GİRİŞ
İslam Hukuku, vahiyden doğup gelişen ve tüm düzenlemelerde vahyî prensipleri gözeten bir hukuk sistemidir. Vahiy ise, İslâm Hukukçuları nazarında Kitap ve Sünnet ile temsil olunmaktadır. İslâm Hukuku’nun hüküm kaynağı niteliğindedir.
Kitap ve Sünnet’in hukuka hüküm kaynağı (delil) oluşu, iki biçimde gerçekleşmektedir. Buna göre kitap ve sünnet, hukukun çeşitli alanları ile ilgili sınırlı da olsa, doğrudan maddî ve şeklî normlar ön görmektedir. Ayrıca özel olarak düzenlenmeyen insan davranışlarına ilişkin, diğer hükümler, değişik yöntemler yoluyla, kitap ve sünnetten istinbât edilmektedir.
Kur'ân-ı Kerim’in, İslâm Hukuku’nun temel kaynağı olduğu hususunda herhangi bir görüş ayrılığı olmamakla birlikte, sünnetin kaynaklığı hususunda kısmî tartışmalar ortaya çıkmıştır. İslâm Hukukçularının büyük çoğunluğu, genel anlamda ve bir bütün olarak, sünnetin de hukuk için bir kaynak teşkil ettiğini ve bağlayıcı olduğunu kabul etmişlerdir. Sünnetin bağlayıcı olmadığı yolundaki fikir ise, İslâm Hukuk Doktrininde kayda değer bir ağırlığa sahip olmamıştır.
Hz. Peygamber (sav)’in söz, fiil ve takrîrlerinden oluşan sünnetin rivâyet keyfiyetinden ötürü, tümü aynı derecede kesinliğe sahip değildir. Bu nedenle İslâm Hukukçuları arasında sünnetin, kaynak niteliği taşıyan ve bağlayıcı olan kısımlarının tespiti ile ve bunların hukukun hangi alanlarında, hangi şartlar dâhilinde söz konusu niteliğe sahip olduğu hususlarında görüş ayrılıkları ve tartışmalar meydana gelmiştir.
Dolayısıyla Hz. Peygamber (sav)’e isnâd edilen rivâyetlerin, O’na ait olma kesinliğine göre tasnîf edilme zarûreti doğmuş; sahih kabul edilenler, mütevâtir ve âhâd rivâyetler biçiminde iki ana gruba ayrılmıştır. Hangi rivayetin tevâtür derecesine ulaştığı meselesinde büyük ihtilaflar olmakla beraber, yalan üzerinde ittifak edemeyecek sayıdaki bir kalabalığın yine kendisi gibi bir kalabalıktan naklettiği haber anlamındaki mütevâtirin kesin bilgiyi içerdiği (ilim ifade ettiği) ve dolayısıyla onunla amel etmenin vâcip olduğu konusunda İslâm Hukukçuları arasında genel bir mütâbakatın varlığı görülmektedir.
Tevâtür derecesine ulaşmayan rivâyetler ise, âhâd haberler grubunu teşkil etmektedir.
Bir taraftan hadis, diğer taraftan fıkıh ile ilgili bir tartışma konusu olan “Haber-i Vâhid-Tek Kanalla Gelen Hadisler Meselesi” usûl-ü fıkhın doğuşundan ta günümüze değin problem olmuş bir olgudur. Başta Zâhirî ekolü mensupları olmak üzere, hukukçuların bir kısmı dışında İslâm Hukukçularının çoğunluğu haber-i vâhidin, kesin bilgi içermediği görüşündedir. Bununla birlikte sıhhatindeki genel şüphe, -subûtunun zannî olması- haber-i vâhidin, hukûkî meselelerde kabul edilmesine engel görülmemiştir.
Hanefî hukukçular, ilk nesilden sonra râvî sayısı ve rivâyet tariki çoğalan meşhur haberleri temelde haber-i vahidler kategorisine dâhil oldukları halde daha özel ve bağlayıcılık derecesi daha üstün bir konumda kabul etmişlerdir.
Haber-i Vâhidlerin kaynaklığı hususunda ifade edilen bu genel yaklaşım içinde iki önemli tartışma konusu, zarûrî olarak ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki, teşri‘ kaynağı olmaları bakımından hadislerin tasnîfi sorunudur. Yani hangi hadislerin bağlayıcı olduğunun tespit edilmesi meselesidir. İkincisi ise, birincisinin bir uzantısı olup; aslında teşri‘ nitelikli olan haber-i vâhidlerin, hukukun hangi alanlarında delil olup; hangi alanlarında delil olmadığı ile ilgilidir.
Bu açıdan usûl bilginleri, haber-i vahidi gerek şekil, gerekse mana yönünden titiz bir irdelemeye tâbi tutmuş, hem râvî hem de (mervîyi) rivâyet edilen haberi ayrı ayrı ele almışlardır. Bu arada mervîyi hem lafız hem de ihtivâ ettiği anlam bakımından müstakil bir şekilde değerlendirmişlerdir.
Biz de bu tür çalışmalardan faydalanarak yaptığımız bu çalışmada râvî ve mervî ile ilgili şartları “Şekil Şartları”, mervînin içerdiği anlam ile ilgili şartları da “Esas ile İlgili Şartlar” şeklinde ele almayı uygun bulduk.
Çalışmamızın planlanan hacmi içerisinde kaynaklarda ele alınan bütün şartları, kuşatabilmemiz mümkün gözükmemektedir.
Bu yüzden çalışmamızın hadis usûlü kısmını oluşturan birinci bölümünü kısa tuttuk. Daha ziyâde fıkıh usûlü kısmını oluşturan ikinci bölümü de mezheplerin temâyül etmiş görüşlerini; onlara mâl olmuş, onlarla anılır hale gelmiş düşüncelerini yansıtmayı ve çalışmamızın hacmini zorlamayacak ölçüde bu görüşleri değerlendirmeyi hedefledik.
Dostları ilə paylaş: