Süleyman Bey'i aradığımız olmadı mı? Özellikle 12 Mart döneminde, onca işkence yapılırken. Süleyman Bey, çok kızdığı eski başbakanlardan birine bir gün:
- Faşist bu... demişti. Demek, faşizme onun da vardı öfkesi.
Süleyman Bey için iyi şeyler yazmak istediğim oldu. Fakat gelmedi elimden. Onu hep yukarılarda tanımladığı biçimde dinledim yakınlarından. Seçimleri elden kaçırdığı, başa geçemediği için üzgün olmalı. Ama daha elinde AP Genel Başkanlığı var. Şimdi onu elde tutmağa uğraşıyor. Büyük kongreden önce istifa eder mi, ben sanmıyorum. Büyük kongrede de kazanır mı? Görünüşe göre evet. Ama, ondan sonra ne olur? Sorun burada...
(10 Eylül 1974)
FAŞİZM GERİLEDİ Mİ, SİNDİ Mİ?
Emekli malûl Hava Yüzbaşısı Şemsi Yumlu, şöyle yazmış:
"MSP'nin Atatürk Orman Çiftliği'nde Bira Fabrikası yanına bir cami yaptırmak istediğini ve Korkut Özal'ın resmî okul ve müessese müdürlerini cami veya mescit yapımına teşvik ettiğini yazıyorsunuz.
Bu bana 1936 yılında yaşadığım bir anıyı hatırlattı: 1936 yılında Heybeliada Deniz Harpokulu Lise 3 öğrencisiyim. Günlerden pazar, aylardan Nisan veya Mayıs.
Lise ve Harpokulu öğrencileri izinde. Ben nöbetçi öğrenciyim. Nöbetçi heyetinde bir nöbetçi amiri binbaşı, bir nöbetçi subayı üsteğmen, bir Harpokulu öğrencisi, bir de lise son sınıf öğrencisi var.
Saat, sabahın 10-10.30 sularında deniz tarafında vapur iskelesiyle mendirek arasında tek başıma bir aşağı bir yukarı dolaşıyorum.
Bir ara rıhtıma bir sivil motorun yaklaşmakta olduğunu gördüm. Derhal koşarak oraya gittim. Düdük çalarak motorun uzaklaşmasını işaret etmek üzere iken motorun kıç tarafında ayakta heykel gibi duran sarışın mavi gözlü kişinin Atatürk olduğunu tanıdım. Selâm durumuna geçtim. Motor yanaştı. Atatürk elini uzatarak benim elimi tuttu ve rıhtıma atladı. Komutanın nerede olduğunu sordu. Arkasında beş-altı kişi daha vardı. O sırada nöbetçi amiri ve subayı da koşarak geldiler. 2-3 dakika sonra Okul Komutanı Bilâl Bey de koşarak geldi. Rıhtımdan okula doğru ilerlerken Atatürk eliyle okulun içindeki minareyi göstererek:
- Bu ne?... dedi. Bilâl Bey:
- Okul camiinin minaresi efendim... Atatürk:
- Yakışmıyor, hiç yakışmıyor. Bir müsbet ilim müessesesinde ve askerî okulda bu camiin ve minarenin işi ne? Bunu derhal yıkın... dedi.
Minare iki gün sonra yıkıldı. Öteki nöbetçi subaylarının, Atatürk'ün yanında olanların adlarını hatırlayamıyorum. Fakat bu hatıraya en az 10-15 kişi tanıktır. Ve okuldaki minarenin iki gün içinde yıkıldığını şimdi hayatta olan bütün deniz subaları bilirler.
Ne kadar hazindir ki, aradan kırk yıl geçtikten sonra Parlamento binası içinde ve okullarda cami yaptıranlar bulunuyor..."
Bu mektubu neden yayınladım? Kapitalizmin bir uçtan oyuncağı ve âleti durumuna gelen gericilerin, din sömürücülerinin yıldırımlarını çekebileceğini bilmiyor muyum? Atatürk inançlara saygılı idi. Türkiye'de de inançlara saygı kuralı kökleşmiştir. Ancak, geçirdiğimiz kısa dönemde din sömürüsünü göre göre, çok inanmış insan, inancından, dininden soğudu. Namaz kılan görüp de, "Acaba ne var bunun altında?" diye düşünenler bile vardır ne bileyim. Türkiye'de din sömürüsü yasaktır, suçtur. Devlet olanaklarını, gelecek seçimler için bu yolda kullanmak ise, yaşamasını istediğimiz Türk demokrasisini hançerlemekten başka şey değildir.
*
Dün, Şili'de faşizmin demokrasi üstüne çöreklenişinin yıldönümüydü. Şili'deki uygulamaların faşizmin bir başka biçimde benzeri Türkiye'de de vardı. İşkenceler durmamıştı. Sıkıyönetim Mahkemeleri adaletle uzaktan yakından ilgisi olmayan kararları veriyorlar, gençler, aydınlar süründülüyordu. İşkencelere, MİT uygulamalarına askerler de karıştırılmıştı. Bir yandan askerî yargı yaralanırken, bir yandan askerler -olup bitenlerden- sokağa çıkamaz duruma gelmişlerdi.
Türkiye'de eziyetler, işkenceler demokratik güçleri yıldırmadı, biledi daha çok. Demokratik cephe 14 Ekim sınavını başarıyle verdi. Bu büyük ölçüde Türkiye'de faşizmin gerilemesi, geriletilmesiydi. Tüm solun oylarını da toplayan Ecevit kendine bir ortak bularak iktidara geldi. Zaman geçtikçe daha da büyüdü. Bu, Türkiye'de faşizmin gitgide gerilemekte oluşunun somut örneğidir bence. Gerilemiş ama, ortadan kalkmış mıdır? Sinsi sinsi çalışmasını sürdürmekte değil midir? "Değişen birşey yok ki ortada" diyenlerin anlatmak istedikleri bu değil mi?
Kıbrıs olayları, Ecevit'e yeni puanlar kazandırdığı gibi, geçmiş dönemde hayli yara almış olan askerleri de, o güç durumlarından kurtardı. Herhalde, askerler bundan böyle faşist uygulamaların oyuncağı durumuna kolay kolay getirilemeyeceklerdi. Bu dersin alınması da az şey olmasa gerek.
*
Bulgar Elçiliğinde önce verilen kokteyle ne kadar çok kişi gelmişti. Belki de Bulgarlar'ın ulusal bayramları olduğundandı bu. Faşizmden kurtuluş bayramı... Türk Hükümeti, Bulgarlara yakınlık olsun diye, bugün için Çalışma Bakanı Önder Sav'ı, törenlerde bulunması için Sofya'ya göndermişti.
Elçilikteki kokteyle, Senato Başkanı Tekin Arıburun, Dışişleri Bakanı Turan Güneş, Hava Kuvvetleri Komutanı Emin Alpkaya ile ilk kez, uzun uzun konuştum. Tabiî Senatör Haydar Tunçkanat da vardı.
Sonra kokteylde, Nezihe Meriç, Salim Amca -Salim Şengil- Özdemir İnce, Cemalettin Ünlü'lerle bir grup yaptık. Kendi aramızda konuştuk. Nezihe Meriç yasal adıyla Nezihe Şengil de aftan yararlanıp, ortalığa çıkabilenlerdendi. Uzun süre "Kimble" olarak dolaştı ülkesinde...
Gazeteciyim ya, birşeyler bildiğimi sanarak soruyorlardı:
- Ne oluyor kardeşim, ortaklık bozuluyor mu?
Aman bozsunlar şu ortaklığı, erken seçime gitsinler...
- Faşizm geriledi mi, sindi mi ha, ne dersin?
Üzerinde daha durulacak konu doğrusu...
(12 Eylül 1974)
OZANLARLA POLİTİKACILAR...
Ünlü ozanımız Fazıl Hüsnü Dağlarca'ya Yugoslavya'nın Struga kentinde verilen "Altın Çelenk Ödülü" olayı, Türk kamuoyuna gereği gibi yansıtılmadı. Bir Yeniortam'ın sanat sayfasında buna ilişkin haber çıktı doğru dürüst. Yugoslavya'daki törene katılan sanatçılardan Cengiz Bektaş, Türkiye'ye döntükten sonra orada olup bitenleri, yaşantılarını bir mektupla bildirdi. Dışişleri yetkililerinin, basının sustuğu, görmezden geldiği bu önemli olayı genişçe yansıtmamı istiyor sanıyorum. Sanatçılar, bir yerde de göbeklerini kendileri kesip haberlerini de kendileri veriyorlar. Törene çağrılıp katılanlar şu sanatçılar:
Fazıl Hüsnü Dağlar, Behçet Necatigil, Turgut Uyar, Tahsin Saraç, Talât S. Halman, Bekir Yıldız, Tomris Uyar, Cem Yayınevi Yönetmeni Oğuz Akkan, çevirmen Ozan Said Maden ve Cengiz Bektaş.
13 yıldan beri verilen "Altın Çelenk Ödülü"nü şimdiye değin alanlar arasında Pablo Neruda da var. Cengiz Bektaş anlatıyor işte:
"Önceki günlerde hepimiz değişik kentlerde şiirlerimizi Türkçe okuduk, şiirlerimiz Yugoslav dillerine önceden çevrilmişti. Hemen ardımızdan çevirileri Yugoslav sanatçılar okudular.
Hepimiz heyecanlıydık. Televizyonlarla bütün Yugoslavya'ya canlı yayın yapılıyordu. Bütün foto muhabirleri, aşağı yukarı 40 ülkeden çağrılı Rus'undan Perulu'suna ozanlar. Bir ana-baba günü, daha doğrusu gecesi. Kıbrıs günlerinin içinde, Türklerin barbar tanıtılmak için her türlü hokkabazlığın yapıldığı günlerde, bir Türk ozan çok önemli bir uluslararası ödül alıyor, dostluk, insanın sevgisi, barış gibi en güzel duyguları konu edinen bir Türk ozanına, bir başka ülkede, bloksuz bir ülkede ödül veriliyordu. Futbol maçı olsaydı, güreş olsaydı bu olay herhalde değişik olurdu. O gün güncelerimizin art yüzleri boy boy takımın ya da güreşçinin resimleriyle dolardı. Spor Bakanı, genel müdürler, hele hele küçücük bir başarı olsun, örneğin beraberlik falan, daha önemli kişiler lâflar ederlerdi. Bir "barış ozanı" uluslararası üne erse de uluslararası taçlandırılsa da ilgilendirmiyordu Türkiye'yi. Yalnızca bir konsolos yardımcısının kendi kişisel telgrafı dışında, ne Belgrat Büyükelçisi'nin, ne örneğin Kültür Mesteşarlığı'nın bir telgrafı. Ne Türk Televizyonu, ne şu ne bu...
Dağlarca her şeye değerdi. Ama, yalnız o kadar değildi. Onun kişiliğinde Türk edebiyatına da bir değer biçiliyordu. Yunus'un sözlerine beş yüz yıl sonra bile erişememiş 72 millet yâr gerek... Sevgisine erişememiş Batı'nın karşısında, Türk şiiri bir kez daha ses veriyordu. Kime ne? Ben utanıyorum, bilmem sen ne düşünüyorsun?"
Benim ne düşündüğüm o kadar önemli değil. Başbakan Ecevit, Dağlarca'ya bir kutlama telgrafı gönderdi. Onu biliyorum. Çok kimse bu mektubu okuduktan sonra, örneğin Süleyman Bey, yaver-i has ne düşünür, onu bulmaya çalışıyorum.
- Bu kadar solcuya kim pasaport vermiş böyle? Yugoslavya'da babalarının evi gibi cirit atmışlar bakalım...
TRT'ciler ne düşünür, onu nasıl öğreneceğim?
Öyle cirit atıp şiirler okumuşlar ama, fabrikalarda işçilere okumuşlar. Siz şiir dinleyen işçi, köylü gördünüz mü hiç? Şiiri Türkiye'de kentsoylular dinler, şiirler sanki onlar için yazılmıştır. En tutucu aydının evinde Nâzım'ın kitaplarını bulabilirsiniz de belki, bir işçi evinde Nâzım'ın kitabına uğrasalar sürüm sürüm süründürürler işçiyi.
Dünyanın çok yerinde Türkleri Nâzım'la tanırlar. Hiç bir Türk elçisi Türkiye'yi dünyaya tanıtmada Nâzım kadar etkili olamamıştır. Türkiye'yi Süleyman Bey'lerle yaver-i has'larla değil, ünlü sanatçıları ile tanıyorlar işte, yalan mı?
Amerikalı ozan, Joseph North'un "Nâzım Hikmet İçin" şiirinden alınan parçayı çok sevdim. Şiir, "Yazdık Nâzım Nâzım Diye" adlı kitapta çıktı. Joseph North, Nâzım'ın Bursa Cezaevi'ndeki günlerini yansıtmak istemiş. Şöyle bir bölüğü:
"Yaşıyor mu?" diyoruz, biz Amerikalılar soruyoruz,
Ve konsolos:
"Bilmiyoruz" diyor "kendi hükümetinizden sorun"
Böyle diyorlar Nâzım,
Bir parçacık olsun, yüzleri kızarmadan
"Kendi hükümetinizden sorun" diyorlar.
Bize söylemiyorlar, kardeşim
Evet demiyorlar,
Hastasın, ölmek üzeresin belki öldün,
Ya onlar? Onlar kuvvetlidirler.
Bizim B-29'larımız, demir tanklarımız, çelik mermilerimizle
Bizim atom enerjimizle kuvvetlidirler.
Kuvvet bu değil mi?
Öyleyse uzakta bir Anadolu hastenesinde yatan
Küçük bir insanın
Yaşayıp yaşamadığını söylemiyorlar?
...................."
(15 Eylül 1974)
SOL PARTİ GÜÇSÜZ OLUNCA...
Ankara'da devlet çarkının yakınında olmanın bir özelliği var. Bütün kokuşmuşlukları ciyfeleri seyrediyorsunuz, işte. Çoktan kokmuş balığın kokusunu izleye izleye. Bir yandan burnunuzu tutuyor, bir yandan koşturuyorsunuz habire.
- En bozulmuş yeri, şurada mı, burada mı? Şuradan mı işe başlamalı, buradan mı?
Türkiye'de yedi ayda çökertilmiş devlet ve kamu düzeninin üstesinden öyle sol-sağ ortaklıklarla değil, bir sol iktidar yahut sol-sosyalist partiler ortaklığı ile gelinebileceğini düşüyorsunuz. Ancak, olanağı var mı bunların? Sosyalist Parti güçsüzdür. Sol, Türkiye'de geçirilen olaylar nedeniyle mi ne, yorgun, argın. Sargısı yeni çözüldü daha... 12 Mart'ta CIA parmağı arayanlar, bunda haklıdırlar. Ecevit 12 Mart'a karşı çıkarken bir yönüyle bundan dolayı haklıydı.
Yedi ayda düzenin nasıl komikleştiğini örnekleriyle vermek o kadar kolay ki.
İki gün önce, Türkiye'de bir konuk Bakan vardı. Irak Ticaret Bakanı Hikmet El-Azzavi. Fehim Adak'ın konuğu, yani Türkiye'nin konuğu olarak gelmişti ülkemize. İki Ticaret Bakanı oturup konuşurlarken, telefon çaldı. Telefon Başbakan Yardımcılığındandı. Erbakan yöresinden yani.
- Sayın Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan, Sayın Hikmet El-Azzavi'yi kabul etmekten şeref duyacaktır.
Kalkıp gidildi. İçerdeki konuşmalar ne oldu? Erbakan, yeni bir skandalın bir başka perdesini aralamakla uğraşıyor gibiydi. Hani şu, hükümetin karar almadığı konularda yabancı bakanlarla sorumsuzca konuşması, "Sizinle birlikte fabrika, liman yapalım..." filân.
Erbakan sordu:
- Daha önce Ekonomi Bakanı ile konuşmuştuk. Birlikte fabrika, liman yapacaktık...
Konuk bakan karşılık verdi:
- Biz belli bir proje detayları üstünde durmuyoruz. Türkiye ile dostluk ve işbirliğini ilerletmek istiyoruz. Irak ile Türkiye ilişkileri geliştirilmelidir. Bizim kanımız budur.
İki bakan da oruçlu olduklarından birşey içilmedi. Dışarı çıkıldı. Iraklı Bakan, gazetecilerin sorularını karşıladı. Bu bir nezaket ziyaretiydi. Belli bir konu görüşülmemişti.
Erbakan öyle yapmadı. TRT muhabirine bir demeç vererek, Irak ile ortaklaşa yapılacak fabrikalar ve limanlar konusunun görüşüldüğünü söyledi...
TRT, bunu bütün Türkiye'ye yaydı.
İstifa etmiş bir hükümetin bakanı, böyle uyduruk demeçler veremez.
Devlet ve kamu düzeni nasıl alak bullak edildi. Ticaret ve Sanayi Bakanlıkları kadroları öylesine yetersiz, örümcek kafalı MSP'lilere dolduruldu ki bunları bir CHP-DP ortaklığıyla temizleme olanağı görünmemekte. Adam, birinci dereceye getirilip oturtulmuş, görevinden alacak olsanız yine en yüksek dereceyle yani o derece kadrosuyla danışmanlığa alacaksınız. Birinci dereceden kadrolar zaten dolu. Yerine getireceğinize verecek kadro dereceniz bile yok. CHP'nin hiç devlet hizmeti görmemiş yetenekli kişiler için bulduğu formül, gerçekte yararlı olabilecekken bunun kötüye kullanılabileceğini hesaplıyamaması başına işte bu dertleri açtı. Sanıyorum, örnek getirilen İsmail Cem olayı benzerleri işte böyle kötüye kullanıldı durdu. İlke iyi, ama uygulama baştan sona kötü. Hoş, CHP'lilerin İsmail Cem'den de pek hoşnut olduklarını kimse sanmıyor. Bir CHP-DP ortaklığında iş görecekler için yeni kadrolar alınabilecek mi? MSP'lilerin kadroları nasıl olsa evladiyelik... Danıştay kapıları da var. Eee, adamların kendiliklerinden hiç değilse emekliliklerini istemeleri bekleniyorsa hava alınır. Yeni iktidarlar, yedi ayın parazitlerini besleyecekler ölesiye, görün bakın. Süleyman Bey'in Ziraat Bankası'ndan kardeşlerine krediler sağladığı, yıllarca çalkalandı durdu. MSP'lilerin Ziraat Bankası'na yaptıkları baskılar daha çıkmadı ortalığa, kamuoyuna.
Ortaklıklarla yürütülecek, Türkiye'de en büyük eksiklik, sosyalist partilerin güçlü olmayışı işte. Çıkıyor bu ortaya. Sol-sağ ortaklığı tuzla şeker karışımı gibi bir şey. Öylesine gülünçlü, Avrupalarda sol partilerin ortağı, ılımlı, aşırı sosyalist ya da komünist partilerdir. Bu olanaklardan yoksunluk, Türkiye için en büyük eksik. Bir CHP-DP ortaklığında yarın, Demokratikler ortaklarının ayağını çekmeye başlayınca, tökezletmiye girişince göreceğiz.
Demokratikler, öyke kısa sürede seçim filân da istemiyorlar. Uzun zaman iktidar olup, şöyle nimetlerini kaçırmadan seçimlere varmak istiyorlar. Hattâ, o kadar ince hesaplar var ki, kulislerde konuşuyorlar:
- Şu CHP ile ortaklık, AP kongresinden sonra olsaydı çok iyi olacaktı...
- Niye?
- İşte...
- Canım neden işte?..
- İşteden işte...
DP'lilerin kafasındaki, hiç zarar görmeden bu ortaklıktan kârlı çıkmak.
Bir söylentiye, yoruma göre de, CHP-DP ortaklığını, Süleyman Bey de istemekteymiş. DP iktidar olursa, ben AP'de paçamı kurtarırım diye.
Şimdi Demokratikler, vaktiyle AP'nin içindeydiler. Kendine rakip istemiyen Süleyman Bey güçlü kişilerden çok korktu. Bazı çevreleri de hoşnut etmek için açık açık attı AP'den onları. En çok, Yüksel Menderes'den korkardı. O zaman uyaranlar olmuştu Demirel'i:
- Yapma, partiyi parçalayacaksın.
- Parçalanırsa parçalansın.
- Yıkacaksın ama...
- Yıkılırsa yıkılsın.
Şimdi bir enkazın içinde kurtarmaya çalışıyor kendini.
Meclis kulisinde seyrettim onu. Enkazın içinde dimdik yürüyordu.
(22 Eylül 1974)
YEMİŞEN...
Bayanlar, kendi aralarında Süleyman Bey'e veryansın ediyorlardı. Bir arkadaşları da AP Milletvekili eşiydi. Konuşurken ona baktılar, şöyle yan gözle:
- Konuşun, konuşun. Ben evde Süleyman Bey övgüsünden bıktım. Kocama da söyledim. "Bana bak, evden içeri girer girmez politikayı bırakacaksın, Süleyman bey'in de dışarda kalacak..." dedim.
- Abuzittin Bey, MİT kontenjanından girmiş, duydun mu?
- Duymadım ama, şaşmam.
MİT üstüne ne kadar yazdım, durdum. Geçenlerde Çin Halk Cumhuriyeti'nin 25'inci yılı törenleri nedeniyle Elçilikte verilen kokteyldeydim. Bir generalle tanıştım. Tuğgeneral... "İstihbarat"taymış. Ne biçimde olursa olsun, okuması hoşuma gitti. O sordu:
- Size bir sorum var: Yazılarınızdan pek anlaşılmıyor. Sizce MİT, gereksiz mi, yoksa düzeltilmesi mi gerekiyor?
İçki dağıtan ak gömlekli görevliden bir viski alarak karşılık verdim:
- İkincisi daha doğru paşam!..
Kara Kuvvetlerinden ama, öğrendiğim kadarıyla daha önce MİT'te çalışmış. Bende kötü bir izlenim bırakmadı. Ben de onda iyi izlenim bıraktıysam, ne iyi...
- Şu, Çinlilerin kendi içkileri, bundan bir deneyin bakın...
- Yok, gerekirse sonra denerim.
Böyle toplantıların en geçerli içkisi viski herhalde. Sosyalistleri az mı taşlarlar, "heyy, viski içiyor adamlar" diye. Asıl kapitalist içkisi viski, öyle ya.
Sabahlar, çok kez Gençlik Parkı'nın içinden geçip yürürüm. Ağaçların arasından çiçekleri seyretip yürümek daha dinlendiriciymiş gibi gelir.
Dikenli, yeşil yapraklar arasında, dallarda küçücük kırmızı kırmızı meyveler. Nohut büyüküğünde çoğu, ama dallar dolu haaa. Anadolu'da alıç dedikleri, bir çeşit gelin elmasının daha bir küçüğü meyveler Park çöpçüsüne sordum:
- Bunlar yenir mi?
- Yenir amma, tatsız. İki tane yiyince burkar adamın boğazını.
- Adı ne bunların? Alıç cinsinden olacak...
Güldü, tanış çıkmışız gibi.
- Alıç değil. Onun ufağı. Buna, yemişen derler, böyle biter dağlarda işte.
Yemişen, yemişin küçüğü demek belki...
Demek o da tadına bakmış tadına. Süpürdü, gitti parkın yollarını...
Çöpçü sigortalıdır değil mi? Anlaşma olmasaydı greve gideceklerdi Ankara'da da. Karısı da sigortalı mıdır, yoksa evlere gündeliğe, haftalığa mı gider? Nasıl da yorulurlar. Canlarını çıkarırlar alimallah evlerde. Geçimi nasıl sağlaycaklar?
Emine Hanım, karıma öyle demiş:
- Siz, yakınırsanız biz ne yapalım? Kolum kanadım kırılıveriyor. Geçim ne kadar zorlaştı?
Sosyal Sigortalar, bir çeşit soyuluyor, fakat kimse oralı değil biliyor musunuz? Çalışmıyan, evlerinde örgü ören ne kişiler sigortalı gözükmektedir. Naylon gazetelerin naylon kadrolarında ne böyle sigortalılar vardır, bir kurcalasalar. Ne kolay yoldur, evde oturacaksın, çalışanlar gibi oturduğun yerden zamanı gelince emekli ne olacaksın. Ne memleketmiş be! Sigorta primi yatmıyor mu, yatıyordur o kadarı, vergi bile yatıyordur açıktan.
Buradan, şuraya gelebilir miyim acaba? Bütün halkın sigortalanması, yaşlanınca emekli olması. Emeklilik, sigortalılık mutlu azınlığı değil, yığınların da hakkı. Ama bu sömürü düzeninin değiştirilmesine bağlı.
Acaba, düzen değişir diye mi razı olmuyorlar seçimlere? Bin dereden su getiriyorlar işte, görüyorsunuz.
Kitleler, politikacının yanlışını buldu mu, aksadığını gördü mü gözünün yaşına bakmaz. Taa tepelerden indiriverir aşağılara, düzlüklere. Karaoğlan, o kadar tutundu, Türkiye'de halk gözünde. Biliyorum bunları. Gelgelelim, halkın sıkıntıları bastırdı mı yenmeye de başlar. Adana'da pamuk taban fiyatının açıklanmasını bekleyenler, çeviriveriyorlardı radyonun düğmesini. Belki bunlardan Bülent Bey'in de haberi olmuyordu.
Can boğazdan gelir doğru, ama halk bir umudunu da yitirmek, onu da harcamak istemiyor. Çok yerde ortalık pahalı deyince susuyorlar ha, konuşmuyorlar, konuşturmuyorlar da.
Sandık başlarına gidince konuşacaklar bir iyicene. Yemişenler boğazlarını burksa da, yırtsa da alacaklar sonucu bu kez.
(10 Ekim 1974)
KARIŞIK İŞLER...
Bir sergide gördüm Başbakan Ecevit'i. Uzun zaman var, görmüyordum. Bayram tatilinde Ankara'da değildi. İstanbul'da Belgrat Ormanları'nda eşi ve birkaç arkadaşıyla dolaştı.
Sergide, yüzyüze gelince kısaca Güneş ve Barbro Karabudaların başlarına gelenleri konuştuk. Güneş, şöyle demişti:
- İsveç basını, Türkiye'de başımıza gelenlerden dolayı ateş püskürüyor. Fakat biz İsveç'e varır varmaz basın toplantısı yapacağız, "Bize uygulanan işlemlerde Ecevit'in en ufak kabahati yok" diyeceğiz...
Ecevit, sevindi bayağı. "Sağolsunlar" dedi.
İsveç basını, Karabudaların başına gelenleri gerçekten büyütmüş. "Güvenlik Polisi, Ecevit'e savaş açtı" diyormuş.
Londra Radyosu, iki gün önce, 14 Türk gazetecisinin Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne verilmesi olayını "Türkiye'de 14 gazetecinin en az beş yıl ağır hapsi isteniyor" biçiminde verdi. Prof. Sadun Aren'in 1968'lerde katıldığı bir toplantı nedeniyle Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde yargılanmasına ilişkin haberi verip vermediğini bilmiyorum, izleyemedim.
Başbakan Ecevit, Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı'na yolladığı telgrafta "Özgürlükçü demokrasiyi kısan yasalar değişmeli" diyordu.
Anayasa Mahkemesi, Devlet Güvenlik Mahkemelerine ilişkin Anayasa değişikliklerini görüşmekteydi bir yandan. Türkiye'nin başında "Faşizm" bulutunu gezdirenler hiç oralı değilmiş gibiydiler. Altan Öymen, en iyisinin adam yakalayıp "Teşhir etmek" olduğunu söylüyordu. Ağaçlara bakmaktan ormanı göremeyecektik ona kalsak. Oh, ne alâ. Altan bağışlasın beni, beklemediğim karşılıkları verdi. Ne kadar da öfkelendirmişim? Eee, faşizm bu. Çin işi Japon işi değil.
Belki yazdıklarımdan dolayı ben de yeniden mahkemelere verilir, yargılanırım. Olmadı değil. Ama, yargılanırken, ülkem için yurtdışında kötü şeyler yazılır, çizilirse bundan üzülürüm. Herkes üzülür. O zaman, bu işlerde bir terslik olduğunu düşünmek isterim. Yani, ülkedeki güçlerin de Türkiye'nin dışardaki onurunu yaralayabileceklerini düşünmelerini isterim. Haksız mı olurum? Nihat Erimler, Ferit Melenler, Devlet Güvenlik Mahkemeleri ile ilgili Anayasa değişikliklerini gerçekleştirenler neden yargılanmazlar? Karışık işler doğrusu.
Türkiye'de bir 14 ekim seçimleri oldu. Çok şeyin değişeceğini söyledik bu seçimlerden sonra. Direniyorlar:
- Hayır efendim, kim diyor değişmiş diye? Zırnık değişmedi ülkede...
Faşizm birazcık sindi o kadar. Ecevit Hükümeti iktidardan gider gibi olunca da, örtülmüş gibi sanılan pençe sıyrıldı yavaştan yavaştan...
Dışarıya ne güzel bir görüntü vermeye başlamıştık. Yunanistan'da cuntalar vardı, Türkiye kurtulmuştu çoktan bunlardan. Bir af çıkmıştı, aftan yararlananlar birer ikişer, ağır aksak işlerine güçlerine başlayabiliyorlardı bile. Kolay olmuyordu elbet, yaraların sarılması. Kimse daha farkında değildir, ne kadar işsiz aydın var Türkiye'de aftan yararlanan? Çok kimseyi ırgalamayabilir de belki ne bileyim. Örneğin, bir Sait Çiltaş... Daha bir görev alıp çalışamadı. Çoluğu çocuğu ile ortada. Adlarını sıralaması zor, sayıları bini aşkın genç subay emeklileri... Emekli üsteğmen, emekli teğmen, emekli assubay... Genç yaşlarında, çalışabilecek çağda boş oturuyorlar. Emekli Sandığı karar veriyor, "Bunlar görevlerine dönebilir" diyor. Yani Ordu'ya. Fakat, dönemiyorlar. Suçları: Bir yönetmelik hükmü; "Yasalara aykırı düşünceler taşımak" aftan da yararlanmışlar. Neden dönmesinler görevlerine? Haydi dönemediler. Neden kamu kuruluşlarında görev alarak emekliliklerini canlandırmasınlar?
Ne yapacağız, nasıl savaşacağız haksızlarla, yasalara, Anayasaya aykırı tutum ve davranışlarla?
*
Sovyet kemancısı David Oystrah ölmüş. Davit Oystrah'ı dinledim ben, Nâzım'ın şiirinden biliyorum. Nâzım, yurtdışına kaçıp gittikten sonra 1 Temmuz 1957'de "David Oystrah'a Mektubumdur" şiirini yazmış. Şöyle:
İstanbul'a gitmişsiniz.
Konserinizdeymiş.
Çok bahtsız bir kadını bahtiyar etmişsiniz, bakmış parmaklarınıza.
Mektubunda: "Unuttum herşeyi" diyor.
Kahırlarından başka unutacak şeyi yok.
"Ağladım" diyor. "ferahladım".
"Dünya", diyor, "güzel, içim rahat"
Yağmura uzanan iki yeşil yaprak gibi gözleri
Siz kıskandığım biricik insansınız üstat.
(22 Ekim 1974)
ALİ GALİP'İN OYUNU...
Feyzioğlu'nun CGP'yi ayakta tutmak için Irmak Hükümetine böylesine sızdığı söyleniyordu. Radyoları dinleyenler fazla birşey öğrenmediler ama, gazete haberleriyle Bedri'nin karikatürleri açık-seçik anlatıyordu herşeyi. Muhsin Batur, Ulaştırma Bakanlığı'nı reddetmiş, CHP'ye girmeyi yeğ tutmuştu. Son günlerde bazı CGP'lilerin daha CHP'ye geçecekleri söylentileri yaygınlaşınca usta oyuncu Turhan Bey, adları çıkacakları bir bir piyasaya sürdü. Nebil Oktay'ı zaten öteden beri solcu derlerdi. Fakat, ne yapılır, edilir de CHP'den uzakta tutulabilirdi? Biri, bakan yapmak, ikincisi Meclis kürsüsünde CHP'ye sövdürmek. Turhan Bey, Nebil Bey'e ikisini de uyguladı. Meclis'te CGP'lilerin konuşmalarını titizlikle izlemişimdir. CGP sözcüsü çıkıp konuşuyor, bırakın adamı konuşsun, değil mi? Hayır, Turhan Bey boyuna yerinden hademe ile kâğıtlar gönderir:
- Şunu da söyle... "Komünistler" de, "Anarşistleri korudunuz" de... Kürsüdeki, okur bu gönderilenleri. Vee, bağlanır partisine, ayrılamaz. Bu eski bir kuraldır, her dönemde geçerli oldu Türkiye'de...
Dostları ilə paylaş: |