- Çocuğunuzun bir olaydan dolayı karakola götürüldüğünü, ancak "kefaletle" serbest bırakılacağını öğrenirseniz, ne yapıp edip istenen parayı bulup, çocuğunuzun karakolda sabahlamasına razı olmayınız...
Amerikalı, bu sözü neden söylemişti? Ne vardı karakolda?
Bildiğim, Türk geçliğini yıllar yılı böyle eğitir olduk. Ondan sonra, kızıyoruz gençliğin öfkeli yetişmesine. Hiç bir sorununa el atmadan, "kır dizini, sen de benim arkamdan gel" diyoruz. Gelmiyor işte, niye gelsin sizin arkanızdan.
Bir demokratik örgütleri var. Ankara Demokratik Yüksek Öğrenci Derneği. Polis, demokratik kuruluşları bile arıyor. Siyasal partilerin kapılarını tutuyor. Öğretmenler Derneği'nin Ankara Şubesini arıyor elinde arama belgesi bile yok.
Ne derlerse desinler, ne açıklama yaparlarsa yapsınlar, görevli polisler hâlâ zorbaya, komandoya göz yumuyor. Oyunlara gelmeye devam ediyor. Elbette, arada bir -bilinçlenmiş olanları- örneğin ziraatçı öğrenciyi yaralayanı yakalayıp savcıya teslim ediyor, ama çoğunluğuyla egemen güçlerin maşası olmaktan kurtulamadılar daha.
Üniversite yöneticileri ise, kasıtlı olarak "faşist kafalar" yetiştirme eğilimindedirler.
Hacettepe Üniversitesi Rektörü İhsan Doğramacı bir gün:
- Bizim burası oteldir, demişti. Otelin bile bir düzeni vardır, bu kafayla Doğramacı otel bile işletemez. Hacettepe'nin Ankara dışında "Beytepe" denilen bir yerde fen bilimleri bölümü var. Kimya, matematik, mühendislik buralarda okutulur diyeceğim ama, okutulmaz ki. Burada Ankara'nın 40-50 kilo metre uzağında okuyan öğrenciler, yiyecek sandviç bile bulamazlar. 4000 öğrenciden 2000'i oraya gidip okuyabiliyor. Ayakta ders yapıyorlar, sıra yok. Kaloriferler yanmaz. Bunu öğretim üyelerinden birine duyuracak oldular, şu karşılığı verdi:
- Şimdi teneffüse çıkacağız. Dışarıda koşar, ısınırsınız... Hem kantin çalışmıyor, çocuklar, sabah gelirken sandviçlerinizi cebinizde getirin...
Bunlar düzelsin diye, boykota gitti öğrenciler. Tınan kim? Hemen polis geldi, başladı "şebeke" denetimi yapmağa. Elbette, polisten önce komandolar bastı kaç kez. Polis sonradan geldi, yanlış yazmış olmayalım...
Hacettepe'nin çevresinden gece olup, karanlık bastı mı bir başına kız öğreciler geçemezler. Önceki sabah gün doğarken Hacettepe'nin çevresi komandolarla, silâhlı komandolarla sarılıydı.
O sırada, Başbakan, Millî Eğitim Bakanı, İşçişleri Bakanı hele Gençlik ve Spor Bakanı mışıl mışıl uyuyorlardı...
(7 Aralık 1974)
ÖKSÜZ YAMALIĞI...
Faşizmin Türkiye'de kolay ve uzun süreli egemen olamayacağını gördük. Provalarını gördüğümüz faşizan kıpırdanışlar, demokratik cephedeki boşluklardan gelmekte. Güçsüz iktidarlar, istifa etmiş bakanlar, dumanlı havaları sevenleri yüreklendiriyor. İnlerinden çıkanlar, gösteriler yapıp giriyorlar yine inlerine. Yıllar yılı özellikle 12 Mart sonrasında iyicene koşullandırılmış, hazırlanmış faşist kafalar, "fırsat bu fırsattır" diye yalanıyorlar. Demokrasi cephesindeki görüş ayrılıklarını, bölünmeleri de fırsat biliyorlar bunlar. Nerede, nasıl şöyle kökünden vurabileceğini tasarlıyor faşizm bilesiniz. Dünkü "Ankara Notları"nda da ısrarla, özenle değinmiştim. CHP seçimleri kazanıp tek başına iktidar olsa bile zorbalık ortadan silinip gitmeyecek, belki değişik biçimde belâlar koymaya başlayacak sahneye. O kadar da küçümsemiyorum. Sağ cephedeki lider boşluğu rahat Hitler özentilerine sandalyeler hazırlayabilir. Kendi yıkılıp gittikten sonra, Süleyman bey de ses çıkarmaz böyle bir sonuca ne bileyim... Şimdilik işine yarıyor, "sola karşı hükümet" sözünün altında yatanın ne olduğunu sanırsınız? Ancak, faşizmin dişleri çabuk göründü Türkiye'de. O kadar belirgin duruma geldi ki, kamuoyunda en ufak bir grup bile bulamayacak durumda kendinden yana. Komandoların, solcuları "kızıl faşistler" diye suçlamalarında, "aman bize faşist demeyin" diyen bir anlam da var. Demek, faşizmin sözcüğü de yıldırmış onları da. Halkın, tümden karşı olduğunu onlar da görür olmuşlar.
Faşizm sözcüğünden onlar da yılmışlardır, fakat faşizan davranışlardan bir an geri durmamışlardır. Faşist kafalı liderlerle, okullarda rektörler, öğretim üyeleri gide gide iyice koşullandırmışlar, yoksul "Anadolu çocukları"nı.
Demokrasi cephesinde boşluklar olmadıkça, faşizm Türkiye'de hiç bir şey yapamayacaktır. Ancak, solda bölünmeler, demokrasi cephesinde birbirlerine girmeler, ancak faşistlere yeni fırsatlar vermeye yarayacak, bunu bilesiniz.
CHP'li olmak başka, CHP'yi demokratik özgürlükleri bunun ortamını yerleştirmesi için onu desteklemek yine başka. Ecevit, tökezlemiyor mu zaman zaman? Bazı bazı sırf denge kurmak için, "hadi sola da çatayım" diye usundan geçirmekte midir, bilmiyorum. Ama, "tek başına iktidar"a gelinceye kadar, demokrasi cephesinin parçalanmamasına Ecevit de yardımcı olmalı, bunda titizlik göstermelidir.
Ecevit'in yedi-sekiz aylık iktidarında eleştirecek pek çok şey bulmak mümkündür. MİT'e el atabilirdi, buraya reformcu bir gözle bakabilirdi, bunu yapamamışlardır. Yüksek Öğrenim yurtlarında komandoların baskıları ile gereği gibi uğraşılmamıştır. Yurtlardan, Anadolu'nun çeşitli yerlerinden, "Siz ne diyorsunuz? Değişen bir şey yok" gibi yargılar dolu mektuplar aldığımda ne yapacağımı şaşırırdım. Faşistlerin sinmiş gözükmesi, yetti de arttı bile Ecevit iktidarına. Şimdi, faşistler dişlerini gösterdiklerinde, hep birlikte yakınıyoruz iyi mi? ODTÜ'de faşist kafalı öğretim üyelerinin, örneğin bir mütevelli heyetinin, bir rektörün yola gelmesini de isteyemez miydi? Diyebilirdi açık:
- Biz, sizin kanlı oyunlarınıza perdeci olmak için gelmedik buraya. Bizi halk oylarıyla getirdi. Onurunuz daha fazla yaralanmasın istiyorsanız, basın gidin burdan...
Hiç bir şey değişmemiştir. "Korkunç Yenge" yerinde oturmuştur.
ODTÜ tam bir çiftlik hâline getirilmek istenmektedir. Devletin, hükümetin başındakiler buna göz yummamalıydılar. Yönetimdekiler, "sağa da sola da eşit davranıyoruz" görüntüsünün altında, "faşizme göz kırpıyormuşuz da farkında değilmişiz" gerçeğine varmışlarsa, çok geç kalmışlar demek. Ne diyordur, şimdi faşist kafalar:
- Aldattık enayileri. Biraz pısınca, yuttular.
Halkın, binbir emekle oyuyla verdiklerini, oyun masasında yitireceksin. Yok böyle şey.
Bakıyorum, Ecevit iktidardan düşeli, 12 Mart döneminde haksızlığa uğramış emekli teğmenler, üsteğmenler, assubaylar aramaz, gelmez oldular. Ne düşünmüşlerdir:
- Ne yapalım? Ecevit iktidarında başımıza gelen haksızlıklar önlenir diyor, çırpınıyorduk. O gitti, şimdi niye, nereye başvuralım?
162 genç, önce emniyete götürüldüler. Sonra sıkıyönetime. Biliyorum, Ankara Valisi uğraştı çocukların durumlarıyla. Başka? Neden bu kış kıyamette, haksız yere yapayalnız emniyet koridorlarında sabahlatılır öğrencilerimiz, hele suçları yoksa.
Ankara'da kar yağıyor önceki geceden beri. Büyük büyük, lapa lapa yağmaya başlar belki de. "Öksöz yamalığı" derler Anadolu'da iri iri yağan karlara. Öksüzün yamalığı kocaman olur da...
Diyeceğim, faşizme karşı demokrasi cephesi güçlü tutulmalı, bunda gedik açılmamalıdır. Gençler bu bilince varmış gibiler. Ustaları başında olan politikacılar da bu bilince ulaşsınlar, dilerim.
*
Hüseyin Ezer öldü. Ölüsünü kaldırdık Hacıbayram'dan. Ankara basınına girdiğim yıllardan beri tanırdım. Emekçiliğinin bilincine varmış bile olsa, bir emekçiydi. Bildiğim, Ulus'ta çalışmak şimdi TRT'de çalışmak gibiydi. Bir çeşit memurluk. Azından verginiz ödenir, sigortanız yatar o yıllarda...
Hüseyin Ezer'le Zonguldak'ta, bilinçlenmemiş, daha dostunu düşmanını tanımamış işçilerden taş sopa yedik. İçimizden en ağır o yaralanmıştı. Baş kaldırmış işçiler belli ki, basını da kendilerinden saymıyorlardı. O saldırıda benim fotoğraf makinem de gitmişti.
Üstümüze üstümüze gelenlerin bakışlarını pek beğenmemiştim. Hüseyin Ezer, biraz öteden seslenmişti işçilere:
- Ekmekçi o, sizin için yazar hani, okursunuz...
Üstümüze çullanmışlardı ki nasıl? Birbirimizi hastanede görmüştük. Hüseyin Ezer'in kafasında kocaman sargılar...
Hüseyin Ezer'in bakışlarında nasıl bir anlam vardı duydum onu ama anlatamam ki. Hani şöyle desem:
- Yahu Ekmekçi, aramızda sen varsın, nasıl olsa emekçiler bize bir şey yapmaz diye düşündük. Bak başımıza gelene...
Yakın arkadaşlarından, dostlarından dinledim. Çok yokluk çekmişler, yoksullukta büyümüşler. Emekli olduktan sonra da çalıştı, kazancı yetmiyordu.
Kahırlı uğraştır, bizim uğraş aslında...
Koşturur, koşturur belki birşeylerin farkına varmadan ölür gideriz. Bizim sokaktan bir arkadaşımızı daha uğurladık, bunları düşündüm.
Dışarda kar öksüz yamalığına çevirdi çevirecek...
(9 Aralık 1974)
YANIYOR MU, YEŞİL KÖŞKÜN LAMBASI?
"Milliyetçi Cephe" dedikleri nedir, Allahaşkına? Biraz ırkçılık kokuyor, çoğunluğuyla faşizm kokusu var. Ulusculuk, milliyetçilik, anayasanın tanımı içinde düşünüldüğü zaman geçerlidir, Türkiye'de, "Ben Türküm, ben vatandaşım," diyen herkesin bu ülkede milliyetçi olması gerekir.
Süleyman Bey'in kafasındakileri anlamak çok zor değil, AP Genel Başkanı olana dek yükselebilmek için girdiği, üyesi olduğu dernek ve kuruluşların bazıları ise "Cephe"dekilerin pek hoşlarına giden türden olmasa gerektir. Odalar Birliği'nde Necmettin Bey'le büyük bir savaş verdi. Necmettin Bey'i uzaklaştırdı oradan. Yıldızlarının barışacağını kimse pek sanmıyor. Alpaslan Türkeş, 27 Mayıs Devrimi'nden sonra sahipsiz kalan eski DP'nin başına geçmeyi tasarlamış mıdır? Herhalde, tarihçiler bugün karanlıkta kalan pek çok noktayı aydınlığa kavuşturmak için hayli uğraşacaklar. Kulakları çınlasın, Bölükbaşı'nın da AP'nin mirasına konma düşleri gördüğünü sanırdım. "AP'yi neden kaparttırmıyorlar" diye zamanın iktidarlarına kızardı. Turan Bey'in düşlerini bilmem. çok? CGP'linin gönlünde bir kaç dönem AP'den seçilip gelme yatar "Milliyetçi Cephenin kişisel çıkarlar açısından görünümü bu.
Ben asıl böyle bir cephe hazırlığının, Türk siyasal, sosyal yaşantısına getirebileceği tehlikeleri söylemek istiyorum. Bu cepheye girenlerin biri artık "Biz faşizme de karşıyız" diyemeyecektir. Bundan böyle, yaşaması gelişmesi demokrasiye, demokrasinin yaşamasına bağlı olan AP böyle bir cephenin yıkıntıları altında kalabilir ve bundan Türk demokrasisi zarar görür. Çok kimse Süleyman Bey'i artık kendisinden başka birşeyi düşünemez duruma geldiğini somut olarak görmeye başladı.
"Milliyetçi Cephe"yi kim ister, niye ister bunu kimse kolay anlatamaz. Örneğin Türkiye'de yurdun doğusunda, batısında, güneyinde, kuzeyide yaşıyan milyonlarca insan böyle bir ayrımı ister mi? Neye itesin? Örneğin:
- Bu ne lo?.. Demezler mi?
Böyle bir cephe Amerika'nın mı işine gelir acaba, diye düşünüyorum. Onun niye işine gelsin? Öyle olsa elinde CIA'sı var bilmem neyi var, dünyanın başka yerlerinde böyle partilerin birleşerek faşist cepheler kurmasını sağlamaya çalışırlardı. Bunun kapitalist dünyanın da pek işine yarıyacağını söylemek kolay değil... Sermaye kesimi de, senin malını koruyacağım gerekçesiyle de olsa, bir ölüm kalıma atmaz kendini. Ödünler vererek yaşantısını sürdürmeyi yeğ bulur çağımızda.
*
Türkiye'de geçirilen faşist dönemlerin de etkisiyle olacak, büyük bir bilinçlenme var. Bunu unutmamalı. Ortaokul, lise sıralarında öğrenciler "Burjuvazi"yi, "Emek"i, "Sömürü"yü öğrenmektedirler. Öğrenci sordu öğretmenine parmağını kaldırarak:
- Öğretmenim, tarihte okduğumuz "soylular" günümüzün "kapitalistler"i değil mi?
Hadi bakalım, anlatın çocuğa...
Okullarda öğrencilerden gelen mektuplar, komando baskılarına, faşizmin yoğunlaşmasına ilişkin hep.
Şair İlhan Berk mi bulmuş, kullanmış yeni bir sözcük: Köy soylu.. Kent soylu, "Burjuva" karşılığı, köy soylu da köyden çıkmış, okumuş, yetişmiş ama köylünün yerine kent soyluları düşünen bir öğretiyi benimsemiş olanlara verilen ad. Ne çok örnekleri var çevremizde. Ne güzel söylemiş halk:
- Aslını saklayan haramzadedir...
Bir de köylü geçinip büyük yığınlardan yana geçinip, yıllar yılı kandırıcılar, boyacılar var... Onları da bilirsiniz. Ben işçiden köylüden, ezilenden yanayım, demek de yetmiyor işte. Foyası çabuk çıkıveriyor kişinin...
*
Süleyman Bey'in de, Turhan Bey'in de "milliyetçi cephe" diye adını koyup, anlaşır gözüktükleri şey, sanıyorum kendi partileri içinde de pek tutmadı. Örneğin Ferit Bey ne düşünür bunun için? İlhami Sancar ne düşünür, Millî Savunma Bakanıdır...
Cumhurbaşkanı Korutürk, böyle bir "Cephe" için yeşil ışık yakacak yapı ve yaradılışta değil, bildiğim kadarıyla. Azından ülkeyi böyle cephelere bölmenin zararlı olacağını düşünür ne bileyim...
Kulislerde konuşmalar:
- Çankaya, Süleyman Bey'e "223'ü bulmadan olmaz" demiş, "Boşuna uğraşmayın." Korutürk ayrıca, toplumu böyle milliyetçi cephe, yok vatan cephesi gibi cephelere bölmenin sakıncalarını belirtiyormuş." "Sertleştirmeyin" diyormuş...
- Süleyman Bey ne karşılık vermiş buna?
- O, "Ben kurarım kurduğum kadar. 224'ü bulup düşürsünler" diyor.
Çankaya deyince, Korutürk geliyor elbet, akla yada, bir de Bayramoğlu var, Korutürk'ün çevresinde. Söylentilere göre Bayramoğlu, Feyzioğlu kanadının destekçisi durumundadır. Belki de çok şey bu "çevre"den çatallaşıyor, kim bilir...
Çevrenin havasını yoklarken, bir yandan da bunca kumarın ne üstüne oynandığını, sezmeye çalışıyorum. Bir avuç kişinin ya da kişilerin çıkarları yatmıyor mu bunun altında? Kimler "milliyetçi" olur, kimler olmaz, bakın söyleyeyim: Yıllarca yabancı firma temsilciliği yaparak milyoner olanlar kimseye "milliyetçilik" dersi veremez, milliyetçi cephelerde gözükemez. Çağımızın ulusculuk, milliyetçilik anlayışı da değişmiştir. Milliyetçilik, vergi kaçırmamaktır örneğin, afyon tarlalarından afyon kaçırmamaktır. Mason localarının dar bölmeleri içinde salt kendi çıkarlarını ve geleceğini düşünmemektir. Dil, din, ırk ayrımı gözetmeden, değişik düşünceleri hoşgörü ile karşılamaktır çağımızın milliyetçilik anlayışı. "Tam bağımsız Türkiye" özlemini duymaktır milliyetçilik, bu yurdun çocukları için. Kardeşleriniz milyoner olmuş, besleme basın yaratmışsınız bana ne? Bu yurdun çocukları süründükten sonra, hangi "millî cephe?"
Doğrusu, bu olsa olsa çıkar cephedir. Seçim cephesidir bir adı. Hani, seçimlerde çöp batmasın diye...
(21 Aralık 1974)
1975 YILI
MARE NOSTRUM(*)...
Üniversiteler ve gençlik sorunları birbirinden ayrılmaz. Bir boykot süresince, konunun üstüne eğilen sorumlular, yöneticiler boykotlar bittikten sonra yine kös dinlemeye başlamaktalar. Üniversitelerin çoğunda durum değişmedi, geçtiğimiz yıllardan beri. Ege Üniversitesi'nden mektup yazan bir öğretim üyesi geçen yıl değindiğim bir konuyu tazeliyor, şöyle diyor mektubunda:
"Aradan bir yıl geçti olanların daha kötüsü olmakta, müdahale denetim sözcükleri sadece sözlükleri işgal etmekte. Ne yapalım biz de mi ayrılalım yani, onlarca tamamen dikensiz gül bahçesi mi olsun üniversite? Araştırmadan yoksun bir kurum üniversite olur mu? Ege Üniversitesi'nde araştırma yapanların isim listesi istense, alınacak cevap gülünç olacaktır. Çünkü her yıl fakültelerin rektörlüğe sunduğu araştırma raporunda hocaların teksir notlarının isimleri ve verdikleri haftalık dersler yer almaktadır. Dersler, hocaların üzerine görünmekle birlikte, sınav kâğıtları da dahil bütün işler, yetişmemiş asistanlara aittir. Bu hoca geçinen insanlar okumaktan korkarlar. Ve ellerinde bir tane olsun doktora tezi yoktur. Ancak ceplerini ve midelerini doldurmakta gayet ustadırlar. Dürüst bir maliye bakanı isterse bir anda bütün foyaları ortaya çıkartır. Herkesin piyasada dolaylı ve dolaysız tezgâhları vardır. İstedikleri her ay yeni bir okul veya bölüm açıp o nisbette hükümetten para koparmaktır. Ve koparılan paralardan sözde bilim uğruna alınacak malzemelerden kimler nasibini alır, kimler nelerin sahibi olur, duymayan görmeyen var mı?
Hocalar (Prof., Doç., ve Dr.) devletin memuru hem de tazminatlı memuru olduklarından hayatları garanti altındadır. Bu kişilere aylık maaş, yaptıkları araştırma karşılığı olarak verilir. Yoksa anlattıkları dersin karşılıı değildir bu. Bu sistem hatalıdır. Bunun yerine her hoca her yıl yapacağı araştıma karşılığında sözleşmesi yenilense üniversiteye dinamizm gelir.
Profesör oluncaya kadar kürsü veya bölüm başkanı. Bir de dekanlık var, öyle fakülte var ki yedi yıldır ölmez dekandır adam nasıl olur dersiniz, oluyor işte. Ünvanlarının kıymetini senden benden iyi bildiklerinden ellerinden gitmemesi için daima tekelci sermaye ile kolkoladırlar. Yani komando saldırısını sosyalist öğrenciler önceden haber verdikleri halde kılları kıpırdamaz. Sağcı öğrencilerin bir dersten vize alması, geçmesi ve yüksek lisans sınavından önce sorular verilmesi, yine sağcıların asistan olması rahattır. Ege Üniversitesi'nde, askerden dönen bir doktor asistan fakülteye girmek için başvurur ve fakülte genel kurulunun kurduğu beş kişilik bilim-jürisi üyelerinin hepsi olumlu rapor verdiği halde, fakülte genel kurulunda üzerinde görüşme bile olmadan gizli oylamayla reddedilir, ataması yapılmaz... Hepsi Ful-time'da, hepsi piyasada, 1750 sayılı Üniversite Yasası nerede?
Üniversitenin özellikle bazı fakülteleri var ki, buradaki hocalar her yıl Avrupaya incelemeye giderler. 15-25 günde gün sayısı kadar bin lira yolluk alırlar, kafa zaten dolmaz ama bavulları doldurup dönerler. Bakanlık neye dayanarak yollukları verir de denetlemez? Milletin emeği ne pahasına, yazık değil mi? Bu adamları krallar gibi yaşatıyoruz. Sık sık birleşip akşam fasılları da yaparlar ve her defasında faturayı muhasebeye gönderirler.
Lâboratuar kurma bahanesiyle milyonlar değerinde âletler alınır, fakat âletler müzelik olur. Bunlar yüzünden üniversitelerimiz yine kaynıyor, şafakla birlikte karanlık olaylara sahne oluyor.
Komandolar, faşizme çağrı için oyunlar sergilemekte ve özel hava yaratmak istemektedir. Çünkü demokratik rejim devam ederse halkın bilinçlenmesi önlenemeyecektir. Yasaları bilerek çiğneyen bu faşizmin suçlu komandoları tıbben hastadır. Bunu halkımıza anlatmamız gerek. Ne yazık ki sosyalist geçinen üniversite öğrencilerimiz esas görevlerini unutarak basit komando kışkırtmalarına karşılık verip, altından kalkamayacakları sorumlulukları yüklenmiş oluyorlar. Sosyalist öğrenciler hiç gereği yokken birtakım istekleri ileri sürerek böyle günlerde nasıl olur da boykota gider ve komandolara anarşi ortamı hazırlar? Öğrenci olarak üniversite organlarında oy sahibi olmaları kantin sorunu tek ders sorunu ve Şubat hakkı verilmesi gibi konularda boykota nasıl giderler? Bunları elde etseler dahi makro anlamda ellerine geçen bir şey olmaz. Çünkü barış, demokrasi ve sosyalizm yok. Sosyalist öğrencilerin tek amacı olması gerekmez mi? O da işçi sınıfının yani emekçilerin bilinçlenmesi... boykotla, işgalle devrim olmaz..."
Sabah erkenden Çankaya'dan Kavaklıdere kavşağına dek yürüdüm. Yağmur çiseliyordu. Yüzüm gözüm sırılsıklamdı. Hüzünlü bir hava vardı. Can Yücel'in "Mare Nostrum" şiirini mırıldanıyordum...
En uzun koşuysa elbet Türkiye'de devrim
O onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Ama aşk olsun sana çocuk AŞK olsun!.
(4 Ocak 1975)
ÇAMURLU POSTALLAR...
Aydınlık dergisi sahibi, Doğan Yurdakul gözaltına alınıp da, Ankara Emniyet Sarayı'nın iki kat bodrum altına atılınca, gözaltındakiler kıpırdandılar. Getirilenin "gazeteci" olduğunu hemen öğrenmişler çevresini almışlardı. Emniyet'te başlarına gelenleri anlatmak istiyorlardı. Doğan da gözleriyle gördü, saat 24.00'de götürülen biri döndüğünde yürüyemeyecek duruma gelmişti. Gazeteci deyimiyle "adî suçlu"ydu çoğu, "düşünce suçlusu" değil yani. Bir ifadeleri alınıp, savcılığa götürüleceklerinden Doğan onları bir daha görmedi. Zaten, çok geçmeden Doğan da serbest bırakılmıştı. Serbest bırakılmıştı ama, birçok girişimler yapılmış, olay Adalet Bakanı'na, İçişleri Bakanı'na yansıtılmıştı bir bir.
- Gözaltına alıp tutmak da nedir? Amaç, ifade almaksa ifade alınır bırakılır insan...
- Ama, yasalar onbeş güne kadar gözaltına alma izni veriyor...
- Tutamazsınız, tutabilmek için yargıç kararı gerekir.
Anayasa Mahkemesince iptâl edilen ve edilecek hükümlere dayanıp, "faşizm" sürdürülüp gidemez.
İyi ama, o hani "adî suçlu" dediğimiz kişilerin durumları ne olacak? Hani, sadece "vatandaş" olan toplumda, ne "gazeteci" ne "politikacı" hiçbir şey olmayan kişiler? O gece 24.00'den sonra bodrum kattan götürülüp de, döndüğünde yere basamayan kişi?
Ceyhan İş Bankası soygununa adı karıştığı iddiasıyla tutuklanan Jülide Kutlu, 26 Aralık günü Ankara'da Bülbülderesi'nde bir apartmanda polislerce yakalanınca, şöyle dedi:
- Ben hamileyim, bir iki güne kadar doğum yapacağım. Doğumevine götürün beni...
Polisler telsizleriyle, yöneticileriyle konuştular. Vee, güzelce götürüp doğumevine yatırdılar. Babası gelmişti Jülide Kutlu'nun. Bir çocuğu olmuş. Neden öyle sordum bilmiyorum, gelenekten midir?
- Adını ne koydular?
Güldü, dede...
- Kurtuluş koymayı düşünüyorlar...
- Hadi bakalım, analı babalı büyüsün...
Ama, sakın lohusa kadın hakkında tutuklama kararı ne var diye, cezaevine konmasa. Sağlık Bakanı Kemal Demir ilgilendi, onunla da... Merak edilmemeliydi, hastaneye yatanın ne olduğuna, kim olduğuna bakılmaz, öncelikle onun sağlığına kavuşması sağlanırdı...
*
Geçen hafta sonu, Ankara'da bir Yılmaz Güney filmi tartışması, bir de "faşizmi protesto" toplantısı vardı. İkisine Eylem'i de götürdüm. Faşizmi protesto toplantısındaki gürültüden önce ürktü. Sonra alıştı. O da alkışladı bağıranları...
- Kahrolsun Amerikan emperyalizmi ve onun işbirlikçileri...
Atatürk Spor Salonu'nda beş bin kişi kadar vardı. Konuşmacılar, ortadaki kürsünün üstüne sıralanmışlardı. Konuşmacıların karşısında başlarında miğferleriyle toplum polisleri kuzu kuzu oturuyorlardı. Onlar da dinliyorlardı, "sloganları"ı, "protesto"ları.
Faşizmi protesto toplantı ve yürüyüşleri, bir Ankara'da yapılmadı. Diyarbakır'da yapıldı örneğin aynı gün, Ankara'daki kapalı salon toplantısının daha güzel olmasını dilerdim doğrusu, bu ve benzerî toplantılar sloganlara dayalı kalmamalı. Bir de sadece aydınlara ve öğrencilere seslenmemeli. Vardı elbette, işçiler, gecekonducular da ama, azdılar. Biri, birkaç aylık bebeğini de kucağında getirmişti. Anaydı...
Bir de faşizme karşı bir protesto hareketi, "demokratik" bir harekettir. Burada, yapılacak konuşmalar aynı yol üstündekilerin ayrılıklarına basmadan yapılabilir rahat. Özel bir "sosyalizm" toplantı yahut seminerinde, ayrıntılara, ayrıcalıklara değinilebilir, ama "faşizmi protesto" toplantısında yadırgıyor kişi bunu. Türkiye'de faşizmin geriletilmesinde CHP'nin de katkısı vardır, onu, faşistlerle bir göstermek yanlış olur. Takıldıklarım bunlar oldu. Belki de benden başka tek gazeteci yoktu, iyi mi? Yer yer, kolları bantlı görevlilere soruyordum:
- Bakıyorum, faşizmi protesto toplantısına gelenlerin büyük çoğunluğu öğrenciler, aydınlar... İşçiler, gecekonducular yok mu, nerede?
Bu kez, böyle düşünüldü. Gecekonducular ve işçiler için yaptıklarımızdan sonunda "halk sanatçıları" filân çıkarılıyor sahneye. Bu kez böyle bir şey düşünülmedi...
Bir başkası, değişik biçimde yanıtladı:
- Biraz da Ankara'nın özelliği bu. İstanbul'daki toplantılarımız daha değişiktir. Orada çoğunluk işçiler ve gecekondululardadır. Bursa'da da öyle oldu...
Bu sırada, salon sloganlarla inliyordu:
- Katil Türkeş... Katil Türkeş...
- Kahrolsun Amerikan emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçileri...
- İşçi-köylü elele halk cephesinde...
dedim, işte. Sloganlarla, sadece sloganlarla olmaz bu iş...
Çocukların, gençlerin ayakkabılarına baktım. Şimdi bot dedikleri, postal yahut potin biçiminde ayakkabılar, dayanıklı. Genç kızların, minicik kızların ayaklarındaki çamurdan batmış postallar düşündürdü beni. Fakülteden, yahut kütüphaneden sonra eve bile uğramamışlar, duvarlara afişler yapıştırmağa koşmuşlardı. Yapıştırdıkları afişlerin çoğu, onlar yapıştırdıktan sonra faşistlerce yırtılıyordu. Önce emek boşa gidiyordu. Belki, sonra dönüp yine yapıştırıyorlardı. Bir örgüte girmiş olanlar daha disiplinliydiler. Örgüte girmemiş, ortada kalmış olanlar vardı.
Dostları ilə paylaş: |