BİRLİKTE YAŞAYAN İNSANLAR ANLAŞMAK VE PAYLAŞMAK ZORUNDADIR. BUNUN İÇİN İLETİŞİM YAŞAMANIN GEREĞİDİR.
İLETİŞİM, ANLATMA-ANLAŞMA ÜZERİNE KURULUR.
İLETİŞİM
İLETİŞİM
İnsan; düşüncelerini, duygularını, kaygılarını ve sezgilerini başkalarına iletebildiği ölçüde kendisini ifade edebilir.
İLETİŞİMİN OLMADIĞI YERDE YALNIZLIK VARDIR.
İletişimin Ögeleri ve Yapısı
Konuşana, yazana “gönderici”;
Dinleyene, okuyana “alıcı”;
Sözü edilen, yazılan hususa ”ileti”
İleticiye “söz, yazı, resim, çizgi, renk, görünüş, çeşitli işaret ve hareketler”
İletişimin dil biçimi halinde düzenlenmesine “kodlama, şifreleme”
Ögeler arasındaki ilişkinin gerçekleştiği ortama da “bağlam” denir.
Müfredat programında istenen kazanım
[!] Her türlü iletişimde göndericinin, alıcının ve gönderilecek bir iletinin, olduğu; iletişimin bir bağlamda gerçekleştiği, gönderici ile alıcı arasında ilişkiyi sağlayan bir kanal olduğu, iletinin bir iletişim kanalından bir şifre aracılığıyla gönderilmesi sonucu gerçekleştiği vurgulanır.
İHTİYARIN ŞİKAYETİ
İHTİYARIN ŞİKAYETİ
İhtiyarın biri bir doktora şikayet etti. "Dimağım yorgun
aklım yerinde değil," dedi. Doktor: "Akıl zayıflığı
ihtiyarlıktandır," dedi. İhtiyar: "Gözlerim de kararıyor,“
‘İhtiyarlayınca insanda iki yüz türlü dert başlar' dedi.
İhtiyar kızarak bağırdı:
"Bre adam Allah (cc) "Her derdin bir dermanı var" dediği
halde neden papağan gibi aynı şeyleri tekrarlayıp
duruyorsun, sende ne akıl var ne de bilgi nereden gelip
sana çattım!" dedi
Doktor gülerek cevap verdi:
"Ey yaşı altmış, işi bitmiş dostum bu kızgınlık, bu hiddet
de ihtiyarlıktandır," dedi. (MESNEVÎ’den)
EYAZ’IN SIRRI Gazneli Sultan Mahmud'un has kölesi Eyaz, saraya geldiği ilk gün üstünde olan postuyla çarığını bir odaya asmış, o günleri unutmamak için onları orada tutuyordu. Odanın kapısına bir kilit vurmuştu, kimseleri oraya sokmuyordu. Eyaz her gün bu odaya gelir, orada oturur ve kendi kendine: "Boşuna büyüklük taslamaya kalkışma işte çarığın işte postun," derdi. Düşmanları, onun padişaha olan yakınlığını kıskananlar, Eyaz'ın bu odada bir hazine sakladığını, altın ve gümüş torbaları biriktirdiğini sanarak onu gözden düşürmek için Sultan Mahmud'a şikayette bulundular: "Sen bu kadar değer veriyor, bu kadar ihsanda bulunuyorsun, o ise senden çaldığı altınları ve gümüşleri bir odaya kitlemiş oraya kimseyi sokmuyor," dediler. Padişah bunu söyleyenlere: "Gece yarısından sonra o odanın kilidini açarak içeriye girin, oradaki altınları, gümüş ve mücevherleri size bağışladım. Fakat neler gördüğünüzü gelip bana anlatacaksınız," dedi. Adamlar sevinerek padişahın huzurundan ayrıldılar. Sabırsızlıkla beklemeye başladılar. Gece yarısı olunca da kapının kilidini kırarak odaya daldılar. Fakat o ne? Odada bir çift çarıktan ve eski bir posttan başka bir şey yoktu. Belki yere gömmüştür altınları diye odanın içini kazmaya başladılar. Fakat yine de bir şey bulamayarak yaptıklarından ve söylediklerinden pişman olarak Sultan Mahmud'un huzuruna varıp gördüklerini olduğu gibi anlattılar. (MESNEVÎ’den)
Müfredat programında istenen kazanım
[!] Göstergenin kendi dışında bir başka şeyi gösteren, düşündüren, onun yerini alabilen nesne, görünüş ve olgu olduğu belirtilir. Her göstergenin gösteren ve gösterilenden oluştuğu, bunların birbirinden ayrılmadığı ifade edilir. Gösterge bilimin gösterge sistemlerini inceleyen çalışma alanı olduğu, gösterge bilimin göstergeler üzerine kurulduğu belirtilir.
KÖSENİN SAKALI...
Vaktin birinde, Anadolu'nun bir yerinde bir bey yaşarmış... Geniş tarlaları, sürü sürü koyunları varmış. Ekilir biçilir, sağılır süzülürmüş ama, yetmezmiş... Doğrusu, yanında çalışanlar iyi değillermiş... Dalıp kırpan, çalıp çırpan olursa, bereket mi olur orda?..
Bey, bakmış ki böyle gitmeyecek... Adamlarını çekip çevirecek, işini alıp devirecek biri gerek... Helâl süt emmiş bir kahya bulsa, işler yoluna girecek... Haber salmış dört bir yana... Kâhya arandığını duyanlar sökün etmişler... Biri gelmiş, beşi gitmiş, şehlâ gelen şaşı gitmiş... Bey, öyle olur olmaz adama kâhyalık mi verir?.. Derken, bir akşam üzeri, kösenin biri girmiş içeri... Gençten biri... Selâm vermiş, beyin elini öpmüş ve işe talip olduğunu söylemiş... Bey, köseyi tartıp teraziledikten sonra gözü tutmuş. Ama iyi bir sınavdan geçirmeden de işe almak istememiş... Bey demiş ki köseye:
"Bak oğul... Sen iyi bir delikanlıya benziyorsun Ama kâhyalık zor
"Bak oğul... Sen iyi bir delikanlıya benziyorsun Ama kâhyalık zor
iştir... Ha demeyle haylanmaz, kuru çubuk yaylanmaz... Kâhya
dediğin esnemez ama esnek olur... Ben seni sınayacağım. Bu
sınavı başarır san, kâhyam olursun..."
Köse, boyun büküp gerdan kırmış: "Buyur ağam" demiş. "Nasıl
sınayacaksan sına. Karşı durulur mu alın yazgısına?.."
Bey, iki öksürmüş, bir yutkunmuş. Sonra da: "Bak oğul" demiş.
"İşte sana bir koyun parası... Bu parayla beğendiğin bir koyun al.
İster ağıla kapat, İster çayıra sal... Kırk gün sonunda, bu
koyunun yününden kürk, derisinden börk isterim... Bu kadar
değil. Canından can, kanından kan isterim... Üstelik, koyunu diri;
paramı geri isterim..."
Köse, dalmış... Bir verip, bin almış... Bu nice iştir diye bir hayli
kafa yormuş. Sonunda da kabul etmiş Almış parayı, çıkmış
dışarı.
Az gitmiş, uz gitmiş... Bir yolun kavşağında, bir adama rastlamış.
Selâm vermiş. Adını sormuş adamın. Adam demiş, "Benim adım
Ese..." Köse de kendini tanıtmış: "Benim adım da Köse..."
Konuşa konuşa, birlikte yola devam etmişler.. Gah konaklamış azıklarını
Konuşa konuşa, birlikte yola devam etmişler.. Gah konaklamış azıklarını
yemişler, gâh bir ağacın dibinde dinlenmişler.. Tekrar devam etmişler
yollarına...
Derken bir yokuş çıkmış
önlerine... Ese, suratını buruşturmuş: "Bizim köy bu tepenin ardındadır" demiş.
"Lâkin, bu yokuş olmazsa, köyümüzün güzelliğine diyecek yoktur..."
Köse, gülmüş:
"Altı üstü bir yokuş" demiş. "Yarı yere kadar ben seni, yarıdan sonra sen beni taşısan,
yokuş düz gibi gelir..."
Ese, bu anlamlı sözü anlayamamış. Dizlerine dayanarak tırmanmaya başlamış,
Köse de onun peşinden gitmiş... Sonunda yokuşun başına gelmişler. Bir de bakmış
ki Köse, her taraf yemyeşil tarla... Başaklar henüz yeni oluşmakta ama, içleri
dolu dolu...
"Ese emmi" demiş. "Maşallah ekinleriniz çok bereketli... Ama doğrusu merak
ettim. Bunları
yediniz mi, yoksa yiyecek misiniz?.."
Ese, bu anlamlı sözü de anlayamamış... İçinden I kıs kıs gülerek, "Bu adamın aklının bir
tahtası noksan herhalde... Daha ekinler yeni başağa duruyor. Nasıl yemiş olabiliriz ki?" diye
düşünmüş... Ama cevap vermemiş. Sözü başka yere getirerek, yürümeye devam etmişler...
Tarlaları geçip köyün kıyısına geldiklerinde, serviler altında gölgelenen
Tarlaları geçip köyün kıyısına geldiklerinde, serviler altında gölgelenen
mezarlığı gören Köse, yine. Ese'ye sormuş:
"Ese emmi?.. Allah rahmet eylesin... Bu mezarlıkta yatan ölülerinizden,
hâlâ yaşayanlar var mıdır?.."
Ese, başını iki yana sallayıp yürümüş. Bu sözdeki anlamı da çözememiş,
"Beyim, bu akıl benim değildi. Yolda karşılaştığım, Ese adındaki bir
adamın kızının aklıydı..."
Bey buna çok sevinmiş. "Sana verecek bir kızım vardı, verdim... Onu da
Alacağım bir yiğit oğlum var, aldım gitti..." demiş. Gidip Ese'nin kızını
istemiş. Düğünler olmuş, muratlarına ermişler... Bize de şerbet
vermişler...
Müfredat programında istenen kazanım
[!] Dil göstergelerinin diğer göstergelerden farklılığı sezdirilir. İnsanın anlatma kabiliyetinin en gelişmiş aracının dil olduğu söylenir. Dille gerçekleşen iletişimin resim, şekil, işaret ve vücut diliyle gerçekleştirilen iletişimden çok daha kullanışlı olduğu vurgulanır. Dilin ruh hâllerinin ve duygularının anlatılmasında da kullanılabileceği; dil göstergelerinin kendi anlam ve değerlerinden başka anlamları da ifade etmeye elverişli oldukları açıklanır. Dille gerçekleştirilen iletişimin gelecek zamanlara aktarılmak üzere saklanabildiği belirtilir.
Her göstergenin bir gösteren bir de gösterilen yanı olduğu, göstergenin ses ve anlam birimlerinden oluştuğu açıklanır. Ses taklidi ile oluşan dil göstergeleri dışındakilerin varlık sebeplerinin açıklanamadığı hatırlatılır. Göstergelerin anlam bakımından kullanıldıkları yer ve zamana göre yeni değerler kazandığı belirtilir.