustafa Kemal bu duruma, Nâzım için "Uğraşıyorlar bu çocukla" demiş. Başta Mareşal Fevzi Çakmak uğraşmış. Kırmızı kalemle yazdığı bir kâğıt göndererek, Nâzım'ın cezalandırılmasını buyurmuş yüksek yargıçlara. O zamanki Askerî Yargıtay üyeleri çoğunlukla uymamışlar bu buyruğa. Ankara Notları'nda yazdım daha önce. Osman Zeki Eyüboğlu, emekliliği göze alıp imzalamamış mahkeme kararını.
Baskılar altında karar vermek, yargı örgütünü zedeler önce. Adalete saygısızlıktır bu. İnsanların eninde, sonunda varacakları bir organ yargı organı. Orada, güven kalmadı mı, kolu kanadı kırılır insanların. Toplumlar karışıklığa itelenir, sürüklenir. Bunun, yani toplumların karışıklığa, anarşiye sürüklenmelerinin başsorumluları görevlerini, görevlerinin gereğini yapmayan adalet mensuplarıdır. Bu, sivilde de askerîde de böyledir. Hele kin duyanlar, kendi kişisel düşünce ve faşizmlerini adaleti alet ederek uygulayanlar, Türk toplumuna en büyük kötülüğü edenlerdir, bunu bilesiniz...
Nâzım, büyük haksızlığa uğramıştı. Adaletten umudunu kestikten sonra, Atatürk'e başvurma zorunu duydu. Mustafa Kemal'e bir mektup gönderdi. Nâzım Hikmet'in Mustafa Kemal'e yazdığı mektup ilk kez Yön Dergisi'nin 3 Şubat 1967 günlü 201'inci sayısında yayınlandı Türkiye'de. Yön Dergisi'nin mektubu yayınlarken eklediği nota göre: Bu mektup hastalığı ağırlaşan Atatürk'e sunulamamış, Halûk Şehsuvaroğlu'nun eline geçmiş, "Yücel" arşivinde saklanmak üzere Muhtar Enata'ya verilmiştir. Yön'den başka, mektubun metni, Kemal Sülker'in "Nâzım Hikmet Dosyası" kitabında da yayınlanmıştır.
Nâzım'ın ölüm yıldönümünde, Mustafa Kemal'e yazdığı bu mektubu, yeniden yayınlamak ve okurların bilgisine sunmak istedim. Şöyle diyor Nâzım Hikmet:
"Cumhurreisi Atatürk'ün yüksek katına,
Türk Ordusunu "isyana teşvik" ettiğim iddiasıyla on beş yıl hapis cezası giydim. Şimdi de, Türk donanmasını "isyana teşvik etmekle" töhmetlendiriliyorum.
Türk İnkılâbına ve senin adına and içerim ki suçsuzum.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamlesini anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Yurdumun ve inkılâpçı senin karşında alnım açıktır.
Yüksek askerî makamlar, devlet ve adalet, küçük, bürokrat gizli rejim düşmanlarınca aldatılıyorlar.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılâp ve yurt haini değilim ki, bunu bir an olsun düşünebileyim.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Senin eserin ve sana aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yükletilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirdim. Büyük işlerinin arasında seni bir Türk şairinin felâketi ile alâkalandırmak istemezdim.
Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu "inkılâp askerini isyana teşvik" damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.
Başvurabileceğim büyük inkılâpçı baş sensin.
Kemalizmden ve senden adalet istiyorum.
Türk inkılâbına ve senin başına ant içerim ki suçsuzum.
Nâzım Hikmet Ran"
(3 Haziran 1974)
DENİZ'İN ANLATTIKLARI...
Yıldırım Beyazıt'ta Kazıkiçi bostanlarına yakın tutukevinden çıkan Hülya Zağyapan, Meral Kayır, kardeşi Gönül Kayır daha bir arkadaşları geldiler büroya iki gün önce. Adlarını gazetelerde okuduğumuz, yakınlarından duyduğumuz kişileri görünce, heyecanlanıyoruz. Yıllarca demirkapılar ardında, süngüler altında kalmış, yargılanmış kişile, özgürlüklerine kavuşunca seviniyorsunuz. Birbirimizi hiç görmeden dost olduğumuz, tanıdığımız kişiler bunlar. Daha çoğu çıkmadı, içerdeler. Ama çıkacaklar, onlar da kavuşacaklar özgürlüklerine. Kazıkiçi bostanlarındaki tutukevinden ilk söz ederken, oraya "Kazıkiçi Motel" demiştim "Ankara Notları"nda. Tepkiler gelmişti:
- Burası motel değil, zindan...
Biliyordum zindan olduğunu ben de. Oradaki tututlu genç kızlardan sözederken, "mıncırık kızlar" dediğimi unutur muyum? Ona da bir karşılık düşünmüşler. Aralarında en iri-yarı olan iki arkadaşlarını, serbest bırakılınca Yeniortam'a gönderip, şöyle de bir kart yollayacaklarmış:
- Mıncırıklardan selâmlar...
Bir de af çıksaymış, valizini alan soluğu bizde alacakmış.
O kadar eziyet, işkence ezememişti hiçbirini. En genç yaşlarında demirkapılar ardında, hücrelerde süngüler, coplar altında eğitmişlerdi kendilerini. Güzel arkadaşlıklar kurmuşlardı ölesiye unutulmayan. Koğuşta ne yapılır? Gazete toplu olarak okunurdu. Bir arkadaş okur, öbürleri dinler, sonra tartışılırdı yazı yahut haber üstüne. Yorumlar yapılırdı. Çay, ıhlamur sokulması yasaktı içeriye. Bir gün bir izin çıkmıştı, çay , ıhlamur kaynatmışlardı. Sonra içeri, çay, ıhlamur alınmayınca bayatlayan çayla ıhlamuru karıştırmışlar, bunun da adını "çalamur" koymuşlar...
*
Erdal Öz, Deniz Gezmiş'le yaptığı konuşmayı daha genşi yansıtmam için, şu mektubu göndermiş. Olduğu gibi alıyorum:
"Deniz bile ölür"
—Lorca—
Sevgili Ekmekçi,
O gün birlikte yemek yerken, nasılsa söz dönüp dolaşıp Deniz Gezmiş'e geldiğinde, sana onunla ilgili bir anımı anlatmıştım. Yazmışsın. Kimseyi üzmemek, kimsenin kafasında yanlış görüntüler uyandırmamak, o üç ölünün anılarına da saygısızlık etmemek için, o gün sana anlattıklarımı, bu kez notlarıma da bakarak yazıyor, yayımlaman dileğiyle gönderiyorum.
Öncelikle şunu belirtmeliyim: Senin yazdığın gibi ben Denizgille birarada yatmadım. Yıl 1971'di. Onların koğuşu bizlerden ayrıydı. Mamak Askerî Cezaevi'nde "ön hücreler" denilen koğuştaydılar. Yanılmıyorsam, on sekiz kişiydiler. Bizler koğuştan koğuşa geçebilirdik o zamanlar, cezaevi yönetimi şimdiki kadar korkunç değildi. Yalnızca Denizgil ayrıydı bizlerden. Koğuşun demirkapısının ortasındaki el kadar gözetleme deliğinden bile konuşturulmazdık onlarla. Yok, ben onlarla bir arada yatmadım. Ama bir fırsatını bulup onlarla birlikte olduğum zamanlar oldu. Bu olanağı da Deniz sağlamıştı. O sıralar savunma hazırlıyorlardı. Önlerinde çok az bir zamanları vardı. Hiç unutmam, savunmaların hazırlanmasını yöneten "Dede"ydi. Hüseyin İnan'dı yani. Ona arkadaşları "Dede" diyordu. Bir de Atila Keskin. İkisi başlarını kaldırmadan harıl harıl çalışıyordu. Öbürleri de onlara yardımcı oluyordu. Biliyorsun, ilk büyük yargılamaydı onlarınki. Biraz da bu yüzden her şey onların başına patladı ya. İlk kurbanları onlar verdi. İpe giden üç can, bir süre ölesiye hapis cezası bir yığın da ağır ceza.
O gün -hiç unutmam, nasıl unuturum- tarih 11 Ekim 1971'di. Deniz Gezmiş'in yatağında oturuyorduk. Deniz anlatıyordu: Ne güzel anlatıyordu. Edebiyattan konuşuyorduk. En çok Nâzım Hikmet'i beğeniyordu. Ahmed Arif'e, yeni şiirler yazmadığı için kızıyordu. Ece Ayhan'ı bir şiir ustası sayıyor, ama bu ustalığın hiçbir işe yaramadığını üzülerek bana anlatmaya çalışıyordu. Bekir Yıldız, Leylâ Erbil, Füruzan, Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreyya, İsmet Özel, Ataol Behramoğlu. Bunlar, başından beri hep izlediği kişilerdi.
"- Neden bu arkadaşlardan hiçbiri burada değil?" diyordu. "Bu kavgayı kim yazacak?" diyordu.
Konuşuyordu, konuşuyordu.
Biz konuşurken çaylar getiriyordu arkadaşları.
Bir ara, yoğun savunma hazırlıklarına ara verdiklerini anımsıyorum. Koridorda, topluca uygun adım volta atmaya başladılar. Bilinen bir marşın sözlerini değiştirerek, yeniden yazaran o günlerin büyüklerine yergiler yağdırıyor, önümüzden rap rap geçiyorlardı. İşte Deniz o ara şunları söylemişti bana:
"- Bak Erdal, bu arkadaşların hepsi de idam edilecek belki. Hepsi de idamla yargılanıyor. Yaşları 20-21. Gencecik çocuklar. Görüyorsun, şarkı söylüyorlar. Korkuları yok. İnançları var. İnanmış adam güçlüdür, korkmaz. Bir araştırsan şaşarsın. Hepsi de okudukları okullarının ya birincisi ya da ikincisidir. Hani, bu işe girmeseler, bu düzene karşı çıkmasalardı, inan ki bu düzenin en sivri noktalarına hızla yükselirdi hepsi de. Öylesine pırıl pırıl zekâlar var. Ama bak şarkılar söyleyerek idama karşı savunma hazırlıyorlar. Sen de gördün, sen de okudun savunmaların bir kısmını. İpin ucundayken bile kimse kendini savunmuyor, kimse kendi başını kurtarmaya çalışmıyor. Devrimci tavır budur. Türkiye'nin sorunlarını inceleyen bir kitap yazıyor gibiler. Amaçları yanılmamak, sorunlara gerçekçi açıdan yaklaşmak, gerçekçi, somut çözüm yolları getirmek. Bugünkü kuşak bizlerden oldukça değişik, bambaşka özellikler taşıyor. Çoğunun doğum tarihi ya 1950, ya 1951... Bakıyorsun eyleme girivermiş. Suç bu çocukların mı? Hiç değil. Geçmiş kuşakların sorumluluğunu da bu kuşak yüklenmiş. Bak, bizim kuşak başka türlüydü. Biz edebiyattan falan geldik buraya. Beni al işte. Bin dokuz yüz bilmem kaçta üniversiteye girdim, İstanbul Hukuk Fakültesi'ne. Fakülte kantininde edebiyat tartışırdık. Sonra Yenikapı'ya alıştık. Bohemlik işte. Bu yeni kuşaklar bizler gibi bohemlikten gelmedi. Edebiyatla bile burada, mapusanede tanıştı çoğu. Bu kuşak bizler gibi öyle uzun boylu düşünce tartışmaları falan da yapmadı, yapamadı. Bunları yapmağa fırsat bulamadı. Üniversite özgürlüklerini yaşamanın ne olduğunu bile anlayamadan, gözlerini eylemin içinde açtı çocuklar, kendilerini eylemin ortasında buluverdiler. Yani, bu yeni kuşak kültürden de nasibini alamadı pek, anlıyor musun. Örneğin Beethoven'i doya doya dinleyemedi. Eisenstein'in, ne bileyim Pudovkin'in filmlerini bile şöyle rahatça tad alarak seyredemediler. Düşün reis, bir resim sergisini şöyle içlerine sindire sindire gezip seyretme olanağı bulamadılar. Büyük eksiklik bunlar. Çok zararı oldu bunun onlara. Nasıl bilimsel sosyalizm insanlığın bir ürünüyse, bu dediklerim de insanlığın uzun yüzyıllar sonunda yaratıp biriktirdikleridir, ürünleridir. Bizlerden sonra gelen bu kuşak, bu dediklerimin çoğundan yoksun kaldı. Hiç de içaçıcı bir görünüş değil bu. Önemli değil belki ama, yahu bu çocuklar doğru dürüst âşık bile olamadılar. Bak burjuvalar bilmez bu hikâyeyi. İnsanlığın büyük kültür mirasını en iyi anlayan devrimcilerdir, en iyi devrimci anlar bunları, en iyi o değerlendirir. Bilimsel olana inananların üstünlüğüdür bu. İnan ki bir burjuva Beethoven'in, "Yedinci Senfonisi"ni bir devrimci kadar anlayamaz bence, bir devrimci gibi yaklaşamaz ona. Ne bileyim bir Lorca şiirinin, bir Neruda şiirinin tadına bir devrimci gibi varamaz. İspanya içsavaşını yaşayan biri Rodrigo'nun müziğini nasıl bizlerden çok daha iyi anlarsa, bu da öyledir..."
Gözlerinden öperim.
Erdal Öz"
(10 Haziran 1974)
DÜMENLERİ BOZULANLAR...
İşkenceleri izlemiş, seyretmiş bir polis memuru anılarını hazırlıyor bu sıralar. Anılarda benim adım geçiyormuş. Bir görevli işkencecinin telefon konuşması, o kadar...
- Efendim, herkes içerde. Bir Mustafa Ekmekçi dışarda, o da yazıp duruyor. Nasıl onu da biraz okşayalım mı?
- .......................................
- Peki efendim nasıl isterseniz...
Kurtarmışım anlayacağınız. Ne dedi telefonun öbür yanındaki işkenceci ki, beriki "Peki efendim, nasıl isterseniz" karşılığını verdi. Belki, şöyle demişti:
- Yahu, zaten çok doldurduk içeriye. Dışarıda da bir iki kişi kalsın zararı yok...
Belki, öyle değildir de, şöyledir işkencecinin dedikleri:
- İçeriyi bırak. Siz bir trafik kazası filân düzenleyin en iyisi. Neyse, işkenceciyle konuşmak gerek ne düşündüğünü öğrenmek için. Yahut, telefonun berisindekiyle. İkisiyle de konuşmak istemem doğrusu.
Sabahın erken saatinde, Çankaya'dan otobüsle Ulus'a geliyorum. Ben kapıdan çıktığımda Eylem de, Özlem de uyuyorlardı.
İşkencecinin ne demiş olabileceğini düşünürken, kulağıma otobüsteklerin konuşmaları geliyor...
- Git bir milletvekiline söyle, yapar senin işini...
- Yok gitmem. Milletvekiline neden boyun bükeyim...
- Boyun bükmek mi bu yav, o sana muhtaç. O sana boyun büksün.
- I-ıh... gitmem ben.
Ne acaba derdi?
Kavaklıdere'yi inerken Bayar'ın uzun, upuzun arsasını seyrediyorum. Atatürk'ün son başbakanı, bu kadarcık bir dünyalık edinmiş demek.
- Ohoooo, o daha Ankara'daki. İstanbullulardaki, Bursalardaki ne oluyor...
Bir arkadaşım böyle demişti, bir başka gün. Aman, bana ne, zenginin malıyla ne uğraşacağım. Ona dert olsun...
Demirel gerçekten güllerin arasına iliştirdiği söylenen kartına "Neferinizim" diye yazmış mıydı? Gazeteciler, Süleyman Bey'den güller geldiğini duyunca oraya koşmuş olmalıydılar. Bayar'ın sürekli yanında duran, gülleri alıp getireni savan okumuş olmalıydı kartta ne yazdığını. Fakat adam, kartı okuduktan sonra neden ceketinin küçük cebine sokuverdi kartı. Gazeteci neden "kartı bir görebilir miyim?" demedi. Belki kolay değildir, herşey sorulmaz ki.
"Neferinizim" sözcüğünü ne Celâl Bayar, ne Süleyman Bey yalanladı. Ne diyecekler yalanlayıp da? Süleyman Bey:
- Ben öyle şey demedim... Dese, bir türlü. Bayar:
- Ben öyle bir kart almadım... Dese, başka türlü.
İkisi de, bir yalanı yaladı yuttu zorunlu olarak anlayacağınız.
Ancak, kamuoyu uzun süre uyutulamamalı, yanlışlar neden sonra da olsa ortaya çıkarılıp yazılabilmeli bence. Belki, gazeteci dostlar bundan böyle karşılaştıklarında sorarlar:
- Efendim, böyle böyle... Siz Bayar'a "neferinizim" filân dememişsiniz.
Bakalım, ne karşılık verecek. Bayar da öyle. İki kişi biliyor işin doğrusunu. Pardon, bir de kartı cebine atan kişi. Onun da adının, soyadının baş harflerini yazayım. Böylece işi sağlama aldığımı, kafadan atmadığımı anlar: Adı: S. T. iyi mi?
Bu kadar kısa sürede neler geçiyor kafamdan. Sabahın erken saati Meclis'in önündeki durakta kimse inmedi. Giriş yolunda nöbetçiler, yolun ortasında zincir...
Mustafa Üstündağ'la ilgili önerge de ele alınıyor Meclis'te. Mustafa Üstündağ ne kadar seviliyormuş, böyle anlarda belli oluyor işte. Belki de gensoru önergesini böylesine ortaya getirenlerin hesapları bozulacak bir bakıma. Arasıra böyle sınavlarla çoğunun telgrafları duruyor masamın üstünde. Devrimci öğretmenler olarak yurt sorunlarını bir kenara atıp, çıkarları uğruna hükümeti özellikle sayın Millî Eğitim Bakanımızı yıpratmaya çalışan çıkarca zihniyetin karşısında olduğumuzu iletiriz..." diyorlar.
14 Ekim'de dümenlerinin bozulacağını sezenler istiyorlar hükümetin gitmesini. Daha halk pek bir şeyin farkına varmamışken, daha gözü açılmamışken, eski dümenlere dönebilir miyiz acaba diyenler.
Bazı AP'lilere göre, hükümeti ayakta tutan Süleyman Bey'in ta kendisidir. Süleyman Bey bir çekilse aradan sağ birleşiverecek. Hükümet de güüüüümmmmm... seyredin siz o zaman.
Bunu taa, gözlerinin içine bakınca anlıyorsunuz. Kayınbabasından kalanlar gerçekte yeter de artar ama, o kadar da değil devletin, tüyü bitmedik yetimin sırtına yapışmış besletmiş kendini. Halkın gözü açıldıkça, bunlar gidiyor elden heeeyyyy...
Biri sordu, herşeyi bile bile:
- Ne yapıyorsun?
- Gazetecilik yapıyorum...
- Sadece o kadar mı?
Bunda, "Ben senin ne yaptığını bilmiyor muyum?" diyen bir şey vardı.
Dümenlerin bozulduğunun çoktan farkındaydılar. Bunca kızılca kıyamet de ondandı zaten...
(13 Haziran 1974)
HELE HELE...
İstanbul'dan iki genç, Karaoğlan'ın Başbakanlığında başlarına geleni anlatıyorlar. Şöyle:
"Size bu mektubu böyle bir devirde yazmak, olayın en ağırımıza giden tarafı. Ama öğrenmek istiyoruz. Bu yurdun polisi, emekçilerin sığınacak adaletten başka dalı olmayan öğrencilerin aleyhine işlemeye devam mı ediyor?
Bizler Anadolu'dan binbir güçlükle gelmiş, düzenin kurbanı olarak üniversitelere girememiş, bu uğraş içinde yoğrulan öğrencileriz.
Sabaha kadar ders çalışıyoruz. Gündüzleri de ekmek parası peşindeyiz. 12 Haziran'da gece saat 02.00 sıralarında Üsküdar'a ekmek almaya inerken, Selimiye Karakolu'na bağlı iki bekçi şeklimize, bıyığımıza bakarak sokağın ortasında bizleri tokatlayıp, karakola götürdü. Selimiye Polis Karakolu'nda bir saat sorguya çekildik. Bize yönetilen sorular aynen şöyle:
- Nereye gidiyorsunuz?
Ekmek almaya gittiğimizi söylüyoruz, yeniden soruyorlar:
- Ekmek almaya niye gidiyorsunuz? Neden tek kişi değil de iki-üç kişisiniz?
Böyle sorular yöneltildi. Biz bunları karşılıksız bıraktık. Çünkü ekmek almaya niçin gidilir sorusunu ancak bir sarhoş sorar. Polisinden bekçisine kadar sarhoştu karakoldakiler. Hem de görev başında. Bekçinin biri, bize şöyle dedi:
- Siz komünist değilseniz ben anamı... Siz neden bir Müslüman sakalı değil de, bıyık bırakıyorsunuz? Eğer, elimde bir patlayıcı madde olsa, burayı hep birlikte uçururum.
Biz susuyoruz. Çünkü hepsi sarhoş. Biliyoruz, söyleyeceğimiz her söz sert tepkiyle karşılanacak. 14 Ekim'e kadar bu işlemi normal karşılıyorduk. Ama, şimdi... Hâlâ mı sorumsuzluk? Hâlâ mı emekçilerin aleyhine işliyor, ulusun güçleri? Bu hareketler bizim benliğimizde zayıflara, emekçilere yapıldığı için sizin sormanızı istiyoruz ilgililerden. Selimiye Karakolu devlet içinde, kendine mi iş yapıyor? Bu memurlar bu tip davranışlar için kimden emir alıyorlar? Selimiye Karakolu'nda içki serbest mi?"
Adlarını yazmış okurlarım, adreslerini yazmışlar. Bende saklı kalacak ama onların adları ve kimlikleri. İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk ne yapacak, nasıl düzeltecek yasalara aykırı tutumda olanları. İzleyeceğim. İçişleri Bakanı MSP'lidir. Fakat bir CHP-MSP ortaklığının bakanıdır. Yasalara aykırı işlemler önlenmez, göz yumulmaya devam edilirse, yalnız kendini değil, tüm hükümeti yaralar. Bu Türkiye'de güvenliğe karşı saygıyı yaralar.
*
AP'nin, DP'nin, CGP'nin ve MHP'nin istedikleri nedir sanıyorsunuz? İşbaşına gelebilecek güçleri olsa, gelir otururlardı. İstedikleri şimdilik, hükümet üstüne kuşkular uyandırmaktır. Gördünüz şekere, gazyağına zam yaptı işte, biz olsak yapmazdık. Kimsenin yalayıp yuttuğu yok bu sözleri.
Geçenlerde Maliye Bakanı Deniz Baykal, Atatürk Orman Çiftliği'nde yemek yerken yanına bir vatandaş yaklaştı. Şöyle dedi:
Dostları ilə paylaş: |