- Kıbrıs'ta solcu Rumlarla işbirliği yapmak istemişsin?
- Yani ne yapsaydım, faşistlerle mi işbirliği yapsaydım?
Neyse, bayraktar albay yakasını kurtarır sorgulardan sonra.
Samson, Makarios'a darbe yaptıktan sonra, ilk elde solcu temizliğine girişti. Solcular ve Makariosçular, Samson'a karşı çetin kavga vermişlerdir. Samson ergeç yıkılmaya mahkûmdu...
Bundan dolayı ki Türkiye, Türk politikacıları Kıbrıs'a yapılan girişime "barış harekâtı" dediler. Faşizme karşı demokrasiden yana güçlerin bir destekcisi durumundaydılar. Fakat, Rum faşistleri Türkiye'nin faşizmi yıkmak için giriştiği bu davranışı kullanmaktaydılar. Yani, onlara göre Türkiye bir yabancı ülke olarak, Kıbrıs'ı işgal etmişti. Elbette, faşistler pek çok şeyden, bahaneden yararlanmak isteyecekler, bahaneleriyle daha önce de ezilmekte olan bölgeleri içinde kalmış Türkleri ve Rum solcuları ezmek isteyeceklerdir. Gerçekten Kıbrıs'ta Türkler ile Rum solcular uzun bir zaman birbirlerine destek olarak yaşayabilmişlerdir. Faşistler, solcu Rumların çoğunlukta olduğu köylerde Türklere fazla bir şey yapamamışlardır.
O zamanlar, Yeniortam'a gizli gizli yollanabilen mektuplara göre, Kıbrıs Türkleri de oradaki Türk yönetiminden yakınmaktaydılar. Bunu "Ankara Notları'nda kaç kez yazdım. Aydınların kitapları toplatılmakta, yazıp çizenler, konuşanlar hapislere atılmaktaydılar. Unutmamışsınızdır, Kıbrıs'ta Cumhuriyetçi Türk Partisi'nin bir lideri vardı. Adı, Ahmet Mithat Berberoğlu idi. Türk yöneticilerinin içeri attırdıkları bu kişi, cezaevinden çıkar çıkmaz soluğu Ankara'da almış, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'le görüşmüştü. AP Genel Başkanı Süleyman Demirel ile görüşme olanağı bulamamıştı sanıyorum. Bugünlerde susması, "şu anda geçmişi unutalım, olayların altına kalın bir çizgi çekelim" diye düşündüğü için midir acaba? Belki...
Şimdi işin püf noktası dediğim yerine geliyorum. Türkiye, Kıbrıs'ın bağımsızlığına dokunmadan burada demokratik bir düzenin kurulmasından yanadır. Federatif bir Kıbrıs Cumhuriyeti, hiçbir toplumun birbirini ezmeyeceği bir düzen. Bunu sağlayıp çekilecek Türkiye, Kıbrıs'tan. Çıkarmalarda durmasını bilen Türkiye, zamanı geldiğinde oradan çekilmesini de bilecek. Türkiye'yi bir saldırgan, istilâcı görme eğiliminde olanlar yanıldıklarını anlayacaklar bir daha. Biliyorum o zaman, hattâ şimdi şovence isterlerle kıvrananlar, "efendim ne olur yani, çıkmışken tümünü istilâ ediverelim" diyenler ateş püskürecek, bilmez miyim?
Bu her şeyden önce ekonomik zorunluluktur. Çıkarma ve çizgi çekme hareketi Türkiye'ye giden kayıplardan başka, beş milyara mal olmuştur. Sürekli orada asker bulundurmak, Türkiye'ye bir şey getirmeyecek, fakat çok şeyi götürecektir.
Kıbrıs'ta kurulacak düzende, Türkler içinde, arasında da demokratik organların, siyasal partilerin öyle tek parti filân değil, çok partili bir biçimde yaşatılması, iktidarın seçimlerle işbaşına gelip işbaşından gitmesi gerekir. Bunu kuramazsak, asıl o zaman dökülen kanlara, bunca emek ve çabaya yazık olacaktır. Sol partiler, orta sol partiler olacaktır örneğin, bu yerleştirilecektir. Dünya düzeninde Rumlar arasında da bu olacak. Örneğin Rum, kendi soydaşına işkence etmeyince, etmezse Türk'e de etmez. Ama, üç yaşındaki Türk çocuğunun karnına kırk mermi dolduracak kadar canavarlaşan faşist, kendi yandaşı Rum'u da kurşuna dizer. Elçilik binası yakar, elçi öldürür...
Fransa'nın ateşi körüklemek için Yunanistan'a silâh satmasını yadırgamadım. Kimse yadırgamadı. Fransa'nın başında Giscard d'Estaing yerine Mitterand gibi bir solcu olsaydı durum nasıl ters olurdu bir düşündünüz mü? Kişiliksiz Fransız yönetimi, işte böyle söz ettiriyor kendinden dünya basınında. Yunanistan'ın silâhlanmasını ırgaladığı yok kimsenin. Herhalde bir de durduğu yerde adalardan olmak istemez ne bileyim.
Ecevit'in -Ecevit'in diyorum çünkü CHP ortağı hükümet kanadının zaman zaman Ecevit gibi düşünmediğini de iyi biliyorum. Ecevit'in MSP'li ortaklarını yer yer ağır biçimde uyarageldiğini de- Kıbrıs harekâtını bir barış harekâtı olarak açıkladığında, Türkiye'de bütün ilerici güçler kendisini destekledi. Bu destek, bir çeşit 14 Ekim'de yapılan desteğin benzeriydi. Ecevit'in bu desteğe ihtiyacı vardı ve hâlâ vardır. Ecevit'in de verdiği sözlerde durduğunu, duracağını çeşitli kereler gördük. Bunun en canlı örneklerinden biri af konusuydu. Yanlış mı? Hükümet içinde sıkıntılar vardır, ekonomik zorluklarla karşı karşıyadır. Fakat, kendisini destekleyenlerin desteği, halkın sevgisi sürdükçe başarısızlık sözkonusu olmayacaktır.
Her geçen gün, Kıbrıs'tan yeni zulüm ve canavarlık haberleri almaktayız. Olayları izlemeye giden gazeteci arkadaşlarımız kayıptırlar. Hükümet Sözcüsü Orhan Birgit, Kıbrıs'ta faşist Rumların yaptıklarını İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi Almanlarının yaptıklarına benzetti. Kıbrıs'ta faşizmin kaynağı EOKA-B örgütüdür. Yunanistan'da cunta ve cunta yanlılarıdır. Fransa'da Mitterand'ı kıl payı geçerek iktidara gelen Giscard d'Estaing'dir.
Türkiye'de iktidardaki solun sorumlusu Karaoğlan, faşizme en ağır yumruğu indirdi Kıbrıs harekâtıyla. Başaramasaydı ne olacaktı bir düşünür müsünüz? Ama başarmıştır. Çünkü zafer her zaman eninde, sonunda barıştan ve demokrasiden yana olanların olmuştur.
(22 Ağustos 1974)
GÖZLÜKLÜ SAMİ...
"Ankara Notları"nda zaman zaman, CHP-MSP ortaklığı üstüne kapalı yazdıklarım, titiz okurların gözlerinden kaçmadı. Soranlar oldu:
- Hükümette birşeyler mi oluyor, daha açık yazamaz mısınız?
- Ben de öyle üstü kapalı seziyorum. Tam açıklığa kavuşsa yazacağım elbet.
Hükümette neler olup bittiğini zaman zaman gazete haberlerinden izlemek çok kolaylaştı.
Örneğin, ortada fol yok, yumurta yokken MSP'li Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan'ın gazetelerde demeci çıktı:
- Irak ile ortaklaşa rafineri kuracağız.
Ertesi günaü yine bazı gazetelerin değişik sütunlarında Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Cahit Kayra'nın bir soru üzerine aynı konuda sözleri:
- Irak ile ortaklaşa rafineri kuracağımızı ilk kez duyuyorum.
Buyurun bakalım. Rafineri, yerli olsun yabancı olsun, Enerji Bakanı'nın bilgisi içinde, onun eliyle kurulur. Onun sorumluluğundadır. Verilen demeçler pek göze çarpmıyor diye, hükümette birşeyler olup bittiğini görmezden mi geleceğiz?
Ortada bir Kıbrıs sorunu var. Bir türlü barış masasına oturulamıyor. Sakız gibi sündü de sündü...
Söylentiler ise çeşit çeşit. CHP ortağı MSP'lileri, Kıbrıs çıkarmasının en civcivli günlerinde, Başbakan Ecevit'in dayanması zor ağırlıkta sözlerle azarladığını yazmıştım öyle ya.
- Ayasofya'yı cami yapalım, tam sırası...
- Durun be kardeşim, biraz dikkatli gitmek zorundayız. Dünya kamuoyu var. Onları görmezden gelemezsiniz...
- Kıbrıs'a bir imam-hatip okulu açalım. Minarelerde Arapça ezan okutalım...
İyi, havan sesleri sustu, şimdi sıra Arapçada...
Ne yapıyorlar, hükümet ortakları dersiniz? Bana öyle geliyor ki, fazla bir şey yapmıyorlar. Sadece, bir gol atılmaya görsün, en çok onlar bağırıyorlar:
- Gooooooooooooolll...
Golü kimin attığına değil, bağırana bakıyor herkes.
Kabine kulisinde Girne-Lefkoşe-Magosa üçgeni tartışıldığı sırada ayarlanıyordu belki çeşitli incelikler:
- Bu kez, kararnameyi sen imzala, bana kadar gelsin ben tutayım. Bülent Bey'in imzasından çıktı mı kararname?
- Evet...
- Olsun. Bu kararnameye karşılık, ticaretteki kararnameyi gösteririz. Onu imzalarsa ben de bunu imzalarım. Nasıl?
- Bu iyi. Nasıl olsa beni kendilerinden biliyorlar. Benim güçlük çıkarmayacağımı sanıyorlar. Gazetecilerden biri geçen gün, "Efendim artık sizi CHP'de görmek istiyoruz" dedi. Kih, kih, kih...
Üçlü kumpas, yahut mekik güzel çalışıyordu doğrusu. Bülent Bey sarp sandıklarından kararname geçince seviniyor, fakat çok geçmeden bir başka MSP'lide takılıp kalınca, kararıyor, tikleri atıyordu. Fakat ne yapılabilir? O akşam, harekât vardır. Onlarla uğraşacaktır Başbakan.
Kararnameler, top gibi biri bir gün bir bakanda biri bir başka bakanda bekleyip durmaktadır. İş yapılamaz duruma gelmiştir.
Ortada Kıbrıs sorunu, yok görüşmelerdi, yok ziyaretlerdi, kaynamaktadır öbür sorunlar.
Kabinede, "artık buramıza geldi, kusura bakmayın. Bülent Bey, size büyük saygımız var. Ama biz daha fazla kalamayacağız" diye feryadı basan kabine üyelerinin adlarını da yazayım mı?
Örneğin, Orhan Eyüboğlu, Turan Güneş, Ali Topuz, Cahit Kayra, Mustafa Üstündağ, Erol Çevikçe... Biraz daha kurcalamak isteyenler bunlara yeni adlar ekleyebilirler ne bileyim... Kıbrıs girişimi sırasında çok kimse, "yahu ortada bir savaş var, barış için savaş vs. ama savaş bu. Bir harp kabinesi gerek" bile dediler. Görünen oydu ki, "harp kabinesi" görevini Ecevit, birkaç arkadaşıyla birlikte hemen hemen tek başına yaptı. Sabrı ekmeğine katık ederek.
Böylesine çelmelenen, tökezletilmek istenen bir hükümet için içerdeki dışardaki başarılar gerçekten küçümsenemez. Yine de yıkılmıyor hükümet bakın. Aşkolsun vallahi...
İçerde, dışarda başbakan puan mı toplamaya başlıyor, ortaktan bunu gölgelemeye çabalayan demeçler, hem de yazılı.
Bazı bakanlara soruyorum:
- Hükümet Nasıl?
- Şimdi iyi.
Yani, yarın ne olabileceğini o da kesin söyleyemiyor...
*
Yukardaki notları Türkiye'de yönetimin ne güç koşullarda başarıya ulaştığını belirtmek için yazdım. Kamuoyu, dolmuştaki, yoldaki halk ise daniskasını biliyor olup bitenlerin merak etmeyin. Konuşmalar, sorular:
- Zabitlerden biri Gözlüklü Sami'ye bir tokat atmış,doğru mu?
- Bilmiyorum, sanmam aslı olduğunu...
- Sami'nin çıkarma günü Amerikan Elçiliğinden çıktığını görmüşler doğru mu?
- Yok deve... Kim uyduruyor bunları yahu?
- Peki, "çıkarma yapmayın, bu maceradır" dendiği de mi yalan...
Ne yalan söyliyeyim, "çıkarma yapmayın, harekâta geçmeyin" diyenler bir değil, çok kişidir belki. İnsanların tepesine "balyoz" gibi inen birinin de, "e, vallahi bizim kuşağımız yapamazdı böyle şeyi. Bize göre iş değil anlayacağınız..." dediği de doğrudur belki.
Ama gerçekten değişmiştir, değişmektedir ortalık da kuşaklar da. Daha yeni kuşaklar gelecektir. Gözlüklü Samiler çizgilerde kalırlarsa yine iyi. Bugünleri, bu aşamaları bile beğenmeyeceklerdir.
(25 Ağustos 1974)
ÂDEM YAVUZ'U TANIR MIYDINIZ?
TRT'ye girişini, oradaki çalışmalarını bilmiyorum ben. 1967'de sınav kazanıp TRT programcısı olarak çalışmaya başlamış. Güzel programlar yapmış televizyona. 1971'de askere gitmiş. Bursa Personel Okulu'nda yedeksubayın okul dönemini bitirdikten sonra Kadirli Askerlik Şubesi'nden terhis olmuş. Yıl, 1973. Ankara'ya gelip eski görevine dönmek istemiş. TRT'nin başında Musa Öğün Paşa var. MİT raporları geçerli. Almamışlar Âdem Yavuz'u.
"TRT'de çalışması güvenlik açısından sakıncalıdır" diye. Neden sakıncalı anlatmamışlar. İşte bugünlerden sonra çok çok iyi tanıyorum Âdem Yavuz'u. TRT'nin verdiği karşılığı getirmişti bir gün:
- Sana bir belge getireceğim bak. Adamlar hâlâ ne kafada anla...
- Olur Âdem. Getir de mesele yapalım...
Öğrendiğime göre, daha Âdem Yavuz askerliğini bitirip terhis olmadan yazı gelmiş TRT'ye. Şöyle:
"Sizde Âdem Yavuz çalışmış. Şimdi askerliğini yapıyor. Terhisden sonra yine TRT'ye girmek istiyormuş. Aman haaaa, sakın almayın..."
Nerden gelmiş yazı, bilmiyorum yerini iyice.
TRT'deki görevine alınmayan Âdem Yavuz, Danıştay'a başvurdu. Arkadaşları, uyardılar:
- Âdem, Danıştay'a başvur da yürütmeyi durdurma, isteme, iptâl iste. Malûm ya, Danıştay'ın da eli kolu bağlı. Hele biraz zaman geçsin...
- Olur.
Âdem iptâl kararı istedi. Yıl 1973. Artık seçimlere geliyoruz. Âdem bir gün telefon etti:
- Ben Sivas'tan adaylığımı koyuyorum, CHP'den. Yarın Sivas'a gidiyorum.
- Yahu dur, ne adaylığı? Kazanamazsın. Kolay mı o kadar kurdun arasında adaylık kazanmak?
- Vallahi kafama koydum, gidiyorum. Hadi eyvallah...
Bir "Ankara Notları"nda yazdım Sivas'a varınca ilçelerden birinde Âdem Yavuz'a sorar köylüler:
- Kardeşim, yalan söylemesini, iyi yalan söylemesini bilir misin?
- Hayır?
- Çuvalla paran var mı?
- Yok...
- Yazık olmuş sana be aslanım. Hem yalan söylemesini bilmiyorsun, hem paran yok. Ne işin var senin politikada?
Âdem, "Benim bütün desteğim sizlersiniz. sizlere güveniyorum." filân der. Ama, köylülerin dediklerini de yabana atmaz hani.
Kazanamayacağını bile bile uğraştı durdu Sivas ilerinde. Sivas'dan arada bir haber yolladı. Ankara'ya geldiğinde uğradı Yeniortam Bürosu'na.
TRT iş vermeyince, "ANKA" Ajansı'nda bir iş buldu. ANKA Ajansı daha küçük, eti ne budu ne? Fakat Âdem'i koruyup iş vermesi bile az şey değildi. Âdem'e iş vermeyen TRT, onun vaktiyle yaptığı programlarını yayınlıyordu. Özellikle Âşık Veysel'le olan programlarını. Âşık Veysel'le hemşeriydiler babaoğul gibiydiler. TRT'de Musa Öğün'den sonra gelen İsmail Cem ekibi de almadı işe Âdem Yavuz'u. Şimdi ölümünü nasıl geniş geniş veriyorlar. "Biz bu arkadaşı, solcudur diye işe almadık" deseler ya, demezler.
Geceleri ANKA Ajansı'nı telefonla aradığımda, telefona çok kez Âdem Yavuz çıkardı.
- Bu gece de nöbetçi sen misin Âdem?
- Öyle gibi abi, n'aparsın?
Meğer Âdem gece nöbetçisi değilmiş, gece kalacak yeri olmadığı için ajansta yatarmış. ne bileyim...
Kısaca konuşur, telefonu kapardık.
Basın kartını geçen yıl almış daha. Altı buçuk yıllık gazeteci TRT'ci, basın kartını yani kimlik kartını bile alalı bir yıl olmamış. Bu kadarı bile basınımızın iç yüzünü ne güzel gösterir. Bekârdı. Çocuğu yoktu ya, ya olsaydı? Kaç yıllık sigortalı güvencesi ne, kim bilebilir...
Anası Elif Yavuz, Sivas'ın Hafik ilçesinin Çınarlı köyünde yatalaktır. Bütün dileği, para durumlarını bir yoluna koyup anasını Ankara'ya aldırmak. Arkadaşları caydırmaya çalışırlar Âdem'i:
- Yav, önce kendi karnını bir doyur bakalım...
Gazetecilik uğraşının bir tuhaf yanını gördüm. Kan tükürsen "Kızılcık şerbeti içtim" diyeceksin. Kimse çakmıyacak anlayacağın durumunu, iç yüzünü.
Ankara gazetecilerinden çoğu akşam oldu mu, başta TRT'ciler, Sultan Ötel'e giderler bir tek atarlar, konuşurlar kendi aralarında. Âdem Yavuz da orada eski arkadaşlarıyla birlik olmak istediğinden mi ne oraya giderdi sanıyorum.
Günün olayları bütün yaşantısı olurdu kişinin. Başbakanlığın önünde beklemek, olayları kovalamak, dönüp yazmak. Hepsi bu...
Aşkları da olur elbette. Parasız günleri, sıkıntıları. Dünya bu.
Âdem Yavuz'u son iki Kıbrıs Harekâtı arasında, Başbakanlık salonunda bir basın toplantısından sonra gördüm. Ben Ulus'a, Rüzgârlı sokağa gideceğim, ANKA Ajansı'na Kızılay'a gidecek. İçimde onunla biraz olsun yürüme isteği var ki, "Hadi yürüyelim" dedim. "Sen uzağa gideceksin, benimki şuracıkta..." öyle dedi, doğru. Ayrıldık. istanbul'a gidip dönmüştü, ücret durumunu biraz daha düzeltmiş olmalıydı sanıyorum. Ama, soramamıştım ki...
Biz konuştuktan sonra yeniden gitmiş Kıbrıs'a. İkinci Kıbrıs Harekâtı'nı da yaşamış. Her gazeteci gibi. İlginç olanı, arkadaşı Teoman Erel'e yazdığı bir mektupta şöyle demiş:
"- Kıbrıs'ta ekonomik ve sosyal yönden müthiş bir durgunluk var. Önümüzdeki belli. Buna hazırlık olarak hiçbir tedbir alınmıyor. Bu konuyu hiç kimse ele almayı düşünmüyor, kimse de üzerinde durmuyor. Gelince bu konuyu işleriz..."
Bu yetkililere, sorumlulara Âdem Yavuz'un son sözleri gibidir. Kıbrıs'ta kışı düşünüyor musunuz? Bu sorunu kış gelmeden çözün yani...
Hasan Tahsin'den sonraki şehidimiz Âdem Yavuz.
Gazetelerde, Rumların elinde esirken Rum hemşirelerin, yüzüne sigara dumanı üflediklerini, hastane önünde vurulduğu halde, üç gün aynı hastanede ameliyat edilmeyip bekletildiğini okudum. Kendi kendine "Tanrım, neden benim canımı almadın da bunların eline bıraktın" diye inliyormuş. Rum faşizmini, birçok Türk gazetecisi gözleriyle gördü ve yaşadı Âdem Yavuz, canını vererek saptadı bunu. Ekleyecek söz var mı?
(28 Ağustos 1974)
NE YAPMALI?
İşkenceler, MİT'e götürmeler durdu artık derken, yeni bir haber geldi.
Ankara Merkez Cezaevi'nde eski TİP'li Erdal Orhan'la birlikte iki siyasal hükümlü daha var: THKO dâvasından ölesiye hapse hükümlü Sevinç Aktaş ile Hasan Ataol. Cezaları kesinleşmiş iki hükümlüye artık bir şey olabilir mi demeyin. Hasan Ataol'a değil ama, Sevinç Aktaş'a yapılıyormuş çok şey. Sevinç Aktaş'ı bilmiyorum, Hasan Ataol'u da. Adlarını gazetelerde olaylar sırasında okudum. Sevinç Aktaş kız değil erkek. Kız adı koymuş demek babası çocukken. Sık sık MİT'e götürülüyormuş Sevinç Aktaş. Cezaevine döndüğü zaman, elleri ayakları tutmaz oluyormuş. İşkencedendir elbette, bunu bilmeyecek ne var? Yalnız Sevinç Aktaş değil, olaylarla uzaktan bile ilgileri bulunmayanlar, uğruyorlarmış bu işlemlere.
Biz af çıktı, geride kalanların da çıkmalarına bir şey kalmadı derken, geçtiğmiiz dönemin işkencelerini kimler uygulama yüreksizliğini gösteriyor bakalım.
Olayların yansımasına bakacağım, yine duracağım bu konu üstünde. Hükümet sorumluları da durmalıdırlar, araştırmalıdırlar sorumlularını.
Kimin ne ettiği yanına kaldı, söyler misiniz bana, 30 Ağustos'ta emekliye sevkedilen General Ali Elverdi ne âlemdedir şimdi. Hışmından geçilmeyen o kadar askerî savcı, nerelere gitmişlerdir? Çoğunun sessiz sessiz çeşitli görevlere verildiklerini bilmiyor muyum? Geçmiş dönemin bıraktığı izleri, birer ders olması bakımından unutmadık biz. O dönemi uygulayanlar da unutmamalılar...
Sıkıyönetim dönemlerinde CHP bile basılmıştı. Sıkıyönetimden albaylar vs. gelip partide arama yapacaklarını söylemişlerdi. Tekirdağ Milletvekili Yılmaz Alpaslan'ın o zaman verdiği kavgayı unutamam...
İsmet Paşa'ya haber uçurulmuştu:
- Paşam, sıkıyönetimden gelip partiyi bastılar, arama yapıyorlar. Koca İsmet Paşa , yerinde doğrulmuştu. Boğuk sesiyle konuşuyordu:
- Bastılar mı? Ne buldular?
Yani, bırakın yapsınlar, birşey bulamazlar demeye soruyordu Paşa, Meclis'te ondan sonra yüklenmişti sıkıyönetim savcılarına, unutmamışsınızdır.
Bunca barış kavgasından ve dönem değişikliğinden sonra, MİT'e götürülüp işkence etmelerine inanmak istemiyorum doğrusu. Ama, işkence bir çeşit mi, işkencenin çeşit çeşitleri yok mu? Cezaevlerinden çıkıp işsiz bırakılanlara uygulanan, bir başka işkence değil mi ha?
Dursun Akçam, Kars'tan, Ağrı'dan gelmiş, o anlattı. Sığır etinin kilosu kıtlıktan on liraya satılır olmuş. Doğu'da kıtlık var evet. Fakat kıtlık, yokluk içinde bunalanlar bile Karaoğlan'a söz söyletmiyorlarmış. Doğudaki kıtlık bile, Ecevit'in başına çöreklenmiş bir şanssızlık olarak görülüyormuş. Söyleniyormuş Karslı kadınlar:
- Anam, anam... bu Halk Partisi'nin kara bahtı zaten. Ya savaş olur ya kıtlık. Şimdi ikisi birden geldi Ecevit'in başına...
Ecevit'in bunlardan başarı ile çıkmasını diliyorlarmış.
Erzurum'da Erbakan büyük törenlerle karşılanmış. Kars'ta ı-ıh... Ama, Kars'taki konuşmasını dinleyenler şaşırmışlar. Erbakan Hoca her şeyi kendisinin yaptığını söylüyormuş!
- Kıbrıs'a çıkarmayı yaptım. Filân filân yerlere fabrika kurulmasını emrettim...
Bu konuşma biçimi CHP'lileri deliye çeviriyordu ya, şimdiye değin içlerine atıyorlardı. Şimdi şimdi, "Bu böyle gitmeyecek" diyenler çoğaldı. Ama, formülü bulunamadı henüz. Ne yapmalı?
Evet, ne yapmalı?
CHP-MSP ortaklığı dağılsa, nasıl bir ortaklık kurulabilir? CHP - CGP mi? DP ile bir ortaklığın, CGP'den fazla farklı olmayacağını bilmiyorlar mı CHP'liler, biliyorlar elbet.
CHP'nin bir azınlık hükümeti kurmasını ise, Demirel bekleyip durmakta. "Hele bir kursalar da başlarına yıksam iktidarlarını" diye. Eski gücü kalmasa da, Senatoda çoğunlukta hâlâ. Mecliste de CHP iktidarı dediğimiz, 185 kişi, yalan mı?
Öbür partilerden kopmalar bu kopmaların meclislerde bağımsız gruplar kurmaları ve CHP ile ortaklığa gitmeleri. Bu da akla yakın geliyor ama, Nasrettin Hoca'nın çalılardan toplanacak pamuklara umut bağlamasına benzetiyor. O da zorca. Sonra bir de, "CHP mebus pazarı mı kuruyor?" söylentileri çıktı mı, daha da zorlaşıverir hükümet kurmak.
Fakat, öyle de görünüyor ki, MSP ile de yürümüyor işte...
Erken seçime, yanaşacak milletvekili ve senatörün çıkacağını kimse sanmıyor. Adamların daha terleri kurumadı baksanıza. Daha seçim kampanyalarında harcadıkları paraları çıkaramadılar ne bileyim...
MSP huyundan geçirilebilir mi, iktidar ortağı olmaya zorlanabilir mi? MSP'lilere bakıyorum, hayli pişkinler. "Yok canım, ne olmuş ki?" diyenden geçilmiyor.
Ne yapmalı yani?
(4 Eylül 1974)
SÜLEYMAN BEY!
Yıl, 1964'ler olmalı, Süleyman Bey'in AP Genel Başkanlığına adaylığını koyacağının söylendiği günler. Süleyman Bey'in Ankara'da Sümer Sokak'taki işyerine gazeteciler baskın yapmışlardı. Gazetecilerin arasında, o zamanlar Yeni Gazete'nin Ankara Temsilcisi olan Emil Galip Sandalcı da var. Hattâ gazetecilerin en eskileri olduğundan bir çeşit onların başkanı sanır gören. Süleyman Bey'le yapılan o konuşma gazetelerde çıkmadı. Konuşma ilginçti, orada geçenler ilginçti de ondan. Hoş, bu sıralar Süleyman Bey bazen kendi bazen yaver-i has imzasıyla açıklamalar, tekzipler yollamakla vakit geçiriyor. Aktaracağım görüşmelerde bir eksiğim varsa yalanım varsa, düzeltir. Seviniriz...
Daha çok kimse Süleyman Bey'i pek bilmiyor o zamanlar. Bilse eski Su İşleri Genel Müdürü biliyor o kadar. Su İşleri Genel Müdürü'nü kim tanır, biliyor muyum şimdiki Su İşleri Genel Müdürü'nü? Neyse, sordular Süleyman Bey'e:
- Adalet Partisi'nin Genel Başkanlığı'na adaylığınızı koyuyorsunuz, AP'nin programında bir değişiklik yapacak mısınız?
Süleyman Bey, o sonradan öğrendiğimiz pozunu aldı. Gerdanını kırdı, boynunu uzattı, karşılık verdi:
- Hayır beyler, AP'nin programı değişmeyecektir. Biz ithal malı doktrin ve görüşlerle yönetim taraflısı değiliz. Biz, kendi halkımıza uygun elbiseyi dikeceğiz... filân.
- Sadettin Bilgiç'le sizin aranızdan bir fark var mı?
- Hayır yoktur. O da benim arkadaşımdır. Önemli olan hizmette nöbettir, AP'ye hizmettir... filân.
Süleyman Bey, tam bu sözleri söylediği sırada, yanında oturan, gazetecilerin de pek tanımadıkları bir adam söze karıştı. Süleyman Bey'in arkadaşlarından biri olmalıydı:
- Nasıl böyle söylersin Süleyman? Sen halk içinden çıkmış biri değil misin? Sosyalist değil misin?
Herkes sustu. Süleyman Bey, gazetecilere, "Bir dakikanızı rica ederim beyler" dedi, arkadaşının elinden tuttu. Arkadaşı içinden: "Eyvah, bir skandala sebep oldum. Herhalde şimdi beni azarlayacak..." diye düşünüyordu.
Süleyman Bey, arkadaşının elinden tuttuğu gibi, onu yandaki kardeşi Şevket'in odasına götürdü, şöyle dedi:
- Yanu, deli misin, ben elbette sosyalistim. Başka bir düzende de Türkiye'nin kalkınamayacağını biliyorum. Fakat, halk çoğunluğu bu kelimeye karşı alerji duyuyor. Bu kelimeyi söylersek, hiç bir başarı sağlayamayız... filân.
Bu olayı neden anlattım? Süleyman Bey'in sosyalist olduğunu açıklamak için, yahut onu da sosyalist yapmak için mi? Bana ne? Alpaslan Türkeş, "Asıl sosyalist biziz" demedi miydi?
AP Genel Başkanı seçildikten sonra sormuştum açık açık:
- Mason olduğunuz söyleniyor, doğru mu?
Atlatmıştı, lâfı gargaraya getirip...
AP büyük kongresi yaklaşıyor. Süleyman bey günün konusu olacaktır. Yine sola, sosyalistlere ağır sözler söyleyecek, onlara çatarak oy toplamaya uğraşacaktır delegelerinden. Bu da yeni bir şey değil, Türkiye'de. Süleyman Bey, arkadaşlarına nasıl olduğunu, ne düşündüğünü söylüyorsa öyle konuşsaydı yığınların karşısında, ne olurdu diye düşünüyorum durum?
Önce kendi durumu, herhalde böyle olmazdı ne bileyim? İsmet Paşa, Süleyman bey'e bir türlü güvenemedi. Önce, doğruluğuna güvenemedi. Sık sık söylerdi:
- Şurada bana söz veriyor, ayrılıyoruz. Girip zıddını yapıyor nasıl güvenebilirim?
Liderler, tükenmişlerse kimseye kabahat bulmayıp, bunu önce kendilerinde aramalılar. Süleyman Bey iktidarı için en az yirmi yıl biçilmiyor muydu? Altı yılda tükeniverdi işte. Artık yapacağı yoktu Türkiye'de çünkü. Farkında mısınız besleyip yapay olarak yaşattığı naylon basını bile zarar vermeye başladı Süleyman Bey'e. AP örgütünün tutmadığı kişiler, Süleyman Bey'in adamı olsa, onun için canını veriyor görünse ne çıkar...
Dostları ilə paylaş: |