Hükümetlere, onun sorumlularına düşen, eleştirilerden yararlanarak, bu dönemlerin az kaza ile, adaletsizliklere yol açmadan geçmesini sağlamaktır. Sayın Talû, sayın Satır'la görüşsün ara sıra, o da biliyor bazı şeyler...
(5 Haziran 1973)
AYGAZ TÜPÜNÜN ÖYKÜSÜ...
- Behice Hanım, yemeğinizi alın...
- Teşekkür ederim.
- Ayy, affedersiniz döküldü...
- Zararı yok, ben zaten bu yemekleri yiyemiyorum.
Behice Hanım "perhiz" yapma zorundaydı. İçeriye girmeden, hastanelik olacak derecede kriz girmiş, ondan sonra "tam perhiz" zorunda kalmıştı.
"Kazıkiçi Motel"de, böyle perhizliler için bir aygaz tüpüne izin verilmişti. Verilen yemekleri yiyemeyenler, aygaz tüpünün de yardımıyla, odaya yakın bir bölmede, patates haşlıyorlar, pirinç lâpası pişirip yiyebiliyorlardı. Bu, geçen cumartesi gününe dek sürdü. Geçen cumartesi aygaz tüpü bitti.
- Bizim aygaz tüpü bitti. Yenisini almamız gerek...
- Şimdi olmaz. Kahve ocağında bir tane var. O da bitsin, ikisi birden alınır.
Behice Hanım ve öylesine perhizli hasta olanlar, o gün bugün, suyu çıkarılmış beyaz peynirden başka bir şey geçiremediler boğazlarından.
Behice Hanım da, öbürleri de "açlık grevi" mi yapıyorlardı? Yooooo... Neydi bu öyleyse? Açıklayabilen var mı? Gözaltındakilere, tutuklulara insanca işlem yapıldığını -özellikle Avrupalılara- iddia eder dururuz. İnsanlara, ille parmaklarından cereyan vererek işkence mi edilir? Bundan mı ibarettir? Manevîsi yok mudur bunun?
Yüzünü yıkayacaktı kadın. Musluğa kadar gitti. Musluktaki sudan yüzüne çarptı, gözleri açıldı. Açılınca da gözlerinin önünde bir ayak...
- Ayyyy, affedersiniz...
Bizim, benim pek hoşlandığım bir şarkımız da var:
"Güzel kızlar polis olmuş, hemen teslim olalım..."
Teslim olursam, güzel kız polislere teslim olmak istemem. Onlar, hemcinslerine bile iyi davranmıyorlar, bana mı davranacaklar.
Bir palto öyküsü var ki, onu ben değil, sanatçılar yazmalıydı.
Ankara, nasıl da soğuktur kış aylarında. Behice Hanım'a bir arkadaşı, kışın üşümesin diye taaa İstanbul'lardan bir palto getirir. Paltoyu kapıdan verip dönecek. Bayan polise teslim eder.
- Gelin benimle...
Giderler bir yere...
- Siz dışarda durun... Dışarda durur paltoyu getiren hanım, bayan polisin buyruğuna uyup...
- Biz bu paltoyu alamayız. Elden alamayız. Postayla gönderin.
- Canım, posta ile palto yollanır mı, ne sakıncası var, getirdim işte.
Palto yerdedir.
- Alın şu paltoyu ve çıkın...
Bayan polis böyle buyurur. Paltoyu getiren de bayan, yerden almaz, çıkmaz da, gitmez de.
O sırada, bir subay, bu insafsızlığa dayanamaz ve yerden alır paltoyu, paltoyu getirene:
- Gelin benimle... der, galiba götürüp verirler paltoyu Behice Hanım'a...
Behice Hanım, 63 yaşına basmış olmalıdır. Kimseden hakkı olmayan bir şeyi istemeyecek kadar onurlu bilirim onu. Hastanelik olacak derecede azılı bir safra kesesinden bitkin, patates haşlayabilecek bir aygaz aygıtını, tüpünü böyle kimselerden esirgeyenler, bahse girerim yetkililer değillerdir. Örneğin bir Fahri Korutürk değildir, bir Talû değildir, bir Orgeneral Ersun değildir de, örneğin hemcinsi olan bir bayan polistir.
Ben bayan polislere teslim olmak istemem. Onlar, işkence yapıyorlar insana.
(7 Haziran 1973)
ZİYARET GÜNLERİ...
- Babaanne, babama giderken çiçek götürelim bu sefer n'olur?
- Almazlar çocuğum çiçek...
- Neden almasınlar, babaanne? Çiçek bu.
- Peki madem istiyorsun al...
Ziyaret günleri nasıl da ana-baba günü olur, demir kapıların önü. Oraya gelenler, hemen hemen birbirini tanır, akraba gibi olmuşlardır aylardır.
Fısıltılarla konuşmalar...
- Sadık Bey, Naim Bey'le konuşmuş diyorlar, her şeyi anlatmış öyle mi?
- Evet, anlatmış.
- Ne demiş Naim Bey?
- Size teminat veriyorum, böyle şiddet hareketi bir daha olmayacak mı ne demiş...
................................
- Hanım hanım, yaklaşmayın, uzakta durun, hah ta orada...
- Bu ne?
- Sabun...
- Olmaz, sabun getiremezsiniz, alamayız içeriye. Kantinde var...
- Ne var canım, sabun bu...
- Yaaa, içine anahtar ney yerleştirirsiniz, onlar da duvarı delerler sonra...
Birkaç adım ötede, polis bayanlar sigara içiyorlar. Sigaranın dumanlarını ziyaretçi -yaşlı, genç- hanımların yüzlerine yüzlerine üflüyorlar, alaycı, iyi mi?
- Heyyy, hanım o çiçek girmez içeriye...
- Çocuk arzu etti, ne olur bırakın da girsin.
- Olmaz, yasak.
- Peki. Bari bir dal çiçek götürelim.
- Eh...
................................
- Nasılsın oğlum.
- Sağol anne, görüyorsun işte.
- Saçlarınız kesilmiş, geçen hafta daha saçlıydın?
- Evet, dün gece saat 11'de yatağımızdan kalkıp traş olduk.
- Sabret oğlum, pek itiraz etme, geçecek bunlar...
- Ne diyorsun anne, küfretmeseler, gerisine aldırmayacağım.
(Küçük Zeynep o sırada, delikten babasına bir dal çiçeği uzatmaya, tellerin arasına sokmaya çalışır. Karanfilin yaprakları bir bir dökülür. Babasına sadece çiçeğin sapını uzatabilmiştir. Baba, topal ayağının üzerinde yer değiştirir. Gözleri buğulanır, perde inmiş gibidir.)
................................
- Nasılsın Sadun, size bir şey yapıyorlar mı?
- Yok canım, neden hep bunu soruyorsun? Dışarıda söylentiler mi var yaygın, yoksa...
- Hayır, şey... Merak ettim de. Sen perhizsin, ne yapıyorsun?
- Yemek pişiremiyoruz tabii. Fakat yumurta, patates haşlayabiliyoruz. Sen merak etme, iyiyim ben. Sigara bile içmemeye çalışıyorum. Burada sağlığımın bozulmamasına çok dikkat ediyorum.
................................
- Şaban Bey, çok zayıf gibi, neden?
- O konuşmaz pek kimseyle. Ara sıra, Sadun Bey'le, yakın arkadaşları ile konuşur, kitabını okur, o kadar.
- Amma çok zayıf...
................................
- Sana 11 tane mektup yazdım, almadın mı Sezi?
- Hayır Nuri, almadım.
- Allah, Allah...
- Sana bir mektup yolladım, ona Ekmekçi üslûbuyla cevap ver, ben anlarım...
- Kantinde mavi mürekkep yok, iyi mi? Öyle yazmam lâzım.
- Mektupları alamayan Cüneyt'in babası, Korutürk'e başvurmuş. Korutürk'den cevap bekliyormuş.
- Eeee, dışarda ne var ne yok?
- Size birşey yapıyorlar mı?
Demir tellerin ve camın arkasındaki, dudakları ile "boş ver" anlamına bir hareket yaptı. Bu ne demekti ki?
................................
Ziyaret saati bitmiş, herkes çıkış kapılarına yönelmişti. İçerden çıkanlar, birbirlerine "filânı da gördün mü, ya falanı?" diye soruyor, birbirinden haber tamamlıyordu. Dışarda, içeriye giremeyenler de bekleşiyorlardı.
- Siz görüşemediniz mi?
- Hayır, damadımla soyadım aynı olmadığı için görüşemedim.
- Ya siz?
- Benim gelinimle soyadım tutuyor tabiî. Fakat ancak oğlumla konuşabilirmişim. Ondan gelinimle konuşamadım...
(9 Haziran 1973)
EĞER SONU GELİRSE...
Zaman zaman, yazdıklarımızın, tutumumuzun yerli yerinde olup olmadığını düşünürüm. Eşe-dosta sorarım. Arkadaşım Binali'ye sordum bir ara bunu. Şenkaya -Erzurum Şenkaya- nın yaşlı kadını anası "Hanım" teyzenin tekerlemesiyle karşılık verdi, gözleri ışıldayarak.
"Her derede çift değirmen
Eğer suyu gelirse,
Gâvur gediğinde arpa tarlası
Eğer sapan yürürse,
komşuya iki tavuk
Eğer Allah verirse,
Bu tutumun iyi tutum
Eğer sonu gelirse..."
Türkiye'de çok iyi tutumun sonunun gelmediğini düşününce karamsarlığa düşüyor insan. 27 Mayıs devriminde şapkalarını havaya fırlatanların şapkaları şimdi nerededir? İhtilâl yavrularını birer ikişer nasıl yedi?
Türk demokrasisi 1961 Anayasasıyla, nasıl bir sıçramaya hazırlanıyordu, ne kaldı 1961 Anayasasından? Bu Anayasaya yönelik tüm tutum ve davranışları Anayasa Mahkemis'ne götürüp yüz geri ettiren TİP nerede şimdi?
27 Mayısçılara bazı bazı sorarım:
- 27 Mayıs ihtilâlini yaptığınızda şimdiki aklınız olsaydı, ne yapardınız?... diye.
- Bırak hiç sorma... diye karşılık verirler. Tavşan yamacı aşmıştır çünkü.
Şimdi bir iyi tutum içinde Ecevit var. Onu da ne yapıp edip, silip götürmek için ne tedbirler düşünülüyor, görmüyor musunuz? Bunu yapmak isteyenler de ufacık, tefecik kişiler. Halktan, haktan, hukuktan anlamıyan kişiler, nasıl da belli. Ecevit'i dümenlerine yatıramadıkları için, nasıl da kıvranıyorlar?
- Naim Bey'in dedikleri fos çıktı. Şimdi bakalım neyi savunacak?
Ecevit diretiyor, "Son işkence kalkıncaya kadar, söylemeye devam edeceğim" diyor. Elinde yeni belgeler varmış. Belgeler yalnız Ecevit'te yok sanıyorum. Yayın yasakları kalksın hele bir, görürsünüz siz.
Bir ulusu ulus yapan, o ulus insanlarının insanlığa verdiği önemdir. Bununla ölçülür. İşkence, söylentileri bile ilkel şeydir. Bu ulusa bu karayı sürmeye kimsenin hakkı yoktur.
- Efendim, karıştırmayın, bunlar olsa olsa MİT'te oluyor...
- Nerede olursa olsun, unutmayın yapılan her şey, hükümetlerin sırtından, ordunun sırtından, sıkıyönetimin sırtından yapılıyor.
Bazı bazı aklıma gelir:
- MİT örgüt olarak kaldırılacak yani lâğvedilecek bir gün. O zaman, burada çalışan o kadar kişi ne iş yaparlar?.. diye. Kanununda yazılıymış ne iş yapacakları, Başbakanlıkta memur olacaklarmış, iyi mi? Ancak, o zamana kadar da devlet memurunun personeline yaraşır davranış ve eylem içinde olmaları zorunlu. Benim ödediğim vergilerden, kimse "dayak atıyor" diye beslenemez. İsteyen kendi kesesinden beslesin...
Yöneticilerde bu anlayış oldu mu, "besleme" örgütler çoğalır. Örneğin, "besleme basın" bunların başında gelir. İlânla, parayla beslersiniz bunları. Sizi tutması, düzeninizi sürdürmek için.
(11 Haziran 1973)
SİYASÎ HAVA YUMUŞAYACAK MI?
Ankara şimdilerde, "seçmen turist"lerle dolu. Kebapçılarda onlar, otellerde, kahvehanelerde onlar.
- Ne yersin? Bak, şiş kebap var, döner var, dolma var.
- Eh, önce bir şiş kebap yiyelim, sonra döner yerim, arkasından da dolma... Rakı olarak da Altınbaş içelim.
Milletvekili, seçmenin sözlerine gözleri fal taşı gibi açık, karşılık vermez, yutkunur... Söylenir kendi kendine:
- Hadi, şiş kebabı yedin, döner nesi, ya arkasından Adana kebabı... Altınbaş'tan aşağı da içemez... Yoooo, vallahi çekilmez bu bir oy için...
Seçmen gözlerini yummuş, kebaplara yumulmuş, ağzı dolu dolu...
- Sen hiç meragetme. Yoluna koruz biz. Seçim bi olsun da...
Milletvekili, aklı fikri şiş kebapta, dolmada...
- Vallahi güveniyorum size. Para-mara ne lâzımsa söyleyin...
- Olur, söyleriz... (Garsona) oğlum, bi ayran daha getir. Ohhh, yaşıyorsunuz valla Ankara'da. Gel bi de bizim köyü gör.
Seçmen, hemen her partide aynı. Yani ufak-tefek farkları. Biri birine, öbürü ötekine inanmış o kadar...
*
Adana Cezaevi, sel baskını sırasında sular altında kalmıştı. İçerden hükümlüler, demir kapıları -herhalde demirdir- vura vura gardiyanları çağırdılar.
- Heyyyy, açın kapıları yahu, boğulacağız burada...
Siyasî koğuşta şair Can Yücel, ikide bir üst kattaki revirin neden açılmadığını, orada kalsalar daha iyi olacağını söyler dururdu. Kapı açılır açılmaz, revire fırlayacaktı Can Yücel.
- Açın şu reviri, teftiş fırçası gibi tutuyorsunuz...
Demir kapı açıldı ya, bakalım reviri açtılar mı, bilmiyoruz.
Sular çekildi neyse, hükümlüleri yine odalarına doldurdular. Bu arada olan Can Yücel'in "sardunya"sına oldu.
- Bak Can bey, bu sardunyayı yetiştiremezsiniz burada. Sizin için bir diyeceğimiz yok. Fakat cezaevi burası. Başkaları da sardunya yetiştirmeye kalkar, toprağının içine esrar ney gömerler, yaaa...
- Yaaaaaa...
Behice Boran'ın da Ankara'da "Kazıkiçi Motel"de kaktüsüne izin vermemişlerdi. "Bu, güneş görmeyen odada kaktüs yaşamaz" diye.
*
- Peki, insan nasıl yaşar?...
Türkiye'de seçimlerin normal havada yapılabilmesi, başta sanıyorum siyasî havanın yumuşamasına, baskıların, eziyetlerin azalmasına bağlı. Eziyetler nerelerde yapılıyor, bunların bir bir tespit edilerek sorumlularının cezalandırılmasına bağlı.
Güney illerinden birinin bir ilçesinde, bir genç, başına gelenleri yazmış, resimlemiş de. Genç çocuk evine giderken yanına yaklaşan bir "Murat" taksi içinden inen dört kişi, çocuğu arabaya binmeye zorlamışlar ve kasabanın dışına tarlalara doğru arabayı hızla sürmüşlerdir. İleride ıssız bir yerde arabayı durduran saldırganlar, çocuğa "Atatürk'ün uşağı" diye küfretmişler ve hepsi birden dövmeye başlamışlardır. Çocuk orada baygın altı-yedi saat kaldıktan sonra kendine gelmiş, takatsiz durumda kalkıp yürüye yürüye evine dönebilmiştir. Yeniortam okuru mektubunda "böylece şu an zavallılaşan bir Atatürkçü de ölümden bugünlük kurtulmuş oldu" diyor. Şöyle bitiriyor mektubunu.
"Sayın Ekmekçi, olay bu. Her zaman olduğu gibi bu olayı da diğer Atatürkçülere duyurunuz ki, ölmemek için başlarının çaresine baksınlar. Başka ne diyeyim ki. Saygılar sunarım..."
*
Ankara Emniyet Müdürlüğü Birinci Şube Müdürü, vaktiyle kaymakamlıklar yapmış, çok değerli bir kişiymiş. Bana şöyle haber gönderdi:
- Ekmekçi'yi tanımıyorum. Şu ortam ve dönemde de gerçekten tanışmak istemem. Ancak, bu dönem geçsin, ben kendisine gidip konuşacağım. Yazdıklarının bizimle ilgili olmadığını o zaman, çok iyi anlayacak...
Ben biliyorum, olanların Emniyet yetkilileriyle ilgili olmadığını. Ancak sorgulamalar Emniyet binalarında yapılıyor çok kez. İşkence iddiaları da dolaylı olarak Emniyet'i de kapsıyor. Ancak, nerede, kime yapılırsa yapılsın, çağ dışı olan bu işlemler durmalı, durdurulmalıdır. Sorumluları cezalandırılmalıdır. Yalnız Emniyet değil ki, bunun altında kalan? Türk Silâhlı Kuvvetleri de, Türk Hükümetleri de dünya kamuoyu önünde bu iddialarla güç durumda bırakılmakta...
Seçimlerin normal düzeyde yapılabilmesi, siyasî havanın yumuşamasına, baskıların kaldırılmasına bağlıdır. Siyasî hava yumuşamalıdır.
(12 Haziran 1973)
ASIL SORUN NE?...
MİT yöneticileri veya ilgilileri telefon edesiymiş, "sağcı" basın sorumlularına:
- Siz de sol basında çıkan iddialara cevap verin, Mahir Kaynak'ı, bizleri savunun... diye.
Doğru mudur bu gelenler? Ne derecede? Benim aklıma yatıyor aslında. "Sağ" basın diye ortada dolaşanlarda çıkan haberlere, yazılara bakıyorum da, "Yaparlar mı yaparlar" diyorum.
Sonra "sol basın", "sağ basın" ne? Önce ortada basın, masın var mı bakalım? Onurla, dosdoğru gazetecilik yapamayanların -çok değil kısa süre sonra- ne diyeceklerini çok merak ediyorum. Olaylar olacak, görmezden gelecek, ikide bir "bu bize, şu bize gitmez" havasıyle yazı yazıp çizecek.
- Fırsat elimdeyken ben onların anasını ağlatayım da...
Bu kafada adam, gazetecilik mesleğinin sadece yüz karası olur, parası pulu, hanı hamamı, nesi olursa olsun...
Bir dönem geçiriyoruz. İyi, güzel günler şimdiden sonra olsun, karanlıklarda boğulup kalmasın diyoruz. Binbir yerden estek-köstek.
Fevzioğlu'nu seyrettim parlamentoda, sırasında otururken. Yanındakiyle değil, arkasında oturanlarla arkasını dönmüş konuşuyordu. Ne diyordu kimbilir? Belki de, "Nasıl da açığa düşürdük muhalefeti?" diyordur. Seçim sonrasında ne getireceğini bile beli... Ellerinden gelse, Ecevit'in dokunulmazlığını hemen kaldırıp seçime öyle gidecekler. Dokunulmazlığı kaldıracaklar ki, "Bak işte, sizin umut bağladığınız adam avuçlarımızın içinde" diyebilsinler. Güce kanar bizim halkımız. Gözleriyle de gördü mü, "Sahi yav, bunların yapmayacağı yok ellaham..." der. Öyle midir, gerçekten kandırabilirler mi? "CHP bir oy patlamasına yol açabilir" haberi nasıl yankı yapmış aklınız durur. Bizim halkımız, ezile ezile sabrı da öğrenmiştir. Bakalım...
Asıl sorun, sağ basının sol basına karşılık vermesi midir? Yoksa devlet parası ile beslenenlerin, ferah yaşıyanların artık -yaptıkları yanlış ise- bunu kavrayarak bundan dönmeleri mi? Türkiye'de de insan haklarının geçerli olduğunun kabul edilmesi ve bir yerde geçmişin ve yanlışların terkedilerek -gerçekten- yaraların sarılması mı? Kim saracak bu yaraları? Fahri Korutürk'e bir dikkati çekelim dedik, görürsünüz yakında ona da yapılan hücumları. Başladı bile.
Demokrasiye içlerinde bir parçacık inanç kalmış olanlar, feda etmek istemezler bu inançlarını. Başka, her çeşit fedakârlığı yaparlar. Gerekirse katlanırlar işkenceler, kıyımlara da. Ses etmezler, halkın içinde yaşadığı ortamı düşünüp, Eeee, bu böyle iken, neden asıl sorunun üstüne eğilmek istemez kimse? Ne geçer ellerine bunların, ne geçecek?
*
Bir doğulu vatandaşın taaa Rize'den yolladığı mektuba dikkati çekmek istiyorum. Şöyle yazıyor Beşir Babür:
"Cumhuriyetimizin ellinci yılını kutlama törenleri her tarafta süratle hazırlanmakta. Her tarafta 50. yıl için parlak nutuklar hazırlanmaktadır. Ama bu nutukların arkasındaki acı gerçekleri görmemezlikten geliyorlar sayın ilgililerimiz.
Biz doğlu vatandaşlar senenin altı ayı gurbette ekmek peşinde koşmaktayız. Bu altı ay boyunca kazandığımız üç beş kuruşla ana, baba, eş ve çocuklarımızın yaşamlarını sürdürüyoruz. Ama çalıştığımız çay fabrikalarında erken çıkışımız verilince daha çok perişanlık çekiyoruz. Kaldığımız yerler perişan, berbat, her türlü hayat şartlarından yoksun bir şekilde ailemizi sene boyunca geçindirebilecek parayı kazanmak için çalışıyoruz.
Ben, Mardin'in İdil Kazası Hedil köyündenim. Seneler boyunca yazın gurbete çıkıp diğer arkadaşlarımla ailemizi geçindirecek parayı kazanmak için çalışıyoruz. Köylerimizden gelen mektuplar perişanlıklarımıza binbir perişanlık katıyor. Bizi ıstırap içinde bırakıyor. Köylerimiz susuzluktan kırılıyor. Ailelerimiz bulanık derelere, göl kenarlarına göç edip yazı geçirmeye çalışıyorlar. Hükümet ilgililerini uyarmanızı istiyoruz. Köylere elektrikten önce getirilecek işleri yapsınlar. Köylerimize su getirsinler. Su istiyoruz. Her yaz vakti köyümüzü bırakmaktan bıktık.
... Hükümet ilgililerine sesimizi duyurun, susuz, yolsuz, okulsuz bir 50. yıla giriyoruz. Çocuklarımız, bizler kitap nedir, kalem nedir bilmiyoruz. 50. yılı mesut bir şekilde kutlamak bizim de hakkımız değil mi?
Dertlerimizi siz bizden de iyi bilirsiniz. Daha ne kadar ilkçağ hayatı yaşayacağız? Daha ne kadar bu sefaleti sürdüreceğiz? Ne olacağız? Bu topraklar üstünde bize yaşama hakkı yok mu? Biz insan değil miyiz? Bize ne zaman insanca yaşama hakkı verilecek? Her gittiğimiz yerde hor görülüyoruz. Nurlu ufuklardan, mamur, müreffeh Türkiye edebiyatı yapanlara seslenin. 50 senede ne oldu? Kaç elli sene daha bu perişanlık içinde kalacağız?... Bizleri mahvolmuşluktan kurtarın. Sağlıcakla kalın..."
(16 Haziran 1973)
TÜRKİYE'DE SOSYALİSTLER VE DEMOKRASİ...
Fatma Hikmet İşmen, Silifke'de Taşucu'nda denizde kulaç atarken, kendi kendine mırıldanıyordu:
- Bu Behice Hanım için, bu Sadun Bey için, bu Turgut, bu Sait için... Bağıra bağıra söylüyordu, sesini bir yerlere duyurabilecekmiş gibi.
Ne kadar mantığıyla düşünse de duygusaldır insan. Duygularıyla yaşar, herhalde...
Ne yapıyorlardı arkadaşları şimdi? Gözlerinin önüne getirmeye çalışıyordu. Sadun Bey'in yazdığı mektuplar sanki ezberindeydi. Ne demişti son mektubunda:
"... Burada dış görünüşü ve ana hatları itibariyle günler birbirinin aynı. Ama, içten bakılınca, ayrıntılara inilince her gün başka bir gün. Bir tahliye yahut yeni birinin koğuşa gelmesi, gazete, radyo haberlerinin şöyle ya da böyle olması o günün rengini değiştiriyor, başka, değişik bir gün yapıyor.
Bu yaz beraberce denize girmemiz temenniniz hoş ama gerçekleşebileceğini sanmıyorum. Ama bu konuda iyimserim. Bugünkü durumun pek de uzun olmayan bir süre içinde düzelebileceğine inanıyorum. Bu iyimserliğimin dayanağı memleketimizin demokratik güçlerine olan inancımdır..."
Böyle diyordu, canım ayol... Volta atarken düşünüyorlardı, konuşuyorlardı yollarda, tarlasında mahpusanenin. Devam ediyordu kulaçlarda satırlar:
"... Sağlığım iyi. Sabahları erken kalkıyor ve hafif bir jimnastik yapıyorum. Havalandırma saatlerinde de mutlaka çıkıp yürüyorum. Günde üç saat kadar. Arkadaşlarla hasbihali de çok defa, bu yürüyüşler esnasında yapıyoruz..."
TİP hakkındaki kararın onanmasından sonra bir süre sivil bir cezaevine nakledilmelerini beklemişlerdi. Bu bekleyiş sırasında günlük yaşantıları bir hayli aksadı mı size? Ancak, şimdilerde beklemeye de alıştılar. Haziran sonuna kadar en az.
Prof. Sadun Aren, SBF'de iktisat hocasıydı. TİP'de 1965-1969 arası milletvekili. O yıllar, Parlamento gerçekten değişik görünümdeydi. Sosyalist bir partinin grubu vardı ilk kez Parlamento'da. Nasıl da kavga ararlardı Coşkun Kırca'lar, Hamido'lar... Bunlar nerelerde şimdi, hiç adlarını duyduğumuz var mı?
Eski TİP senatörü, Fatma Hikmet Hanım, Ankara dönüşünde dolabında bir dolu mektup buldu. Senato toplantısı sırasında, yerinde okudu mektubunu Turgut Kazan'ın. Heyecanla...
"Taşucu'nda bizler için attığınız kulaçları düşünüyorum şimdi..." diyordu Kazan. "Bizler hep iyiyiz, hem de çok çok iyiyiz. Daha önce söylediğim gibi, ben Fransızca çalışıyorum, ayrıca okuyorum..." diye devam ediyordu. Fatma Hanım öyle gözleri sulu kişi değildi ya, gözyaşlarını yavaşça sildi, kimse görmeden. Turgut Kazan'ın buğulu gibi gelen mektubu şöyleydi:
"Günler hızla akıp gidiyor. Bu da hayatı değerli kıldığımızı gösteriyor... Yani insan, mahpushanede de mutlu olabiliyor, dünyayı sevebiliyor... Hem öyle seviyoruz ki yaşamayı, tariflere sığmayacak kadar... Tabi sizlerle olmak, yani özgürlüğe kavuşmak en güzeli... Ama bu olmadı diye dünya cazibesini kaybetmiyor. Tersine bizler, dünyayı daha da sevmemiz gerekiyor..."
Turgut Kazan'ın mektubu, hayli uzundur. Bir yerinde Başbakanlığın yayınladığı "Beyaz Kitap"a değiniyordu:
"Başbakanlık kitap bastırıp, suçludurlar buyurmuş. Anayasa ve Anayasa Mahkemesi kararı hiçe sayılmış... Ve hepsinden önemlisi, ceza hukukuna ters bir ilke cezalandırılmamızın temeli olmuş. Yani ben, (objektif sorumluluk) esası uyarınca, başkalarının fiilinden ceza almışım. Oysa bir basit hukuk öğrencisi bile bilir ki, Ceza Hukukunda objektif sorumluluk olmaz... Oh ne âlâ, ne âlâ... Bunun da adı demokrasi..."
Turgut Kazan en çok Avrupa Konseyi'nde Kıratlıoğlu'nun gazetelerde çıkan sözlerine içerlemişti. Mustafa Üstündağ'ın konuşması da neydi öyle?
Kazan, mektubunda, "... Bunlar gelir geçer, güzel günler hiç de uzak değil. Göreceksiniz, çok geçmeyecek sizin balkonda yine kafaları çekeceğiz." diyordu.
*
Urfa'nın Ceylânpınar'ından Derviş Yavuz, "Dua" başlıklı bir şiirini yolladı. Şiiri olduğu gibi alıyorum buraya.
"Allahım
Bu kafa benimse, bu batak kimin?
Yağmur senin gök kubbende gizli.
Bu çöl seninse, bu insan kimin?
Bu insan bu toprağı sevemedi.
Bu insan ektiğini hiç yiyemedi.
Nimeti veren sensin, bu Adalet kimin?
Ağa, İboların Fadime'yi aldı
Fadime on üçüncü, Ağa altmış altı
Bu kız senin eserin ya, kıyanlar kimin?
Allahım
Gönder artık kara cevher gibi bulutları
Sömürenlerin elinden kurtar bu insanları
Duada eller sana uzanır, dualar kimin?"
(17 Haziran 1973)
MAPUSANECİ KIZLAR NASIL VOLTA ATAR?
"Volta"yı bilirsiniz, sözlük ne der bakmadım ya, adımlamak, yürümek, hattâ durmamacasına yürümek demek. Volta bir mapusane deyimidir. Daha çok erkek mahkûmlar ya da tutuklular, can sıkıntısını gidermek için "volta" atarlar ki, geçsin vakit. Hızlı hızlı yürürler volta atanlar. Sivil cezaevlerinin avluları açık olanlardan seyredin bir, elleri arkasında, parmakları arasında tesbih hızlı hızlı gidip gelen adamları görürsünüz. Çocukluğumda ilçemizin cezaevi avlusunda uzun uzun onları seyreder, hızlı hızlı adımlarının nedenini bir türlü anlıyamazdım. Kafalarından geçenlere ayak uydurabilmek için miydi ki?
"Adî" değil, "siyasî" tutuklu ya da mahkûmlar da -erkekleri- voltayı hızlı atıyorlar. Profesörler, asistanlar genç genç gençler, başlarda voltayı pek becerememişlerdir ne bileyim? İnsan kafese konunca şaşırır çok şeyi. Amma, fırsat verildiği ilk anda öğrenilen -içgüdüsel bir şey mi- bu voltadır belki.
Dostları ilə paylaş: |