İKİNCİ nesil kiTİaranin oğLU



Yüklə 1,65 Mb.
səhifə30/35
tarix29.12.2017
ölçüsü1,65 Mb.
#36355
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   35

Bu da, bütün bu meseleyi tamamen içinden çıkılmaz bir hale sokuyordu. O ketum, yaşlı örümcek, onca kişi dururken neden Gilt-has'ı -yani çeyrek bir insanı- ağına çekmeye çalışıyordu?

"Her halükârda," diye mırıldandı Tanis sakalı arasından, "bu seninle olan kendi hesabımı görme fırsatı verecek bana Rashas, eski çocukluk arkadaşım. O şakayla karışık iğneleyici yorumların, fısıldandığın hakaretlerin, o küçük acımasız şakaların hepsini tek tek hatırlıyorum. Senden ve senin o kabadayılar çetenden yediğim sopaları da bir bir hatırlıyorum. O zamanlar sana vurmaya izinli değildim ama şimdi, Paladine şahidimdir ki beni kimse durduramayacak!"

Rashas'ın sivri çenesine yumruğunu 'güm' diye geçirmenin o haz verici beklentisi, Tanis'in sabahın geri kalan kısmında neşelenmesini sağladı. Rashas'ın oğlundan ne istediğini bilmiyordu ama bunun iyi bir şey olmadığını tahmin edebiliyordu.

"Gil'e Rashas'tan söz etmemiş olmam ne kötü," diye düşüncelere daldı Tanis. "Qualinesti'deki geçmiş yaşantım hakkında ona pek fazla şeyden söz etmemiş olmam ne acı. Belki de onu oradan uzak tutmak bir hataydı. Eğer tutmasaydım, şimdi Rashas'ı ve onun gibileri tanıyor olacaktı. Artık bu senatör her ne gibi bir akıllıca dolap çeviriyorsa, ona kanmayacaktı. Ama seni korumak istemiştim Gil. Benim çektiğim acıları çekmeni istemiyordum. Ben..."

Tanis atını durdurdu ve hayvanı geri çevirdi. "Cehennem'in di-

355

i

bi." Kafasını eğip toprak yola baktı, buz gibi bir dehşet kalbini daraltıyordu.



Daha iyi görebilmek için atından indi. Şimdi sıcak güneş altında yavaşça sertleşen çamur, bütün hikayeyi oldukça açık bir şekilde anlatıyordu. Ardında böyle izler bırakabilen tek bir yaratık vardı Krynn'de: zeminin derinine batan ön pençeler, bir arka pençe, ve sürüngen bir kuyruğun bıraktığı kıvrımlı, yılankavi izler.

"Ejderanlar... hem de dört tane."

Tanis işaretleri inceledi. Atı onları şöyle bir kokladıktan sonra iğrenerek çekildi.

Hayvanı yakalayan Tanis, o kokuya alışana dek kafasını işaretlere doğru eğdi. Sonra atına tekrar bindi ve izleri takip etti. 'Bu bir rastlantı olabilir/ dedi kendi kendine. 'Bu ejderanlar yalnızca, Gil ile aynı istikamette gidiyor olabilirler.'

Ama bir mil daha gittikten sonra Tanis, bu yaratıkların onun oğlunu takip ettiğinden emin oldu.

Belli bir noktada Gil atını patikadan dışarı çevirmiş, küçük bir derenin üstündeki toprak bir sete doğru götürmüştü. Tam bu kritik anda, ejderanlar da patikayı terk etmişlerdi. Atın dere kıyısı boyunca uzanan toynak izlerini sıkı bir şekilde izleyen ejdaranlar, suyun kenarına kadar atın işaretini takip etmiş, yolda tekrar beliren toynak izlerinin peşinden gitmişlerdi.

Üstüne üstlük Tanis, ejderanların gözden kaçmaya dikkat ettiklerine dair işaretler gördü. Birçok noktada, pençeli ayak izleri patikadan ayrılıp çalılıkların arkasına saklanıyordu.

Bu yol özellikle çok seyahat edilen bir yol değildi ama çiftçiler kullanıyordu, tıpkı bir vesileyle bu patikayı tutturan şövalye gibi. Eğer bu ejderanlar etrafta yaşayan sıradan akıncılar olsalardı, yalnız bir çiftçiye saldırmakta, at arabası ile atlan çalmakta hiç tereddüt etmezlerdi. Bu ejderanlar yoldan geçen kimselerden saklanıyordu; bir görev üzerinde oldukları bariz bir şekilde belliydi.

Ama ejderanların Rashas ile ne ilgisi olabilirdi ki? Elfin kesinlikle bazı hataları vardı ama karanlığın yaratıklarıyla birlikte komplo kurmak onlardan biri değildi.

Korkan ve telaşlanan Tanis atını mahmuzladı. İşaretler saatlerce eskiydi ama adam Kara Kuğu'dan fazla uzakta değildi. Han, Fair Field adındaki orta derecede büyük bir kasabada bulunuyordu. Dört ejderan belirli nüfusa sahip bir alana girmeyi göze alamazdı. Niyetleri her ne olursa olsun, Gil'e hana varamadan önce saldırma-

356
lan gerekiyordu.

Bu da Tanis'in çok geç kalmış olabileceği anlamına geliyordu.

Ortalama bir tempoda patika boyunca ilerledi, gözleri işaretlerdeydi -hem pençeli izlerde hem de Gil'in atının izlerinde. Genç adamın izlendiğine dair hiçbir fikri olmadığı barizdi. Rahat bir yürüyüş şeklinde at sürüyor, manzaranın tadını çıkarıyor ve yeni edindiği özgürlüğünden zevk duyuyordu. Ejderanlar güzergâhlarından hiç sapmadılar.

Ve o zaman, Tanis onların nerede saldıracaklarını anladı.

Fair Field'in birkaç mil dışarısında, yol sık ağaçlarla kaplı bir alana girerdi. Meşe ve ceviz ağaçları gür bir şekilde yetişmişti, iç içe geçmiş dalları patika boyunca uzanır, güneş ışığının önünü kesip yolu gölgeler içinde tutardı. Af et'ten sonraki günlerde, bu korunun soyguncular için bir barınak olduğu söylenirdi. Ve bu günlerde ise, ismi gayri resmî de olsa Hırsız Arazisi diye bilinirdi. Tepe yamaçlarında arı oğulu gibi mağaralar bulunurdu, adamların gizlenebileceği ve ganimetlerini sayabilecekleri saklanma yerleri sunardı. Orası bir pusu için mükemmel bir mekândı.

Korkuyla midesi bulanan Tanis, iz sürmeyi bıraktı ve atını mah-muzlayıp dört nala koşturdu. Ona sorunun ne olduğunu seslenen ürkmüş bir çiftçiyi az kalsın ezip geçiyordu. Tanis cevap verme zahmetine girerek zaman harcamadı. Orman görünür olmuştu, önündeki yolda uzanan koyu yeşil renkteki uzun bir şeritti.

Ağaçların gölgeleri üzerine kapandı; gündüz göz açıp kapayıncaya kadar akşam karanlığına dönüştü. Sıcaklık derecesi fark edilir bir şekilde düştü. Orada burada, tepede asılı duran dallar arasından ışık huzmeleri süzülüyordu. Etrafındaki karanlıkla kıyaslanınca, ışık neredeyse kör edici derecede yoğundu. Ama kısa süre sonra bu küçük huzmeler de gitti. Ağaçlar daha da sıklaştı.

Tanis atını yavaşlattı. Zaman harcamaktan nefret etse bile, yerin ona anlatacağı hikayeleri kaçırmaya cüret edemiyordu.

Çok kısa bir süre sonra, hikayenin sonunu okudu.

Ne kadar hızlı at sürerse sürsün bunu gözden kaçıramazdı. Toprak yol, Tanis'in tam olarak ne olduğunu deşifre edemeyeceği bir çalkalanmış ve ezilmişti. Atın toynakları ejderanların pençeli ayakları tarafından silinmişti; orada burada narin bir elf ayağına benzer işaretler gördüğünü sanıyordu. Üstüne üstlük garip pençe işaretleri de vardı. Bunlar garip bir şekilde tanıdık görünüyordu ama onları hemen teşhis edemedi.

357
Atından inip alanı araştırdı ve kendini sabırlı olmaya, en küçük bir ayrıntıyı bile atlamamaya zorladı. Ve bulduğu şey onu hiç rahatlatmamış, aksine dehşetini arttırmıştı. Ezilmiş çamurun olduğu yerden öteye, yola doğru hiçbir işaret ilerlemiyordu.

Gil buraya kadar gelmişti, daha öteye gidememişti.

Ama bütün kutsallıklar adına ona ne olmuştu?

Tanis tekrar zemine döndü ve araştırmasını genişleterek ağaçlara da baktı. Sabrı ödüllendirildi.

Atın toynakları ana yola ve ağaçların arasına gidiyordu. Toynakların iki kanadında ejderan pençeleri vardı.

Tanis acı acı küfretti. Atının başına geri dönüp hayvanı yolun kenarına bağladı, sonra uzun yayını ve ok sadağını semerinden çekip çıkarttı. Yayı omzuna taktı ve sadağı da sırtına astı. Kınındaki kılıcını gevşetti ve koruya daldı.

Avlanma ve iz sürme konusundaki bütün o eski becerileri geri gelmişti. Onu hafif deri çizmelerini giymeye, bu barış günlerinde pek nadiren taşıdığı yayı ve okları beraberinde getirmeye sevk eden önseziye şükretti -yoksa bu önsezi Fırtına Kalesi'nin görüntüsü müydü?

Bakışları etrafta eyleşti. Ağaçlar ve çalılar arasından hiç ses çıkarmadan ilerledi, hafifçe basarak, çalı çırpı kırmamaya, geçişiyle birlikte bir dalın hışırdamasını sağlamamaya özen göstererek.

Orman daha da fazla sıklaştı, yoğunlaştı. Yoldan çok uzun bir mesafe ötedeydi, dört ejderanın izini sürüyordu ve tek başınaydı. Pek de akıllıca bir hareket değildi bu.

Yoluna devam etti. Oğlu onların elindeydi.

İnsanın tüylerini ürperten ve bazı nahoş anıları geri getiren, gırtlaktan çıkan sesler, Tanis'in adımlarını yavaşlatmasına sebep oldu. Nefesini tutarak sessizce ilerledi, bir ağaç gövdesinden diğerine geçerek avına yaklaştı.

Ve işte oradaydılar, ya da en azından çoğu oradaydı. Üç ejderan, bir mağaranın önünde dikilmiş, kendi iğrenç dillerinde muhabbet ediyordu. Ve işte at da oradaydı, kaliteli deri koşum takımlarıyla, yelesine takılmış ipek kurdeleleriyle Gil'in atı. Hayvan korkuyla titriyordu, tartaklandığına dair işaretler vardı üzerinde. Eğitimli bir savaş atı değildi ama görünüşe göre kendisini yakalayanlarla mücadele etmişti. Ejderanlardan biri hayvana küfrediyor ve pullu kolundaki üzerinden kan akan yarığı gösteriyordu.

Ama Gil'den hiç iz yoktu. Muhtemelen dördüncü ejderanla bir-

likte mağaranın içindeydi. Ama neden? Ona nasıl da feci şeyler yapıyorlardı?

Neler yapmışlardı?

Ama Tanis en azından, yerde görülen tek kanın yeşil olması gerçeğiyle biraz rahatlayabiliyordu.

Hedefini seçti, kendisine en yakın duran ejderanı. Rüzgârdan daha sessizce hareket eden Tanis, yayını aldı, bir ok yerleştirdi, yayı yanağına doğru kaldırdı ve gerdi. Ok ejderanın sırtına, kanatlarının ortasına saplandı. Yaratık acı ve şaşkınlık dolu guruldama çıkardı, sonra ölüp yere devrildi. Vücudu taşa dönüştü ve oku içinde hapsetti. Eğer başka bir yolla halledebiliyorsan bir Baaz'a sakın kılıçla saldırma.

Tanis çabucak başka bir ok alıp takıp nişan aldı. İkinci ejderan, kılıcını çekmiş bir halde onun yönüne doğru dönüyordu. Tanis oku attı. Ok ejderanın göğsüne saplandı. Ejderan kılıcı elinden düşürdü, pençeli elleriyle oku kavradı ve sonra o da yere yığıldı.

"Kıpırdama!" diye emretti Tanis zalimce, yaratıkların anladığını bildiği Ortak lisanda konuşarak.

Üçüncü ejderan, kılıcını yarı yarıya çekmiş bir halde dondu kaldı, boncuk boncuk gözleri oraya buraya bakmıyordu.

"Üzerinde senin o pis adresin yazan bir okum var," diye devam etti. "Ok dosdoğru senin kalbim dediğin şeyin üzerine doğrultulmuş vaziyette, pislik. Orada esir aldığınız çocuk nerede? Ona ne yaptınız? Bana söylemek için on saniyen var, yoksa dostlarınla aynı kaderi paylaşacaksın."

Ejderan kendi dilinde bir şeyler söyledi.

"Bana numara yapma," diye hırladı Tanis. "Ortak lisanı muhtemelen benden daha iyi konuşuyorsundur. Çocuk nerede? On saniyen neredeyse doldu. Eğer-"

"Tanis, dostum! Seni bir kez daha görmek ne hoş," diye geldi bir ses. "Görüşmeydi uzun bir süre oldu."

Uzun boylu, yakışıklı, kahverengi saçlı, kahverengi gözlü, kara cüppeler giyen bir elf mağaranın içinden dışarı çıktı.

Tanis yayı havada ve nişan almış bir halde tutabilmek için savaş verdi, elleri titriyordu, parmaklan terden sırılsıklam olmuştu ve korku içini dışına çıkarıyordu.

"Oğlum nerede Dalamar?" diye haykırdı Tanis boğuk bir sesle. "Ona ne yaptınız?"

"Yayını indir dostum," dedi Dalamar nâzikçe. "Onları seni öl-

359

dürmeye zorlama. Beni seni öldürmeye zorlama."



Hiddet, korku ve çaresiz bir hüsran ile gözleri yaşarıp körleşmiş olan Tanis yayı indirmedi. Vuracağı her ne olursa olsun oku atmaya hazırdı.

Pençeli parmaklar sırtına battı, onu yere devirdi. Ona ağır bir nesne çarptı. Tanis'in kafasının içinde bir acı patlaması oldu ve her ne kadar buna karşı direndiyse bile, karanlık etrafına kapanıverdi.

360

Bölüm 5


Gil, ormanın özellikle karanlık ve kasvetli bir bölümünde at sürmekteydi. Tam burasının bir pusu için mükemmel bir yer olacağını rahatsız bir şekilde düşünmekteydi ki, ağaçlar arasındaki bir boşluktan aşağı bir griffin süzüldü ve hemen genç adamın önünde yolun üzerine konuverdi.

Gil, Krynn üzerinde elfler hariç başka hiçbir ırkın dostu olmayan o muhteşem hayvanlardan bir tane görmemişti daha evvel. Bu manzara karşısında ürkmüş ve telaşa kapılmıştı. Hayvan, bir kartalın kafasına ve kanatlarına sahipti ama arka kısmı bir aslan vücuduydu. Gözleri vahşiydi; o acımasızca keskin gagası -efsaneye göre- ejderha pullarını bile deşip geçebilirdi.

Atının ödü patlamıştı; at eti griffinlerin en sevdiği yemeklerden biridir. Hayvan paniğe kapılarak kişnedi ve şaha kalktı, neredeyse binicisini sırtından atacaktı. Gil, böyle idmanların sağlığına yararlı olacağı söylenmiş olduğundan dolayı becerikli bir biniciydi. Hemencecik atın dizginlerine asıldı, yatıştırıcı bir şekilde boynunu okşayarak ve usulca rahatlatıcı sözler söyleyerek hayvanı sakinleştir-di.

Griffinin sürücüsü -pahalı giysiler giymiş yaşlı bir elf- onu takdirle izledi. Gil'in atı bir kez daha kontrol altına alındığında, elf bineğinin üzerinden indi ve ona doğru yürüdü. Bir başka elf -Gilt-has'ın şimdiye kadar gördüğü en garip görünüşlü elf- geride bekledi. Bu garip elf, üzerine hemen hemen hiçbir şey giymemişti, acayip ve renkli desenlerle süslenmiş, kaslı bir vücudu gözler önüne seriyordu.

Yaşlı elf kendini tanıttı.

"Ben Thalas-Enthia'dan Rashas. Ve siz de, sanırım, Prens Gilthas olmalısınız. Memnun oldum, Solostran'ın torunu. Memnun oldum."

Gil atından indi, kendisine öğretilmiş olduğu gibi kibarca sözler söyledi. İkisi resmi selamlaşma olarak öpüştüler ve tanışma merasimine devam ettiler. Bu bir yandan devam ederken, griffin etrafa bakmıyordu, delip geçen bakışları ormanın gölgelerinin ötesini

361


gözlüyordu. Gözleri bir noktaya takılınca, gagasını gıcırdattı, pençeleri yeri çiğnedi ve aslan kuyruğu tiksinti içinde sağı solu kamçıladı.

Rashas'a eşlik eden elf, griffine birkaç kelime söyledi. O da kafasını çevirdi kanatlarını büktü ve -sanki somurtarak- sakinleşmiş gibi göründü.

Gil, griffini kolluyor, atını sakin tutmaya uğraşıyor, vücudu boyalı elf hizmetkâra yan yan bakıyor ve aynı zamanda senatöre doğru ve kibar cevapları vermeye çalışıyordu. Kafasının karıştığına hiç şüphe yoktu.

Rashas genç adamın çektiği zorluğu anladı. "Atınızı korkuttuğum için özür dilememe izin verin. Benim düşüncesizliğimdi. Hayvanınızın griffinlere alışkın olmadığını anlamam lazımdı. Gjuali-nesti atları onların etrafında olmak üzere eğitilirler de. Tanthalas Yarımelfin atlarının alışkın olmayacağı hiç aklıma gelmemişti."

Gil utanç hissetti. Griffinler uzun süredir elflerin dostlarıydı. Bu şahane hayvanlara aşina olmak, kendi ırkına aşina olmakla eş değerde gibi görünüyordu ona. Babası için birkaç özür kelimesi kekelemeye niyetlendi, ama kendisini şaşkına çevirecek bir şekilde epey farklı bir şeyler söylerken buldu kendini.

"Griffinler bizi ziyarete gelirler," dedi Gil gururla. "Ebeveynlerim her sene onlarla hediyeler alıp gönderirler. Babamın atı gayet iyi eğitimli. Benimki ise henüz genç-"

Rashas kibarca onun sözünü kesti.

"İnanın bana, Prens Gilthas, sizi anlıyorum," dedi ciddiyetle, genç adamın yüzüne kan hücum etmesini sağlayan soğukkanlı, acıma dolu bir bakışla birlikte.

"İnanın bana beyim," diye başladı Gil, "Sanırım hatalısınız-"

Rashas sanki hiç duymamış gibi konuşmaya devam etti, "Quali-nesti'ye ilk olarak havadan bakmanızın, bilgi verici olduğu kadar eğlenceli de olacağını düşündüm, Prens Gilthas. Bu nedenle, sizinle buluşmak için uçmayı seçtim. Eğer benimle gelirseniz müthiş derecede şeref duymuş olacağım. Endişelenmeyin, griffin ikimizi de rahatça taşıyabilir."

Gil hakaret karşısındaki hiddetini unutuverdi. Karşısındaki muhteşem hayvana korkuyla karışık bir saygı ve hasretle bakıyordu. Uçmak! Bütün rüyaları aynı anda gerçek oluyormuş gibi görünüyordu! Ama neşesi çabucak buharlaşıp uçtu. İlk olarak atını düşünmesi gerekiyordu.

362


"Bu nazik teklifiniz için teşekkür ederim Senatör-"

"Bana Rashas deyin prensim," diye sözünü kesti elf.

Gil eğilip reverans yaptı ve bu iltifatı aldığım bildirdi. "Atımı yalnız, başıboş bırakamam." Atının boynunu okşadı. "Umarım gü-cenmemişsinizdir."

Aksine Rashas memnun olmuş gibi görünüyordu. "Tam tersine prensim. Böyle sorumlulukları ciddiyetle üzerinize aldığınız görmekten memnunum. Bu günlerde birçok genç kimse yapmıyor bunu. Ama gezintiyi kaçırmanız gerekmiyor. Benim Kagonestili uşa-ğım"-Rashas, garip görünüşle elfin olduğu yöne doğru elini salla-dı-"atınızı babanızın ahırlarına geri götürecektir."

Kagonesti! Gil şimdi anlamıştı. Bu, hem efsanelerde hem de şarkılarda anlatılan o meşhur Yaban ciflerinden biriydi. Daha onlardan birini hiç görmemişti.

Kagnoestili eğilip reverans yaparak, başka hiçbir şeyin ona daha büyük bir zevk veremeyeceğini belirtti. Gil beceriksizce kafasını salladı, bu sırada ne yapması gerektiğini düşünüyordu.

"Tereddüt ettiğinizi görüyorum. Kendinizi iyi hissetmiyor musunuz? Sağlığınızın pek zayıf olduğunu işitmiştim. Belki de evinize dönmelisiniz," dedi Rashas onun için endişelenir bir tavırla. "Uçuşun zorlukları size kötü gelebilir."

Bu sözler, tabii ki de, olayı çözümledi.

Yüzü hiddetten yanan Gil, Senatör Rashas'a ve griffine refakat etmekten memnuniyet duyacağım söyledi.

Gil, başka hiçbir şey düşünmeden atının sorumluluğunu Kagonestili uşağa teslim etti. Onun Gjualinesti'ye yolculuk etmeye karar verdiğini senatörün nasıl bildiğini merak etmek, ancak grif-finin üstüne güvenli bir şekilde bindikten sonra geldi aklına. Ayrıca Rashas onu nerede bulacağını nasıl bilmişti?

Bunu sormak Gil'in dilinin uçundaydı. Ama yaşlı elfe karşı, Rashas'ın zarif ve ağırbaşlı havasına karşı korkuyla karışık bir saygı duyuyordu. Laurana oğlunu iyi yetiştirmiş, ona diplomatik olmayı öğretmişti. Böyle bir soru inceliksiz olurdu, Gil'in elfe güvenmediğini ima ederdi. Mantıklı bir açıklaması olmalıydı elbette.

Gil yolculuğun keyfini çıkartmak için rahatça kuruldu.

Bölüm 6

Gil, meşhur elf şehri Qualinost'a ilk bakışını, yaşadığı süre boyunca unutmayacaktı. İlk kez bakıyordu, yine de genç elf için tanıdık bir görüntüydü.



Rashas genç adamın tepkisini görmek için dönüp baktı. Giî'in yanaklarından aşağı süzülen yaşları gördü. Senatör onayla başını salladı. Hatta Giî'in yaşlarını silmesini bile engelledi.

"Bu güzellik adamın kalbini coşturur. Duygunun dışari çıkacak bir yer bulması gerekir. Bırakın gözlerinizden düşerek çıksın. Yaşlarınız utanılacak bir şey değil, prensim, daha ziyade itibar demektir. Gerçek anayurdunuzu ilk kez görüşünüzde ağlamanız çok doğal bir şey."

Gil, senatörün 'gerçek' kelimesini nasıl da vurguladığını kulağından kaçırmadı ve sadece onunla hemfikir olabiliyordu. 'Evet, burası benim ait olduğum yer! Bunu şimdi biliyorum. Bütün hayatım boyunca biliyordum. Zira bu Qualinost'u ilk görüşüm değil. Sık sık rüyalarımda görmüştüm.'

Beyaz taştan yapılma, parlak gümüşle süslenmiş dört zarif kule sivrisi, şehrin içinde bolca yetişmiş gür toz ağaçlarının arasından yükseliyordu. Güneş ışığında parıldayan, altından yapılma, daha uzun bir kule şehir merkezinde duruyordu. Etrafı ise parlak kızıl kuvarstan yapılmış binalarla çevrelenmişti. Toz ağacı korularının ve yaban çiçeği bahçelerinin arasından, ipekten şeritler gibi geçip giden sessiz caddeler vardı. Gilthas'ın ruhuna bir huzur hissi yayıldı -huzur ve ait olma hissi.

Gerçekten de yurduna gelmişti.

Griffin kızıl kuvarstan yapılmış, yeşim taşlarıyla süslenmiş bir evin avlusunun tam ortasına kondu. Ev çok zarif ve narin görünüyordu, yine de Rashas'ın koltukları kabararak böbürlendiği gibi, Afet'in sarsıntılarına ve ateşli rüzgârlarına karşı ayakta kalmayı başarmıştı. Gil kule sivrilerine, kafes kubbelerine, yivli sütunlara ve narin kemerlere baktı ve bunları zihninde anne babasının malikâ-nesiyle kıyasladı. Laurana'nın "Yolculuğun Sonu" olarak adlandırdığı o ev, dörtgen şeklindeydi, keskin açılara, üçgen pencerelere ve

36-*

ortası yüksek bir çatıya sahipti. Bu zarif, güzel elf evleriyle kıyasladığında, Gil kendi evini hantal, katı ve çirkin olarak hatırladı. Nasıl denir... çok insansıydı.



Rashas hizmeti için griffine kibarca teşekkür etti, ona birkaç güzel hediye verdi ve hoşçakal diledi. Sonra Gilthas'ı evin içine götürdü, içerisi dışarısından daha hoştu, tabii içerisi diye bir şey varsa. Elfler temiz havayı severler; bir deyişte de söylendiği gibi, evlerinde duvardan çok pencere bulunur. Kafes kubbenin arasından güneş ışığı sızıyor, gölgeler arasında raks edip zeminde desenler oluşturuyordu. Bu desenler canlıymış gibi görünüyordu, çünkü, güneşin ve bulutların hareketiyle birlikte sürekli olarak değişiyorlardı. Evin içinde çiçekler yetişmişti ve yerden canlı ağaçlar yükseliyordu. Kuşlar özgürce içeri ve dışarı süzülüyor, evi müzikle dolduru-yorlardı. İç çeşmelerde nazikçe şapırdayan suların fısıldadığı ninniler, kuşların şarkısına hafif bir kontrpuan oluşturuyordu.

Birkaç Kagonesti elfi -derilerinde garip işaretler bulunan, uzun ve epey kaslı elfler- Rashas'ı reveranslarla ve saygı belirtisi olan her türlü hareketi sergileyerek karşıladılar.

"Onlar benim Yaban elflerim," diye açıkladı Rashas, Gil'e. "Eskiden köleydiler. Şimdi -çağdaş kararlar uyarınca- hizmetleri için onlara ücret ödemem gerekiyor."

Gil bundan pek emin değildi ama Rashas'ın bu konuda hiç memnun görünmüyormuş gibi rahatsız edici bir düşünce vardı içinde. Yaşlı elf ona baktı ve gülümsedi. Gil de senatörün sadece şaka yapmış olduğu sonucuna vardı. Bu zamanda, bu yaştaki hiç kimse köleliği onaylıyor olamazdı ya.

"Şimdi burada sadece ben ve benim hizmetkârlarım yaşıyoruz," diye devam etti Rashas. "Ben dul bir erkeğim. Karım savaş sırasında vefat etti. Oğlum Aktaş'ın ordularıyla savaşırken öldürüldü, senin annen tarafından yönetilen ordularla savaşırken, Gilthas." Rashas genç adama garip bir bakış attı. "Kızım evlendi ve kendine ait bir ailesiyle, bir evi var. Çoğu zaman yalmzımdır."

"Ama bugün bir misafirim var, benimle kalan saygıdeğer bir konuk. Umarım siz de, prensim, benim evimi kendinizinkiymiş gibi düşünürsünüz. Varlığınızla evime zarafet katacak mısınız?" Senatör, Gilthas'ın evet dediğini duymak için hevesli ve gergin gibiydi.

"O şeref bana ait Senatör," dedi Gil zevkle kızararak. "Bana gereğinden fazla nâzik davranıyorsunuz."

"Size hemen odanızı göstereceğim. Uşaklar şimdi hazırlıyorlar.

365

Konuğum olan hanım sizinle görüşmeye çok hevesli. Onu bekletmemiz nezaketsizlik olur. Sizin hakkınızda çok şey duymuş. Sanırım o, annenizin çok yakın bir dostu."



Gil meraklanmıştı. Evliliğinden sonra annesi elfler arasından pek az dost edinmişti. Belki de bu kimse annesinin çocukluk arkadaşlarından birisiydi.

Rashas zarafetle dolanan merdivenlerden üç kat yukarı kadar başı çekti. En tepedeki kapı, havadar bir koridora açıldı. Koridorda kapılar vardı, bir tanesi en uçtaydı ve her iki yanda da bir kapı bulunuyordu. Uzaktaki kapının önünde iki tane Kagonestili uşak duruyordu. Rashas'm karşısında saygıyla eğildiler. Ondan gelen bir işaretle birlikte, Yaban elflerinden biri saygıyla kapıya vurdu.

"Girin," diye geldi bir kadın sesi, hafifti ve müzik gibiydi, sakin ve otoriterdi.

Gil, Rashas'm girmesi için geri çekildi ama senatör reverans yapıp buyur etti. "Prensim."

Utanan ama memnun olan Gilthas odaya girdi. Rashas da onun ardından takip etti. Hizmetkârlar kapıyı kapattı.

Kadın onlara arkası dönük duruyor; bir pencerenin yanında oturuyordu. Oda sekizgen şeklindeydi, küçük bir 'arboretum' idi. Tam merkezden ağaçlar yükseliyordu, dalları yeşil bir çatı oluşturacak şekilde özenle ayarlanmıştı. Duvarlara uzun ve dar pencereler yerleştirilmişti. Gil bu pencerelerin açık olmadığını, hepsinin kapalı olduğunu ve ipek perdelerle süslü olduğunu fark etti. Odada kalan kimsenin açık havadan hoşlanmadığını var saydı.

Odanın her iki tarafında da bulunan iki kapı bu ana odadan çıkıp özel dairelere gidiyordu. Mobilyalar, bir kanepe, masa ve birkaç sandalye vardı, hepsi de oldukça konforlu ve zarifti.

"Hanımım," dedi Rashas saygıyla, "bir ziyaretçiniz var."

Kadın bir süre daha sırtı onlara dönük durdu. Omuzlan dikleş-ti, sanki kendini hazırlıyormuş gibi. Sonra yavaşça döndü.

Gil hafifçe nefes verdi. Böyle bir güzelliği bütün hayatı boyunca ne görmüştü, ne de var olabileceğini, yaşayan bir canlıda vücut bulabileceğini hayal etmişti. Kadını saçları gece yarısı göğü kadar karaydı, gözleri de ametist taşının derin mor rengine sahipti. Zarifti, güzeldi, hem ebediydi, hem de kısa ömürlü. Ve sanki tanrıların hüznüymüş gibi görünen hüzünlü bir havası vardı.

Eğer Rashas bu hanımı şifa tanrısı Mishakal olarak takdim etseydi dahi, Gil bir nebze olsun şaşırmazdı. Tapınma ve hürmetle

366


dizlerinin üzerine çökme hissi sardı içini.

Ama bu kadın bir tanrıça değildi.


Yüklə 1,65 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   35




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin