Bir gün acıkmış ağabeyim, iyicene. Eve koşmuş ekmek var mı, diye... İhtiyar nine, hasta yatağında yarı uyur, yarı uyanık inlermiş. Çocuğun, ekmek için geldiğini anlamış:
- Çık oğlum, yukarıya da tekneden al...
Almış, fırlamış dışarı ya, doymamış karnı. Tekrar gelmiş. Nine yatağında. Tek gözü açık mı ne? Ağabeyim, usulca yaklaşmış nineme, seslenmiş:
- Nine, gözlerini kapatıvereyim mi?
Anlamış kadın:
- Al oğlum, çık da yine al...
Köy çocuklarını tasarlar mısınız, hiç? Mahkûm çocukları gibidir. Okuyun "Köy Çocuklarından Anılar"ı. Köyle, ulusun büyük çoğunluğuyla ilginiz olduysa, köylüyseniz daha çok tad alırsınız, bir daha yaşarsınız kendinizi.
(23 Nisan 1973)
TİTREK HAMSİ ÖRGÜTÜ
İri gözlü, sivri burunluydular. Karadeniz uşağıydılar. Titrek, ürkek bir halleri vardı koğuşa geldiklerinde. Ne yaptıklarını kendileri de mi bilmiyorlardı ne? Zaman zaman kendi aralarında konuştukları oluyordu Karadeniz şivesiyle:
- Da piz ne yapmişuz?
- Örgüt kurmuşuz.
- Nasıl örgüt?
- Cizlu örgüt.
- Çok mu cizlu?
- Çok...
- Ha pu, cizlu örgüt nerededur?
- Tenuzun tipindedur da.
- Ha pu, hamsi midur?
Şaka yollu bu konuşmalar, hemen onlara yeni bir adın takılmasına yol açtı. "Titrek Hamsi Örgütü..."
- Ulaaa, Titrek Hamsicular kalkın da...
Ne yaptıklarını, neden getirildiklerini kendileri de bilemiyorlardı. Koğuş arkadaşları dalga geçiyorlardı:
- Karadeniz'e bakarak iç çekmişsiniz.
- Tenuzun tibinde nasıl iç çekebiliriz?
Haydi arkasından, gelsin Karadeniz havaları, hemen birleşiveriyorlardı oyuna sıra gelince.
Gelirken neden bir kemençe getirmediklerine yanıyorlardı bazıları.
- Ha uşaklar ha...
Kendilerini ihbar edenler, yan gelip yataydılar şimdi. Siyasî tarihi çok çok ilerde karıştıracaklar, bir "Titrek Hamsi Örgütü"ne rastlarlarsa şaşmamalılar. Kimbilir bazıları koğuş duvarlarına yazmışlardır bile, tarihe geçsin diye...
(30 Nisan 1973)
YAVRU...
Kıbrıs'tan son gelen haberleri izliyor musunuz? Türk-Türk'ü eziyor, horluyor, iyi mi?
Evlerde kitaplar toplanıyor, yasaklanıyor. Adamlar tutuklanıyor, mahkemelere veriliyor, beş yıla kadar ağır hapisleri isteniyor. Hapisleri istenenlerden biri, Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı seçimlerinde karşı grubun propagandasını yapanlardan, Cumhuriyetçi Türk Partisi, kısa adıyla CTP'nin Genel Sekreteri.
Haberlerin doğruluk derecesini hemen saptamak zordur. Asıl, Kıbrıs'taki Türk yöneticileri ve olaylara adları karışanlar Türkiye'ye, Ankara'ya gelmeli ki onlara da sorabilmeliyim.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Rauf Denktaş'ı Ankara'daki pek çok gazeteci gibi ben de tanırım. Bir mesafe ile de olsa Ankara'ya her gelişinde konuşup demeçler almak isterim. Şimdiye kadar bende de hep, Denktaş'ın hakkının yendiği, Fazıl Küçük'ün kendi hesapları ile Rauf Denktaş'ı harcadığı izlenimi yer alırdı. Bunu kimseye soramazdım, sorsam ne diyecekti ki?
Fazıl Küçük de yıllar yılı Ankara'ya gelir, ya Bulvar Palas'a ya da -son zamanlarda- Büyük Ankara Oteli'ne yerleşir, Türk Hükümeti yöneticileriyle görüşmeler yapar ve dönerdi. Gazetecilere, bizlere "taksimden vazgeçmeyiz" gibilerden demeçler verir, Kıbrıs'a dönerdi. Ben, bütün bunların ötesinde Fazıl Küçük'ün Türkiye bütçesinden ne kadar para kopardığını kendi kendime düşünürdüm.
1959 - 1960 yıllarıydı. Muhabir olarak gerçek gazeteciliğe başladığım yıllar... Fazıl Küçük Ankara'ya gelmiş, benim de bir konuşma yapmam istenmişti. Bulvar Palas'a gittim.
- Yukarda kendisi, biraz bekleyin, gelecek... dediler.
Orada çok sevdiğim bir arkadaşımı görünce, biz ikimiz Fazıl Küçük'ü beklemeye başladık. Birer kadeh de aldık. Arkadaşımın o zaman, çok güzel bir içki reçetesi vardı. Bir çeşit kokteyl. Birkaç yudum alınca, insanın başı dönüyor, bir tuhaf oluyordu. Biraz sonra Küçük geldi. Ben hem kendimi, hem arkadaşımı tanıştırdım. Arkadaşım içki reçetesini Küçük'e de önerdi. O da kabu etti, zaten dut gibiydi. Mülâkat, bu halde oldukça eğlenceli bir safhaya giriyor, Fazıl Küçük konuşurken ağzı gittikçe yayılıyor, arada bir de arkadaşım konuşmalara katılıyordu. Ne yapacağımı şaşırmıştım.
Arkadaşım, Kıbrıs'taki liderlerin durumunun önemli olduğunu anlatıyor, Londra-Zürih anlaşmalarını ağır bir biçimde eleştiriyordu...
Neyse, mülâkatı yapıp döndüm ya, bir daha zannedersem, Fazıl Küçük'ü ne aradım, ne de sordum. Kıbrıs'taki Türk Liderinin hali tavrı beni yıkmıştı.
Rauf Denktaş'a daha umutla bakıyorduk, daha ağır başlı, daha değerli bir kişi izlenimi veriyordu. Gelen haberler ise, hiç de sanıldığı gibi olmadığını, işin başına geldikten sonra o da zaten kara günlerden kurtulamamış Türkleri, kendi taraftarlarını, başka düşüncede diye ezmeye hazırlandığını gösteriyor. Yazık...
Rauf Denktaş, Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığına adaylığını koyar da Berberoğlu koyamaz mı? O da:
"Ben en iyi yaparım" demek istemiştir. Demokrasi bu değil midir? Kıbrıs'tan bize gelen haberler doğruysa, Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak Rauf Denktaş, hemen kendisi olaylara müdahele etmeli, kendi soydaşlarının kanunsuz hareketlerle ezilmesine rıza göstermemelidir.
Kıbrıs'ta olup bitenler eğer gerçekten bizlere gelen gibi ise, Türk Hükümeti yetkilileri de Kıbrıs Türk yöneticilerini uyarmalıdır. Dışarıya karşı birlik, kendi içinde dirlik ve iç barışla sağlanabilir. Kendinden olanı ezen, dışarıya karşı bir özür bulamaz.
Söylentilere göre, Berberoğlu çeşitli yollar kullanılarak, Cumhurbaşkanı Yardımcılığı adaylığından vazgeçirilmiş. Hattâ, bir süre evinde göz hapsine bile alınmış. Bunlar doğru mudur? Berberoğlu'nun yakında Ankara'ya geleceği söyleniyor. Gelsin bakalım da öğrenelim, işlerin doğrusunu...
(2 Mayıs 1973)
BAZILARI SOĞUK SEVER...
TİP yöneticileri ile ilgili karar, Askeri Yargıtay'da da onaylandıktan sonra, sanıklar -hükümlü durumuna gelenler- ne yapmışlardır dersiniz?
Böyle zamanları yaşadınız mı hiç? Bir yerden haber gelmez, özel radyolarınız da toplanıp alındığı için, hoparlörün bağlı olduğu beylik radyonun açılmasını bekleyeceksiniz. Ya açmazlarsa? Olur mu canım, herkes biliyor, dünya basını bile olayla ilgili değil mi?
Karar açıklanmış, radyolar vermiş, ertesi günü gazeteler, kimi manşetlerden, kimi -nasıl etsem de gizlesem gibilerden- ufacık tefecik göstermişler haberi. Barış gazetesi gibi hiç vermeyenler de oldu. Olay bu, haber bu, neden vermedi hiç anlayamadım... Halbuki aynı günlerde Barış'ta nerdeyse gazetecilik dersleri veriyordu yazarlar biribirlerine.
Bunları bırakalım da, ne yapmışlardır tutuklular bakalım, düş gücümüzü de kullanıp...
Önce şoke olmuşlardır, sanırım. Kolay mı? Hiç yattınız mı on beş yıl, bilebilir misiniz nasıl geçer on beş yıl dam'larda?
Ufacık-tefecik kızların kendi aralarında "kazıkiçi motel" dedikleri kadınlar tutuk ve gözaltı evinde, Behice hanımın aralarından gideceğine üzülenler var mıydı? "Daha iyi" diyenler oluyor muydu? Belki de, kendi aralarında hazırladıkları "veda çayı"nı bir sürpriz gibi tutuyorlardı. Behice hanımı görünce bir şeyi ağızlarından kaçırmamak ister gibi mi bakıyorlardı?
Belki bunların hiçbiri olmadı da, bütün oradakiler Behice hanımı da aralarına alıp halay çektiler. Halk oyunları oynadılar. Yanık türküler söylediler. Kararın, çok uzaklardaki erkekler koğuşunda ne etki yaptığını öğrenmek istemişlerdir. Kim bilir? Belki erkekler koğuşunda da şöyle denmiştir:
- Tahliye çayı içecektik, şimdi tasdik çayı içeceğiz...
Nereye gideceklerdi bakalım, hükümlüler? Ağır cezalıydılar. Öyle cezaları kesinleşmiş olanlar, uzun süre tutulmazlar Ankara'larda, başka cezaevlerine yollanırlar. Orada tamamlarlar cezalarını.
Duruşmalardan birinin sonundaydı, avukatlardan biri:
- Yakında İstanbul'da görüşürüz artık... deyince ne cevap vermişti:
- Elbette görüşürüz... Ve eklemişti:
- On beş yıl sonra... Ne biliyordu böyle olacağını? Ortamı mı biliyordu, bu güngörmüş kadın?
Yer yer konuşmalar geliyordu insanın kulağına:
- Sadun bey, Adana'ya ne dersin?
- İstemem, ben sevmem sıcağı.
Her ihtimale karşı, evden battaniye, kazak istetmişti. Niğde vardı, Nevşehir vardı, Adana'dan başka Hatay'dan da söz ediyorlardı.
Ankara tepelerini, son kez bir daha seyretmişler midir? Bulundukları yerden Anıtkabir, Parlamento görünüyor mudur?
Siyasî hükümlüler nereye gidecekler, nerede yatacaklar dersiniz?
(3 Mayıs 1973)
NAİM BEY'İN YÜKSELİŞİ...
Türkiye'de bugün, hakkında çok az şey bilinen kişilerin başında her halde Naim Bey gelir. Radyolardan, gazetelerden kısa hayat öykülerini dinledik, okuduk ne öğrendik? Kafa yapısı nasıl bir kişidir, en azından nasıl yükselip gelmiştir buralara kadar, bilen var mıdır, sanmıyorum.
Fransız gazeteleri "Nahim" diye yazmışlar küçük adını, yanlış yazmışlar. İ'nin üzerine iki nokta koyarak Naim adını Türkler gibi okuyabilirlerdi isteseler.
Naim Bey'le yüz yüze, baş başa konuşmuş değilim daha. Amma konuşacağım, daha vakit var. İlk yapılan konuşmaların bir gazetecilik olduğunu, bir başarı sayılması gerektiğini bilirim, fakat denedim, bunların kalıcılığı olmuyor. Sonradan "keşke şunu da sorsaydım" diyorsun. Sonra, çabuk atlatılırsınız. Siz sanki bazı ipuçları veriyor gibi olursunuz. Başımdan geçti de söylüyorum. Süleyman Bey'le bir görüşme sırasında öyle oldu:
- Süleyman Bey, gelirlerinizin hesabını verir misiniz?
- Hay, hay... Bugün günlerden ne? Pazartesi. Yarın salı, çarşamba günü buyrun, ben hazırlatayım, iyi mi?
- İyi, bir soru daha soracaktım...
- Buyurun.
- İsterseniz yazmam, fakat merak konusudur: Mason musunuz, değil misiniz? Bunu açıklar mısınız?
Süleyman Bey, kapıya baktı. Dışarda ziyaretçiler vardı bekleyen. Ben, "yahu, adama ayıp mı oldu acaba?" diye yerimde yer değiştiriyorum.
- İsterseniz, ziyaretçileri bekletmiyelim, hem onlarla konuşalım, hem sizinle...
- Tabii efendim, nasıl isterseniz...
- Bütün sorularınızı cevaplayacağım, merak etmeyin.
Ben, umutlu bekler dururum. Tabii her iki konuda da atlatıldım. Tam çarşamba günüydü galiba, bir başka gazetede, Süleyman Bey'in "bütün hayatının hesabını verdiği..." haberini okuyordum.
Süleyman Bey'den örnek verişim, politikacıların da kendilerine göre, kısa sürede nasıl tecrübe sahibi olduklarını, onların da kısa sürede atlatmayı öğrendiklerini göstermek için...
Ben asıl Naim Bey'i ve onun yükselişini anlatacaktım.
Naim Bey, fakülteyi bitirip devlet memurluğuna geçince, bütün dileği neydi, düşünebilir misiniz? Ne yapıp yapmak, İstanbul'dan ayrılmamak... Yükselse de İstanbul'da yükselmek, orada adam olmak...
Bu, gençlik hayali midir? Sonra askerlik yılları gelir. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, yaşdaşları gibi oldukça uzun -iki yıl- süre askerlik yapar... Askerliği İzmir'dedir. Neş'eli, karamsar olmayan bir yapısı vardır gerçekte. Askerlikten sonra göreve devam...
İstanbul'dan ayrılmama ülküsü olan adam, İstanbul'da Merkez Bankası'nın şubesinin bir memuru olmuş fena mı?
Fakat kısa bir süre içinde Naim Bey'in talihi yükselmeye doğru dönecektir. Birdenbire yükselmeye. Bu, Amerika'ya -belki bir bursla- gönderilmesinden sonra başlayacaktır. Amerika'da National Bank'ta öğrendikleri, bankacılık alanında kendisinin yükselmesine yetmiştir. Naim Bey'le birlikte Amerika'ya National Bank'a bursla giden öbür arkadaşları da yükselmişlerdir ama, onun kadar yükselememişlerdir.
İstanbul'dan ayrılmak istemeyen, Naim Bey'e artık, Merkez Bankası'nın merkezi de görünmüş, Ankara yolları açılmıştır. İngilizcesi, Amerika dönüşünde bile fazla iyi değildi. Çat-pat konuşurdu.
Naim Bey, Süleyman Bey'in başkanlığında göze girmiş olmalıdır. Ancak onun yükselmesini asıl sağlayan, 11'lerin istiifası sırasında Merkez Bankası başkanı olarak, 11'lerin istifa dilekçelerine oturduğu yerde verdiği cevap olsa gerektir. Naim Bey'in on birlerle arası öteden beri yoktu.
Nihat Erim, 11'lerin ayrılışından sonra, onu Özer Derbil ve Ayhan Çilingiroğlu ikilisinin yerine birden getirince basamaklı merdivenler, yürüyen merdiven oldu.
"Yüksel ki yerin bu yer değildir" dedi ve yükseldi işte.
(4 Mayıs 1973)
MİT DURAĞI
Belediye otobüsü Çankaya'dan Bakanlıklar'a süzülmüştü ki, arkalarından fört şapkalı bir yolcu seslendi:
- Şoför bey, MİT durağında inecek var... Bütün gözler, sesin geldiği yana döndü, yolcular, yolcuyu gözlerinin ucuyla şöyle bir süzdüler, sonra araba yoluna devam etti. MİT durağında daha birkaç kişi indi. İnen kadınlardan birinin elinde de file vardı. Pazara mı gidiyordu?
Kızılay'da dolaşanları izler misiniz? Ben kimlerin MİT'ten olabileceklerini düşünürüm. Bazıları ile tanıştım da... Muziplik değil, açık açık tanıttı adam kendini:
- Ben, MİT'ten filân feşmekân...
- Peki bu kuruluş gizli değil midir, öyle kendini tanıtmak var mı bu işte?
- Boş ver...
Bir MİT müfettişinin de çok dertli olduğunu, derdini dökecek gazeteci arar gibi beni aradığını duydum, boş verdim...
Bir gün yine Kızılay'da Şaban Erik'le -o zaman içerde değildi- karşılaşmıştık. Şuradan, buradan konuştuk, görüşemediğimize karşılıklı üzüldüğümüzü söyledik, ayrıldık. Yanımızda bir meraklının belirdiğini galiba ben de farketmiştim. Bir başka karşılaşmamızda, Erik:
- Takip ediliyorsun... dedi.
- Neden, kim? Niye takip etsin?
- Bİlmem, seninle bir yol karşılaşmıştık ya gökdelenin kavşağında, o sırada yanımıza biri yaklaşmıştı. Pis pis baktı, ben de ona ters ters baktım. Sonra senle ayrıldık, baktım bizi dinlemeye çalışan senin arkana takıldı, senin haberin olmadı.
- Keşke haber verseydin...
- Ne bileyim, benim de işim vardı...
Demek ben, nereye gittiysem, gölgemi de götürmüşüm...
Abdülhamid hafiyesi gibi, adamların arkasına adam taktıklarını ben de duyardım. Ne olacak takipde?
- Şununla konuştu, sonra oradan çıktı kasaba uğradı, dananın sol böbreğini satın aldı, ondan sonra kaybettim...
Düzenlenen gizli raporlar da öyle olmalıydı. Çetin Altan için düzenlenenleri bilmiyor musunuz?
Bu ulus, o denli zengin mi ki, kendi vatandaşlarının arkasına "hafiye" takıyor ve tüyü bitmedik yetim hakkından "örtülü ödenek" adıyla, bunlara para veriyor. Bu ulus ve onu yönetenler bu kadar akılsız mı?
Bu örgüt, herhalde kanunu çıkarken, iyi niyet ve amaçlarla kurulmuş olmalıdır. Amma işleyişi öyle midir?
Birinci Erim Hükümeti zamanı, gözaltına almaların, tutuklamaların yoğun olduğu sıraydı. Daha kimse bilmez, bazı bakanlar, Başbakan Erim'e sert bir ültimatom vermişlerdi:
- Bu böyle devam ederse, biz sekiz bakan arkadaş tutukevlerine arabalarımızla gideceğiz ve söylentileri yerinde tahkik edeceğiz.
Nihat Erim, "Aman, durun bana da izin verin, meseleyi araştırayım" demişti. Kabine toplandı. Sıkıyönetim komutanları, "biz, bize verilen raporlar ve yapılan ihbarlara göre işlem yapıyoruz" dediler. Kim veriyordu raporları? İçişleri Bakanlığı mı veriyordu? Bakan geldi, "hayır, biz vermiyoruz, MİT veriyor" dedi. "MİT gelsin..." O da geldi. Bakanlar Kurulu'nun havası elektrikliydi. Başbakan Ekonomik İşler Yardımcısı Atillâ Karaosmanoğlu'nun sakin gözleri çakmak çakmaktı.
MİT Müsteşarı, o zaman Fuat Doğu'ydu galiba. Kendinden emin, oturdu. Soruldu:
Bu kadar öğretim üyesi, bu kadar aydın hakkında bu raporlar, bu dosyalar neydi? Cevap verdi Doğu:
- Efendim, bunlar komünisttirler çünkü...
Karaosmanoğlu, Başbakanın yanından sordu:
- Nereden biliyorsunuz komünist olduklarını? Bir belgeniz, bir mahkeme kararınız mı var?
- Efendim, biz komünisti gözlerinden biliriz...
Sonuç daha da kötü oldu. Bu tartışma, Fuat Doğu'nun Müsteşarlığının da sonu oldu galiba.
Bunu daha önce de, bir vesileyle yazmıştım. Bu örgüt, sezdiğim kadarıyla onarılmaya muhtaçtı. Sokakta, halk arasında söylenegelen:
- Üç kişiden biri polistir... lâfı, kötü işleyen örgütler yüzündendir.
Kimler, nerelerde ne yapıyor? Kimler kimleri izliyor? Nasıl yapılıyor işler? Atın önüne et, itin önüne ot konarak mı?
Kimler nerelerde çalışmamış ki? Bir üniversite öğretim üyesi başvurmuştu yıllar önce Plânlamaya. Göreve başladı, çok meraklı biriydi. Fakat Plânlama gibi ciddi çalışması gereken bir kuruluşta meraklıların değil, iş yapacak adamların işi vardı. Plânlamada "kim bu adam?" diyenden geçilmiyordu. Biri arkadaşına sordu:
- Kim bu yeni gelen?
- Adı Mahir, soyadını bilmiyorum...
(6 Mayıs 1973)
ÖDLEK VE DÜMENCİ KUŞAK...
18 yaşını bitirmiş gençlere oy hakkını tanımayan bir anlayış, ödlek bir kuşağın anlayışıdır. Kendi dümeninden başka şey tanımayan bir kuşaktır bu. Biliyorlar 18 yaşını bitirmiş gençlerin kendilerinden fazla şey bildiğini. Kendilerinden fazla kitap okuduğunu, hattâ kitapları yabancı dillerden okuyacak kadar yetişme ve gelişme yolunda olduğunu, daha önce de yazdım. Parlamentomuzda günde bir -iki değil- gazete okuyacak kadar sabırlı parlamenter ve senatör sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Biliyorlar ki, bu gençlere seçme hakkı verilirse, kendilerine oy vermezler. Kendi çocuklarından biliyorlar, çocuklarının sordukları soruları kolay cevaplıyamıyorlar çünkü.
18 yaşındaki gençlere oy hakkı tanınmayınca, bu gençler ne yapabilirler diye düşünüyorum...
Anne, babalarına etki yapabilecek durumda olanlar, o kadar sözü geçenler önümüzdeki büyük seçimlerde onların oylarını etkiliyebilirler mi? Pek sanmıyorum. Çünkü analar, babalar da korkuyorlar gençlikten. Kendileri böyle bir gençlik geçirmediler, görmediler. "Evet efendimci" bir kuşaktan onlar da. Nasıl anlıyabilirler gençliği? Bu kuşak gençliği anlayabilecek tanıyabilecek yetenekte olsaydı, Türkiye'den son yıllarda gördüğümüz üzücü olaylar da olmazdı.
Ödlek dedim, gençliğinden korkan kuşak, ödlek bir kuşaktır. Dümenci dedim, bunu açıklamama gerek var mı? Kim nerede, hangi dümenin ucundan tutmuştur bilmiyor musunuz?
Geçenlerde bir yüksek yargıca rastladım. Oğlu ile mücadelesini anlatıyordu.
- Çektim oğlanı karşıma, bana bak dedim, aksaklıkları düzeltmeye evet, fakat düzeni kökten değiştirmeye hayır. Böyle dedim.
Demek evde tartışmalara girişiyorlar, babaları böyle konuşma durumunda bırakıyorlar. Demek, düşünceleri var ki, söylüyorlar.
Eeeee, baba elbette, düşüncelerine katılmasa da oğludur, iyiliğini ister. Onun başına belâlar gelmesini istemez. Öyle olur ki bazı, giderek kuşaklar arasındaki büyük uçurum da kapanır, baba oğul bir noktada birleşirler. Ben örneklerini gördüm. Hele acılar geçirilen acı ve kötü denemeler daha çabuk birleştirir onları.
18 yaşındaki genç daha okul çağındaymış. Sanki 18 yaşındaki bütün gençler, yüksek okullara gidiyormuş gibi. Okuma çağındaki, yani yaşdaşları gençlerin ancak yüzde beşinin yüksek okullara gidebildiğini kimse bilmiyor mu? Köy kahvesinde pişpirik, altmışaltı oynıyabiliyor ya. Bir de askerliğini daha yapmamış olurmuş, 18'indeki genç. Süleyman Bey, genel müdürlükler yaptıktan sonra apar topar otuzundan sonra askere sevkedilmedi mi? O zamana kadar, Demokrat Parti'ye oy verip durmadı mı, ne askerliği?...
18 yaş gençliği, körpe gençlik şöyledir, böyledir bahanesiyle ona oy hakkı tanımıyorlar. Gerçek nedeni galiba, en güç kandırılabilen kuşaktır bu. İçki ziyafetleriyle oy avcılığı yapacağım deseniz yapamazsınız. Para ile kandırayım, ya da bir sigara paketine tav ederim deseniz öyle. Belki kadın-kız bulurum, onları bir odaya kapatırım da oyunu alırım deseniz ı-ıh, onun okumuş takımıysa zaten arkadaşı, flörtü, sevgilisi vardır. Hasılı oy avcıları gençleri kolay kandıramazlar. Ancak, yürekleri nasırlanmış, dümenini ya da çıkarını iyi bilemiş olanları kandırabilirler. İşte galiba, bundan istemezler gençlere oy hakkı, söz hakkı tanınmasını.
Peki, bugün 18 yaşında olanlar, üç yıl sonra yasaların istediği yaşa varmıyacaklar mı? Bugünkü tartışmaları unutacaklar mı sanırsınız?
Ödlek ve bencil kuşaklar, gençliklerini yetiştirmemişlerdir. Onları yıllar boyu faşist baskılar altında ezmekten başka hiç bir şey yapmamışlardır. Kitapları yasaklamışlar, okutmamışlardır.
Çok ilginç bir örnek olduğu için tekrarlamak istiyorum:
Köy enstitülerinin kuruluş yıllarında, devrin Cumhurbaşkanı galiba bir gün şöyle sorar:
- Yahu, biz bunları yetiştiriyoruz ya, bunlar ilerde bizi tutarlar mı, bize oy verirler mi?
Bir başkası, bir başka gün Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ne gittiğinde, binlerce gencin, bir arada halay çektiğini görünce endişesini, korkusunu gizliyemez:
- Yahu, bunlar böyle birlik hareket ederlerse, düşünüyor musun, nasıl tehlikeli olabilirler.
Gençliklerinden korkanlar, ödlek ve dümencidirler.
(10 Mayıs 1973)
KEPAZE MUHBİRLER...
Babamın en çok beğendiği huyum, arkadaşlarımdan dayak yedikten sonra, gelim babama şikâyet etmemekti. Halbuki, bir fırsatını bulup, beni dövenlerden birini patakladığımda ağlayarak babama koşar, "oğlun beni dövdü..." diye sızlanırlardı. Babam, şimdi çok iyi anladığım bir gururla, şöyle derdi:
- Kara Mustafa'nın beğendiğim tek huyu, arkadaşlarını şikâyet etmemesi. Dayak yer, gelir sorarım "düştüm baba" der.
Yıllar geçti, büyüdük biz de. O gün, bugün bu huyumu bırakmadım desem yeri. İlk eğitimin etkisi mi ne, biri gelip, arkadaşını, dostunu şikâyet etse, şikâyet edene kızarım hemen.
Şimdi yaz geliyor, üniversitelerde sınavlar başlayacak, gençlerimiz bütün bir yıl çalışmanın hesabını verecekler, öyle ya...
Çoktandır durulmuyor üniversitelerimizin, gençlerimizin üzerinde ciddi olarak. Açık konuşmalı, bir süre var ki, herkes öküz altında buzağı arar oldu. Dolmuşta arkamda konuşan iki kadının sesi, kulaklarımda yuva yaptı, kaldı:
- Delikanlıyı, anarşist diye ihbar etsek, bizim kızın peşini bırakır mı ki?
Demek iş buraya kadar geldi.
Bazı fakültelerde, halen bir çok genç, sınıf arkadaşlarının, sıra arkadaşlarının -yerli yersiz- ihbarı ile mahkemelerde, gözaltında. Bir genç kız geldi, önceki gün büroya. Okullarındaki bir delikanlı, kız merdivenden çıkarkan dövmüş kızı. Kız Kıbrıslı, hani uğruna "ya öleceğiz, ya böleceğiz" diye nutuklar attığımız "yavru" vatandan. Döven de, Türk, hem de Bozkurt mu ne?
Hem suçlu hem güçlü kabilinden ihbarlar:
- Sınıfımızda Marksist-Leninistler var efendim...
Haydi, soruşturmalar, araştırmalar, kimmiş bunlar?
Genç kız, meselenin iç yüzünü şöyle anlattı:
- Şimdi sınavlar yaklaşıyor ya, ilerici olanlar sınavları başaramasınlar, sınavlara giremesinler diye ihbar ediliyorlar. Eh, sınav süresini cezaevinde geçirecek bir öğrenci de nasıl olsa yıl kaybedecektir. Sınıfınızdaki gerici arkadaşlar başta bunu sağlamış oluyorlar.
Aklım duracaktı. Şaştım kaldım. Kötülüğün böylesini düşünebiliyorlar demek, vatandaşlarımız...
Bu "kepaze" muhbir vatandaşlar, okullarının müdürüne de bir dilekçe veriyorlar. Gördüm dilekçeyi, "siz CHP'lileri koruyorsunuz, komünistleri koruyorsunuz, yapmayın bunu..." gibilerden, bir başka ihbar. Müdür ne yapsın? Okula, derse giren yüksek öğretmen ne yapsın, söyleyin...
Bu yüksek okulun adını vermedim. Bir başkasının adını vereceğim: Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde şimdi, derin bir suskunluk var. Geçen yıl "temizlik" yapsınlar diye, bölüm başkanları, dekanlar değiştirilmişlerdi. Bunlar da -elhak- görevlerini yapmış olmalılar ki, pek çok değerli bilim adamı üniversiteden kapı dışarı edilmişlerdi. Bu yıl, ODTÜ'de, "sicil" mevsimi başlıyor bu aylarda. Temmuz'da da mütevelli heyet atama zamanı bekliyor. Bakalım, bu yılki yaprak dökümüne kimler katılacaklar?
Biz neler göreceğiz bakalım daha? Eski Diyanet İşleri Başkanının kızının, yıllar boyu cezaevlerinde çürüdüğünü, sonra da "haydi git hanım, seni yanlışlıkla almışız buraya" dediklerini duyduk. İhbar müessesesinin kurbanı Prof.Mustafa Akdağ'ın cenazesini gördük biz...
(11 Mayıs 1973)
ZULMÜN ARTSIN...
Anadolu'da halk söyler bu sözü. Beddua edeceği zaman, "zulmün artsın..." der. Zulmün artsın ki, adaletin kalmasın, gittikçe sevimsizleş ve öldüğünde mezarını ziyarete gelen olmasın. Cenazeni kaldıracak kimse çıkmasın. Toplumda sevimsizliğinden dolayı yapayalnız kal öylece. Bu demek zulmün artsın.
Bir de çok içerlediler mi birine, "dizinden kurşunlamalı onu" derler. Adam ölmez, dizinden kurşunlanınca ya, sürünür ölene dek. Aslında şair sözü olmalı bunlar. Şiirlere güzel mısra olur, bizim gibi yazanlara göre değil.
Dostları ilə paylaş: |