Kızlar kadınlar, erkekler gibi volta atmazlar. Onlar daha bir salına salına yürürler. Dışarda öyle değil amma değil mi? Kızılay'da gördükleriniz nasıl çabuk çabuk yürürler. Tutukevlerinde, cezaevlerinde öyle değil. Bazı birbirlerine destek arar gibi yaslanmışlardır ne bileyim? Bunları böyle bir yerlerde göremezsiniz. İkili, üçlü gezenleri vardır. Havalandırmaya çıkarıldıkları avlunun uzunluğunca -salınarak- volta atarlar. Uzaklara, bahçelerin ağaçlıkların ötesine bakarlar zaman zaman dalarak. Sevdikleri sevenleri, anaları babaları, kocaları uzaklardadır. Genç yaşlarında işte böyle "mapusaneciliği" öğrenmişlerdir, öğretilmektedir.
Son günlerde renk renk giysiler giymeğe başladılar. Ucuz köylü basmaları istediler annelerinden. İlk kim getirdi mahpusaneye bu modayı? Uzun köylü basmaları nasıl da yakışmıştır? Rahat da oluyor, kalın beton duvarların içinde üşütmüyor. Havalandırmaya çıktıklarında avlu, lâle bahçesine döner mi size? Ayaklarda öyle yüksek topuk arama. Ya şipidik terlik, olmadı tokyo, ya da mahkemeye gide gele yıpranmış, topukları aşınmış iskarpin...
Çoraplar, çokça yün olmalı, sıcak tutmalı ayağı. O da topuktan azıcık yukardadır efendim. Ülkeyi yönetiyorum diyenler, size sizin kızlarınızı anlatıyorum. Hani bir lâf söylenir, "oku da kurtar kendini kızım ya da oğlum" diye. Yetmemiş kitaplar, okumalar işte, anlıyor musunuz, görüyor musunuz?
Süleyman Bey nasıl da uyuttu hepimizi. Adam çobanlık yaptı çocukluğunda diye, ulusu da öylece güdecekmiş demek? Ne anlar Süleyman Bey kızların volta atmasından... düşünebilir mi hiç Feyzioğlu bey, televizyonlarda jurnal üstüne jurnal ettiği kadının attığı voltaları?
Kadın-erkek eşitliği galiba Türkiye'de "kıyım"da var. Volta atmada var amma, o da biribirine benzemiyor ne haber? Kıyılan öğretmene "bu genç kızdır, yazıktır, biz daha Orta Çağ karanlığından kurtulamamışız. Analar babalar bunları nasıl yetiştirip, eğiteceğiz diye çırpınmışlardır. Onların gülle dokunamadıklarına biz nasıl kıyabiliriz?" diyorlar mı? Yoooooo... taaaaa, Halide Edip'ten beri "vurun kahpeye" öyle ya.
Cevaevlerinde zordur yaşama. Erkeklerimiz dayanıklıdır bizim deriz ya, ya kadınlarımız, kızlarımız. Ceza ile eğitim uygarlık defterinde var mıdır? Copla eğitimi hangi kitap yazar?
Bir genel af, asıl ne için gerekli biliyor musunuz? Bir ülkeyi yönetemeyip, ağzına yüzüne bulaştırıp, aydınını, kadınını, kızını, gencini, yaşlısını bu durumlarda bırakanlar için. Amma onların bunu da anladıkları yok. Yok işte...
(19 Haziran 1973)
"BURADA SOLCU VAR MI?..."
- Kızlar koğuşunda "açlık grevi"ne gidilmiş, söylentilere göre, kadın polis tabanca çekmiş...
- Kızlar koğuşu da mı var?
- Var ya...
- Neden olmuş?
- Bilmiyorum, söylentiye göre, bazı sanıkları ellerinde savcılık kâğıdı olmadan savcılığa götürmek istemişler, onlar da gitmezlermişler mi? Ondan olmuş...
- Peki, hemen ilgileneceğim...
Eski Miliyetçi Çin Elçiliğinin şatafatlı bahçesinde, Anadolu Ajansı'nın yıldönümü kokteylinde geçiyordu bu konuşmalar. Bina Gazeteciler Cemiyeti'nce kiralanmış, lüks mü lüks... "Kızlar koğuşu da mı var...", "Hemen ilgileneceğim" diyen Başbakan Yardımcısı Dr. Kemal Satır. Hemen yanıbaşında Başbakan Naim Talû, konuşulanları duyuyor da, dinlemez mi görünüyor ne? Sessiz, önüne bakıyor. Düşünüyor ellaham...
Orada önceki akşam, tüm yöneticiler vardı gibi. Kimler yoktu ki?
................................
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, bizim gruptaydı bir ara. DP'li Nuri Erogan, pek tanımadığım iki konuk daha. Yanımızdaki halkada yönetici kadrosu vardı ya, oradakilerin hemen hepsi, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'na saygılarını sunmak için bizim yana geliyorlardı. İşte Süleyman Bey de geldi. Yakup Kadri, Süleyman Bey'e takıldı:
- Solcuların arasına düştünüz beyefendi...
Süleyman Bey, görmezden gelerek, havaya konuştu:
- Burada solcu var mı?
Vardı, yoktu derken, el sıkıp giderken, ben vızıldar gibi: "Solcu olmak suç mu?" deyiverdim, tepkisini bekledim.
Süleyman Bey, pek gününde değil miydi? "Ben kimseyi savunmuyorum" dedi, uzaklaştı. Biz söyleşimize daldık...
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, anılarını anlattı biraz biraz. Rusya'ya gidişini, Maksim Gorki ile tanışmasını. Amma sadece haber verir gibi, yorumsuz.
- Biz de anarşisttik, gençliğimizde...
İlginç anılar anlatıyordu. Osmanlı gençliği ile ilgili.
................................
- Bak, bak kodamanlara, yöneticilere viski gidiyor. Bizlere bol limonlu votka?
Nuri Erogan, Yakup Kadri'nin "Kiralık Konak"ından ezbere cümleler söylüyor. Bir sayfasında şöyle dermiş: "Efendisinin dalgınlığından yararlanarak arabaya oturan seyis gibi..."
- Bunlar ne?
- Viski...
- Yok canım, konyak olmasın...
- Viski efendim...
- Getir bakalım.
Herkes inanmazmış gibi kadehleri dudağına götürüp, dudaklarını Alparslan Türkeş gibi yumarak, "Ehhhh" diyor. Viski galiba.
- Kokusu tahtakurusuna benziyorsa viskidir.
- Benziyor.
- Belki de konyağın içine tahtakurusu atmışlardır.
Yok canım içmeye devam...
................................
Bizim milletvekilleri, ellerinde kadehleriyle dönüyorlardı yerlerine. Gençlik ve Spor Bakanı Celâlettin Coşkun Millî Savunma Bakanı'na -İlhami Sancar'a- :
- İşte demokrasi, dedi, self-servis...
- Heh, heh, heh...
Cemiyetin bahçesi ne kadar büyük öyle. Kimi oturuyor, kimi "volta" atıyor, konuşuyor.
AP'liler, CGP'liler Mecliste CHP'nin af teklifini reddedip gelmişler. Süleyman Bey kendi getirmeli ki affı, çıksın.
Süleyman Bey, hafif bozulmuştu, rastladığı yerde ayrılırken:
- Hadi, sana epeyce şey çıktı... dedi. Ekledi:
- İstediğin gibi yaz. Ben senin yazma hakkını savunuyorum.
- Ne yazıyorum ki?
- Taşucu diyorsun yazıyorsun. Süleyman Bey diyorsun yazıyorsun. Ben bunu savunuyorum. Yaz...
Nasıl da kalabalıktı Süleyman Bey'in uğurlayıcıları. Sanırsınız, yakalamışlar, götürüyorlar Süleyman Bey'i. İyi mi?
(20 Haziran 1975)
NAİM BEY'E CANLI FIKRALAR...
Ülkenin birinde, Kazıkiçi Bostanları diye bir mahalle varmış. O mahalleye sonra -sıkıyönetim ilân edilince- bir gözaltı ve tutukevi yapılmış. Gözaltı ve tutukevinin bir bölümünde erkekler, bir başka binada da genç kızlar ve kadınlar sanık olarak tutulurmuş. Zaman zaman, kadınlar ve genç kızlar bölümünden şikâyetler olur, fakat bunlar dertlerini kimseye anlatamazlarmış. Örneğin, avukatı ile konuşmak isteyen bir bayan sanığa, "İçeride olup bitenleri anlatırsan, bak seni sakat bırakırız sonra..." bile denirmiş. Olay epeyce önce olmuş ama, bazı sanıklar, "Sizi savcılıktan istiyorlar" diye, ülkenin "gizli istihbarat örgütü"ne götürülür, orada eziyetlere uğrarlarmış.
Ülke, gerçekte dünyada insanlığı ve zayıflara davranışı ile ün yapmış bir ülkeymiş. Gelgelelim, burada olup bitenleri duyanlar, "Acaba bu ülke insanlarının tarihlere geçen ünleri yanlış mı?" diye kuşkuya düşerlermiş.
Kazıkiçi Bostanları'ndaki tutukevinde bir gün -perhizli hastalar için kullanılan- aygaz tüpü bitmiş, yenisini de yetkililer bir türlü almıyorlarmış. Perhizli hastaların yüzleri sararıp solmağa başlamış, çünkü aygaz tüpünden yararlanarak patates, taze sebze, haşlama, yumurta, haşlayıp yeme olanağı varmış. Bu bile yapılamaz olmuş... Bir gazeteci bunu mesele yapıp yazmış, kimse "bana mısın?" dememiş. Yer yer hasta sanıklar yetkililere baş vuracak olmuşlar:
Aygaz tüpünü yenileyin lütfen, açlıktan öleceğiz.
- Ziyaretçilerinize söyleyin getirsinler yenisini...
- Ama, bizim ziyaretçimiz yok. Hem şimdiye kadar, siz boşalınca yeniliyordunuz?
- O eskidendi, usul değişti şimdi.
Kısa bir süre sonra, yine sanıklara "Sizi savcılık istiyor" diye gelmiş kadın polisler, "Yaaaa, bizi yine istihbarat örgütüne götüreceksiniz" diye gitmek istememişler, haydi bakalım yeni bir sorun daha... Analar, babalar olayı haber alıp, ülkenin cumhurbaşkanına çıkmağa karar vermişler. Bir dilekçe hazırlayıp vermişler de...
Ama, ülkenin basını ağzı bantlı gibi seyirci kalıyormuş olup bitenlere, haksızlıklara, eziyetlere. Konuşamıyorlarmış da...
*
Yine ülkenin birinde, kocaman bir "Gima" varmış. Orada ne istersen bulunurmuş.
Bir gün, Gima'ya bir adam gelmiş, satıcı kıza:
- Muhmmmbmmmm istiyorum demiş..
- Ne istiyorsunuz?
- Muhmmmbmmm..
Satıcı kız bir daha tekrarlatmış ama anlayamamış adamın ne istediğini. Şefini çağırmış, şefi de anlayamamış, sonunda Gima'nın müdürünü çağırmışlar, genel müdür çağrılmış, soruyorlarmış:
- Ne istiyorsun kardeşim?
- Muhmmmbmmm...
- Allah, Allah, demişler, kendi dillerinde...
Birinin aklına gelmiş.
- Yahu bizim odacı biraz pepedir, belki o anlar, onu çağıralım...
Odacı gelmiş, sormuş:
- Ne istiyorsunuz?
- Muhmmmbmmm...
- Peki...
demiş çıkmış odacı. Biraz sonra elinde bir paketle gelmiş, vermiş adama. "Borcunuz da şu kadar" demiş, herkesin faltaşı gibi açılmış gözleri önünde.
Bütün Gima'dakiler merakla sormuşlar odacıya:
- Neymiş istediği?
Odacı karşılık vermiş:
- Muhmmmbmmm...
*
Ülkenin birinde, taaa eskiden askerî bir birlik bir köyün yakınında ordugâh kurmuş. Köyün ileri gelenleri birliğin komutanını ziyarete gelmişler, yanlarında getirdikleri kafes içindeki kekliği de komutana armağan etmekmiş amaçları. Komutan bu kekliğin özelliği ne ki, bana armağan edersiniz, diye sorar.
Bunun üzerine köylülerden biri, "Paşam, bu kafes içindeki kekliği alır dağa çıkarız. Uygun bir yere yerleştirir, biz de elimizde tüfekler çevresine gizleniriz. Keklik ötmeğe başlar. Öten kekliğin sesine öbürleri gelir. Keklikler çoğalınca pusudaki avcılar tüfeklerini ateşler, kolaylıkla keklikleri avlarlar..." diye anlatır.
Komutan, kekliğin marifetlerini dinletikten sonra suratını asar, kafesteki kekliği çıkarıp bacaklarından tutar ikiye ayırır. Ölüsünü köylülerin üzerine atar ve şöyle der:
- Kendi hemcinslerinin felâketi için başkalarına âlet olan, uşaklık eden yaratıkların sonu, cezası budur. Alın, hediyenizi gidin...
Kıssadan hisse: Ülkede bu fıkra çok tutmuş. Ve o ülkede kışkırtıcı ajan kalmamış...
(22 Haziran 1973)
BENİM OĞLUM ÖYLE ŞEY YAPMAZ...
Önceki gün iki "anne" geldi. Ziyaret günüydü önceki gün. Büroya değil, mahkûmları ziyaret edip gören iki anne, "size de uğramadan edemedik. Bir hatırınızı soralım diye uğradık" dediler. Çay yaptım elimle onlara, ağırlamaya çalıştım. Kimlerin anneleridir bilmem bile. Adlarını çoktan unuttum çocuklarının. Amma, ana olmayı, baba olmayı onun duygularını iyi anlamaya çalışırım.
İstanbul'da karşıya geçmeleri bir mesele olanlar, Ankara'ları yol etmişlerdir aylardır.
Kızım on bir aydır içerde. Şimdi, uzun upuzun basmalar giymişler bu yaz gününde. İki dil bilir kızım. Memleketin ona, onlara ihtiyacı yok sanki. Kimse anlamak istemiyor bizleri...
- Yeni kimseler de mi alınmış ne? Hamam denen yer de doldurulunca, hama nasıl yapabilirler?
- ................................
Bir süreden beri, ziyaretlerde görüşmeler kolaylaşmıştı duyduğumuz. Bir görüşmeci, tellerin arkasında konuştuğu yakınının yanıbaşında bir sürahi ile su bardığı görmüştü.
- Konuşurken, dudakları kuruyunca su içsin diye zahir...
Tutukevlerinde, olup bitenler ailelerce bir bir Cumhurbaşkanı Korutürk'e anlatılmış mıydı? Bir sorun Cumhurbaşkanına yansıtılınca, düzelmemek olmaz. Düzelmiş ya da düzelme yolundaydı demek. Gelip geçenler unutulmalıdır, diyoruz ya bu başka yöneticilerin tutumlarına bağlıdır. Ondan demiyor muyuz, başsorumlu, "solu sağa kırdırma" politikasının sorumlusu Süleyman Bey, diye..
Cumhurbaşkanı Korutürk'e sadece dilekçe verilmekle kalınmadı sanırım.
- Siz devletin başısınız. Yönettiğiniz ülkede, insanlığa aykırı işlemler yapılmasını elbette istemezsiniz. Uygar bir ülkede başkan olmanın mutluluğunu duymak istersiniz.
"Tamam" dedi Devlet Başkanı, ilgilenecekti anlatılarla. Daha önce de yazdığımız gibi, önce Başbakanını gönderdi İstanbullara, arkadan kendisi gitti. İşte, Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün'le de konuştu. Ne konuştu, ne bilelim.
Bir Ankara Notları'nda "Sayın Korutürk lütfen el koyun" diye yazmıştım. Cumhurbaşkanlığı Hukuk Danışmanı eski Yargıtay Başsavcısı Amiral Fahri Çoker sordu:
- Sayın Cumhurbaşkanı, Anayasaya göre sorumsuz sayılır. Nasıl el koyar, sorumsuz bir Cumhurbaşkanı?
- Sorumsuz... ama, yetkili. Açar telefonu Başbakan'a: Böyle, böyle... Şu, şu şikâyetleri kovuşturun, araştırın ve bana da sonucunu bildirin... der, öyle değil mi sayın Amiralim?
İngiliz İşçi Partisi lideri Wilson'un danışmanı Jane Couzens, Türkiye'ye gelip araştırma yapmış, İngiltere'de BBC'de yayınlandı onunla yapılan bir konuşma. Amma, danışmanın kitabını hiç bir yayınevi basmak istemedi. Basılmalı, hattâ Türkiye'de de yayınlanabilmeli. Görelim bakalım, iddialar neymiş? Kimler kimlere nerede, neler yapmış? Basın özgürlüğü yöneticilerin verdikleri bir sadaka değil, Anayasanın tanıdığı bir haktır Türkiye'de. Gazeteci meslekdaşlarıma söylüyorum, gün gelir insan içine çıkamazsınız sizler de, güç dönemlerde gazetecilik görevlerini yapmazsanız. Her mesleğin güçlükleri, riskleri vardır. Bunlara katlanamayanlar gider, başka işler tutarlar. Çok kez kendi kendime dediğim gibi, "gidip limon satarak yaşamını sürdürmek daha onurlu iştir..."
*
Her dönemde, yetkililer uyarılmağa çalışılmıştı. Bakanlıklar yapmış, ülkede söz sahibi olmuş çok kişi, eski Cumhurbaşkanı Sunay'a da gitmişler ve anlatmışlardı:
- Paşam, böyle böyle böyle...
- Yok canım, amma bunlar anarşist...
- Olabilir Paşam. Kanunlar onları mahkûm eder. Ancak, şu şu yapılan işlemler var. Bunlar doğru değil. Örneğin, sizin oğlunuza yapılsa ne dersiniz?
- Benim oğlum öyle şey yapmaz...
- Paşam, tamam yapmaz. Farzedin yaptı, o da karıştı, şöyle veya böyle olaylara. Ona nasıl davranılmasını istersiniz?
- Benim oğlum yapmaz öyle şeyi...
................................
Böyle sürer, gider bu. Amma, gerçekten böyle sürer gider mi? Böyle gelmiş, böyle gider mi?
(20 Temmuz 1973)
AÇIKLANMASI GEREK...
Sıkıyönetimin ilânından beri, basını ilgilendiren pek çok bildiri ve açıklama yayınlandı. Bildiri ve açıklamaların çoğu, kamuoyuna bilgi verme yanında, basına bazı kayıtlamalar, sınırlamalar da getirdi. Ayrıca telefonla yapılan tebliğler, "filân haberin şu biçimden geniş kullanılmaması" istenmesi gibi ricalar, Sıkıyönetim Komutanlığı yetkilileriyle, basın sorumluları arasında kaldı. Bir banka soygunu olayının, kimlerin yaptığı daha belli değilken basında geniş geniş yayınlanmasının soruşturmayı etkileyebilecek yanları olduğunu düşünen gazeteciler, bu açıklamalar ve ricalar üzerine -ricaları dinleyerek- çok kez olayların üstüne gitmemeyi tercih etiler.
Çok gazeteci, kendi kendine "Nasıl olsa bu dönem geçer. O zaman istediğim gibi yazar çizerim. Şimdi başımı derde sokmayayım" diye düşünmüş de olabilirdi. Bunlar, sanırım ileride bu dönemi yazmak ve eleştirisini yapmak üzere bol bol döküman toplamakta, elde ettiklerini saklamaktaydı.
Yeniortam değişik yolu tuttu. Bu dönemde de gazetecilik yapılabileceğinin örneğini vermeye çalıştı. Bunun ne kadar yapabildiğini elbette okurlar değerlendirecektir. "Satırların arası" deyimi, bu dönem gazeteciliğinin bir buluşu mudur bilmem?
Gazete, "Üç öğretmen gözaltına alındı" haberi yüzünden bir ay süreyle Ankara'ya sokulmamıştı. Parlamentoda -CHP'liler dahil- bu olayı, Meclis kürsüsüne getirmeye kimse yanaşamadı. "Gazetecilik yapılacak mı, yapılmayacak mı?" diyemedi. Suspustu herkes...
Bu olayla ilgili olarak, Ankara Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun'la ilginç bir konuşmamız oldu. Ben bir aylık sürenin fazla ve haksız olacağını, bunun yöneticileri yaralayacağını söylüyordum. Orgeneral Ersun, dinledikten sonra şöyle dedi:
- Evet doğru, fazla oldu. Fakat bir kere süre koyduk. Sen söyle, süreden önce açarsam, bunun sakıncaları olmaz mı?
Komutan, "Tükürdüğümü yalıyayım mı yani? Bu olmaz!" demek istiyordu. Üzgün ayrıldım yanından.
Sonra Adana bölgesinde, süreli cezaya çarptırılan yüksek trajlı bir gazete, sürenin bitiminden önce bağışlandı. Gazete kapamalar, bölgeye sokmamalar yavaş yavaş tavsadı. Bunların Türkiye ve dünya kamuoyunda ters tepkileri de olduğu mu anlaşılmıştı?
Basın ve basın kuruluşları -gerçeği söylemeli- bu dönemde görevlerini yapmamayı, yasaklara uyuyor şeklinde gözükmeyi yeğ tuttular. Çok kötü sınav verdiler. Sıkıyönetimi de uyarabilirlerdi. Aksaklıkları -varsa- zamanında giderebilirlerdi. Yapmadılar gereği gibi bunu. Asıl bu, ileride Türk basınını inceleyeceklerce değerlendirmeye tutulacaktır.
Bir örnek vereyim: Sıkıyönetim Komutanlığının basına ilişkin bir bildirisi vardır. Buna göre, anarşik olaylara karışmış kişilerle ilgili operasyonlar açıklama yapılmadan yayınlanmayacaktır. Ancak bu, gözaltına alınan herkesin açıklama yapılmadan yayınlanamayacağı anlamına alınıp, gözaltına alınan -nedeni de kesin bilinmediğinden- herkesin haber yapılamayacağı biçiminde yorumlanmaya başlanmıştır. Bazı bildirilerde, gözaltına almalar açıklanmış, ancak bunların sonre ne olduğu konusunda açıklama olmadığı gibi, gazeteler de üstüne düşmekten çekinmişlerdir. Bugün öyle kimseler vardır ki, gözaltına alınıp, serbest bırakıldıkları halde hâlâ "gözaltında" gözükmektedirler. Bazıları, gözaltına alınmışlar, tutuklanmışlar, belki yargılanmaya da başlanmışlardır. Fakat haklarında en ufak bir açıklama yoktur. Mahkeme kararlarının yayımı ise, Türkiye'de serbesttir, fakat bir tek gazetede buna ilişkin haber bulamazsınız. Anadolu Ajansı muhabirinin verdiği haberler dışında gazeteler, haber koyamaz duruma düşmüşlerdir. Buna da bir örnek vereyim: TÖB-DER avukatlarından Şakir Keçeli ile eski TÖS danışmanlarından Veli Kasımoğlu gözaltına alınmışlar -galiba sonradan- tutuklanmışlardır. SBF'li bazı doçent ve asistanların duruşmaları devam etmektedir. Hele mahkeme kararına dayanan tutuklama ve serbest bırakmalardan sonra, kesinkes açıklama yapılması gerekir. Bu açıklamalarla kendilerini merak eden ailesi haber almış olur. Gazetecilerin görev yapmaları da kolaylaşır. Yok, bildiri -aradan yıllar geçtiğine göre- ilk amacı yerine gelmişse, grev ve lokavt yasağının kalktığının açıklandığı gibi, yeni bir açıklama ile yürürlükten kaldırılır, basın serbest bırakılır.
İstanbul'da bir hastanede tutuklu Hatice Alankuş'un ölümü üstüne çeşitli yazılar çıkmıştır. Fakat bu yazılar üstüne bir açıklama yapılmamıştır. Genç mimar kız, bağırsak düğümlenmesinden mi, örneğin ishalden mi, ölmüştür, kesinlikle öğrenilememiştir. Türkiye'de kim nerede, nasıl olursa olsun, insana değer verilmelidir. Bunun örnekleri verilmelidir.
(11 Ağustos 1973)
OLAYLARIN İÇYÜZÜ...
Nihat Bey'in birinci hükümeti zamanıydı. Nihat Bey, bir gün yardımcısı Attila Karaosmanoğlu'na İstanbul'dan telefon etti. Konuşma hemen hemen şöyle geçmişti:
- Burada Dünya gazetesinde, senin için çirkin bir yazı çıktı gördün mü?
- Hayır henüz görmedim.
- O yazıyı bir oku. Bana burada, sıkıyönetim yetkilileri, "efendim biz de gördük. Bir tedbir almak istedik. Fakat meselenin iç yüzünü kesin olarak bilmediğimizden bir şey yapmadık. Eğer sayın Karaosmanoğlu, iki nüsha tekzip hazırlar, birini de bize gönderirsen gazetede yayınlatacağız, dediler. Sen istersen bir tekzip hazırlat, buraya gönder..."
- Yazıyı bir göreyim de efendim.
- Beni İstanbul'dan ara.
- Olur...
Karaosmanoğlu hakkında çıkan ve manşetten verilen haber, "açıklıyoruz: Attila Karaosmanoğlu, Sosyalist Kültür Derneği'nin üyesidir" şeklindeydi. Bir de fotokopi vardı. Belki de dernek giriş kâğıdı.
Attila Karaosmanoğlu, kendi kendine düşündü, neyi tekzip edecekti. Dünya gazetesi bir polimiğe çekmek istiyor olmalıydı. Gazetenin başındakiler, hayli korkmuş olmalıydılar ki konuya bir daha değinmediler. Fakat, gazeteye de hiç bir şey yapılmamıştı. Halbuki, aynı dönemde, TRT Genel Müdüründen espri ile bahseden "Yeniortam" dergisi kapatılmıştı.
Sonraları Karaosmanoğlu ile konuştuğumuzda, basın özgürlüğüne sonuna kadar inandığını söylemişti. Nihat Bey de, Karaosmanoğlu'na "önemli bir şey yok" karşılığını vermiştir sanıyorum.
Erim'in "balyoz harekâtı" sıraları mıydı o sıralar Gazeteler, dergiler yılgı içinde çalışıyorlardı. Sonra sonra tavsadı bu.
12 Mart öncesinde de, bir toplantıda o zaman Cumhurbaşkanı olan Sunay, yanında bulunan "Doğan Avcıoğlu, hâlâ bizim çocukla uğraşıyor. Devrim dergisinin bir çeresine bakamıyorsunuz?" şeklinde konuşmuş muydu? Öyle yapılabiliyordu gazetecilik...
Sonra, dönem devran değişir gibi oldu. Basın nefes almak üzereydi galiba. Cumhurbaşkanı Korutürk'ün bundaki olumlu tutumunu belirtmek gerek.
Korutürk, istanbul'a bir gitti mi kısa fakat kesin haber geliyordu. Cumhurbaşkanı ele aldığı bazı konuları -ikna ede ede- olumlu sonuca bağlama kararındaydı. Bağladı da.
Silâhlı kuvvetleri politikanın dışında tutma çabaları Korutürk'ün son ve olumlu işlerinden biridir. Öncelikle, sanıyorum Korutürk seçildiğinden beri bir siyasî partinin -Özellikle AP'nin- etki alanına girmemiş, tarafsız kalmayı başarmıştır. İllere müftü atamasından, bazı kanunları vetosuna, Genelkurmaya getirilmek istenen kişilerin emekliliklerine kadar pek çok alanda tutumunu açık açık belli etmiştir.
Emekli olacağı çoktan belli olan Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'un CHP'den kontenjan veya ön seçimle, İstanbul liste başı olmasını da -söylentiler doğruysa- Korutürk önlemiştir. Söylentilere göre, Korutürk seçimlerden sonra da tarafsız kişilere -Muhsin Batur gibi kişilere- ihtiyaç olacağını duyurmuş ve Batur'un hemen hemen kesinleşmekte olan adaylığı kalmıştır. Batur, çok muhtemel olarak, seçim sonrasında bir süre de dinlendikten sonra Cumhurbaşkanı Kontenjanından Senatoya gelecek. Muhsin Batur'a bunu sorduğumda, "ben istemiyorum ama bırakmıyorlar adamı, öyle gönderiyorlar parlamentoya" şeklinde üstü kapalı doğruladı. Batur, kontenjandan Senatoya geldiğinde acaba kendisini hangi görev bekliyecek? Bekliyelim bakalım...
(13 Ağustos 1973)
KİTAPLARIN TOZU...
Yeter Hanım, akşamüstü eve döndüğünde kitaplığın önünde bir pusula buldu. Pusulada: "Kitapların tozunu aldık" diye yazıyordu. Kendi kendine söylenmedi. Biliyordu kimlerin gelip, kitaplığı karıştırdıklarını. Çetin Altan'ın "Onlar Uyanırken" kitabı yoktu, götürülmüştü demek. Ses etmedi, ne ses edecekti, kime seslenecekti ki?
Bir hafta sonra, kitaplıkta Çetin Altan'ın "Onlar Uyanırken" kitabını gördü. Getirilip bırakılmıştı demek. Fakat ufak bir yanlışlık mı yapılmıştı. Çetin Altan'ın imzalı kitabı alınıp, yerine imzasız olanı getirilmişti. Bir hafta sonra bir daha baktı. Bu sefer, o alınmış, eski imzalı kitap getirilip yerine konmuştu.
Yeter Hanım, yalnız yaşıyordu. Çalışıyordu. Fakat, yavaş yavaş sinirleri -kendiliğinden- bozulmağa yüz tutmuştu. Eve gelenler, geldiklerini belli edecek izler bırakıyorlardı. Ne gibi mi? Örneğin, hiç kullanılmayan bir prize lâmbayı, ya da elektrik ocağını takıp gidiyorlardı. Bir günlüğüne içeri de alındı. Yeter Hanım sonra serbest bırakıldı.
Sinirleri bozuldukça bozuluyordu. Hafakanlar basıyordu bazı bazı. Ne yapabilir ki insan? Sonra, gerçekten dayanamaz duruma geldi. Hastanelik oldu, hastaneye de hiç yatmak istemiyordu. Genç yaşında böylesine sinirleri bozuk yaşamak kolay mı? Tedavilerle düzelmeye yüz tuttu Yeter Hanım. Daha iyi şimdilerde...
Yeter Hanım, düşsel bir tip midir? Belki biraz herkestir. Bugünün gençliğidir. Sıkıntılarıyle, baskılar altında bozulan sinirleriyle bir gençlik.
Kaç öğrenci, 1972-1973 döneminde üniversite sınavlarını kazanıp, derslere başladığı halde çeşitli nedenlerle bırakmıştır üniversiteyi? Analar, babalar ne sıkıntılar çekmektedirler, çocukların, yetişmekte olanların bunalımlarını çözebilmek için, düşünüyor musunuz?
1960 İhtilâli sonrasında adı gazetelerde, "bakan adayı" diye geçenlerden birine rastlamıştım. Şöyle demişti:
- Azizim, ODTÜ'yü bitirenlere en az on yıl süreyle devlet dairelerinde görev vermemeli, ıslah olsunlar. Ondan sonra...
Yeni açlıkla eğitim, anlayacağınız...
*
Türk Dili dergisinin son sayısında, Osman Turgut Pamirli'nin "Şemsettin Sami" ile ilgili ilginç bir yazısı var. Şemsettin Sami, Fransızca, İtalyanca, Latince, eski Yunanca, Rumca dillerini bilmektedir. Yirmi bir yaşında, sekiz dili konuşup yazmaktadır. Osman Turgut Pamirli, yazısının bir yerinde şöyle diyor:
Dostları ilə paylaş: |