Çoğunun en çok tuhafına giden, "Komandolar"ın da, aralarına artık "kızlar"ı almış olmasıydı belki de. Eskiden öyle miydi? Komandolar, kız arkadaşları olmayan, örgütlerine kız sokmayan kişilerdi. Son zamanlarda, sloganları da "sosyalistler"in de sloganlarına benzemez mi? Hadi bakalım...
(6 Ocak 1975)
LA FONTAİNE GİBİ...
Severim ben de hayvanları. Bizim evde öyle, Ecevitlerdeki gibi kediler filân yoktur. Ama, besleyebilecek olsam kedi de beslemek isterdim, köpek de. Çocukluğumda atımız vardı, koyun kuzu besledik ama, köpek hiç beslemedik. Kedi, bizde de vardı. Bir kapıya fırlar, sırpüşenini tutar ve kapıyı açardı. Kedinin kapı açması çok hoşuma gider, sık sık bu denemeyi yapar, gelenlere de gösterirdim.
Ecevitlerin kedi beslediklerini gazeteci arkadaşlarımın röportajlarında okudum. Altan Öymen de yazdı geçenlerde. Bir gün Ecevit'in o zaman Bahçeli'deki evine gittiğimde bir alay kediyle karşılaşmıştım. Altan'a anlattıklarını o zaman anlatmıştı bana da. Hasta kedileri komşular, gizlice bahçelerine bırakıveriyorlardı. Şöyle demişti:
- Benim bir işim de mezar kazıcılığıdır...
Şinasi Osma o zaman Hayvanları Koruma Derneği'nde mi neydi, galiba kedilerin bazılarını oraya aktarmışlar, rahatlamışlardı...
İnsanlar birbirlerine ağır sözler söyleyeceklerinde neden hayvanları ansırlar acaba? Küfürlerin en kibarında bile vardırlar. Sunturlularında çekilirler aradan herhalde... Ünlü yazarlarımızın mektuplarında sık sık geçer, şiirlerine başlık olur. İlk sayısı çıkan "Militan" dergisinde gördüm, Engels kızdığı adama "Eşek" diyor. Sövgünün yerinde çok şeyi anlatan bir üslûp olduğunu, bir mektubunda bakın nasıl açıklıyor:
"Bay Tkacev, akla gelebilecek tüm sövülerle saldırdığımı söylüyor kendisine. Fakat "İnvectiva" denilen bir sövgü türü gerektiğinde bütün büyük söylevlerde kullanılan en ifadeli belâgat üslûplarından biri değil midir? İngiliz siyaset yazarlarının en güçlüsü William Colbert, ustasıydı bu üslûbun. Bugüne kadar hayranlık uyandıran, erişilmez örneklikte bir ustalıktır bu."
Marks'a yazdığı bir mektupta da şöyle diyor:
"O Connor'un altı radikal gazeteye karşı "Star"ın son sayısındaki makalesini mutlak oku. Dahice bir sövgü şaheseri. Çoğu kez Colbert'ten üstün ve Shakespeare'i anımsatıyor."
Bizde şimdilerde sövgüyü ustalıkla kullanana Can Yücel örnek gösterilebilir...
Anadolu köylerinde kurda "Canavar" denir. Biz öyle dedik. Bozkurt "Boz canavar". Davaları canavardan korumak için neler çekilir?
*
Bir okur mektubu beni uzun uzun düşündürdü. Mektup, basit bir olayı anlatıyordu gerçekte şöyle: 1974'ün son günü Erzurum gümrüğünde o güne kadar birikmiş yüze yakın çeşitli arabanın satışı yapılmakta. Satış 2490 sayılı yasa uyarınca ve açık artırma yoluyla oluyor elbet. Bu çeşitli arabaların içinde, herkesin iştahını çeken bir minibüs de var. Oldukça yeni, alacak olanın kâr edeceği cinsten bir araba. Ne var ki, satış sırası öğleden sonra. Sıra o arabaya geldiğinde salona 30-40 genç girer, minibüs için "Teminat" yatırmaya sokulurlar. Bir de tehdit savururlar:
- Biz Türkeş'in komandolarıyız. Arabayı biz alacağız. Dağlara gidip gelip eğitim yapacağız. Sakın sizler fiyatı artırmayın...
Bu gözdağı karşısında çok kimse tepki gösterir, ama durumun ciddi olduğunu kavramakta da gecikmezler. Durum ne mi olur? 15 bin liraya satışa çıkarılan arabaya bir vatandaş, bağırır:
- Yirmibeş bin lira...
- Yuuuuuh... sesleri, küfürler, gözdağları...
25.000 lirayı bulmuş araba 100 kadar adamın şaşkın bakışları arasında ve usulünce 15.000 liraya komandolar adına H.S. adlı bir vatandaşa satılır. (Okur, 1500 TL. diye yazmış ama o kadarı nasıl olur?)
Gümrük ve Tekel Bakanı Baran Tuncer, bu olayın arkasını bırakmaz sanırım. Bekleyeceğim...
*
Nerden nereye geçtim. Ben hayvanlardan söz ediyordum. Öyle de "Netameli" konudur ki, savcılar yok bununla ne demek istedin, bununla kimi kasteddin gibi terletir dururlar adamı. En iyisi böyle yazılarda politikaya hiç girmemek. Halbuki yazıp söyleyecek o kadar çok şey vardı ki... Örneğin, "Milliyetçi Cephe" niye kurulamıyor? Onun üstünde duracaktım. Süleyman Bey'in keyfi neden kaçıktır, derdi nedir onu açıklamaya uğraşmalıydım... Başka kez artık.
Birbirleriyle geçinemeyenler için halkımız:
- Kedi ile köpek gibi... der. Hırlaşıp, dalaşıp dururlar yani.
Araplar bunu bir başka biçim söylerlermiş. "Saliat Allah-ül kelb e alel hınzır..." Türkçesi de şu:
- Tanrı köpeği, domuza musallat etti...
(9 Ocak 1975)
GALADA BİR İŞKENCECİ...
AST'ta "Ana" oynanıyordu. Birinci perdenin arasında, bir bayan kolumdan tuttu, karşı yöne geçirdi, arkadan "Kırmızı mantolu" kadının yanında oturan arkası dönük adamı gösterdi:
- İşte o... işkenceci, burada salonda olan çok kişinin sorgusunu da yapmış...
- Uzunca boylu, arkadan dördüncü sırada, o mu?
- Evet, evet o...
Perde arasında, bir sigara içmeye çıkanlar da o tarafa yönelmişler, birbirlerine işkenceciyi gösteriyorlardı.
- İşte, o ta kendisi...
- Benim sorgumda da vardı...
- Benim de...
Ortalık karardı, ikinci perde başlıyordu. Yerlerimize oturduk. Salon tıklım tıklım doluydu. AST'cılar, Bertolt Brecht'in Maxim Gorki'nin romanından esinlenerek yazdığı "Ana"yı oynuyorlardı. Kafama işkenceci takılıp kalmıştı... Oyunda da işkenceciler vardı. Gazetecilerden çok, içeri girip çıkmış kızlı erkekli gençler, geçen dönemleri bütün acılarıyla yaşıyanlar vardı.
İkinci perde arasında yine gördüm mü, gösterdiler mi ama, gözlerini gözlerime dikmiş gibi geldi. İşkenceci bana bakıyordu. Kırmızı mantolu bayan da yanında... Sonradan öğrendim, bana bakmıyor olabilirmiş, bir gözü camdan olduğu için, öyle bakıyor sanabilirmişim... Yakındakiler konuşmaları da duyuyorlarmış:
- Yavaşça uzaklaşalım...
İkisinin de vestiyere, oradan dışarı gidişlerini seyrettim. Herkes, orada onları seyrediyordu. Bakışlar altında ezilmişler, oyunun yarısında çıkıp gitmişlerdi işte.
Zafer Gazetesi'nden bir bayan yazarın biletiyle gelmişlerdi. Yazarın adı: S.B., o çağrı biletini yeğenine vermiş, yeğeninin çocuğu mu ne hastaymış, Hacettepe Hastanesi'ne mi ne gitmişler. Vee, oradaki hemşireye vermişler bileti. Hemşire -o, kırmızı mantolu bayan olacak- işkenceci arkadaşıyla mı gelmiş, işkenceci mi onu getirmiş? Burası pek aydınlık değil daha...
Sonra yine salona girildi. Sinirler ne kadar da gergindi. 12 Mart döneminde işkenceden geçmiş, faşist baskılarla karşılaşmış yüzlerce genç, "Ana"yı çılgınca alkışlıyorlardı.
*
28/29 Ocak 1921 gecesi Trabzon açıklarında bir motorda boğdurulan Mustafa Suphi ile arkadaşlarının ölümü üzerinden 54 yıl geçmiş. 28 Ocak'ta tam 54 yıl geçmiş olacak yani. İlk sayısı yayınlanan "Yeni Dünya" dergisi, Ocak sayısında Mustafa Suphi olayına geniş yer vermiş. Mustafa Suphi, Giresun'ludur. İstanbul Hukuk Fakültesi'nde ve Paris Siyasal Bilimler Fakültesi'nde okumuş, bir Türk aydını ve sosyalistti. Avrupa'da bulunduğu sürede sosyalizmle ilgili kitapları inceleyen Mustafa Suphi, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı savaşan, döneminin en parlak kişilerinden Jan Jaures ile tanışır. Onunla buluşur. Yeni Dünya'da çeşitli kaynaklara dayanarak yazdığına göre, Mustafa Suphi üzerinde Jaures'in derin etkileri olmuştur. İstanbul'a dönüşünde öğretmen ve gazeteci olarak çalışır. Sovyet Rusya'daki 1917 Devrimi'nden sonra Moskova'ya giden Mustafa Suphi, devrim hareketleri içinde çalışmalar yapar. Türk devrimci gruplarını biraraya getirir. 18 Temmuz 1918'de Türk sosyalistleri Moskova'da bir toplantı yaparlar. Kongre bir "Merkezci büro" kurarak, örgütün yayın organı "Yeni Dünya" Gazetesi'nin çıkarılması kararını alır. Türkiye o sırada, Mustafa Kemal'in önderliğinde Kurtuluş Savaşı vermektedir. Mustafa Suphiler, Mustafa Kemal'e yardımcı olma dileğindedirler. Dergide, olayların ilginç gelişimi şöyle anlatılıyor daha sonra:
"Mustafa Suphi ve beraberindekiler (onbeş ya da onaltı oldukları sanılıyor) Ankara Hükümetinin davetlisi olarak Türkiye'ye gelmek üzere yola çıkarlar...
Mustafa Suphi, arkadaşları ve eşi Rusların Ankara Elçisi Gürcü Mareval Budu Midivanı ile birlikte 28 Aralık'ta Kars'a gelirler. Orada iyi kabul görürler. Kâzım Karabekir Paşa tarafından kendilerine bir ziyafet de verilir. Öte yandan Kâzım Karabekir Paşa, Erzurum Valisi Hamit ile Suphileri yok etme, plânlarını geliştirmektedir. Ankara ise ilkin Ebuhindili Cafer'i bu işe memur etmiş, daha sonra ise Kâzım Karabekir'in plânını uygun bulmuştur. 11 Ocak 1921'de Mustafa Suphi ile Ethem Nejat, Karabekir Paşa'yı ziyaret ederek duydukları tertibi anlatarak heyetin ikiye ayrılıp, bir kısmının Erzurum, kendilerinin Tiflis üzerinden Trabzon'a gitmelerine izin isterler. Kâzım Karabekir Paşa kabul etmez, böylece Suphi ve eşi ile arkadaşları 15 ya da 16 Ocak'ta elçilik heyetinden ayrılarak Kars'tan Erzurum'a hareket ederler, Mustafa Suphilerin dramı başlamaktadır. Taa, Erzurum'dan başlayarak aleyhlerinde gösteriler de başlamıştır. Halka derler ki:
- Rusya'dan gelmiş olan komünistler, Bolşeviklerdir. Onlar mağazaları kapatmak için geldiler. Kimsenin almak ve satmak selâhiyeti olmayacaktır. Sonra taharriyata başlanacak, herkesin eşyası ve parası müsadere olunacaktır. Komünistler dinsizdir. Allah'a inananları hapse atacaklardır. Din, ticaret ve hususi mülkiyet Bolşevikler tarafından men edilmiştir...
Yol boyunca taşlanırlar, heyet 28 Ocak 1921 günü Trabzon'a varır. Şehir'de resmi tören hazırlanmıştır. Oysa tertipçiler, heyeti oradan değil başka bir yoldan geçirip iskeleye getirirler. Kıyıda kışkırtılmış olan halk bu kişilere türlü hakaret ve sövgülerle, yüzlerine tükürerek sopalarla sürükleyerek işkence ederler. İşkenceciler arasında Meclis Üyesi Molla Bey ile kabadayı Faik de vardır. Erzurum Valisi Hamit'in tuttuğu katil kayıkçılar kâhyası Yahya Kâhya ise, Suphi heyetini iskeleye yanaşmış bir motorla hemen yola çıkarır. İnebolu'ya değil de Rusya yönüne doğru gittiklerinin farkına varan Suphiler, İnebolu'ya doğru götürülmelerini isterler. Bu sırada hemen arkalarından hareket eden bir başka motorla Faik Reis ile silâhlı adamları gelmektedir. Sürmene açıklarında Suphilerin motoruna yanaşan bu ikinci motordan çıkan silâhlı kimselerle kısa süren bir boğuşmadan sonra Suphiler Karadeniz'in sularında kaybolurlar.
Mustafa Suphi'nin karısına gelince, Rasih Nuri İleri'nin Türk olduğunu bildirdiği bu kadınla katil kâhya, bir süre birlikte yaşadıktan sonra, onu da yoketmiştir..."
Mustafa Suphi'nin işkencelerle öldürülüşü üzerinden elli dört yıl geçmiş, sanki dün gibi...
(18 Ocak 1975)
BİR KARADENİZ AĞIDI...
Bizim halkımız kandırılmamışsa, yoksulluğundan yararlanarak, küçük çıkarlar karşılığında kullanılmamışsa, her zaman nasıl olursa olsun, faşizme zorbalığa karşı çıkmıştır. Zorbalıkla yok edilen, kıyılan insanların yanında olmuştur. Ben ağıdı, yani türküyü ünlü ustalardan, ustaların sazından dinledim. Fazla bir açıklama da yapılmıyordu:
- Şimdi bir Karadeniz ağıdı...
Hayali gönlümde yadigâr kalan,
Bir yanım deryada çalkanır şimdi...
Onbeş mürşidiyle boğulup ölen,
Bir yanım deryada çalkanır şimdi...
Garip garip öter derya kuşları,
Su içinde uykuları düşleri,
Bir gelin döküyor kanlı yaşları,
Bir yanım deryada çalkanır şimdi...
Nâzım ile zindanda günbegün biri,
Söyletir dilsizi, ağlatır körü,
Sağ yanım çürüyor, sol yanım diri
Bir yanım deryada çalkanır şimdi...
Yarelerim tuz içinde kanıyor,
Uyku basmış elâ gözler sönüyor,
Bir yanımda Suphi, Nejat ölüyor,
Bir yanım deryada çalkanır şimdi...
Gelir günler glir, yarem sarılır,
Bir gün olur elbet hesap sorulur
Bir yanım Acemden, Çin'den çevrilir,
Bir yanım deryada çalkanır şimdi...
*
Mustafa Suphi ile arkadaşlarının Trabzon'da bir motora bindirilerek Sürmene açıklarında alçakça öldürüldüklerini yazmıştım. Tarihimizde Mustafa Suphi olayı diye bilinen olayın canlı tanıkları kalmış mıdır bilmiyorum. Ethem Nejat'ın kardeşi de kısa bir süre önce Ankara'da öldü.
Tarih kaynaklarında değişik, zaman zaman çelişen belgeler var. Mustafa Suphi ile Ethem Nejat ortak imza ile Mustafa Kemal'e yolladıkları mektubun en sonunda şöyle diyorlardı:
"Emperyalizm esaretinden ve Büyük Millet Meclisi Hükümetinin bu yolda açılan devrim cephesinde şeref mevkii tutmakta başarısını temenni ve saygılarımızı, teyid eyleriz."
Bazı kaynaklar, Mustafa Suphilerin öldürülmesinden Mustafa Kemal'in haberi olmadığını, Kâzım Karabekir'in ona yanlış bilgi vererek yanılttığını öne sürmekteler. Bunun doğrusunu araştırıp çıkarmak tarihçilere düşer elbet.
Aradan 54 yıl geçmiştir. Ziraat Bankası kasalarında gizli tutulan belgeler, özel mektuplar, yazışmalar ortaya döküldüğü zaman, gerçeklerin daha açık anlaşılacağını görebileceğiz.
Unutulmaması, bilinmesi gereken bir gerçek var. O da, yıllar, yüzyıllar boyu düşüncelerinden dolayı, ilerici kafalara bu yurtta baskı yapılageldiğidir. Alan yine ülkede, zorbalığı sürdürmek isteyenlerindir, görmüyor muyuz?
Öğrenci yurtlarında, sokakta, şurada burada adam öldürenlerin, boğazlayanların kafalarda düşünceyi sindirmek isteyenlerin seyirci kalındığı sürece ülkede demokrasiden söz edilemez.
Ama önünde sonunda halk, gerçekleri görür bir ağıtla anar işte. Bununla haykırır faşizme, zorbalığa karşı olduğunu...
*
Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü'nün Sevk ve İdare Okulu'nda okuyor, Yıldırım Beyazıt Yurdu'nda kalıyordu. Komandolar, Ü.E. adındaki öğrenciyi tam 36 saat dövdüler. Gözdağı vermek için de yaraladıkları genci yurtta dolaştırdılar öylece. Sol gözü kapandı dayaktan gencin.
Taaa 54 yıl sonra...
(19 Ocak 1975)
HAZAR DENİZİ'NDEN GELEN HAVYAR...
Kızılay'da sırsıklam ıslanan kadın, buz tutmuş saçlarını tel tel silkeleyerek berberden içeri girdi. Oradakiler, şaşkın sordular:
- Ne oldu ayol, ne bu halin?
- Polisler su fışkırttılar üstüme. Ne yürüyüşe katıldım, ne birşey. Kızılay'dan geçiyordum. Polislerin karıları mı yürüyormuş, ne oluyormuş bir türlü anlayamadım...
Koltukta oturan bayanlardan biri, başını kaldırmadan konuştu:
- Polislerin değil, assubayların eşleri yürüdü...
- Yürüdüyse yürüdü. Caddeden geçenden ne istiyorlar? Körolmıyasıcalar...
Bilinen kadını, tutup kaloriferin yanına götürdüler. Saçları tel tel buz tutmuş, mantosunu silkeledi...
Toplum polisleri de yani, hiç yürüyüş yaptı diye onca kadının üstüne su fışkırtılır mı? İşkence değil de ne bu? Ya bu kişiler hastalanırlarsa? Ortada Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası mı kaldı, Anayasa Mahkemesi iptâl ettikten sonra? Hem yürümekle Hürriyet alanı aşınacak değildi ya...
Silâhsız saldırısız gösteriler, en masum demokratik protesto yollarıdır. Hak isteme yollarıdır. Onun yerine, yöneticileri öven bir gösteri yapsalardı, kimse dokunmazdı öyle ya.
Kızılay'da kadınlara panzerlerle su sıkan polisler, öğrenci yurtlarını basıp adam kurşunlayan komandoları neden toparlayamıyorlar? Görüyor musunuz yine başları örgütsüz, silâhsız insanlara örgütlü silâhlı saldırılar. 12 Mart öncesindeki gibi... Bununla uzun süredir susan, oyunlara gelmemeye çabalayan sol eğilimli gençleri de silâhlanmaya itiyorlar akılları sıra. İstiyorlar ki, ortalık bulandıkça bulansın. Seçimler yapılmasın, seçimsiz Anayasaya aykırı biçimde egemen olsunlar Türkiye'ye.
*
Millî Savunma Bakanı Sancar, çok alınmış "Ankara Notları"nda geçen birkaç eleştiriye. O yazılarda geçen eleştirilerle amacım Sancar'ı yahut bir başkasını kırmak değildi. Bazı sorunlara -kendi deyişimle- ortaya atmak ve haksızlıkların onarılmasını istemekti. Nitekim, kendisi de belirtti: Durum, incelenecektir, bir haksızlık, adaletsizlik varsa giderilmesine çalışılacaktır, diye. Edindiğim izlenime göre kararname hükümette yeniden ele alınmalı, aksaklıkları düzeltilmelidir. Assubayların, sivil memurların ve öğretmenlerin durumları gözden geçirilmelidir, yeniden İlhami Sancar'ın geçmiş dönemlerdeki çalışmalarını da yadsımak geçmez aklımdan. 22 Şubat, 21 Mayıs olayları nedeniyle tutuklanmış Harp Okulu öğrencilerini, adaletten alıp, yüksekokullara girmelerini, okuyup yetişmelerini, kendilerini kurtarmalarını sağladı. Bu konudaki yardımları az değildi ve unutmadım. Zaman zaman o dönemde bir bakan-gazeteci çizgilerini zaman zaman aşan konuşmalarımız olurdu. Unutur muyum...
*
Ankara'da assubay eşlerinin Kızılay'da yürüdükeri akşam Yeni Sahne'deki "Suçsuzlar Çağı"na gittik. Oyun, 1968'lerde Türkiye'ye de gelmiş Siegfried Lenz adında bir Almanın. Oyunu, duru bir dille Sezer Duru Türkçeye çevirmiş. Almanya'da oyun Bremen Ödülü almış. Oyundan çıkan ders: Haksızlığı yapanlar kadar ona göz yumanlar sorumludur. Cinayeti işleyip suçu kabul eden kadar, cinayet ortamını yaratanlar da suçlu sayılmalıdır. Örneğin, oyunun özeti bu.
Ecevit çok beğenmiş oyunu. Rahat izleniyor. Hele Devlet Tiyatrosu'nda uzun süredir oynanmıyordu böyle bir yapıt. Çekiniyorlardı böyle oyunları koymaya zahir...
Şimdi şimdi, hava biraz değişmekte midir? Demokratik yollar ne kadar tıkansa, kilitlense de önünde sonunda açılacak. Başka yolu yok çünkü... Bu yolun açılmasına katkıda bulunmayan herkes sorumlu olacaktır, bilesiniz...
*
Dün Ankara Notları'nda Süleyman Bey'in başının dertte olduğunu yazmıştım. O, böyle dertli günlerinde kendini İhsan Sabri Beylere atar. Sabahın köründe eve damlar eski Dışişleri Bakanını alır, çıkarmış yollara. Çağlayangil, altıyüz bin liraya aldığı dairede oturmaktadır herhalde. Evlâtlığını da bir İranlıyla evlendirdi. Ona da bir daire aldı Ankara'da. Ama bir ayağı İran'da. Yalova'da da bir daireciği varmış. Daha da varmış ya çetelesini mi tutacağız? Hazar Denizi'nden havyar gelirmiş, bilmem nerden balık. Evlerinde edinilen armağanlardan vitrin varmış ki, Süleyman Bey'de yokmuş eşi menendi. Kısa sürede nasıl servete, samana kavuşuyorlar anlayamadım gitti...
Süleyman Bey'in derdi, Bayar. Bayar'ın çıkışları... Sermaye kesimi de çıkardı mı gözden? Yeni yeni haberler:
- Ya Sıtkı Yırcalı olmalı, o olmazsa Türkeş gelmeli AP'nin başına...
- Çattık belâya, bu da nereden çıktı? Sızlanmada Süleyman Bey, Celâl Bey'den.
İhsan Sabri Bey de bıkmış olmalı, onun derdi de şey,
- Önümüzde seçim var, heey...
(21 Ocak 1975)
FAŞİZMİN KÂHYALARI...
Bütçe Komisyonunda, DP'li Özer Ölçmer, Ecevit'in Kıbrıs başarısını övünce, Tabiî Senatör Suphi Karaman, Ethem Kılıçoğlu'nun kulağına eğildi:
- Anahtar oynuyor galiba, dur bakalım. Bir ses duyuldu...
- Oynadı ama, daha girmedi deliğe. Kurcalıyor...
Anahtar uyacak mı, uymayacak mı? Sadi Bey, bir maymuncukla açıvermişti kapıyı. Belki de "şifreli" kilit. İngiliz anahtarı, öyle ya. 1 Şubat Demokratik Parti Kongresi de geçsin bakalım. Parlamentoya dayalı nasıl bir hükümet oluşturulacak...
Dışarı sızan bilgilere göre, eğer içtenseler, hükümettekiler de bezgindirler. Güvenoyu almamış, istifa etmez, hükümet üyeleri, Meclis'e tasarı gönderemez, ortalığı kan götürüyor, faşizm almış başını gidiyor, sesi kısılmış bir durumda, sesini duyuramıyor. Bazılarının içinden çekip gitmek, görevi bırakmak geçmiyor değildi. Fakat bu çıkar yol olacak mıydı? Ben sormuyorum, kendileri söylüyorlar.
Fakat Irmak Hükümetinin, özellikle başkaldıran faşizm karşısında tam bir tutukluğa, beceriksizliğe düştüğünü herkes söylüyor. Bir de kendine göre bir gerekçe, o da değil bahane arıyor gibi:
- Vurulan genç, sağcı mı solcu mu imiş?
Solcuysa sorun değil, sağcı olsa seyredin alınan "rehine"leri neyi... Ben içten geçenleri okumaya çalışıyorum, çokları geçiriyor içinden...
1944'lerin ırkçı, turancı kafatasçılığı eğitilmemiş, avlanmaya hazır Anadolu çocuklarına kılavuz oluyor gün gün. Bu kafa 27 Mayıs Devrimini de kullandı, kullanmadı mı? Tüm, arkadaşlarını yitirip yapayalnız kalınca, körpe beyinleri örgütlemeyi yeğledi kafa...
Erbakan söylüyordu:
- Atatürkçüler, Lenincileri yenecektir... diye. Atatürkçü kim? Gericiler, kafatasçılar mı? Leninciler kim oluyor, ilericiler mi? Atatürk'ün adını ağıza almıyorlar diye, Korutürk'ün hükümet kurma görevi vermediği, din bezirgâhları nasıl da sarılıvermişler, Atatürk adına. Bu lâflara bakarak belki hükümet kurma görevi ne veriliverir, şansa artık.
Hükümet kim kurarsa kursun, nasıl kurulursa kurulsun, bana öyle geliyor ki, kimse bir "prostat kabinesi" istemiyor. Bu da Korutürk'ün tutumuna ve yeteneğine kalıyor artık. Güvenmeli yine de...
*
Vedat Dalokay, Ankara'da iki parka Yücel ile Tonguç'un adlarını veriyor. Başkanın bu iki ünlü eğitimciye saygısını alkışlamak gerek.
İşin doğrusunu öğrenince, havagazına yüzde 200'e varan zamma da karşı çıkmıyorum. Şöyle anlattı, Dalokay bunu:
- Ankara'da üçyüz bin konut var. Bunun üçte birinde havagazı var, çoğunluğunda yani gecekondularda yok. Havagazının maliyeti 196 kuruş, buna karşılık şimdiye dek devede kulak kabilinden metreküpünü satmışız havagazı kullananlar, daha çok varlıklı yahut orta gelirli kişiler. Gecekonduda oturan yoksul veya dar gelirli kişiden aldığımız parayla nerdeyse varlıklının ucuza havagazı kullanmasını sağlamışız. Yani Ankara'da fakir, zenginden daha pahalı yaşıyor. Bak yaz bunu, ben ev kadınlarına seslenmek istiyorum: Keyif için ettikeri bir telefonu günde eksik yapsınlar, havagazı onlara bedavaya gelecektir...
Bizde de havagazı var, ben sesimi çıkarmadım. Ama, çay kaynadıktan sonra hemen söndürüyoruz havagazını. Çocuklar biliyorlar zaten, bütün ışıkları Vedat Bey'in yakıp Vedat Bey'in söndürdüğünü...
Çocukların yatma saati gelince, Vedat Bey, hemen ışıkları söndürür, evde ışık yanarsa kızar.
*
Mustafa Suphi ile birlikte Karadeniz'de boğularak öldürülen Ethem Nejat'ın kardeşinden söz etmiştim. Selâhattin Nejat Yalkı'ydı o. Kısa bir süre önce ölmüştü. Eşi -henüz tanımadım- yapapalnız kalmış, çocukları da yokmuş.
Gerçekten uzun süre susmuş, konuşmamış. Selâhattin Nejat, kardeşi ağabeyisi ile ilgili olarak. Ancak, ölümünden önce bir bilim adamımıza anlatmış tüm bildiklerini. Çok değerli bir kişiymiş Selâhattin Nejat da, onu Almanyalarda Ethem Nejat yetiştirmişmiş. Veteriner Fakültesi'nde dekanlık yapmış, kaç kez. Orada profesör. Okuyan, düşünen ve inceleyen tam bir bilim adamı. Nurullah Ataç'ın da yakın arkadaşıymış. Ünlü ses, saz ustası Ankaralara geldiğinde -bundan taa 30 yıl önce- onun evinde çalar, söylerrmiş. Yıllarca polis izlemiş Selâhattin Nejat'ı. Bıkmış, usanmış adam bu izlenmelerden. Kendisiyle görüşmeye gelen bilim adamımıza da, şöyle demiş:
- İyi, geldin. Ne biliyorsam söyleyeceğim ağabeyim hakkında. İnşallah sen polis değilsindir...
Ethem Nejat'ın Tonguç'la da arkadaşlığı var mıydı bilmiyorum. Ama, Tonguç'un Ethem Nejat'ı çok saydığını duydum. Ethem Nejat, Mustafa Suphi yaşasalardı, eğitimimize, düşünümüze neler katarlardı kim bilir?
İskele Kâhyası Yahya Kâhya'nın öldürttüğü, sayıları onbeş-onaltı Türk'ün adlarını yazmayı unutmuştum. Onu da yazmak istedim:
Mustafa Suphi, Ethem Nejat, Kayserili İsmail Hakkı (Arap İsmail), Topçu Binbaşı İsmail Hakkı (Çerkez İsmail), Sürmeneli Kınalıoğlu, Ahmet Yakup, Tayyareci Hilmi, Kâzım Ali, Şefik ve Çitoğlu Nazmi İsmail.
Tamamı bunlar değil herhalde, daha olacak kâhyanın kurbanları...
İstanbul'da öldürülen VDMMA öğrencisi Kerim Yaman, yurtta kol gezen faşist katil kâhyaların kurbanı değil mi? Bu son kurban mı?
(26 Ocak 1975)
TEHLİKELİ İLİŞKİLER...
Eskişehir İTİA'daki akrabalar zincirine yine eksikler olmuş. Ankara'ya, Yeniortam Bürosu'na uğrayan zincire bir halka ekleyip öyle gidiyor. Okurlar, bağışlasınlar da artık geçmiş sayıları bularak akraba zincirini tamamlasınlar, yeni yazacaklarımla:
Dr. Cüneyt Binatlı, Eskişehir İTİA Hukuk Kürsüsü Başkanı ve Bursa İTİA Reisi Prof. Yusuf Ziya Binatlı'nın oğlu... Asistan Sinan Bozok, Eskişehir İTİA'da beş yıl öğretim görevlisi olarak çalışan Osman Bozok'un oğlu. (Sinan Bozok'un, Orhan Oğuz'un damadı olması bekleniyormuş). Asistan Rıfat Üstün, AP Eskişehir Milletvekili Ethem Güngör'ün akrabası, Asistan Celâl Kepekçi, Hukuk Kürsüsü Doçentlerinden Sinan Gözen'in askerlik arkadaşı...
Akrabalık, arkadaşlık Eskişehir'de de kalmayıp zaman zaman başka illere de atlıyor. Örneğin, Bursa İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi Asistanı Sabri Astarlıoğlu, Prof. Orhan Oğuz'un Akademi Başkanlığı ve Millî Eğitim Bakanlığı sırasında makam şoförü, Asistan Tuğrul Dirimtekin Bursa İTİA ilk "Reisi" ve halen Eskişehir İTİA Reisi Prof. Dr. Halil Dirimtekin'in yeğeni...
Dostları ilə paylaş: |