Üyeye kim ne cevap verdi bilmiyorum. Belki, AP'liler bile Danıştay gibi bir Anayasa kuruluşunun bu şahane usluluğu karşısında, Danıştay'la ilgili Anayasa isteklerinden vazgeçmişlerdir?
Bakanlıkta da bir tedirginlik var, doğrusu. Görevden almalar, işten el çektirmeler üst kademelere kadar vardı. Öğretmenlere haksız işlem yapmağa yanaşmayanlar, şu anda "kıyam" da sıralarını beklemekteler.
Gazeteler -kendiliklerinden sansür de koyarak- bir şey yazamaz oldular. Bu dönem geçsin de öyle yazacaklarmış. Kimbilir "neler çektik neler?" diye yazı dizileri yayınlarlar o zaman.
Sözün kısası, öğretmenim, sizler Ankara'ya gelirken genel durum yani "manzara-i umumiye" böyle...
(30 Ocak 1973)
KARAOSMANOĞLU GEÇERKEN...
Atillâ Karaosmanoğlu Türkiye'den geçti. Ankara'da iki gece kaldı. Kendisiyle telefonla görüşebildim ancak. İki gece bir günde ne olur? Buluşup on dakika da olsa görüşecektik, olmadı.
Dışarıdan nasıl görünüyor acaba Türkiye? Bunu soracaktım. Kimbilir belki de "biraz daha belirsiz görünüyor her zamankinden" karşılığını verecekti dikkatlice konuşup, ne bileyim.
Gerçekten, içerdeki hay-huyları bir de dışardan seyretmeli. Tabii o zaman, birtakım ufak tefek adamlar görünmez. Türkiye'nin sorunları bütünüyle çarpar suratınıza. Dışarıya gidip gelmeyi bu bakımdan isterim zaman zaman...
Karaosmanoğlu'nu, eski arkadaşları Onbirler karşılamış, uğurlamışlar. Atilla Karaosmanoğlu da, Onbinler de iyi izlenimler bırakmışlardı çok kısa dönemleri içinde. Bir rüzgar gibi hatta hatta fırtına gibi gelip geçmişlerdi. Politikayı "kurnaz ve ağzı laf yapar kişilere" bırakarak, bir şey istemeyerek, namuslu "devlet adamlığı" örnekleri vererek ayrılmışlardır. Ancak farkında mısınız, unutulmamışlardır; kusurlarına, eksiklerine, bütün acemiliklerine rağmen.
Karaosmanoğlu'nu taaa Plânlama'dan 1960'lardan tanırım. Nihat Erim de, çeşitli konuşmalarda ona ve arkadaşlarına görev verdiği için, öğünürdü. Daha başbakanlığı kabul etmemişti. Sormuştum: "Başbakanlık görevini kabul edecek misiniz? "Sen destekleyeceğini vaad edersen kabul edeceğim."
Benim yüzümden memleket başbakansız mı kalsın? "Tabii Nihat bey, destekleyeceğiz"... dedim.
Şaka bir yana Nihat Erim, "Beni destekleyen güçler artık desteklemediği için istifa ettim" der ya, gerçekte Nihat Erim'e desteklerin en büyüğü yapılmıştır. O, galiba bu desteğin adamı olmadığını hakkıyle ispatladı.
Basına o zaman da, o zamandan beri de yansımayan önemli bir olayı, yazmanın galiba zamanı gelmiştir. Kurtul Altuğ, zamanın Başbakanlık danışmanı olarak edindiği bilgileri yazı dizisinde yazıyor ya, konuya da ilişmedi daha. Belki ileride yazacaktır.
Birinci Erim Hükümeti zamanında da, şimdi olduğu gibi, içerdeki tutuklular hakkında çeşitli söylentiler çıkar, konu herhalde Bakanlar Kurulu'nda uzun uzun tartışılırdı. Bir ara, gözaltına almalar hızlanmış, Erim'in balyoz harekâtına paralel olarak valiler, topladıkları öğretmenleri, Ankara'lara sevke başlamışlardı.
Tam bu sırada Atillâ Karaosmanoğlu, Başbakan Nihat Erim'in yanına çıkar ve şöyle der:
- Bunlar durmadığı takdirde, biz yani ben ve yedi arkadaşım, tutukevlerine giderek durumu yakından inceleyeceğiz. Nihat Erim, "Aman iki gün müsaade edin" der galiba. Balyoz harekâtı durmuş, işlemler normal yollara dönmüştü. Ancak, Başbakan Yardımcılarından Sadi Koçaş, unutmadıysam, tutukevlerinden birine giderek, yöneticilerle görüşür, aldığı bilgiyi gelip arkadaşlarına anlatır. Bu örneği, Onbirleri gerektiğinde Başbakana karşı ağırlıklarını nasıl koyabildiklerini göstermek için verdim.
Yurtdışında çalışan yalnız, Atillâ Karaosmanoğlu değildir. Onun gibi, daha pek çok aydın, ekmeğini kazanmak için yurt dışına gitmek zorunda bırakılmışlardır. Orhan Asena, Nejat Erder, Yaşar Gürbüz, Türkiye'nin yetiştirdiği bu değerler, dışarda beyinlerini satarak yaşıyorlar. Bir ülkeden bir ülkeye giderken de, Türkiye'ye uğruyorlar. Bir rüzgâr gibi. Yüzümüze çalıp geçiyorlar özlemlerini.
(6 Şubat 1973)
BÜYÜK GÖZALTI...
Zehir hafiyeler, öğretmenin not defterinin arkasında "3 b'den 40 alındı, 10 kaldı..." şeklinde bir şifre görmüşlerdi. Ne olabilirdi bu? "Hımmmmm 3 b..." dedi biri, "ne bu alınan 40?" ekledi arkasından "alınacak 10 ne?" Ne? Ruble mi? Gel bakalım hocam bu ne?
- Vallahi hatırlayamadım, yazmışım demek?
- Yazmakla olmaz, hatırlamıyorum demekle olmaz. Ne bu alınan 40, alınacak 10 ne? Onu açıkla bakalım...
Bir başkası, "yakalandın, kapana kısıldın" der gibi, sordu:
- Nerede aldın 40'ı? Kalanını nerede teslim edeceklerdi?
- Bilmiyorum... Hatırlasam söylerim...
- İyi düşün canım...
Açıkca, eğleniyorlardı besbelli. Sıkışmış, savunmasız adamın hali ne fecidir. Öğretmen soğuk terler döküyordu. Neydi bu 3 b'den alınan 40? O da kendi kendini suçlamaya başlıyordu neredeyse. Bu olsa olsa kırk belâ olabilirdi. Birden hatırladı. Hay Allah...
- Efendim, spor koluna 3 b'den 40 kişi parasını vermiş, 10 kişi vermemiş, şimdi hatırladım..
Öğretmeni önce soğuk terlerle sıkıştıran müfettişler, odada dolaşarak teselli ettiler:
- Tamam canım, niye telâş ediyorsun, sonra birşey diyen yok ki. Biri sordu bu ara:
- Hocam, derste "Toprak Reformu lâzımdır" demişsin, öyle mi?
Mesele demek buralarda geziyordu.
- Evet, dedim.
- Türkiye her bakımdan bağımsız olmalı demişsin?
- Olmamalı mı?
- Vallahi, biz şimdi soru soruyoruz. Buna göre rapor düzenleyeceğiz. Bir şey daha var: Sovyetler Birliği, ekonomisi sosyalizme geçişten sonra gelişme gösterdi demişsin?
- Ben demedim, coğrafya kitabında öyle yazıyor: "sosyalist olduktan sonra ekonomisi gelişti" diyor. Bunu kitabı yazana sorun, bana ne?
Öğretmenlere müfettişlerin yönelttikleri sorular, bunlarla bitmiyor. TÖB-DER Dergisi, bir zaman yaptığı gibi, müfettişlerin öğretmenlere yönelttikleri soruları ve cevapları yayınlarsa ne iyi eder?
TÖB-DER'in olağanüstü kongresi sona erdi, delegeler yerlerine döndüler Ankara havasını alarak. Biraz da zehirlenerek... Dilşat Salonunda iki gün üst üste kurultay çalışmalarına katılma, tartışmalar, akşam olunca olsa olsa "Buhara" tavukçusunda bir tek rakı ile kafa dinlendirerek...
Olağanüstü Kurultay'a Milli Eğitim Bakanı'nın gelmesini bekledim ben. Gelseydi, üstüne o kadar ağır konuşmalar yaptığı öğretmenlerinin, öyle öcü gibi korkulacak kişiler olmadığını görecekti. Bakan binlerce üyeli bir öğretmen topluluğuna bir mesaj bile yollamadı, yazık...
Nasıl da dertli ve problemler içindeydiler? Kendileriyle ilgili değildi çokca söyledikleri, çevreleri ve arkadaşları ile ilgiliydi. Bakanlık müfettişlerinin sordukları soruları, sorguları anlatıyorlardı. İhbarlar üzerine, pek çok öğretmen kovuşturmaya uğramıştı. Kovuşturmaya uğranan birinin cebinde tek bir "Yeniortam" bulunması yetmişti. Çevrenin baskısı ve gözaltındaydılar.
Güneyde, Güney-Doğu Anadolu'da öğretmen kıyımı, son dereceye varmıştı. Gazetelerde "Öğretmen kıyımı" ile ilgili haberler neredeyse pire pisliği kadar bile yer bulmuyordu. Komandolardan, gericilerden yedikleri dayak yanlarına kalıyor, konular mahkemelere bile yansımıyordu. Ancak, umutsuz değillerdi...
Ankara'da toplanan TÖB-DER Kurultayı'nda ilk yapılan iş, Ata'nın kabrine çelenk koyma işiydi. 10 kişinin gitmesi kararlaştırıldı. Adlar saptandı. 10 kişilik heyet, -arabaları yok tabii- otobüsle, dolmuşla ne bulduysa onunla yola çıktı. Atatürk'ün Ankara'ya gelişinin heyecanı içindeydiler. Ancak, Anıtkabir'den geri çevrildiler. Ziyaret saatini birkaç dakika geçirmişlerdi. Ata'ya da saygılarını sunamadan, Anıtkabir defterine -başöğretmene- söyleyeceklerini, yazamadan geri döndüler.
Protokolü becerememişlerdi...
Ankara'da iki ya üç gece kaldılar. Sonunda geldikleri Hakkari'ye, Muş'a, kalabalıkların kendilerini beklediği "büyük gözaltı"na döndüler.
(8 Şubat 1973)
İNSAN HAPİSTE DE MUTLU OLABİLİYOR...
Tutukevlerinde günler nasıl geçer, merak etmez misiniz? Akşam olunca demir sürgülü kapılar üstünüze kapanınca ne duyarsınız? Her istenmeyen, dilenmeyen durumun getirdiği teselliler de yok mudur?
Geçenlerde, tutukevlerinden dışardaki dostlara, özellikle kadınlara, kızlara tutukevlerinde örülmüş bel kemerleri geldi. Bunların en iyilerini -söylentilere göre- Profesör Sadun Aren ile Bekir Yenigün, Hüsamettin Güven yapıyorlarmış. Yedikleri zeytin tanelerini atmıyorlar, bunları delip bir güzel dizip kemer yapıyorlarmış. Boş zamanda kitap, gazete okuyorlar içerde.
Bağımsız (eski TİP) Kocaeli Senatörü Fatma Hikmet İşmen, birkaç gün önce ilginç bir mektup aldı. Birikte okuyalım, bir mahpusun mektubunu:
"Sevgili Hikmet hanım,
Defterleri aldığımdan beri size mektup yazacağım. Bugün, yarın derken günler geçti gidiverdi. Hapiste günler öylesine çabuk geçiyor ki, şaşarsınız. Hem erken kalkıldığı halde... Kahvaltı ve yemekler, havalandırmalar, yoklamalar günü bölüyor ve kısaltıyor. Araya banyo, çamaşır yıkama gibi işler de giriyor. Kalan zamanı da günü yararlı geçirmiş olmak için, okumak, çeviri, daktilo yazmak, örgü veya iş işlemekle dolduruyorsunuz. Ve gece yatağa yorgun argın giriyorsunuz. Cidden hiç şaka değil. Halbuki dışarda iken insan, hapiste de vakit geçmek bilmez, diye düşünür.
Defterler bana geçmiş yılları hatırlattı. Zamanın ölçüsü bakımından çok yakın, niteliği bakımından çok uzak yılları. Bahçeye çıkıp açık havalarda Çankaya, Dikmen tepelerini görünce de sık sık hatırlıyorum sizin balkonda oturduğumuz akşamları. Her nedense yine öyle oturacakmışız gibi geliyor bana. Onbeş yılı ciddiye alamıyorum bir türlü. Uzaktan siyaset sahnesini izlemek de ilginç. Çok gazete, dergi alıyoruz, onları okumak da her gün üç dört saat alıyor.
Şimdi gece... Son yoklamadan sonra yazıyorum bunları. Koğuş sessiz. Herkes bir işle meşgul. Mektubu bitirince tercüme tashihleri yapacağım ve böylece günün programı kapanmış olacak. Sabah altı-altıbuçuk arası kalkacağım.
Siz neler yapıyorsunuz? Yazarsanız sevinirim. Munise hanımı görüyor musunuz? Selâm ve sevgilerimi söyleyin lütfen. Diğer eşe dosta da.
İşte bizim hapishane havadisleri bitti bile. Günler çok dolu geçmekle beraber, çok yeknesak da. Bugün tam bir bahar havası vardı. İçim bir genişledi, ferahladı ki... Koğuş sanki genişlemiş gibi geliyor. Bahçe de öyle... Dumanı azalmış hava ciğerlere daha yumuşak, daha dost... Havanın bir değişimi bile böylesine sevinç kaynağı oluyor hapiste. Küçük şeyler büyük değer kazanıyor ve insan mutlu olmak nedenini buluyor yine de.
Hatırladığınız için teşekkürler eder, gözlerinizden öperim.
Behice Boran"
(26 Şubat 1973)
SÜLEYMAN BEY GÜÇ DURUMDA...
Parlamentonun tenha koridorlarında, kafalarını dinlemeye ya da, arkadaşlarından haber almaya gelen parlamenterler tur atıyorlar. Ne kahve, ne çay bir şey yok amma bol bol söyleşi var. İşte karşıda, AP'den kovulmak üzere olan Aydın Yalçın ile, Demirel'in yakın adamlarından eski bakan Selâhattin Kılıç... Kılıç, soruyor:
- Hoca, sen bilirsin ne olacak?
- Olacağı yok, oldu bitti bile.
- Nasıl oldu?
- Emr-i vaki geldi, çattı. Sen partiler üzerinde mutabakat sağlayabilecek, çeşitli müesseselere güven verecek bir adayı bulup çıkaramamak suretiyle sahayı boş bırak. Sonra da "kafamda aday var" de. Bana bak azizim, Kırşehir Merkez İlçe Kongresi'ndeki delege sistemleriyle, Cumhurbaşkanı adayı mı seçilir?
- Peki ne olacak?
Bilmem, onu işi bu hale getirenlere sorun...
*
Meclis basın locasına yakın yerde, Turhan Bilgin, CHP'li İbrahim Cüceoğlu'na rastladı:
- Yahu İbrahimciğim, şu Cumhurbaşkanı adaylığı meselesinde de iki büyük parti anlaşsaydık, ne iyi olurdu.
Cüceoğlu cevabı yapıştırdı:
- Kardeşim işbirliği yapalım amma, sizin bir abdestiniz öbürüne ulaşmıyor ki...
Bir köşede de konuşuyorlar:
- Yahu, bu Tansel de çıktı, o nasıl aday olacak?
- Vallahi herhalde, Kanada'dan nefes nefese hava alanına gelecek, doğru araba senatoya getirecek Tansel'i ve yemin edecek. Tabii 13'üne yetişebilirse...
*
Süleyman Bey, gerçekten güç durumda şimdi. Ne yapsın, dönsün mü sözünden, o kadar taraftarının "dayan Süleyman Bey, arkandayız" demesine kulak versin mi, yoksa Çağlayangil'e, İsmet Sezgin'e mi uysun, o da şaşırıp kalmış olmalı.
Süleyman Bey'in başında, çevresinde bir şeyler dolaşıp duruyor. Biliyor bir daha Başbakanlık yok, bunu anlayacak kadar zeki adam... Ancak, Süleyman Bey'in dediği olursa, başında dolaşanlar, ayaklarına, dolaşabilir onu da biliyor. Politikayı bırakıp, kardeşleri gibi iş hayatına dönmek var. Fena mı, para kazanır, böyle yürek üzüntüsü çekip duracağına.
1950 seçimleri arefesiydi. Seçim propagandaları sırası. İktidarda İnönü, muhalefetin başında Bayar var. İnönü bir konuşmasında Bayar'ı doğrudan karşısına aldı. Şu biçim konuştu:
- Muhalefet lideri açıklasın: İktidara geldiklerinde, dış politikaları, iç politikaları ne olacak, bilmek istiyorum.
Bayar, hiç oralı olmadı, hatırladığım kadar. Şöyle bir karşılık verdi:
- Biz, kimseye hesap vermeyiz. Hesabımızı ancak ve ancak millete veririz.
İnönü, galiba bunun üzerine susmuş, başka bir şey dememişti.
Şimdi Süleyman bey -söz gelişi- aynı şeyi deniyor:
Süleyman bey, unutuyor. Devir, o zamanın polemik devri değil. Süleyman bey'in karşısında da İsmet Paşa yok. Hatta, ismet Paşa -bir bakıma Metin Toker'in de yardımıyla şimdi- Süleyman bey'in yanında. Fakat yararsız...
Bu dar ve zor durumundan Süleyman bey'i kim kurtarabilecek bakalım...
(5 Mart 1973)
KARANLIĞIN GÖZÜ
Annesi, Eylem'e mama yedirirken kullanıyor bu deyimi:
- Hadi kızım, karanlığın gözüne bakalım...
Birlikte gidip, kapıcı Ziya efendinin oturduğu zeminkata bakıyorlar. Onlar aşağı bakarken, annesi mama lokmasını dayıyor Eylem'in ağzına. Eylem, daha mayısta iki yaşına basacak, o kadar küçük. Fazıl Hüsnü amcası, Eylem'e imzaladığı kitabına, "Yurdun ve yeryüzünün en büyük güzelliği Eylem'dir" diye yazdı, yaaa... Haydi kızım bir lokmacık daha. Şu Özlem, eylem'in küçüğü. O mamalarını daha kolay yiyor denebilir. Eylem, mamadan sonra konuşuyor:
- Babam, karanlığın gözünü dövecek, pat pat yaa...
O mamasını yerken düşünüyorum, "karanlığın gözü"nü. Böyle bakıyor adama, yaaaa...
- Gürler, ilk turda çıkar mı, çıkmaz mı?
İlk iki turda çıkabilmesi için, en az 422 oy alması gerek. Ondan sonraki turlar için ise 317 oy... Kulislerde söylentiler:
- Kardeşim, Meclisin haysiyet ve şerefi var...
- Elbette var, 12 Mart'tan beri yeni mi farkına vardın?
Biri şöyle demiş:
- Ben bırakır giderim..
- Size engel olan mı var, bırak git... Arkadaşına da fısıldıyor:
Merak etme, on bini nereye bırakıp gidecek?
Ne bırakıp gitmesi "Keşke, şu Meclis'lerin süresi bir uzasa" diyenden geçilmiyor, kulislerde.
Bilinmeyenle çarpışıyor çok kişi.
- Ne demek istiyorsunuz, efendim?
- Demek istediğimi söyledim, daha fazla söyleyemem...
Viraj almaya bakıyoruz boyuna iyi mi? Bu kadar viraj da biraz fazla canım...
- CHP tam verecekmiş diyorlar.
- Alkışlara bakılırsa öyle. Amma, AP'liler de verir, merak etme. kendi başlarına kaldıklarında değişik düşünüyorlar...
Gürler ant içerken, AP'liler yanı hemen hemen bomboştu. Peki neden gelmediler, belki de engellemek istediler Senato toplantısını. Ant içemezse, senatör olamaz, senatör olamazsa, aday da olamaz yaaaa... O zaman Süleyman bey'in kafasındaki adayı çıkarıveririz ortaya, yaaa.
Süleyman bey, aday çıkarırsa bu aday bundan sonra oy alabilir mi? Oy alamayacağını Süleyman bey de bilir. Bu hale geldikten sonra işler, oy verseler bir çeşit, vermeseler başka çeşit. Oy verene, ya da kafasındaki adaya oy vermiyene ceza vermek isterse, örneğin Aydın Yalçın'a yaptığı gibi haysiyet kurullarına verse, ya direnenler çoğalırsa ne olacak? Parti de parçalanırsa, görünen oraya gidiyor ya, YTP örneği, Demokratiklerle, AP'liler bir gün "yahu biz neden ayrıyız tanrı aşkına" deyiverecekler gibi geliyor... Bu ne zaman olur? Herhalde, bunun da başında Süleyman bey sorunu yatar o zaman da...
Süleyman bey kendi pek iyi biliyor, bir daha kolay başbakanlık olamayacağını şansında. Bir daha kolay gülmeyeceğini o şansın. Ne yapar, ne eder ilk gelecek seçimlerden sonra?
Şimdi yakın geleceklerin sorusu olacağı benzer bu. Hiç mi çıkış yolu yoktur, hiç mi çare kalmadı bilmiyorum... Belki vardır nebileyim, önce çevresinden kurtulsa bir, kafasını kurcalayanlardan kurtulsa...
Eylem'e söylüyorum:
- Karanlığın gözünü döveceğim ben, pat pat...
- Dövme baba, karanlığın gözü cici...
(9 Mart 1973)
GÜRLER, KULİSLERE İYİ GİRDİ...
Cumhurbaşkanlığı seçimlerine üç gün kala, Gürler kulislere iyi girdi doğrusu. Sunay, 1966'da Kontenjan Senatörü olarak ant içtiğinde, öyle kulise filan boş vermiş, seçim gününe kadar evine gidip oturmuştu. Gürler öyle yapmadı. Önceki gün, Senato toplantısına gelip, -kısa süre de olsa- görüşmeleri izledi. Sonra, öbür parlamenterler gibi, kuliste bir koltuğa kurulup çevreyi izlemek istedi. O kadarını pek yapamadı galiba, hemen kalkıp üst kata çıktı. Parlamenterler, Gürler'i iyice inceliyorlar, görücü gibi bakıyorlardı. Biri:
- Gözleri ne renkti, maviydi galiba?
- Açık mavi, hafif de şehlâ.
- Deme... Eeee...
Doğruydu gözlerinin hafif şehla oluşu. Bir gözünden bir zamanlar ameliyat geçirmiş, şehlalık ondan sonra olmuştu.
- Gürler, nasıl kazanabilir mi başkanlığı?
- Vallahi... Yapacağı kulislere bağlı bu tabii...
Gürler hakkında en çok bilgi tabii senatörlerde olmalıydı, onlar da eski askerdiler. Çoğunun ya arkadaşı, ya da yakınında bulunduğu kişiydi.
-Karadenuzlen ilişkisu var midur?
- Neden sordunuz?
- Bilmeyrum, eşi tarafından Karatenuzludur dedular da.. Arkasından, gelsin Karadenizli fıkraları...
Gazeteci Orhan Duru ile Meclis kulisinde tur atıyoruz. O anlatıyor, Karadenizli fıkralarını. Buyrun:
Eski Milli Savunma Bakanlarından Hüsnü Çakır'a bakanlığı sırasında imzalaması için bir evrak getirirler. Evrak, en alt kademeden en üst kademeye kadar, küçük büyük rütbeli subayın parafından geçmiş, ona kadar gelmiş. Yirmi-otuz kişinin parafı...
Hüsnü Çakır, yazıyı imzalamadan şöyle bir okumuş:
- Bu yazıda parafı olanların hepsu celsun, demiş...
Bütün parafı olanlar, tabii daktilo kızcağız da var aralarında gelmişler. Hüsnü Çakır, onlara yazıyı uzatmış:
- Alın şu yaziyi, pir don ciydirin de öyle geturun.
Meğer yazının en sonu, yanlışlıkla "donsuz saygılarımızla..." diye yazılmışmış...
Başbakan Ferit bey, ne kadar değişmiş ben görmeyeli... Bir tuhaf şişmanlamış gibi geldi, çenesi sarkmış, dişleri ağzına uymuyor gibi duruyorlar. O da, Senato'nun gerisindeki koltuklarda gazetecilerle söyleşide. Ferit bey'in bütün esprisi, gördüğü yerde kırmızı aramak. Hani ikide bir takılırlar:
- Oooo, kırmızı kravat takıyorsun... Demek...
- Bak, bak... Papyonunda kırmızı benekler var...
Ferit bey, CHP'li Fikret Gündoğan'la tatlı bir takışmada. Gündoğan, "solun meşruluğunu şerefle taşıyacak ve anlatacağız..." diyor. Ferit bey, Feyzioğlu'nun etkisinde ne kadar kalmış böyle? Tatlı atışmalarda, Anadolu Ajansı'nın -Başbakanlığa bağlıdır- muhabirleri, Ferit bey'i tutuyor görünüyorlar...
Görüyorsunuz, Meclis kulislerini buradan...
(10 Mart 1973)
KÖYLÜ FIKRALARI...
Demokratik Partili Kadri Erdoğan -hani, 15 profesörü sallandırıverelim, işi de halledelim diyen, Menderes'e deve kesmekle ün yapan adam- AP'lilerin kulisine gitmişti ki, başta Devlet Bakanı Doğan Kitaplı, yirmi kadar AP'li başına toplanıverdiler. Kadri Erdoğan, uzun eşek oynar gibi başına birikenlere sordu:
- Kilitli misiniz?
Cevap verdiler:
- Evet kilitliyiz...
Bu kadarı duyulabiliyor kulislerin.
Parmaklarla hesap yaptıklarından -uzaktan- bir şeyler sezilebiliyor ara sıra da sözler:
- 318 mevcudumuz var, Sabit Osman Avcı'yı düş. O oy kullanamaz, Başkan olduğu için. Sabri Sözeri de Almanya'da. Gerisi tamam...
Tamamsa mesele yok, deyip kulisin bir başka köşesine gidiyorsunuz, orada tartışma başka. Burada Süleyman bey meselesi tartışılıyor:
- Kardeşim, bundan sonra AP'de iç savaş -mücadele anlamına- başlıyor. Süleyman bey 12 Mart'ta her şeyini kaybetmişti. Erim geldi. Süleyman bey'in her şeyini iade etti. Amma, Süleyman bey de -maşallah- liderden çok, küçük işlerin adamı olduğunu kısa zamanda gösterdi vesselâm. Şimdi, bakalım, Demirel AP içinde nasıl ayıklanacak?
- Demirel'in ayıklanması CHP'nin işine gelir mi bakalım. Demirel kalmadı ki, Bülent bey onunla güreşip dursun...
Anlaşılan burada da, Süleyman bey'e gelecek tespiti yapılıyor. Don biçiliyor, boynunun, boyunun ölçüsü alınıyor anlayacağınız. Fakat, Süleyman beyin AP'nin başından uzaklaştırılmasını demokratikler nasıl isterler, bilmezsiniz. Burada, görüşleri CHP ile çatışır.
Demirel de, iyi komutanmış doğrusu, helâl olsun... Öyle strateji biliyor ki, daha savaşa girmeden savaşı kaybediyor iyi mi? Şimdi, Ankara'ya hemen hemen bütün il başkanlarını topladı. Niye? "Gelin de, bir hâtıra resmi çektirelim, iyidir iyi..." mi demek istiyor bununla? Takım taklavat, otellere kurulmuş, AP içinde başlayacak iç savaş -mücadele- tan habersiz, domates suyu ile votka içiyor.
- Bu iş tamam, burada biter kardeşim...
- Ne tamam, anlamadım?
- Fazla içtim, tamam yeter, ben gideyim artık çoluk, çocuk bekler...
O da gidiyor. Sonra, karikatürüst Semih Balcıoğlu ile konuşuyoruz birazcık. Sanatçılara çok iş düşüyor memlekette diye düşünüyorum.
*
Her gün Karadenizli fıkrası olmaz ya canım, bir arkadaşım da köylü fıkraları anlatıyor iyi mi? Fıkrayı dinleyelim, "Yorgun Savaşçılar"ın yemeğine gideceğim: Fıkra şu biçim:
"Bir köylü pazarda dolaşırken, yerde bir çuvaldız bulmuş. Çuvaldızı bilirsiniz, iğnelemekten çok, bir çuvalı, bir hararı, ya da çulu dikmek için kullanılır. Amma, köylünün pek işine yarar. Neyse, çuvaldızı bulmuş, nasıl da sevinmiş? Yavaşça cebine sokmuş. Pazar fıkır fıkır insan kaynıyor. Köyünün yolunu tutmuş. Tepeye çıkıp, pazar yerine baktığında pazardaki insanların eğilip yerlerde bir şeyler aradıklarını sanmış -öyle görünür- kendi, kendine:
- Kayna gidinin pazarı kayna, demiş, çuvaldızı bulan buldu.
Pazardakilerin hâlâ çuvaldızı aradıklarını sanırmış...
(11 Mart 1973)
MUSTAFA KEMAL İLE FALCI...
Onu, bundan yirmi üç yıl kadar önce tanımıştım. Konya'da ufacık bir gazete çıkarır, orada "kompozitör" imzasıyle yazılar yazardı. Çok, yaşlı, fakat hâlâ dinçti. Belli, gün görmüş, eyyam geçirmiş bir filozoftu. Felsefe öğretmenliği yapmış, belki emekli bile olmadan ayrılmıştı. "Ayaklı kütüphane" dedikleri tiptendi.
Bir gün Hadim ilçesine gelmiş, orada birkaç gün kalmıştı. Orada tanışmış, konuşmuştuk. Çocuk denecek yaşta olmama bakmadan yazı yazmağa özendirmişti beni. Yazdığı bir mektupta, "muharrir" diye yazmıştı. Çaktırmadan, nasıl sevinmiştim. O anlattı "masal gibi" öyküyü, şöyle:
"Çanakkale savaşları ya bitmiş, ya bitmek üzereydi. Bir gün arkadaşımla, bir iş için Harbiye Nezaretine gitmiştim. Orada işimizi izlerken, arkadaşım kolumu dürttü:
- Şu gideni görüyor musun?
- Evet...
- Onun adı, Mustafa Kemal'dir. Bir gün padişah olacak...
- ......................
Son sözleri kulağıma fısıldıyarak söylemişti. Sonra ayrıldık arkadaşımla. Ben öğretmenliğe başlamıştım Bolu'da.
Bir süre sonra, İstiklâl Savaşı başladı. arkasından cumhuriyet. Bir sabah, toplar atıldı ve Gazi Mustafa Kemal'in Cumhurbaşkanı olduğu ilân edildi. O zaman, kafama "daaaank..." etti. Yıllar önce bana, "onun adı Mustafa Kemal'dir, bir gün padişah olacak" diyen arkadaşımı hatırladım. Evlerini biliyordum. Atladığım gibi, doğru İstanbul.... Saraçhane başında yürüyordum ki, geçen tramvayda arkadaşımı gördüm. O da bana el salladı:
- İniyorum, bekle... dedi.
Ben kucaklayıp öptükten sonra:
- Beni neden aradığını biliyorum, anlatayım, dedi ve anlatmağa başladı:
- Selânik'te biz Mustafa Kemal'lerle aynı mahallede otururduk. Evlerimiz de yakındı. İkimiz de yakın yaşlarda, çocuktuk. Mahallede bir falcı vardı, çok ünlü idi. Her eve gitmez, rastgele bir yere gider, bir şeyler tahmin eder çıkardı. Söylediklerinin kesinkes çıkacağına mahallede herkes inanırdı. Falcı kadın, bir gün Mustafa'ların evine girdi. Mahalle'nin bütün çocukları arkasındaydık. Mustafa'nın eline baktı, falcının gözleri iri iri olmuştu.
Dostları ilə paylaş: |