Anam, bizler okudukça yuvadan birer ikişer uçacağımızı anlamış olmalıydı. Ufacık ilçeden ayrılmamamız için hiç değilse bir-ikimizin baba ocağını tüttürmemiz için nasıl yalvarırdı:
- Herkes âlim olmaz. Kimi âlim, kimi zalim olur... derdi. Yani bizler de, hep okuyup da ne yapacaktık, oturup başka bir iş görmeliydik.
Olmadı anamızın dedikleri. Babamın dedikleri oldu. Anadolu'da okuyan kurtarır kendini. Bir baltaya sap olmuşsa, hele efendi olmuşsa, değme ananın, babanın keyfine o vakit. Amma, çoğu öyle kaymakam, yargıç filân olamaz. Gitse gitse assubay okuluna -parasız yatılısı varsa- öğretmen okullarına gidebilir.
Anam okuma-yazma bilmezdi ya, değme ozanlar onun söylediklerini kolay söyleyemezlerdi anlaşılan. Nerdeyse punduna getirir, manilerle konuşurdu. Öğütleri de öyleydi:
- Atlı sığmış, itli sığmış dünyaya sen mi sığamıyorsun hay oğlum?
Ankara'yı, İstanbul'u görmedi anam. Konya'yı bile ölümünden önce hasta haliyle, otel odasından seyretmişti bir iki gün. Dünyası da bu... Çok analar böyledir, daha.
Nerden nereye? Ben zulümden söz edecektim. Zulümden, yani yeni adıyla kıyımdan. Nerelerde, nasıl kimlere zulmediliyor biliyor musunuz?
Gün geçmez ki, telefonlar yağar:
- Abi, biz yine işsiz kaldık. Sendikadan çıkardılar bizi.
- Neden?
- Telefonda anlatamam, geleyim de anlatayım. Galiba hakkımızda ihbar yapılmış, "şunları, şunları niye çalıştırıyorsunuz?" diye. İki arkadaş, yine işsiz kaldık...
Hay Allah... Zaten, öğretmenlik yaparken işlerine son verilmiş, Bakanlık Danıştay kararını uygulamamış. Açıkta kalınca da "acaba biz bu öğretmenlikten başka bir iş yapamaz mıyız ki?" diyerekten, piyasaya çıkıp iş aramışlardı. Başlarına gelenleri, oturup haber yaptık. Bir sendika başvurdu, "bize gelsin bu öğretmenler" diye. Gittiler, güzel güzel çalışıyorlardı.
Demek, iyi saatte olsunlar arkasını bırakmamış çocukların. Süründürecekler ki, ölmemecesine...
Evde çoluk çocukları ne yapar, ne yer ne içer? Bunu düşünen mi var. Kıy ha... Kıy ki zulmün arta...
Kızılay'da yolda gördüm birini. Gözleri ak ak olmuştu, çaresizlikten. Öğretmenlikten atıyorlar, Danıştay kararını uygulamıyorlar. Sonra, özel mi bir yerde, bir sendikada iş bulup çalışmaya başlıyor. Bırakmıyorlar yakasını. Gelip orada da buluyorlar. "Atın bunu işten diyorlar." Gizli eller yapıyor bunu. Gizli gizli. Karanlığın gözü gibi...
*
Yurt dışında çeşitli görevler vardır. Buralara, gerektiğinde atamalar yapılır. Çoğu bunların Turizm Bakanlığı'nın tanıtma bölümündedir. Bir gün Bakanlığın ilgili dairesine bir genç gelir. Londra'da tanıtma işlerinin görüldüğü dairede "odacılık" görevini istemektedir genç.
- Öğreniminiz?
- Üniversite mezunuyum...
- Üniversite mezunu odacı olur mu canım? Olmaz öyle şey...
- Efendim, ben razıyım size ne? Orada doktora yapacağım da. Siz tayin edin beni.
Odacılık amma, ayda 2000 liradan aşağı değil. Bir çeşit burs olacak genç için. Doktorasını yapacak bu odacı kadrosunda, sonra Türkiye'ye gelip büyük adam olacak iyi mi?
Sonra bu Londra'daki odacılık kadrosunu isteyen genç, oraya atanmış mıdır, herhalde atanmıştır. Çünkü, zamanın başbakanlarından birinin memleketlisidir, torpille gelmiştir yani.
Londra'daki odacılık görevine atanmıyan üniversite mezunu delikanlı, soluğu zamanın başbakanında alır, anlatır durumu. Galiba sonunda gider Londra'ya. Arkasından da kendisine torpil olan başbakan da gider, o da başka...
(12 Mayıs 1973)
TOSUN'LAR...
Aziz Nesin, Yapı-Endüstri Merkezi'nin düzenlediği edebiyat söyleşilerinin ikincisinde, İstanbul'da yaptığı bir benzetmeyle dinleyicileri gülmekten kırıp geçirmiş. Şöyle demiş Nesin:
"Helâlardaki Tosun, okuması yazması olsaydı, Seksus yazarı Henry Miller olurdu. Ya da tersi, Henry Miller okumasaydı, helâlardaki Tosun olurdu."
Gazetelerde görmedim Aziz Nesin'in konuşmasını da, "Kitaplar" dergisinin mayıs sayısında okudum. Gazetelerimiz, gazetecilerimiz iyicene sallanıp gidiyor, haftalık, aylık dergiler daha iyi yapıyorlar görevlerini.
Aziz Nesin, ellinci yıla "boş bir içerikle girildiğini" söyleyerek, ellinci yıla katılan sanatçıları kınamış ve "işçi dövizleriyle hazırlanan bu festivale katılmak, el smokini ile gerdeğe girmeye benzer" demiş. Aziz Nesin, sosyalizmi sadece ekonomik ve sosyal kalkınma saymadığını da kaydetmiş...
Yöneticilere, kalbur üstü kişilere bakıyorum da, helâlardaki Tosun'un aslında yabana atılmış biri olmadığına hükmediyorum. O Tosun yine de çalışkanmış...
Bakınız basının durumuna... Hangi dönem geçerli ise o dönemden payını almadan başka ne yapıyor? Avrupa basınının yazdıkları ağrına gitmek şöyle dursun, "nereden çıkarıyorlar bu bozguncular bunları?" diye neredeyse, onlardan hesap soracak. Avrupa Konseyi'ndeki tartışmalar, bir-iki gazetede çıktı, çıkmadı.
1971 sonları ya da 1972 başlarıydı sanıyorum. Zamanın Başbakanı Nihat Erim, resmen bir yazı ile, sıkıyönetime şikâyet etmişti. O zaman, Avrupa Konseyi ile ilgili tartışmalar Avrupa'da daha yeni başlıyordu. Havaalanında beni, önce bir güzel azarladı:
- Hakkınızda tahkikat açılacak. Nereden aldınız, Avrupa Konseyi'nde Türkiye'nin durumunun tartışılacağını?.. diye. Önce çekindiğimi söyleyeyim, "Hak..." "mık..." dedim galiba. Nihat Erim, dikti gözlerini, ekledi:
- Tahkikat gelecek size...
Avrupa Konseyi neden ele alır Türkiye'deki durumu? Ne var, Türkiye'nin durumunda.
Bunları, demek yıllar önce, zamanın yöneticilerine anlatmışız. Bu böyle devam ederse, Kızılay'dan geçemezsiniz demişiz. Ayyuka çıkmış söylentiler, Fransız Le Monde gazetesinin muhabiri Paul Balta gelmiş hükümetin de çağrısı üzerine Türkiye'ye. Gel gelelim, Paul Balta gördüklerini yazdığı zaman kopmuş kızılca kıyamet. Paul Balta bir eve mi gitti, ses alıcılar yerleştirilmiş "G.M.C."ler, sarmış evleri. Ne var? Acaba ne konuşuyor diye...
Akılsız ördek, kıçına kıçına dalarmış. Türkiye'yi bir an önce normal düzene götürme yerine, asıl yöneticiler tahrik etmekteydiler, yalan mı? Erim'den sonra, Ferit Bey az mı çaba gösterdi bunun için...
BBC televizyoncuları gelmiş Türkiye'ye, içerden çıkıp dışarıda olanlarla konuşmuş, bir yirmi sekiz kişi kadar var bunlar. Ne anlatmışlar bunlar? Ne konuşmuşlar? Öğrendiğime göre, kuvvet komutanları da görmüşler bu filmi. Filmde, bazı kişilerin yüzleri görünmüyormuş, düpedüz konuşuyorlarmış, filmdekiler. Bu film Avrupa Konseyi'nde gösterilmek istenmiş. Dışişlerimiz İngiltere'ye "Olmaz, dostluğumuz var, gösteremezsin" mi demiş? Henüz gözlerimize karanlık bazı bölümleri olayın. Benim, filmin Türk basınına ve Türk Parlamentosuna gösterilme teklifim de hiç yankı yapmadı, "tosuncuk"lar ilgilenmediler anlaşılan. Basındaki tosuncuklar...
Türkiye'de başlıca sorun bu olmalı seçim öncesinde. Avrupa Konseyi'nde ne konuşulmak istenmişse, Türkiye'de basında bir bir ele alınıp tartışılmalı...
(21 Mayıs 1973)
Bİ SEN EKSİKTİN AYIŞIĞI
Can Yücel'ler, İstanbul Cezaevi'nden Adana Cezaevi'ne nakledilirlerken, Kaman-Niğde üzerinden geçmişler. Şu şiir "Hasan Can" imzasıyla, "Tiyatro 73"ün 14. yani son sayısında yayımlandı:
"Bileklerimizi kesmiş yeni Alman kelepçeleri,
Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman'dan sonra,
Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik,
Başımızda "prensip" sahibi bir başçavuş,
Niğde üzerinden Adana Cezaevi'ne gidiyoruz.
Bi sen eksiktin ayışığı,
Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya."
Adana ne sıcaktır şimdi. Hele kale kapısı gibi kalın kapıların, duvarların arkasında...
Türkiye'de basın ve düşünce özgürlüğü uçup gitmesin diye hapsedilmişlerdir yazarlar ve ozanlar. İllere göre nasiplerini alsınlar diye dağıtılırlar il il...
Ankara'da da var. Ali Galip Zâde, Parlamento kürsüsünden sosyalistler için "rezil" deyimini kullanırken bir sosyalist olamayıp da, kaderinin ve hırsının kendisini ters kamplarda hapsetmenin ezikliğini üstünden atmak ister gibi... Aynı anda sosyalist olarak Parlamentoda yıllarca görev yapmış kişiler, kendi aralarında, cezaevlerinin kalın duvarları ötesinde düşünmekteydiler.
- Gitsek buradan bir an önce de ne olacaksa olsa...
- Adana da var hesapta.
- Ankara soğudu iyicene geceleri. Kışlıkları da gönderdik. Hay Allah...
Ali Galip Zâde, seçimler yaklaştı ya, ne yapacağını şaşırdı iyicene.
İki lâfının biri, "Ben Dankert'e komünist demedim ki, komünist değil o..."
Bunu dinleyen bir milletvekili düşünüyordu yerinde:
- Dankert'ten korkuyor, ellaham...
Dankert kim? Bir Avrupa Konseyi üyesi parlamenter... Avrupa Konseyi'nde, Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu ortaya getirip, tartışılmasını isteyen bir Hollandalı. Orada tartışılıp, mesele bitmedi mi? Buralara bunu getirip -aklınca- seçim yatırımı da yapacağını sanmak, ne akıl böyle.
"O kadar zeki olma, senden zekileri hapiste..." diye bir ata sözleri varmış Rusların. Bizde de vardır buna benzer sözler ellaham...
(26 Mayıs 1973)
SAYIN KORUTÜRK, LÜTFEN EL KOYUN...
Emniyet Sayayı'nın -bilmem- kaçıncı katında SBF doçentlerinden birinin sorgusu yapılıyordu günlerdir. Doçentin eşi, Emniyet Sarayı'nın kapısına dek geldi, eşine bir ihtiyacı olup olmadığını sormaktı amacı. Cevap geldi:
- Bir ihtiyacım yok, diş macunu ile diş fırçası getirsin...
SBF'li doçent, Emniyet Sarayı'nın bilmem kaçıncı katında günlerdir yalnız değildi. Kendisiyle birlikte daha üç tane asistan, ifade veriyordu.
Koskoca bir fakültenin bir doçenti, üç asistanı Emniyette yatıp kalkıyorlar, ifade veriyorlar, olayları izlemek ve sadece "olay" olarak haber yazmak durumunda ve görevinde olan basın hiç oralı olmuyordu.
İfadeleri alınacak olanlar, değiştirilen yasa hükümlerinin de gereği, alınıp götürülebiliyorlar, günlerce Emniyet Sarayı'nın -bilmem- kaçıncı katında "misafir" edilebiliyorlardı. Yasaların buyruğu ise, buna benim de bir diyeceğim yok, olamaz. Ancak, böyle bir olayı görmezden gelmek ve olmamış saymak, işte bu benim basın özgürlüğü anlayışımda ve kitabımda yoktur. Kokteyllerde elimizde kadehler, caka sattığımız gazeteci arkadaşlarımın kitabında ve basın özgürlüğü anlayışlarında da olmamak gerekir.
- Ne demek istiyorsun yahu, ne olmuş?
- Şu olmuş. Birkaç gün önce, SBF'ye gelen emniyet görevlisi sivil memurlar, bazı öğretim üyelerini "bilgilerine başvurulacağı" gerekçesiyle alıp götürmüşler. Odalarını bir bir arayıp, bazı kitaplarını da...
Zaten ne gelmişse, şu kitaplar yüzünden gelmiyor mu bunca insanın başına? Üniversite öğretim üyesi, doçenti, profesörü de olsan, okuduğun sürece kurtulamazsın kazadan...
SBF dekanı ile konuşuyorum:
- Bir haber var mı, öğretim üyelerinizden?
- Vallahi Ekmekçi bey, bir haber alamıyoruz. İçerden gelen haberlere göre, "yarına çıkarlar" deniyor. Fakat bildiğimiz bir "gözaltı" ya da "tutuklama" söz konusu değil. Öyle olsa haberimiz olurdu. Bekliyeceğiz bakalım. Her halde kanunî süreler dışında bir şey yapılamayacağına göre, anlıyacağız bir-iki gün içinde.
Suçları nedir, bilemem. Varsa mahkemelere verilir, yargılanırlar. Ancak, aklımın ermediği, gözlerimizin önünde olup bitenleri yazamamakla karşı karşıya bırakılmamız.
Bir açıklama yapılmalı, bir kez basına bildirilmeli. Basından, gerekli görülüyorsa, yazılmaması da istenebilir. Gördük örneklerini. Ama, olayları görmezden gelmeyi kimse isteyemez. O zaman kulak gazeteleri çalışmağa başlar ki, etkilerinin nerelere vardığını herkesler bilir. Bir yorum yapmıyorum, ileride yorumlarını yetkili ve etkili bir biçimde yapacakların çok olacağını çok iyi biliyorum. Şimdi, son SBF öğretim üyeleri olayı, yurt dışına yabancı ajanslara gitmemiş midir? Ohooooo, çoktan gitmiştir. Peki neden Türk basınında yayınlanmaz, çıkamaz? Basın özgürlüğünün fazla geldiğinden mi? Sayın Korutürk, biliyorum ki, basın özgürlüğüne inanmış kişidir, lütfen el koysun bu olaya. Haberin neden yazılamadığına el kosun; bir bakalım ne sonuç alacak?
Bundan bir süre önceydi, Prof. Mümtaz Soysal o zaman tutukevindeydi. Yeniortam'a Soysal'la ilgili bir belge ve bazı iddialar geldi. Ne yapmalı, yazamadık. Ancak, zamanının Cumhurbaşkanı Sunay'a durumu bildirdik. Sıkı bir inceleme ve soruşturma yapıldığını hatırlıyorum. Bu arada, "Ekmekçi'ye bu belge nasıl gitti?" diye, bazı gariplerin de başı yakılmak istendi. Onu duydum. Amma, sıkı soruşturma yapıldı, onu da biliyorum, ben de Sıkıyönetimde ifade verdim.
- Size kim getirdi bu belgeyi?
- Bilmiyorum...
- Neden bunu Sıkıyönetime değil de, Sayın Cumhurbaşkanına bildirdiniz?
- Aklıma öyle geldi.
Ancak şunu anladım, Cumhurbaşkanlarına yansıyınca mesele, galiba daha iyi incelenebiliyor.
(27 Mayıs 1973)
BEHİCE HANIM'LA ÇETİN ALTAN
Biri, herhalde 62'sini bitirip cezaevlerinde 63'üne basmış bir aydın kadın. Öbürü, cezaevlerinde kitabı ödül kazanan bir gazetecilik pîri. Ben, insanları kendim gördüğüm kadar, yakınlarına sorarak da öğrenmeye çalışırım. Bu sabah çayımı içerken evde, Behice Boran'ın düğün hediyesi olarak, eşi Nevzat Bey'le birlikte getirdiği vazoyu seyrettim. Vazonun kapağını Eylem düşürüp kırmış. Bize geldikçe takılırdı Eylem'e:
- Kız, seni ihbar edeceğim. Senin yüzünden başımıza gelenler...
Behice Boran'ı da, Çetin Altan'ı da çok eskilerden tanırım. Behice Boran, mecliste kürsüde konuşurken, konuşmasını yazılı yapmadığı zamanlar, çok başarılı olurdu. Konuşurken, kâğıda bakmaz yani irticalen konuşursa, düşüncelerini yansıtabildiğini, kâğıda baktığında ise, düşüncelerinin, zihin melekelerinin daha hızlı çalışması yüzünden bocaladığını söylerdi. Yazmadan çok konuşmayı severdi ya, yazıları da sanki birer "edebî" örnekti.
- Çetin Altan'ı nasıl bulursunuz?
- O, yazmayı çok seviyor. Kelimelerle kedi yavrularıyla oynar gibi oynamasını biliyor ve hoşlanıyor.
Behice Hanım, 63'ünde ya, cezaevinden çıktıktan sonra 78'inde olacak. Türkiye'de ilk kadın parti başkanı diye en çok satan gazeteler bile "mülâkatlar" yapmışlardı. Fakat, parlamento konuşmalarını gazeteciler -ne yapsak da görmezden gelsek gibilerden- kısa tutarlar ya da hiç vermezlerdi. Bazı milletvekilleri yaparlar hani, "benim şu konuşmam var" diye, o bunu da yapmadı. Tutukevlerine girip, mahkemelerde yargılandığında da fazla yer vermediler gazeteler savunmalarına. Adaletle filân pek ilgisi yok daha bizde gazeteciliğin. Çetin Altan cezaevinde "ödül" aldığı gibi, Behice Hanım'ın da, içerde, dışarda değerinin gitgide anlaşılacağını göreceğiz sanırım. Türkiye'de demokrasi ve sosyalizm kavramları tartışıldıkça anılacak.
Ne geliyor aklıma biliyor musunuz? Hani adaleti simgeleyen gözleri bağlı bir kadın vardır, elinde terazisi ile. Onu görünce ellerine kelepçe takıp Behice Hanım'ı düşünüyorum. Gözler bağlı, eller kelepçeli... Nasıl?
Ben, bir çok tanıdıklarıma mektup yazamıyorum. Mektup yazamayan, herhalde sadece ben değilim. Senatör Fatma Hikmet İşmen, Behice Hanım"dan mektup almış. Bir çeşit "edebî örnek" sayarak aktarıyorum buraya:
"Sevgili Hikmet Hanım,
Biliyor musunuz, hapishaneden mektup yazmak çok zor iş. Alışılmış deyimiyle (yazılacak havadis yok). Gerçi kalemi elime alınca, eninde sonunda iki sayfa oluyor, ama başlangıçta az önce yanımdaki genç arkadaşın gözlediği gbii, (kara kara düşünüyor)um ne yazayım diye.
Ne diyeyim? Sizin balkonda yine beraber oturmak konusunu rafa kaldırmak gerekiyor artık. Böyle diyorum ya, içim yine de pek inanmıyor buna. İnanmamak için hiç sebep yok aslında. Ama hislerin mantığı, aklın mantığından başka anlaşılan. İnsan kötü şeylere inanmak istemiyor, hep bir umut ışığı kalıyor, küçücük de olsa. Bu mantıkî, objektif gerçeklere dayanan bir his değil. Öyle işte. Onun için (hislerin mantığı) diyorum buna. Belki bilinçaltı psikolojik bir savunma mekanizması. Aklımla düşündüğüm zaman da Türkiye'nin geleceğinden umutlu, iyimserim hep, o başka. Demek istediğim his yönü buna bağlı değil.
... Benim sivil cezaevine naklim daha gecikecek anlaşılan. Dosya daha Askerî Yargıtay'daymış. Bu naklin nereye olacağı konusunda şimdiden müracaat edilse de diyorum, bir cezaevinden ötekine dolaşmasam. Nereye, ne zaman gideceğimi bilmeden böyle beklemek de hoş değil. Bir an önce gidip yerleşsem diyorum. Tek başıma gönderilip yeni yere alışmak biraz güç olur ama, nasıl olsa olacak bu, bir an önce olsun. Oraya da alışırım elbet...
Başta ne yazayım diyordum ya... Bir başlayınca kalem yürüyor, durmak bilmezcesine. Şimdi daha sayfalar doldurabilirim. Ama bu bir mahpusun mektubu. Çok da uzun olmamalı.
Özür dilerim, mektup biraz kirli oldu. Düşünceler elimden daha hızlı işliyor, imla yanlışları yapıyorum o yüzden. Siz bana yazabildiğiniz kadar uzun yazın olmaz mı? Sevgiyle gözlerinizden öperim. Benim yazmadıklarımı da siz hayal edin.
Behice Boran"
(28 Mayıs 1973)
BARIŞ İÇİN UZANAN EL...
Cumhurbaşkanı Korutürk'ün üst üste gelen iki bayramda yayınladığı mesajlar, yurtta barış yanlısı olanların yüreklerine su serpmiş olmalı. "Adaletsiz bir devlet yaşayamaz" diyen Korutürk, adaletsizliğe "hizaya gel" demektedir. Yumuşak ifadelerle fakat kesin yargısını belirtmekten kaçınmayan Korutürk, yurtta barışı kurmak için el uzatmış gibidir. Bu elin, bazı suratları buruşturduğunu görüyor gibiyim.
- Ne güzel, tahriklerle politikamızı yürütüyorduk. Anarşistler, komünistler diye diye yırtınıyorduk. Barışın sırası mı canım şimdi?
Cumhurbaşkanının barış elinin hiç fakrında olmayanları görmüyor musunuz?
- Yapmayın, etmeyin, MİT'te eziyetler yapılıyor, aydınlara, öğrencilere olmadık şeyler yapılıyor...
- Ne olsun yani, kuş tüyü yastıklarda mı yatıracaktık?
- Elektrik...
- Yok canım, voltajı iyi ayarlanırsa kontak yapmaz...
- Ya...
- Cop ithali arttıkça arttı mı ne?
- Tüketim ekonomileri...
Bazılarına bakarsanız, Türkiye'de "sol"un kökü kazınmalı, mesele kalmaz o zaman. Sol'un kökü dedikleri, kendi öz çocukları, ya yeğenleri, gözlüklü Sami ile gözlüklü Kâmi gibi...
Bu arada dümenciler, işlerinin tıkırını bozmak istemeyenler, Cumhurhuriyet'in ellinci yılını bile bir çıkar fırsatı sayanlar istemezler, yurtta barışı.
- Peki, bu dönem geçse, her şeyi yazacaksın deseler, ne yazacaksınız Allahaşkına...
Asıl, "şimdi yazamıyorum" diyenlere sor. Herhalde, "neler çektik neler?" diye tefrikalara başlarlar. Şimdiden pek çok malzeme hazırdır bile.
Bir de "faşist" kafalar istemezler barışı. Ne güzel eziyet ediyorduk, alışmıştık, derler.
Eski yargıç Ali Faik Cihan ifade verirken hırpalanmış mı, hırpalanmamış mı?
- Ben yargıçım, hukukçuyum...
- Al bir de yargıçlığın için... Bu da hukuk için...
Cumhurbaşkanı Korutürk, boşuna dememiştir, "kaynak ve kuvvetini hak ve adalet ilkelerine dayandırmayan bir devlet idaresi payidar olmamıştır ve olmayacaktır" diye.
Bilerek, bilmeyerek haksızlıklar yapıldı. Ecevit'in dediği gibi, gerçek anarşi yönetimdeydi. Bunlar unutulabilir mi, sorumluları yakalarını kolay kurtarabilmeliler mi, bilmiyorum. Ancak, bildiğim ve içtenlikle inandığım bir şey varsa, artık haksızların, eziyetlerin durması ve "barış" havasının yurtta estirilmesidir. Anladığım kadarıyla, sayın Korutürk'ün yapmak istediği budur. Ben bunda yardımcı olmak isterim. Başkaları da olabilir.
Gelmiş, geçmiş olayların altına "kalın bir çizgi" çekilerek yapılabilir bu başta. Söze değil, eyleme bakar bizim halkımız. Cumhuriyet'in ellinci yılında çıkarılacak genel affın kapsamının genişliği sağlar başta bunu.
Haksızlıklar olmaz mı bir toplumda? Bir değerli yargıçla konuşuyoruz:
- Bizim yaptığımız, aslında işkence bir çeşit...
- Nasıl?
- Şöyle: Adamı yargılıyoruz, ifadesini alıyoruz, kendini mahkemede savunuyor. Fakat tutuklu. Karar verip, mahkûm ediyoruz. O da tamam. Fakat serbest bırakmalı adamı, gitsin Yargıtay'da da savunsun kendini, hazırlasın.
İnsanları yargılayan yargıcın kanısı bu. Fakat kararı tek başına veremiyor ki. Başka üyeler de var, değerli.
Siirt'ten, Yeniortam okurları geldiler. Yeniortam Bürosu'na. Oralardaki havayı anlattılar. Sıkıyönetimin konulmasından beri, Siirt'te tek olay olmamış. Eee, niye Sıkıyönetim Siirt'te de uzatılır öyleyse. Bilmediğimiz neler var ki?
Cumhurbaşkanı Korutürk, doğu illerinde, doğulu vatandaşları da, "kardeşlik", "birlik ve beraberlik" için yardıma çağıracak.
Barış için, kardeşlik için uzanan bu el boşta bırakılmamalı...
(29 Mayıs 1973)
ANNE, LOLİSLER...
Zekiye Hanım, Huriser Hanım'ın omuz başından, saksının üzerindekini gördü. Gözleri ağararak, haberdar etti:
- Huriser, sakın korkma, arkanda fare var...
Huriser Hanım, anlamadı anlaşılan, "Arkanda böcek var" diye duymuştu. Bir şöyle, geri dönüp yan gözle baktı, önce bir şey göremedi. Zekiye Hanım'ın gözleri fal taşı gibi açılmış, öyle bakıyor, fakat kalp hastası Huriser Hanım'ı korkutmamak için yerinden kıpırdamıyordu. Eylem, uzun koltuğun üzerinde oturmuş, zevkle fareyi seyrediyordu.
Huriser Hanım, bir daha geri bakmasıyla çığlığı bastı ve yerinden fırladı. Zekiye Hanım da arkasından. Eylem yerinden kıpırdamıyor, işaretle dışarı çağrılara da karşılık vermiyordu.
- Gel Eylem dışarı, fare var...
- Olmaz, ben Miki Mausu'u seyredicem... Eylem, televizyonda gördüğünün canlısını seyretmekteydi. Annesi, çocuk fareden korkmasın diye, fareyi tatlı tatlı anlatmış, çocuk, sevimli hayvanı gördükten sonra, seyir fırsatını da yakalamıştı. Neyse yalvar yakar dışarı çıkarıldı. Bütün apartman, üst kattaki TRT'ciler alt kata inmişler, fare seyrine gelmişlerdi.
Teyzesi -Yaşar teyzesi- Eylem'e, "miki fare"li tekerlemeler söylememiş miydi?
"Yer-den bitme, mum ba-cak-lı mi-ki
Bur-nu uzun dik ku-lak-lı til-ki..."
Bizler çocukluğumuzda böylelerini değil, ayaklarımızı uzatıp, parmaklarımızla ayaklarımıza dokunarak,
"Edin nene bedin nene,
Su-ya düş-müş gadın ne-ne..."
Diye söylerdik. Daha doğrusu, gellaba-gelin abla demek-larımız böyle konuşma öğretirlerdi.
İki yaşında öğreniyor çocuklar konuşmasını şimdi. Geçen gün, Eylem yolda annesinin kulağına eğilerek, "Anne, lolisler..." demiş. Daha "polis" diyemiyor. Askere de "askes" diyor. Öğrenecek giderek. Fakat neden fısıltıyla söylemiş, "Anne lolisler" diye. Kim bilir kimden duydu:
- Filân polismiş...
- Yok canım, falana da polis dediler.
Polis bir kamu görevlisi. Bir meslek. Onun adını, gerçekte, gerçek polisler değil ama, galiba "kışkırtıcı ajan" dediklerimiz yaralıyorlar. Böyleleri çoğalınca bir toplumda, o adı onurla taşıyanlar yara alırlar. Dikkat etmeli...
Evlerde yapılan aramaları, evleri arananlar bir gün yazıp, anlatırlar herhalde. Büyük yanlışlar yapıldı bu arada. Evler, çoluk, çocuğun arasında didik didik edildi. Arama kararlarında, kadın çamaşırlarının ya da yastık altlarının aranacağı, bunun da geceyarısından sonra -özellikle- yapılacağı mı yazılı? Ya o götürülen kitaplar?
Arama yapanlar, çok çok yazar-çizerlerin evlerini aradıklarında ne yapacaklarını şaşırmışlardır. Adamın bütün varı-yoğu kitap. Ne arasan bulunur, taşımayla bitmez ki...
Fethi Naci'nin evini aramışlar bir ara. Belki de espridir. Yer kitap, gök kitap. Bir bakmışlar ı-ıh...
- Beyefendi, siz hangi kitapları alacağımızı söyleyin de onları götürelim...
Fethi Naci'deki kitaplar da -hemen hemen çoğu- imzalı, yazarının, şairinin... "Aziz Nesin'den sevgilerle...", "Kemal Tahir'den Fethi Naci"ye..." Hep böyle. Gazeteci Sinan Fişek -Kurthan Fişek'in amcaoğludur- kitaplara baktıktan sonra, aklına bir muziplik gelmiş, Tolstoy'un bir kitabına da "Fethi Naci'ye sevgilerle, imza Tolstoy" diye yazmak istemiş. Fakat yapmamış ve bunu Fethi Naci'ye de anlatmış. Fethi Naci:
- Yapman bir şey değil, aradıklarında "Sen bu Leon Tolstoy'u nereden tanıyorsun?" diye sorarlar, o fena... demiş.
Gece yarısından sonra ve sabaha karşı arama yapmak şart mı acaba? Şıkıyönetim komutanlarının yerinde olsam, bu aramaların nasıl yapıldığını filme aldırır, bir seyrederdim. Bakalım bir daha aratırlar mı, evleri?...
Ecevit'le Talû şimdilerde karşılıklı tartışıyorlar ya, bence Ecevit'in bildikleri Talû'dan kat be kat fazladır. Talû bir evde arama yapanların üstüne, lâvaboda asılı çamaşırların yıkılıp, çamaşırları toplamak nezaketini gösterme nedeniyle başlarına neler geldiğini dünyada bilmiyordur. Filmi olmalı ki...
Dostları ilə paylaş: |