İKİNCİ baski



Yüklə 1,91 Mb.
səhifə40/40
tarix25.11.2017
ölçüsü1,91 Mb.
#32827
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40

- Kedi konuşur mu ki, köpek konuşur mu ki? Gözyaşlarından göl olup, çoban orada kürek çekebilir mi ki? Bir değil, her yanı yalan. Onun için bu düzene bir yanından bakarak eleştirmek yanlıştır. Tümü aldatmacadır çünkü... Her mahallede bir milyoner yaratmak, bu düzenin, sistemin doğal işidir. Vergi bu düzende elbette fakirlerden alınacaktır. Vergi iadeleri elbette varlıklara verilecektir. Düzce TÖB-DER Başkanı Reşat Albayrak, Cengiz Arıbay, TÖB-DER Genel Sekreteri Binali Seferoğlu ilginç konuşmalar yaptılar.

Bir öğretmen sınıfında "gelir dağılımı"ndaki eşitsizliği şöyle anlatmıştı:

- Yüz kişi var, yüz kişi için 100 somun var. Yüz kişiden beşi somunların yirmi tanesini yiyorlar. Öğretmen daha sözünü bitirmemişti ki, öğrencilerden biri oturduğu yerden bağırdı:

- Abovvvvv, patlamıyorlar mı?

Düzce'de komando öğretmenler de vardı. Gizlice "Ülkü-Bir"i kurmuşlardı. Neden gizlice? Bu bir "gizli örgüt"müydü ki, gizlice kuruyorlardı. Halktan, öğretmen arkadaşlarından utandıklarından, yüzlerine bakamadıklarından mı "gizlice" kurmuşlardı örgütlerini. Komandolar, bunun için mi yaptıkları baskınları gizlice düzenliyorlardı?

Biz Düzce'deyken, bir olay olmadı. Orada TÖB-DER'li öğretmenler güçlüydüler. Biri:

- Gerici olduklarından belki, gelişinizi geç haber almış olacaklar komandolar... dedi.

Faşizm, şimdiye değin hemen her yöntemi denemiş, demokrasiden, Anayasadan yana olanları ezememiş, geriletememiştir.

Demokrasiden yana olanların da ezilmemeleri gerekir. Ezilen yassılır çünkü. Kıyıma uğramış öğretmenlerin gözlerinde ezilmişliğin izini görmedim.

(4 Kasım 1975)


FAŞİZMİN YASAKLARI ÇATIRDIYOR...


Ankara'da Yenimahalle mezarlığına giden bir genç, mezarlık bekçisine şöyle dedi:

- Amca, ben köyden geldim, buraları bilmiyorum. Bir akrabamızın mezarını arıyorum. Yeri, Deniz Gezmiş'in mezarının yanındaymış. Deniz Gezmiş'in mezarını gösteriverirsen ben akrabamızın mezarını bulurum.

- Gel benle, dedi mezarlık bekçisi, işte şu üç mezar Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın...

- Sağol amca, ben bulurum gayri...

Çocuk doğrudan Deniz Gezmiş'in mezarını sormaya korkmuştu, göstermezler diye.

Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay'ın Ankara'dan götürdüğü üç avuç toprağı, Moskova'da Nâzım Hikmet'in mezarına koymasına, nasıl da kıyameti kopardılardı cephe uydusu gazeteler, Dalokay'a değil aslında, CHP'ye saldırıyorlardı. CHP, yapılacak ilk seçimde bir başına iktidar gelecekti, bunu biliyorlardı, onun bu şansını ne kadar zayıflatırlarsa, onu ne kadar iktidardan uzaklaştırırlarsa dümenlerinin süreceğini biliyorlar, ondan saldırıyorlardı. Kimi Dalokay'a "mezarcı", dedi, kimi "vatan haini" o da Nâzım gibi Moskova'ya gitmeliydi. Tüm gerici gazeteler Cumhuriyet'in Ankara bürosuna gelir, gözden geçiririz. Dalokay da görüp okumuş bazılarını. Şöyle dedi:

- Azizim, neler yazıyorlar? Okudukça kahkadan kırılıyorum.

Dalokay'a ise mektuplar yağmaktaydı. Almanya'dan, Berlin'den gelen bir mektupta şöyle deniyordu:

"Biz burada iki çöpçüyüz. Sizin yanınızda biz varız. Biz yalnız değiliz, milyonlarız, yüz milyonlarız. Bundan dolayı faşizme karşı olan bir kimse, dünyanın en büyük kaba kuvvetinden daha güçlüdür. Faşizm paraya dayandığı için, paraları ile birlikte onlarda tükeneceklerdir."

Dışarı gidip gelenler, bir alışkanlıkla söylerler:

- Ben Paris'teyken... diye.

Şimdilerde de galiba. Moskova'da modasını Dalokay getirdi. İki lâfının biri o:

- Ben Moskova'dayken...

Dalokay Moskova'dayken, Moskova Belediyesi'yle çeşitli anlaşmalara da varmış. Çoktan biliyordum, bunların arasında Ankara ve Moskova'da birer "hafta" yapılması da var. Moskova'da "Ankara Caddesi", Ankara'da "Moskova Caddesi" konacak birer caddenin adına. Bir ara bunu yazmak istedim. Yine ortalığı karıştırmayayım, cephecilerin eline koz vermiyeyim diye düşündüm belki, çektim kalemin ucuna kâğıttan.

Dalokay Ankara'ya "Moskova Caddesi"ni açarsa, faşistlerin "Moskova'ya, Moskova'ya" bağırtıları üstüne ilericilerden bazıları da bu kocaman caddeye doluşurlar ne bileyim...

Ankara'da ne ülkeler için caddeler, sokaklar, alanlar var: Tahran Caddesi, Cinnah Caddesi, Tahran yetmemiş bir de Rıza Şah Pehlevi Caddesi, Paris Caddesi Şili Meydanı..

Şili Meydanı adı Allende zamanında mı konuldu?

Cepheciler, faşistler, sosyalist ülkelerle alışveriş yapılmasından ancak, dostluk kurulmamasından yana gözükürler. Sovyetler, Türkiye'ye enerji mi verecek? Devletten devlete değil de ille Türkiye'de bir temsilci olacak, enerji ondan pazarlık edilip alınacak. Temsilci de, eski bir AP'li Bakanın oğlu, iyi mi? O da "Komünistler Moskova'ya" diye bağıranlardan, arkadaşım şöyle dedi:

- Dalokay, daha sıkıyönetim döneminde Kurtuluş'ta Gürsel Alanı'ndaki "Komünistler görüldüğü yerde ezilmeli" levhasını kaldırırken bir yerde Atatürk'ün "dünyada barış" ilkesine de uygun davranmış oluyordu.

Cepheciler, oy kaygısıyle Amerika'nın her dediğine "ha" deyip, onun dümen suyunda gitmeyi kâr sayarlar. Yılların koşullandırmalarından yarar umarlar. Dalokay'ın tutum ve işlemlerinden, ona yıpalan hücumlardan bir ara CHP'liler bile korktu. Onu bir kenara çekerek "zılgıt" geçmek istediler. Dalokay'sa içten girişimleriyle Türkiye'de pek çok yasağı, "tabu"yu yıkmaktaydı.

İran Şahı, Ankara'ya geldiğinde, Esenboğa'da Şah'ı bekliyenler arasında bulunan CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'in yüreği ağzına gelmişti. Herkes gelmiş, Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay, hâlâ gözükmemişti. Dalokay, uzaktan uzaktan göründüğünde, Ecevit derin bir soluk aldı. Sanki Şah değil, Dalokay'dı beklenen protokol hazretleri, insanî düşüncelerini gerçekleştirmekten alıkoyuyordu. Bunları konuşurken bir arkadaş sözü Franko'ya getirdi şöyle dedi:

- Franko ölürse, cenaze töreninde kim bulunur acaba?

- Herhalde Dalokay bulunmaz...

Ama görev verilirse gitme zorunda, protokol bu...

1960 öncesinde gazetecilik yapanlar, o dönemde "sosis" bile demekten korkulduğunu iyi bilirler. Sosis deyince, akla "sosyalizm" mi gelir acaba, diye. 1961 Anayasası kafalardaki pencereleri aralamıştır. Nâzım Hikmet'in şiiri ilk "Yön" dergisinde yayımlandığında çok kimsenin boğazı kurumuştu. Fakat yılların koşullandırdığı kafalara, sosyalizmi umacı göstermede yarış etmekteydiler. Bu dönem aşıldı artık. Sosyalizmi, komünizmi sömürerek oy toplamak bile zorlaştı. Baksanıza Süleyman Bey'e, suratı ne kadar asık...

Feyzioğlu'nun "ne duruyoruz, birleşelim" önerisi bile görmezden geliyor, elinin tersiyle itiyor öneriyi. Ne düşünüyor Süleyman bey?..

- CGP, seçimlerde bir varlık olmadığını gösterdi. CGP'nin tüm desteğine karşın aldığımız sonuç ortada. Birleşsek ne olacak, bir de Feyzioğlu'nu başıma saracağım. Yok, yok böylesi daha iyi...

Bilinçlenen yığınlar, yasakları, "tabu"ları çatırdatıyorlar günden güne...

(14 Kasım 1975)

ÖĞRETMENLERE KARŞI PANZER...


İki gün kaldığım İstanbul'da gördüklerimi, yol izlenimlerimi anlatmadan, Ankara'ya dönüşte büroda bulduğum bir mektubu olduğu gibi vermek istiyorum. Şöyle deniyor mektupta:

"Sayın Ekmekçi;

Babam eski bir askerdir ve Türkeş'i yakından tanır. Geçen gün bir konuk arkadaşına şunu söyledi:

- Türkeş'in arkadaşlık kurduğu herkesin sonu felâket olmuştur. Meselâ Hayati Karaşahin'le iyi arkadaş idiler. Adam, hâlâ kesinlik kazanmamış, bir iddia ile Samanpazarı'nda ipe çekildi. Karaşahin'in dini bütün bir müslüman olduğunu herkes bilmektedir. Talât Aydemir'in de Türkeş'le ilişkileri malûm. O da çok değerli arkadaşlarıyla birlikte felâkete sürüklendi. Cemal Gürsel de Türkeş yüzünden sağlık ve hayatından oldu. Şimdi sıra Demirel, Erbakan ve Feyzioğlu'nda. Allah milletimize yardımcı olsun..."

Türkiye'deki bunalımın baş sorumlularındandır Türkeş. Çok kimse eski uyduruk ırkçılık yıllarının düşüyle onu başbaşa bırakıp ayrıldı yanından. Örneğin, bir Muzaffer Özdağ, bir Numan Esin daha kimler yok yanında. MHP'yi MHP olmadan ele geçirdiği arkadaşlarından hemen hiçbir yanında kalmadı. Dündar Taşer'in ölümünün hâlâ karanlıkta olduğunu söylerler. Akşamüstü ekmek kamyonu geri geri gidiyormuş da, Dündar Taşer, ekmek kamyonunun altında kalıp ölmüştü söylentilere göre. Bilemem, gün gelir olaylar aydınlığa çıkar bir bir...

- Akşamüstü ekmek kamyonu ne arıyormuş? Ekmek benim bildiğim akşam değil, sabah dağıtılır?

Başbuğ, "Dâvadan dönenleri vurun" yazılı bayram kartının hesabını vermedi hâlâ. Yeni bir bayram geliyor, bu kez ne biçim bir bayram kartı göreceğiz bakalım?

Bayram kartı ile ilgili olarak, Kırıkkale Savcılığı harekete geçmişti. Ne oldu? Hiiiç... Vedat Dalokay'ı bir gösteriyle mahkemeye sevkeden Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Hakkı Coşkun, neden durmadı bu bayram kartı üzerinde? Çok kimse, kışkırtıcılık yaratanların unutulup gittiğine seviniyordur ama, halk unutmaz kolay kolay. Yanlış mı düşündüklerim?

*

Akşamüstü Kadıköy'de bir işkembecide iki tas çorbayı içince karnımız doydu. Doğruca Haydarpaşa'ya geçtik. Restoran açılınca da, oraya geçip şöyle bir karafaki rakı, bir bardak bira içelim dedik. Tam arkamıza düşen koltukta yeni yetme bir gençle, bir adam konuşuyorlar. Genç, zengin mi zengin olmalı. İkinci evliliğini yapacakmış. Gelinlik tâ Dior'dan getirilmiş. Anlatıyor:



- Birinci evliliğin dedikodusu aylarca sürmüştü. Bu daha şahane olacak.

Yani, yakında dedikodu sayfalarında bir şahane düğünün dedikodularını okuyacağız.

Ben görmedim, arkadaşım görmüş, gencin boynunda kocaman bir altın zincir ve kolye varmış. Kravatında da yine öyle bir harf. Adının baş harfi olmalı.

Yataklı bileti almaya mı fırsat bulamamış, yoksa almış da yatağı mı düzelttirecekmiş ne, yataklıya bakan hizmetlilerden biri gelip gencin önünde durdu:

- Tamam hazırladım, düzelttim efendim.

Hizmetliye 500 liralık bir bahşiş çıkarıp vermiş, yeni zengin çocuğu genç. İyi mi?

Daha önce yemek yediğimizden, restoranda görevliler: "Yemek yemiyecekseniz kalkın artık" gibisine bakıyorlar. Ne bakıyorlar, açıkca sölediler de. Kalkıp gittik. "Kuşetli" vagonumuza, yerimize...

Arkadaş anlatıyor:

- Bak, Türkiye'de bu çelişkili durumdan bir varlıklılar, bir de solcuların aydınları fazla şikâyetçi değiller. Onlar da bir yere kadar varlıklara, sermayeye ayak uydurup gidiyorlar. Kavgaları var ama dişe diş değil bu kavga. Gençler de ondan kızıyorlar...

Ben de kendime kızıyorum. Örneğin, Çankaya'da oturuyorum, bir ufacık kooperatif evinde, ufacık bir dairede. Nohut oda bakla sofa nasıl öyle. Aldığım parayla Çankaya gibi yerde yaşıyamıyacağımı ben de biliyorum. Taşınsam ya, Yenimahalle taraflarına. Vedat Dalokay, belediyeyi satıp gecekonduya taşınacakmış. Ama, hoşumuza gidiyor, yoksulluğumuza bakmayıp, zengin yerlerinde oturmak. Borçlu olduğunuzu, kim nerden bilecek?

Yemekli salonda Vedat Türkali, Süreyya Duru, Atillâ Dorsay da vardılar. Bu perşembe gösterilecek bir televizyon programı için gidiyorlarmış Ankara'ya.

Türk filmciliğini tartışacaklarmış. Yılmaz Güney'i konuştuk kahve içerken, Adana'da yeni, Yılmaz Güney'in arkadaşlarını mı gözaltına almışlar? Çoktan beri gözaltında ya da tutukluymuşlar. İyice bir kurcalayıp, yazacağım onu.

Vedat Türkali'yi görünce, CHP-MSP ortaklığının bozulacağı sıra söylendikleri geldi aklıma. Şöyle demişti o zaman:

- MSP, Demirel'in karşısında bir çeşit işportacılık yapıyor. CHP ile ortaklıkta olduğu sürece, kendisi o kadar zararlı olamıyacağı gibi sermaye cephesini yıpratıyor. Ama bu ortaklık bozulursa, MSP de cephenin yanına geçebilir.

Eh, bir bakıma öyle oldu. MSP, işportacılığı bıraktı. Şimdi, Süleyman Bey'in açtığı dükkânda "icra-ı sanat" eyliyor. Süleyman bey de memnun bu işten.

Cumartesi sabahı panzerler, Aksaray'ı kuşatmışlardı nerdeyse. TÖB-DER, yürüyüşlerini ertelemeşti. Bu panzerler niye? Öğretmenler, saldırısız bir gösteri düzenlemişlerdi. Bunun zamanlı, zamansız olduğu kendi içinde, kamuoyunda tartışılmaktaydı. Ama, bundan İçişleri Bakanı'na neydi ki, yapılmıyan bir yürüyüş için toplum polislerini, panzerleri yığıyordu ortalığa. Kışkırtıcılığın en büyüğünü yapmaktaydı aslında müteahhitlikten gelme İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk müteahhitliği sırasında, kaymakamların yanına, öğretmenlerin yanına çok ama çok saygılı bir "ifade" vermeden yüzüne, giremiyen Oğuzhan Asiltürk, şimdi İçişleri Bakanı olarak, öğretmen karşısına panzer çıkarmakta. Panzerleri kullananlar da köylü çocukları. Köylü çocuklarını, onları eğitmekte olan öğretmenin karşısına çıkarmakla büyük çok büyük suç işlemiştir. Oğuzhan Asiltürk, İmam-Hatiplileri polis yapmak isteme suçundan daha büyüktür bu suç, hiç bir özürle bastırılamaz.

Panzerler ve öğretmen ha? Bunları karşı karşıya düşünen ve düzen er geç yıkılıp gidecektir. Hem de nasıl?

TÖB-DER yöneticileri, oyunlara gelmemek için tüm yürüyüş ve mitingleri iptâl etmişler, ertelemişlerdir. Bununla çok iyi etmişlerdir. Düşüncelerini saldırısız, yasal olarak açıklamaya olanak tanımak istemiyen cephe iktidarının kışkırtıcılarının da oyunlarına gelmemek gerekti. Cepheciler, aslında yürüyüşlerin yapılmasını, birçok öğretmenin panzerler altında ölmesini isterlerdi, bilmez miyim? Yasalara uygun olarak silâhsız, saldırısız yürüyüş yapmak, gösteri yapmak her vatandaşın hakkıdır. Memurun da, işçinin de, köylünün de hakkıdır. İçişleri Bakanlığı'nın görevi, onlara saldırılar yapılmasını önlemek, engellemektir. Ama, nerdeee? Cephe bugün saldırganların koruyucusu durumundadır.

İçişleri Bakanı, saldırısız, silâhsız yürüyüşleri engelliyeceğine öldürülen bunca gencin katilini bulsun. Anayasayı da, yasaları da çiğneyen, paspasa çeviren cephecilerdir aslında. Halk bunları her gün gözleriyle görüyor...

Birçok ana-baba, okula gönderdiği çoluk çocuğuyla helâllaşıyor her sabah. Bu mu güvenlik?

Bozkurtçu Millî Eğitim Bakanı Erdem, Millî Eğitimi, komandolarla doldurarak, komando kışlasına çevirmiştir. Ankara'da merkez okullarında okuldan yeni çıkmış, stajyer aday öğretmenler çalıştırılmakta. Adaylık süresini köylerde bitirmek için bir kızlar, bir de yoksul köylü çocukları yollanıyor oralara, uzaklara.

En güzeli de Bakanlığın yeni uygulaması. Tüm okulları dolaşıp, "öğretmen fazlası" olup olmadığını araştırıyor. O okulda öğretmen fazlası olup olmıyacağını, öğretmenlerin atamalarını yaparken bilmiyor mu?

(8 Aralık 1975)

YAĞAR, ESER YOLCU HAVASI...


12 Mart'tan bir ay kadar sonra, bir toplantıda Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç'a sormuşlardı:

- Paşam, niye muhtıra verdiniz? Bir sıkıyönetim ilân ederdiniz, istediğinizi yapardınız.

Karşılık vermişti Tağmaç, şöyle:

- Enayi miyiz biz, sıkıyönetim ilân edip AP ile birlikte görünelim?

Tağmaç, böyle dedi ama, 12 Mart Muhtırasından sonra tüm yaptıklarıyla AP'nin ekmeğine yağ sürdü. Nasıl başlarlarsa başlasınlar sonu oraya varıyordu nedense. Hükümet AP'de değildi ama, iktidar AP'nin eline geçecekti. Süleyman Bey'in bu işleri iyi bilmediğini kim söylüyor? Politikacıların dümenine ve düzenine girenler, eninde sonunda koşullanırlar oraya, niteliklerini de değiştirirler.

Bu kez de -askerler uysalar- sıkıyönetim ilân edildi, ediliyordu. Ancak, hükümet kanadından gelen önerilere askerler açıkça "hayır" dediler.

Sıkıyönetim, MHP, CGP hattâ AP "Evet" demekteydi. Öneri bunlardan birinden gelmişti, belki de birkaçından, MSP direndi ortaklardan sıkıyönetime. MSP de sıkıyönetimin kendisi için ne anlama geleceğini taaa Millî Nizam Partisi döneminden bimeliydi. Sıkıyönetim, CGP ile MHP'nin sırtında kaldı. AP'liler, özellikle Türkiye'nin bazı illerinde milletvekillerinin çoğunun "sıkıyönetim" istemiyeceğini, bunların hemen CHP'ye kayacaklarını çok iyi bilmekteydi. AP'den bazı milletvekillerinin sıkıyönetime karşı olmaları, Meclislerden sıkıyönetimin geçmemesi demektir. AP, orta yerde kalmaktansa, MSP'nin yanında yer almayı yeğledi.

CHP ise, öteden beri asker kanatlarından haber almakta, askerlerin Sıkıyönetimden yana olmadığını bilmekteydi. Marmara köşkünde yapılan "Devlet brifingi"nde bu bir kez daha ortaya çıktı. Ecevit yoksa 6 Aralık'ta İskandinav ülkeleri gezisine çıkmaz, gezisini ertelerdi. Ecevit, giderken oyunu bir daha bozdu. AP Genel Başkanı Başbakan Demirel'i ziyaret etti, İstanbul'da da çok kimseyi şaşırtan "yumuşama" çağrısını yaptı. O gittikten sonra, Cephe birbirine girecekti. Bu Bülent Bey'in politik oyunlarda hayli ustalaştığının bir belgesi sayılmalıydı. Bazıları da, ortalığın sertleşmesinin Süleyman Bey'in bir taktiği olabileceğini düşündüler, ateşle oynamayı seviyor muydu ne?

Tüm Türkiye, tam hangi gün büyük bir faşizm belâsını atlatmıştır pek kestiremem. Fakat, örneğin 6 Aralık Cumartesi günü böyle bir büyük belâdan kurtumuştur sanıyorum. TÖB-DER'in miting ve yürüyüşlerini iptâl etmiş olması, ne bileyim, çok akıllıca bir davranış olarak belleklerde kalacaktır belki. Belki, çok kimse bunu küçümsiyecek, aman canım ne olacaksa olsaydı diyecektir. Ben o sıra Ankara'da yoktum, fazla bir şey diyemem. Fakat, faşizm tasarladığı bir büyük olay fiyasko ile sonuçlandı. Bunda TÖB-DER yöneticilerinin son anda aldıkları kararın payı az olması gerek. İstanbul'da, Aksaray'da panzerleri gördüğümü anlattım, yüzlerdeki hıncı da. Daha gösteri ve yürüyüş yapılmadan panzerler, öylesine yolları kapamışlardı. Demek, TÖB-DER'in kararının yankısı bile yeri yerinden oynatmıştı.

TÖB-DER Genel Merkezi'ne şimdi, telefonlar, telgraflar yağmaktadır. TÖB-DER, durgunlukla, pısırıklıkla suçlanmaktadır. Bazı gençler, Genel Merkez'e gelerek "Nerde kaldı devrimcilik, eylemcilik, bizleri taa Kayserilere gönderdiniz, sonra da yürüyüşleri iptâl ettiniz" demekteler.

Cumhuriyet okurları bilirler, açıkça yazdım düşüncelerimi, izlenimlerini, bazen, faşizmin oyunları böyle de bozulabilir. Yasal bir hak bile yeri değilse kullanılmaz, beklenir. Sabredilir. Olayların gelişmeleri izlenir. Yoksa, "Hadi aslanım dayanın, gün bugündür." demek çok kolay bir tutum, kolay bir davranıştır. Bunu demedim, sezdiklerimi, gözlediklerimi duyurmaya çalıştım.

Türkiye'de CIA'nın bir plân düzenlemekte olduğu, konuları, olayları yakından izleyenlerce bilinmekte, duyulmaktaydı. Bir önemli kişiyi tanırım, şöyle demişti:

- Bir plânın uygulaması yapılmak isteniyor. Bunun için yazı mı yazacaksın, bazı yetkilileri uyaracak mısın, ne yapacaksan yap. Bu görevdir...

Günlerce kenarından, kıyısından çıtlatarak yazmağa çalıştım. Ama, açık açık da yazılamıyor çok şey. Okurların satırların arasını okumaya alıştıklarını, yadırgamıyacaklarını düşünüyorsunuz. Bazıları sorar:

- Bugünkü "Ankara Notları"nda ne demek istedin, biraz karışık...

- Karışıksa iyi, ben de karışıklığı anlatmak istemiştim. Demek başarmışım...

Soruyu soran ters ters bakıp uzaklaşıyor.

Şimdilerde, bugünlerde ortalık daha bir yumuşadı. Faşizm kanlı plânını uygulayamadı. Öyle görünüyor...

*

Geçen hafta İstanbul'daydım ya, Ankara'da çok kimsenin farkına varmadığı başka önemli olaylar oldu parlamentoda, özellikle Senato'da. Üstüste "istifa" örnekleri verildi.



Çekilmesini bilmeyen, ayrılmanın erdemini anlayamayan anlayamaz bunu. Ayrılmasını bilen yeniden gelir işbaşına. Süleyman Bey gibi, muhtıranın ucuyla gönderilenler, belki bir kez gelirler ama, bir daha ı-ıhhh...

Fahri Özdilek'in, senato geçici başkanlığından çekilmesini anlatmak istiyorum. Tekin Arıburun, kolayına bırakmak istememişti başlarda biliyorum. Sonunda Fahri Özdilek senato geçici başkanlığına yaş dolayısıyle geldi. Senato Başkanı seçilene kadar, senatoyu yönetebilecek kişiydi çok kişiye göre.

11. birleşimde, Özdilek bir önergeyi işleme koyar. Sonra saat 19.00'a yaklaştığı, zaman geçtiği için birleşimi tatil eder. Bu sırada AP'liler bir önerge verirler. Önergeyi görüştüremiyeceğini, zamanın bittiğini söyleyen Özdilek'e, AP'li Nuri Ademoğlu oturduğu yerden ağır bir söz söyler. Şöyle der:

- Yaşından, başından utan...

Bu sırada Tabiî Senatör Suphi Karaman yerinden fırlar, AP'lilerin arasına dalar, yatıştırırlar.

Tabiî Senatörler, kendi aralarında bir toplantı düzenlerler. Fahri Özdilek Paşa, istifa etmeyi kararlaştırmıştır. O gece hiç uyumazlar.

Fahri Paşa, öteden beri "Efendiliği" ile tanınmıştır. AP Senato Grup Başkanı İskender Cenap Ege'ye telefon ederek kararını bildirir. Ege, şu karşılığı verir:

- Aman Paşam, siz görevinizde kalın, biz sizin gibisini nerede bulabiliriz?

AP'liler aslında, Senatoda geçici başkanın kendilerinden değil, karşıdan olmasını yeğ tutarlar. Kendilerinden olursa bir oy kaybedeceklerdir. Çünkü, meclislerde başkanlar oylamaya katılamazlar.

Bu sırada AP'lilerden Adnan Karaküçük gelir, Özdilek'e:

- Paşam, o sözü size ben söylemedim. Size öyle geldiyse özür dilerim... der.

Bunu, Nuri Ademoğlu, Macit Zeren, AP Genel Sekreteri Nahit Menteşe izler. Tümü özür dilerler, fakat Fahri Paşa, kararını vermiştir. Saat 15.00'de oturumu açar, kendisinden özür diliyenlere teşekkür eder, istifasını açıklar ve oturumuna bir saat ara verir. Tabiî Senatörler, CHP'liler Fahri Paşa'yı alkışlarlar...

Yaş sırasına göre, AP'li İbrahim Şevki Atasagun'un geçici başkanlığa gelmesi gerekirken, bir saat sonra Kontenjan Senatörü Sadi Irmak, Fahri Özdilek'in çıkardığı fragı, gömleği giyerek başkanlık yerine oturur ve oturumu açar.

Olayın bir ilginç yanı daha, eski DP'lilerin -Sıtkı Yırcalı'nın, Baha Akşit'in, Atıf Benderlioğlu'nun- Fahri Özdilek'e bu eski 27 Mayıscıya ricalarıdır:

- Efendim, lütfen bırakmayın, ne olur?

Fahri Özdilek'in bir sözden alınıp başkanlığı bırakmasıyla aslında "istifa" denilen şey, parlamentoda ağırlık ve onur kazanmıştır. Bir görevi bırakabilmenin onuru...

Fahri Özdilek nerdeyse ayağını sürür, arkasından gelen Sadi Irmak da AP'lilerin hücumlarına ve hakaretlerine dayanamıyarak başkanlık görevini bırakır. Sıra, AP'liler istemese de AP'li Tekin Arıburun'dadır. AP'liler, senatoda oylama sırasında bir oy yitirdiklerine yanarlar.

"İstifa" böyle bir durumda onurlu bir iş olduğu gibi bazı hallerde de bir kurtuluştur. Cephe Hükümeti ise istifa etse de kurtulamıyacaktır. Çöküş ve yıkılış, onun alın yazısıdır...

Anadolu'da "yağar, eser yolcu havası" derler. Yolcu anlıyacağınız.

Konuştukça batıyor, görüyoruz örneklerini...

Faşizmden yana burjuvazi kumar masasında kazandığı sürece kurallara uyar. Kaybetmeye başlayınca da -ki, kaybetmeye, başaşağı gitmeye başladı bir süredir- silâhına sarılır hemen. Yeni değil, eski huyu bu...

Beslemelerinin şirretlenmeleri gemi azıya almaları bundandır. Sömürülerinin milyoncuklarının ellerinden gitmekte olduğunu görüyorlar ondan. Ne vurgun vurabilirlerse vurup koşacaklar. 1973 seçimlerinden beri yurt dışına yabancı bankalara kaçırılan paraları bir saptayabilmeli ki. Şellefyanlar, beslemelerin ağa babaları armut toplamıyorlar ya...

Varıyor haaaa...

(12 Aralık 1975)

FAŞO'LARIN SONU...
Sabah, Çankaya'da dolmuş beklerken, koca bir yıl geçti gözümün önünden. 1975 yılını hiç sevmedim desem yeri. Ara dönemlerde, 12 Mart dönemlerinde olduğu gibi, işsiz kaldığım yıllardandı o da. Halbuki, ne umutlarla girmiştik 1975 yılına da.

Kuyruk uzamıştı, gelgelelim bomboş geçen dolmuşlar, durmuyorlar daha aşağıda ikiyüz metre ötede duruyorlardı. Biz kuyruktakiler konuşuyorduk:

- Almaz tabii adam, niye alsın? İki yüz metre boş gidecek. Nasıl olsa yolcu bol...

Özel arabalılar geçiyordu, kızıyordum arabalılara. Taksilerin içine kurulup oturmuş gidenlere de. Hava nasıl soğuk?

Sosyalist ülkelerde öyle herkesin altında arabaları filân yoktur. Çoğunluğun yoktur da onun için. Yeni yeni ekonomik gelişmelerine göre sıraya bindirmişler, zamanı gelince gerekli parayı yatırıp, biriktirebilenler alabiliyorlar. Bizde de araba, varlıklının altında, arabacılar niye yoksullara da araba yapsınlar? Ne arabası, ayakkabı yapıyorlar mı? Paran yoksa ayakkabı da giyemezsin. Araba yapacağına, Beykoz fabrikalarına kuvvet verse, çıplak ayaklı kimse kalmaz. Ama, bu anamalcı yani kapitalist düzenlerin işi değildir ki. O, bol araba yapar, çünkü araba alabileceklerin parası var. Bu dolmuş da durmazsa, artık iyice kızacağım haaa...

İstanbul yangını neden oldu? Kim çıkardı yangınları? Sağın söyleyecek bir sözü olsa, bunu da komünistlerin yaptığını söyler, yayardı. Kamuoyu kuşkular içindedir. Bu yangınlar, bu düzenin mi bir gereği acaba? Bu yangınlar, bu düzenin mi bir gereği acaba? İstanbul dedim de sermaye çevreleri sağ cepheyi niye zorluyor bu kadar? Belli ki, Süleyman Bey'i çekip gitmesini, yerini başkasına bırakmasını istiyor. İstanbul'da büyük iş adamları CHP Genel Sekreteri Orhan Eyüboğlu'yla neden ısrarla görüşmek istediler? Sermaye çevreleri, görürsünüz yakın zamanda AP'nin içine de bir kor, bir ateş atarlar:

- Yahu içinizde onurlu otuz kişi yok mu? Başkaldıramıyor musunuz bu adama?

İşte o zaman seyredin gümbürtüyü. 1950 öncesinde Demokrat Parti de böyle kurulmuştu, dört kişiyle hemen hemen. Süleyman Bey boşuna "İşte asıl Demokrat Parti biziz" demesin. AP bitti artık. Yenisine bakalım. Geçenlerde bir eski Demokratın yakını ben "Bunlar c takımı" deyince ne demişti?

- Ne "c" takımı yahu, bunlar "g" takımı...

1975'te olmadı. Görünüşe göre, Süleyman Bey güçlendi, toparlandı. Ama, AP'liler içinde de Süleyman Bey'i tutmayanlar, beğenmiyenler olduğunu, bunların çoğaldıklarını biliyordum. Süleyman Bey, karşı gözükenleri "haziranda seçim"le tehdit ediyordu. Hadi CHP kuşku verdi herkese "erken seçim" sözüyle, Süleyman Bey'inki açıkça tehdit... Parlamento kulislerinde, köşede kıyıda konuşabildeklerim -AP'liler- nasıl da yakınıyorlardı? Bunu yazdıktan sonra yanıma da kimse yaklaşmak istemez korkar ya neyse...

1976'da AP'liler bir Kurultay toplayabilirler mi, toplayamazlar mı kendilerini yenileyebilirler mi, yenileyemezler mi?

Süleyman Bey, kendi partisinde çatlama değilse de çıtlamalar varken, cephe ortakları ile geçinemez duruma gelmişken, neyin hesabını yapmakta? Çok kimse şöyle söylüyordu:

- Ondan kolay ne var, bir yeniden dirilişle Parlamentoda üye sayısını 200'e çıkarmağa çalışmak, Bunu yapabildi mi o kendini kurtardı demektir...

Bütçede kesin düşecek. Ama, bütçeden önce de düşebilir. Olasılıkların çoğu bu yönde.

Süleyman Bey, sokağım yok diye komandoları destekledi, Faşo'ları yani. Topladıklarını bir gün dağıtamaz duruma gelebileceğini düşünmiyerek. Haydi dağıtsın bakalım elindeyse. Dağıtamaz, bir site yurdunu aratamaz, bir Yıldırım Beyazıt Yurdu'nu aratamaz. Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileri, sık sık yurtlarından alınarak Enmiyete götürülürler ama. Ceplerinde jilet bile taşımayan çocuklar Emniyette geceler, aç, susuz bekletilirler ama. Yurtlar, fakülteler komandoların çadırlı karargâhları durumuna getirilmiştir, yanlış mı? Yayınlanan bildirilerde de "komando" sözcüğünü kullanamıyanlar, adaletsizliği ikiye bölüp "karşıt görüşler", karşıt gruplar" diye kurtarıyorlar durumu. Daha önceleri ben de şaşardım. Şikâyete gelen öğrencilere söyler, sorardım:

- Canım, hem komandolar azlık diyorsunuz, hem de komandolar bizi derse sokmuyorlar diyorsunuz, olur mu böyle şey?

- Ama, adamlar silâhlı...

- Silâhlı da olsa azlıksalar yapamazlar birşey...

Faşo'nun elinde silâh var, polis de göz yumuyor. Ne yapmaz?

Geçenlerde Ankara Tıp Fakültesi'nde oldu, iyi niyetli bazı polisler, kantine gelerek buradaki solcu öğrencileri dışarı çıkarmak ve onların can güvenliğini sağlamak istediler.

- Bizi nereye götürmek istiyorsunuz? Bizim güvenliğimiz burada iyi. Hiç değilse kalabalığız, bize kimse birşey yapamaz...

- Gelin hele gelin, dedi polisler. Onları sınıflarına götürmeye başladılar. Sınıfların kapıları ise komandolarca tutulmuştu...

Bu kez polisler de şaşırdılar. Ne yapacaklardı, bilemediler.

- En iyisi siz evinize gidin. Can güvenliğinizi koruyamayız sizin.

Bunlar, iyi niyetlileri, bir de faşolardan yana olanlar var, o zaman görüyoruz olayların nasıl geliştiğini?

Bu dolmuşların duracağı yok, otobüs de gelmedi. Ya dolmuş şoförü de komandoysa? Yok canıııım...

Korutürk, faşizme, faşolara çanak tutacak kişilikte, yapıda olmadığını gösterdi. Anayasanın, yasaların tastamam uygulanmasından yana bunu biliyorum. Zaman zaman oyuna getirilmek istendiğini de. Süleyman Bey de, cehpenin ortakları da kendi faşizan yollarında Korutürk'ü kullanamayacakarını görüp anlamış olsalar gerek, ama nerdeeeee?..

Ecevit'i çok iyi karşılamış Korutürk, azıcık da, MSP'den yakınmış mı? Hani, MSP'liler "Korutürk bizim kararnameleri bekletiyor" lâfından ötürü alınmış mı? Eeee, ne olacaktı yani orası, Çankaya Noterliği mi?

Türkiye faşizmi kapkaranlık dönemlerini de yaşadı. O dönemlerde içeri girenlerin bazıları hâlâ çıkamadılar, özgürlüklerine kavuşamadılar. Adlarını bile unuttuğumuz, kadınlar kızlar yatıyor kıyımevlerinde. Yusuf Küpeli'nin açık mektubunu dikkatle okudum. Sayın Korutürk de okur, bir hayatı kurtarmak için girişimde bulunur mu acaba?

Aslında 1976 yılını ben, içerde kalanların da özgürlüklerine tümcek kavuşacakları yıl olarak görüyorum. Gelişmeler öyle gösteriyor çünkü. Faşizm bu yıl daha da gerileyecek, özgürlüklerden, demokrasiden yana olanlar daha rahat soluk alabilecekler...

*

Yeni dinlediğim bir anıyı anlatmadan duramayacağım. 12 Mart faşizminin en koyu dönemi, bir evde MİT elemanları, siviller, askerler arama yapıyorlar. Bir sivil, kitaplara bakıp bakıp arkadaşına yazdırıyor. Bir kitabın üzeri V. I. Lenin yazılı. Bağırıyor:



- Yaz, Altıncı Lenin...

Aleksi Kosigin duysaydı fıkrayı, ne fıkrası olayı ne gülerdi? Rusçaya çevirirken, Mustafayef ne yapardı bilmiyorum. Süleyman Bey de bunun dostluğa sığmayacağını düşünür, üzülür müydü?



Düşüncelere dalıp gitmiştim ki, bir arkadaşın arabası geçti önümden. Onu durdurabildim, bindim arabaya...

(2 Ocak 1976)
Yüklə 1,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin