Gözün saydam kısımları:
a- Saydam tabaka (cornea).
b- Ünoda sıvısı: İris ile saydam tabaka arasındaki boşluğu dolduran saydam ve duru bir sıvıdır.
c- Billur cisim: Dış bükey mercek şeklinde, iri mercimek büyüklüğünde saydam bir cisimdir. Ağırlığı 20-25 santigramdır.
Billur cisim, çok ince bağlarla kirpiksi cisme çepeçevre tutunmuştur. Kirpiksi cismin kasılıp gevşemesine göre, billur cismin ön yüzeyinin kabarıklığı artar veya eksilir. Billur cisim, dıştan ince bir zar, içten de pek çok sayıda billur cisim telleriyle şekilsiz bir maddeden yapılmıştır. Bundan sonra yine gözün bölümlerini teşkil eden ve cam gibi bir madde olarak bilinen gözmerceği ile ağtabaka arasındaki büyük boşluğu (gözün arka boşluğu) dolduran cam saydamlığında, peltemsi bir maddedir. Çevresinde ise incecik bir zar vardır.
Gözuyumu:
Herhangi bir cisme bakmak istediğimiz zaman, 6 adet göz kası, gözümüzü o tarafa doğru çevirir. Bakılacak cisme doğru yönelir. Bakılan cisimden yansıyan ışınlar göze gelir. Cisimleri, göz vasıtasıyla, görmemizi sağlayan amil ışıktır. Bir şeyin, ışıksız görülmesi imkansızdır. Allah öyle şartlar, özel kanunlar vaz etmiştir ki, ışınların cisme gidip oradan yansıyarak göze intikali şarttır. Cisimden gelen ışığı gözün kabul ederek süzmesi, toplama, kırma ve dağıtması gibi özelliklere uygun olmayan bir göz elbette göremez. Çünkü göze, ışıklar vasıtasıyla, cisimlerin sureti, şekli intikal etmektedir. Demek ki görme olayı, karanlıkta olmaz. Ancak aydınlıkta olur. Bununla beraber Cenab-ı Hak, göz hassemizi, ışığa göre öyle yaratmıştır ki, o, ince, nazik ve hassas organımızda, azıcık bir değişme veya aksaklık, görmeye mani olmaktadır. Şimdi görmenin nasıl meydana geldiğini anlayalım:
Cisimden çıkan ışık göze gelir. Saydam tabakadan geçer. Önodadan, gözbebeğinden, gözbillûrundan ve göz boşluğunu dolduran yumurta akı maddesini delerek ağtabakaya varır.
Işığın göze girmesini temin eden bu şart ve ortam, aynı zamanda, ağtabakaya gelen ışığın şiddetini de göze uygun bir duruma getirir. Ancak ışık, bu ortamlardan geçerken kırılır. Ve baktığımız cismin görüntüsü, ağtabakada, ters olarak, teşekkül eder. Görme sinirleri ve birçok nöronlardan yapılmış olan ağtabakaya gelen ışık, bu tabakayı uyarır. Bu uyarma, görme hücreleri ve sinirlerle beynin “görme merkezine” iletilir. Ve orada “görme” idrak olunur. Ağtabakanın, “sarıbenek” denilen bölgesinde teşekkül eden görüntüler, çok net gözükür. Uzak ve yakmda bulunan cisimleri, net olarak görünebilmesi için, göz-billûru olduğu gibi kalmaz.
Uzaktaki bir cisme bakıldığı zaman, gözbillûru, yassılaşır. Bu yassılaşma, cismin görüntüsünü “sarıbeneğe düşürmek içindir. Şayet yakında bulunan bir cisme bakılıyorsa, gözbebeği büyür yani fazla kırılma olur. Eğer büyüme olmazsa, cismin görüntüsü ağtabakanın arka tarafında teşekkül eder. İşte uzak ve yakında bulunan cisimlerin net olarak görülebilmesi için, gözbebeğinin incelme ve büyümesine gözuyumu adı verilir. Yani billurun, cisimlerden gelen ışığın tesiriyle az veya çok, yakın veya uzak mesafeye göre değişmesi ve ışığa göre ayarlanmasıyla gözuyumu olur.
Uyum, 10 ile 65 cm. arasında olur. Daha yakın ve daha uzak cisimlere bakıldığı zaman uyum olmaz. Bir kitabı normalden çok fazla göze yaklaştırırsak kelimeler, harfler ve satırlar birbirine karışır. Okumak mümkün olmaz. Çünkü Allah göz-billûrunu öyle bir nizam ve kanuna tabi tutmuştur ki, kalınlaşma veya incelme hudutlarını tecavüz edemez. Hatta kalınlaşma olsa da, bunun dışında gözuyumu söz konusu olmadığından görme olayı gerçekleşmez.
Zikrettiğimiz olayların göz organının iç aleminde cereyan ettiğini öğrenmiş olduk. Gözün dışındaki muhafızları daha önce zikretmiştik. “Gözün koruyucu kısımları” bölümünde zikrettiğimiz kaşların, göz kapaklarının, kirpiklerin, gözyaşı bezi ve yollarının, göze sıvılık veren sümüklü zar ile gözü çeşitli yönlere hareket ettiren kasların her birisinin ayrı ayrı vazife ve görevleri vardır. Şayet bunlardan birisi olmazsa görme olayının gerçekleşmesi zorlaşır. Böylece gözün iç ve dışındaki bütün organları anlamış oldun. Şimdi sana soruyorum:
Bu güzel düzeni, uyumu, diğer şartları ve ortamları, birer birer, göze gelen ışığa göre ayarlayan, hareket ettiren saik “kör madde” midir, yoksa bunu bilerek, kendi iradesiyle yoktan vareden bir “yaratıcı” mıdır? Kör madde gözdeki, olayları nasıl birleştirebilir? Onları nasıl organize eder? Böyle bir şeyi akıl ve mantık kabul edebilir mi?”
Bundan sonra, el-Cisr, göz hakkındaki konuşmasını bitirdiği için diğer azalara ve başka organlara geçer. Onlardaki acayip hikmetleri ve çok garip durumları belirtir. Hasselerdeki sağlam düzeni ve insanın bütün organlardaki sağlam nizam ve hareketi ele alır ve der ki:
“Büyük biyoloji bilginlerinin, bu kainatta ve insanda, sağlam, akıllara hayret veren düzen ve intizamın güzelliğine şahit oldukça, imanları artar. Böylece Allah'a karşı inançları kesinleşir. Her şeyin, O'nun kudret ve ilmiyle yaratıldığına iman ederler. Hatta diyebiliriz ki, bu biyoloji bilginleri, Kelam alimlerinden daha kesin ve kuvvetli ispat ve delillerle Allah'ın varlığına, ilmine ve kudretine inanan müminlerdir.” Hayran:
Hocam! Biraz önce, “el-Cisr, Allah'ın eşyayı yoktan yarattığı hakkında maddecilere bir reddiye yazmıştır” dediniz. Onların şüphelerini ve el-Cisr’ın reddiyesini lütfeder anlatır mısınız?” Ebu'n-Nûr:
“Değerli üstadım el-Cisr, maddecilere hitaben ve onları red makamında ezcümle şöyle der:
“Allah'ın yoktan yaratıcı olduğu ve “varlığı” konusunda üç yönden şüpheye düştüğünüzü gördüm.
Birincisi: Eşi, benzer, ortağı olmayan tek varlığın zatını tasavvur etmek hususunda akılların acze düşmesidir.
İkincisi: Bizzat ileri sürdüğünüz şu fikirdir: “Aklın, bir şeyin sonradan hasıl olup yoktan meydana geldiğini kabul etmesi imkansızdır.” Yani, “Maddenin yoktan yaratıldığını akıl kabul etmemektedir” demek istiyorsunuz.
Üçüncüsü: Şöyle diyorsunuz: Eğer bu kainatın nizam ve intizamı, bir hedef ve hikmet kasdolunarak yaratılsaydı, muhakkak bu hikmet ve gayenin, bütün yaratıklarda belirmesi, her şeyde tam olması gerekirdi. Oysa biz, bu gaye ve hikmetin birçok unsurlarda tamamen mutabık olmadığını müşahede etmekteyiz. Bu itibarla, her şeyin bir “zaruret” icabı olduğu meydana çıkmaktadır. Şüphelerinizi, böylece üç şekilde ifade ettiniz.
Birinci şüphenizin cevabı: “Bizzat sahip olduğunuz ilmî makam ve dereceye baktığımız zaman, büyük alimler seviyesinde olsanız bile yine de kendinizi, ilim, bilgi ve irfan denizinin kıyısında görüyorsunuz. Bu denizin ne dibine, ne de sonuna varamadığınızı kendiniz müşahede edersiniz. Çünkü en büyüğünüz, en bilgin olanınız bile, ilmî yönden henüz kısır olduğunuzu, kainatın sırlarını bilmek hususunda acze düştüğünüzü itiraf etmektedir. Hatta her zaman müşahede ettiğimiz maddenin mahiyeti hakkında ne ilmen, ne de aklen, hiç bir şey bilmediğimiz bir gerçektir. Halbuki, onu gözümüzle görüyor, dilimizle tadıyor ve kokluyonız. Hayatın bütün saha ve şartlarında maddeyi kullanıyoruz da... Böyleyken, maddenin hakikatinin, gerçeğinin ne olduğunu bilmediğinizi itiraf ediyorsunuz. Sonra yaşadığımız hayatın hakikati nedir? Bunu bile idrak etmekten aciziz. Akıl ve idrakin ne olduğunu bilemediğiniz için, “madde, eşyanın birbirine tefaülü neticesinde meydana gelmiştir” şeklinde saçmalamaktan çekinmediniz.
Mademki, haliniz budur, size en yakın olan bir şeyin hakikatini bilip anlamaktan aciz olduğunuz halde Allah'ın hakikatini soruşturmaya nasıl cesaret edersiniz?
İnsanoğlu, dokunduğu, yediği, içtiği ve kokladığı maddenin özünü, hakikatini bilmekten aciz durumda iken, kalkar da Allah'ın zatını bilmek ve öğrenmek ister.
İnsanoğlu hangi yolla bilinebileceğini bilemediği bir şeyi nasıl anlayıp idrak edebilir? Aklının aciz kaldığı birşeyi yine aklıyla mı öğrenmek ister? Bilemediği, anlayamadığı ve tasavvur edemediği bir şeyi (Allah'ın zatını) bu aciz aklıyla mı tanıma iddiasında bulunur?... Buna nasıl cesaret eder.
İnsan, bizzat içinde cereyan eden olayların hakikatini, maddeyle ruhanî akim birbiri arasında nasıl bir bağlantı kurulduğunu; duyu organlarımızdan gelen tesirlerin nasıl bir yol ve vesile ile ruhî melekeler tarafından alındığını bile idrak edip anlayamıyor. Böyleyken hangi cesaretle akla dayanarak Allah'ın zatını mahiyetini sorabilir? Acaba akıl bunu tasavvur edebilir mi?
Sonra İnsanın, maddî cisimlerde aklın kavradığım tasdik, kavrayamadığını da inkara kalkışması gibi, Allah'ın zatını, aklı almadığı için inkar etmesi mi gerekir?”
Bundan sonra el-Cisr, maddecilere, büyük Alman filozofu Leibniz'in sözlerini aynen aktararak şöyle der:
“Şayet aklınız, bu yüce Allah'ın zatını, hakikatini, idrak edemiyorsa, bu realite “varlığı”nı inkara götürmez. “Yokluğunu” ilzam etmez. Zira birçok hakikatler vardır ki, gerçek yönünü bilemediğimiz halde, akıl, onun varlığını açıkça ispat etmiş, mevcudiyetine inanmıştır. Asla inkar yoluna gitmemiştir. Böylece, aklî bir tenakuz görülmemiştir. Halbuki sizin; “Bu kadar sıfatlara malik olan bir varlığın, elbette maddî arızalardan uzak olmaması gerekir” şeklindeki kesin açıklamanız, ancak kainatta, hissinizle maddî şeyleri müşahede etmenizden ve bununla onu karşılaştırmanızdan yahut da maddî anlayış dışına çıkamamanızdan ileri gelmektedir. Oysa bu yaptığınız mukayese kesin bir delil olmaktan çok, aklı aldatan geçersiz bir ispata yönelmeden başka bir şey değildir. Hatta aklın kendisi hakkında Vereceği hükmü başka yönlere çevirmeye, istenilen hedef ve gaye yerine başka konularda karar almaya kadar götürür ve böylece aklı aldatır. Her ikisi arasında çok büyük fark vardır. Bu bakımdan, bahis konusu mukayese, benzetme mümkün değildir.
Allah'ın zatını tasavvur imkanından yoksun oluşunuz, O'nun varlığını inkar etmenizi gerektirmez. Allah'ın varlığını maddî hayatla mukayese etmek yanlış bir yoldur. Çünkü aralarında mukayese götürmez büyük farklar vardır. Bu itibarla akıl, Allah'ın varlığını ve sıfatlarını yarattığı şu koca kainatla ispat yoluna gidebilir. Zira kainattaki nizam, intizam, ahenk, Allah'ın varlığına, ilmine, kudretine ve hikmetine kesin olarak delalet etmektedir.”
İkinci şüphe, bu alemin yoktan var edilmesinde akim acze düşmesidir. Buna cevap olarak el-Cisr şöyle diyor:
“Bir şeyin hakikatini tasavvur edememek onun yokluğu kanaatini doğurmaz. Üstelik bu alemin yoktan yaratılması bahsinde aklımızın acze düşmesi sebeplerini isterseniz araştıralım. Acaba bu nereden gelmektedir? Aklın acze düşmesinin esas sebebi nedir?
Muhakkak ki bu, “Mukayese”den doğmaktadır. Çünkü maddî hayatta müşahede ettiğiniz her şey, başka bir unsurdan oluşmaktadır. Yani bir şeyin yoktan meydana gelişini fiilen görememenizden ileri gelmektedir. Fakat maddî olaylarda, bir şeyin yoktan meydana gelmediği inancı, onun yokluğuna delalet etmez. Sonra sizin mukayeseniz, aslında yanlış bir metottur. Nasıl olur da Allah'ın kudretini beşer kudretiyle kıyas edebilirsin? Böyle bir mukayese olamaz. Çünkü benzeri değildir. Biz de sizin gibi Cenabı Hakkın bu kainatı yoktan yaratmasını tasavvur etmede acze düşüyoruz. Ve yoktan nasıl yaratıldığını bilemiyoruz. Zayıf aklımız bu hususta acze düşmektedir. Fakat bu demek değildir ki, “Aklımız, yoktan yaratılmayı kavrayamıyor. O halde, Allah'ın zatını inkar edelim.” Hayır! Bu keyfiyet hiç bir zaman insanı Allah'ın varlığını inkara götürmez. Çünkü akıl, O'nun varlığını ispat etmiştir. Hem de birçok aklî ve nazarî deliller getirmek suretiyle...
Üçüncü şüpheniz, kainatta müşahede ettiğiniz her şeyin veya bir çoklarının, gaye, kasıt ve hedeften mahrum olduğunu, ancak zaruret icabı meydana geldiklerini ileri sürmenizdir.
Cevap olarak deriz ki: Her şeyden evvel, Cenabı Hakkın yarattıklarında mevcut bulunan birçok hikmet ve gayenin sırlarını çözemediğiniz bir gerçektir. Ancak zaman zaman, uzun süre bilemediğimiz birçok hikmetleri daha sonra öğreniyor ve sırlarını idrak ediyoruz. Bir şeyin yaratılış hikmetini bilemeyebiliriz. Onun bu hikmetini bilemedik diye, hemen “zaruret icabı”nı ileri sürmek doğru değildir. Muhakkak ki, onun hikmetini öğrenip idrak edeceğiz. Öyleyse deriz ki, her şeyin bir yaradılış hikmeti vardır. Ancak bu, bize göre, gizlidir. Ve bizim idrakimize kapalıdır. İleride açığa çıkacağı muhakkaktır. Bazı şeylerin yaratılış hikmetinin gizli olması, akıl için garabet teşkil etmez. Çünkü birçok yaratıkların açık ve zahirî hikmet ve gayeleri meydandadır. Bazı yaratıkların yaradılış hikmet ve gayelerini bilemeyişimiz veya bizim aklımızın bu hususta aciz kalması gibi haller, insanı, Allah'ın varlığını inkara götürmez. Halbuki siz, birçok yaratıkların, yaradılış hikmet ve gayelerini bildiğiniz halde bunlar için bir delil ve ispat aramıyorsunuz da bazılarına işaret ederek “bizce bilinmiyor” veya “kapalıdır”, “gizlidir”, “bu hususta acze düştük” diye kainatın bir “zaruret icabı” yaratıldığını kabul ve Allah'ın, varlığını inkar etmeniz manasız bir kıyas olur. Sayıları az ve nadir bazı yaratıkların, yaratılış hikmetlerinin gizli olması Allah'ın varlığını inkar etmek gibi saçmalıklarda bulunmanızı ilzam etmez” demektedir.
El-Cisr, bu hususta misaller getirerek onların görüşlerini çürütür ve ilave eder:
“Küçücük hayvanlara baktığınız zaman, onlarda kendi hayatlarını sürdürmek için, kafi derecede gelişmiş bir idrak bulursunuz. Fakat onlardan, insanların hakikatlerini idrak etmelerini bekler misiniz? O küçücük hayvanlar, kendi maişetlerini temin etme güdüsüne sahip diye, insanların bütün organlarını tafsilatıyla bilmelerini gerekli bulur musunuz? Yine bu hayvanların, nasıl işittiğini, nasıl gördüğünü, nasıl duyduğunu, nasıl kokladığını ve dokunma duyusuyla nasıl hissettiğini idrak etmelerini isteyebilir misiniz? İnsan gibi, damarlarındaki kanın nasıl deveran ettiğini ve nasıl düşündüğünü bilmelerini mi arzu ediyorsunuz? İnsanlar tarafından yapılan ve inkişaf ettirilen yeni yeni keşiflerin sırlarını ve bütün neticelerin hakikatini idrak etmelerini onlardan bekler misiniz? Yoksa insanoğlu onları nasıl buldu, nasıl meydana getirdi, yapılmalarının ve meydana getirilmelerinin esas hedefi ve gayesi ne idi? Bütün bunları idrak etmelerini hayvanlardan mı bekliyorsunuz?
Hayır! Hayır! Hayvanların bu hususları idrak etmeleri, elbette imkansızdır. Hepimiz iyice biliyor ve inanıyoruz ki, böyle bir şey olamaz.
İnsanlarla hayvanları, idrak, akıl, düşünce ve keşf gibi şeylerde veya buna benzer birçok meselelerde bir tutmak abestir. Bunu siz de kabul edersiniz. Bir itirazınız da yoktur. Peki, şimdi gelelim insanla Allah'ın kudret ve ilmine... İlahî bir ilim ve kudretle meydana gelen bir şey, beşerî ilim ve kudretle vücut bulan bir şeye eşit olur mu? Hiç Allah'ın kudret veya ilmi ile beşerin kudret veya ilmi bir olur mu? Bunu akıl nasıl kabul edebilir?
Eğer nefsimiz, “Allah'ın zatını, hakikatini, alemi nasıl ve niçin yarattığını, müşahede ettiğimiz şeylerde yaratılış hikmet ve gayesinin neler olduğunu” sormak isterse, aklın buna cevap vermeye gücü yetmediği, çok zayıf ve aciz kaldığı bir gerçektir. Fakat bizim burada bilmemiz lazım gelen tek hakikat varsa, o da Allah'ın varlığını bilmek ve O'na inanmaktır. Allah'ın ilmine ve kudretine delalet eden şu büyük kainat, O'ndan başkasının eseri olamaz.
İşte Cenabı Hakkın bu eserlerinde, hatta çoğunluğunu teşkil eden kısımda, gaye ve hikmetler apaçık görülmektedir. Bununla beraber, çok az denilecek kısımlarda, yaradılış hikmet ve gayelerinin gizli ve kapalı kalması sebebiyle Allah'ın varlığını inkara gitmek elbette çok yanlış bir neticedir. Çünkü yaratılıştaki hikmet ve gayelerin bir yaratık için gizli ve kapalı kalması sebebiyle Allah'ın varlığını inkar bu kainatın, meydana gelmesini kör ve zaruri bir icabın neticesi olarak ileri sürmek, akla ve mantığa uymayan saçma bir düşüncenin neticesidir.” Hayran:
“el-Cisr'in bu üç şüpheyi reddetmede kullandığı deliller, hemen hemen, Alman filozofu Leibniz'in açıkça beyan ettiği: “Yoktan yaratılma akıl yönünden mümkündür. Akim bu hususta, kifayetli bir sebep olması, kainatın meydana gelmesi için elzemdir. Bu yönden, şu alem, yeterli bir sebebin eseridir” şeklindeki fikirlerinden ibarettir. Bu hususu iyice anlamış bulunmaktayım Hocam, el-Cisr'in, tekamül nazariyesi hakkında ne düşündüğünü öğrenmek isterim.” Ebu'n-Nûr:
“Sizin, Darwin konusunda, el-Cisr'in görüşünü öğrenmek için çok sabırsızlandığınızı biliyorum. Bilhassa Darwinizm'e karşı şiddetli hücumları size açıkladıktan sonra, elbette el-Cisr'in görüşünü öğrenmek istersiniz.
Evet, evladım Hayran! İşte bu şiddetli çatışma döneminde ortaya büyük bir din alimi çıktı. Bir kitap yazma cesaretini gösterdi. Ve orada şöyle dedi:
“Her şeyin yaratıcısı olan Allah'ın varlığı düşüncesiyle Darwinizm arasında hiç bir zaman çelişki yoktur. Hatta bu görüşün sabit olduğu anda bile herhangi bir çelişme bahis konusu olmayacaktır.”
Şayet sana, “Avrupada, ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, bazı ilahiyat bilginlerinin, mukaddes kitaplar ile Danui-nizm arasında bir nevi yaklaştırma teşebbüsünde bulunduklarını” söylersem ne dersin? Şunu iyice bilmen gerekir ki, tarihi bir mukayese yapacak olursak, Hocam el-Cisr 1888 yılında neşrettiği kitabıyla, bu hususta onları geçmiştir.”
Hayran:
“Nasıl olur da Kur'an-ı Kerim ile Darwinizm arasında fikir birliğinden bahsedebilir?” Ebu'n-Nûr:
“Hocam el-Cisr'in belirttiğine göre, Darwnizm'in “tekamül” teorisi, hatta akıl, hayat ve insan türünün kökeni hakkmda ileri sürülen fikirleri, hakikate aykırı olmadığı gibi dinî ahkama da aykırı değildir. Çünkü burada önemli ve zarurî olan hüküm, alemin halikı ve yaratıcısı Allah'ü Teala’dır.
Bu alemin içinde bulunan her şey, gerek türler, gerekse türlerin kökleri, Allah'ın yaratığıdır. İster “yaratılış görüşü”, isterse tekamül nazariyesi olsun, bu sözler arasında, asıl maddeyi yaratan ve yoktan vareden Allah olduğuna inandıktan sonra, fark yoktur. Gerek türler halinde, gerekse Cenabı Hakk'ın kainata vaz'etmiş olduğu nizam ve değişmez kanunlar vasıtasıyla olsun, ister maddeden türler meydana getirmek, isterse tekamül yoluyla olsun burada, Allah'ın varlığına aykırı hiç bir fikir görülmemektedir. Fakat “Darwinizm” kesin bir fikir değildir. Biyoloji bilginleri arasında ihtilaflı bir görüştür. Kesin delile istinat etmediği aşikardır. Şayet Darwvinizm'in ileri sürdüğü fikirler kesin bir ispata dayansaydı, o zaman mukaddes kitapların hükümleri, tevil ve tefsir yoluyla açıklanır, aralarında uzlaşma yapılırdı.
Dinî hükümlerle ilmî hakikatler arasındaki uygunlukları izah ettikten sonra Darzvinizm'in prensiplerini ele alır ve izaha çalışır. Cahil ve mutaassıp kişilerin zannettiği gibi, dinî hükümlerle ilmî görüşler arasında ayrılık olmadığını savunur. Hak olan bir din; ilmî hakikatleri kabul etmede hiç bir zaman sıkıntı çekmez. Üstelik bundan ferahlık duyar. Bu itibarla dinî hükümlerle ilmî hakikatler arasında bir çatışma ve düşmanlık görülmez.
Birinci mukaddimede el-Cisr der ki:
“İslam dininde, muamelat, ibadet, iman ve diğer hükümler konusunda varit olan hükümler bize gelişleri bakımından, iki kısma ayrılır.
Birincisi: Mütevatir, ikincisi meşhur olanlar.
Mütevatir'in gelişi, kat'î hükümle sabittir. Çünkü yakîn bilgide bulunması gereken sebeplerin hepsini ihtiva eder.
Meşhur, katiye yakın bir hükümle sabit olandır. Fakat onda, kalbe itmi'nan veren mucip sebepler bulunmaktadır. Bununla beraber, “meşhur” bir hüküm, subûtu bakımından, zannî hükümlerin üstünde, fakat yakîni bilgiden aşağı derecededir. İster meşhur, isterse mütevatir olsun hüküm, bir mana ve mefhuma delalet eder ki, ne te'vil edilir, ne de başka bir manaya yorulur. İşte bu, manası belirli (tayin edilmiş mana) diye isimlendirdiğimiz şeydir. Mutlak, kesin aklî delile aykırı böyle bir hükmün İslam ahkamında bulunmadığı bir gerçektir. Bütün mütevatir ve meşhur hükümlerin kendilerinde beliren zahirî bir manaya delalet etmesi ve her ne kadar uzak olsa da başka bir manaya muhtemel oluşu, bizim zahirî mana dediğimiz şeydir. Her ikisinde de tayin edilmiş manayı tasdik ve ona inanmak vaciptir: Bunun te'vili olmadığı gibi başka bir manaya yorumlanması da hiç bir zaman caiz değildir. Çünkü “tayin edilmiş mana”run te'vile ihtiyacı yoktur. Kesin delile aykırı bir hüküm taşımadığından elbette te'vili mümkün değildir.
Bir hüküm zahirî manaya delalet ettiği takdirde, ister mütevatir, isterse meşhur olsun, onu tasdik etmek ve inanmak vaciptir. Eğer zahirî manaya muhalif olan kesin aklî bir delil ortaya çıkarsa te'vile gitmek caizdir. Böylece, akim kesin olarak kabul ettiği bir hüküm ile İslam ahkamındaki zahirî mana arasında uygun bir te'vile gidilmesi aklın ve İslam dininin genel hükümlerine göre kabul edilen bir gerçektir.
Dinî hükümlerin getirmiş olduğu zahirî mana üzerinde ısrar edilip durulması, kesin aklî delillere muhalif olduğu takdirde, uygun olmaz. Şayet böyle bir şey varsa üzerinde ısrar edilerek ona öylece inanılırsa İslam ahkamını bize bildiren, bildirmeye vesile olan akıl yıkılır. Çünkü akıl olmasaydı, Peygamberin bizlere getirmiş olduğu İslam dinini başka ne ile kabul edecektik? Peygamberin izah ettiği hükümleri, bilhassa Kur'an’ın ilahî bir kitap olduğunu, onu getiren Peygamberin doğruluğunu, aklî istidlal yoluyla değil de başka ne ile anlayabilirdik!... Burada esas olan akıldır. Akıl olmadan hiç bir şeyin anlaşılması mümkün değildir. Öyle ise akıl helak oldu mu, ona tabi olan kolların da helak olması lazım gelir. Şerî hükümlerin zahirî manaları kesin aklî delile muhalif olduğu takdirde, söz konusu hükmün te'viline kaçmak veya zahirî manadan başka manalar aramak, elbette gerçek bir yoldur. Hatta akla ve mantığa aykırı düşmemek için te'vili tefsire kaçmak da İslam dininin kabul ettiği bir hükümdür. İşte zahirî manaların, aklî delillere muhalif olduğu takdirde te'vil edilmesine bu yönden cevaz verilmiştir.
Şayet İslam hükümlerindeki zahirî manalara karşı aklî delil, kesin olarak muhalif değilse, o zaman zahirî manayı te'vile kaçmak caiz değildir. Çünkü onun zıddına çıkan aklî delil, kesin bir ispata dayanmadığından nassın te'viline veya başka bir manaya kaçılmasına cevaz verilmez. Burada mantıken bilinen bir hüküm vardır:
“Kesin bir hükmün, delalet ettiği manadan başka bir şekilde yorumlanmaması, yakîni bilgiye istinaden, doğrudur. Bunun aksi düşünülemez.”
“Ama aklen kesin olmayan zannî bir hüküm söz konusu ise, onun, delalet ettiğinden başka bir manaya delaleti, tercih yönünden muhtemeldir. Fakat bu ihtimal, uzak da olsa, yine yakın mertebesinden düşme durumundadır. Bu itibarla zahirî manadan başka bir manaya kaçmak, tercih yönünden de olsa, caiz değildir. Çünkü buradaki zıt mana, kesin bir aklî delil olmayıp zannî bir ispat olduğundan, bu ihtimale, ancak tercih anında cevaz verilebilir.” el-Cisr'in birinci mukaddimesi bundan ibarettir.
İkinci mukaddimede el-Cisr diyor ki:
“İslam dini olsun, ondan önce gelmiş semavî dinler olsun, bunların esas gaye ve hedefleri, bütün beşeriyeti tek varlık olan Allah'ı tanımaya ve kemal sıfatlarına inanmaya teşvik, bundan başka, kendisine nasıl ibadet edileceğini, bunun şeklini ve keyfiyetini, dünyada yaşayış şekline göre öteki alemde yüksek makam ve mertebeler elde edebileceğine dair hükümleri beyan etmektir. Ama bütün dinlerde, teknik ve fennî bilgileri tanıtma, dünyanın nasıl yaratıldığını, vaz'olunan kanun ve nizamların mahiyetini öğretme gibi bir amaç güdülmediği aşikardır. Çünkü bu ve benzerleri, şer'î hükümlerin gaye ve hedeflerinden değildir. Onları anlamak ve tanımak gayesine ancak akıl yoluyla erişilebileceği bir gerçektir. Şer'î hükümler, bu tip meseleler hakkında tafsilat vermez, toplu olarak bahseder. Ve genel bir bakışla iktifa eder.
Kur'an-ı Kerim, yer ve göklerin, bütün mahrukatın yoktan nasıl yaratıldığını mücmel bir surette zikreder. Bu kainatın nasıl bir nizam ve kanuna tabi olarak hareket ettiğini ve nasıl idare edildiğini kısaca açıklar. Bunun esas gayesi, akıl sahiplerini, bu kainatı yaratanın kudret ve ilmine işarettir. Ancak O'nun yaratabileceğine insanları inandırmaktır. Başka bir amacın kastedilmediği açıktır.”
el-Cisr, buradan sonra, “Darwinizm nazariyesi”ne temas eder:
İslam dininde varit olan şer'î ahkam, mütevatir ve meşhur naslar, kainatın yaratılışı ve nevilerin diğer türlere ayrılması hususunda beyan olunan prensipler, mücmel hükümlerdir. Yaratıkların nasıl bir tertip üzeri meydana getirildiğine dair tafsilat verilmemiştir. Geniş manada hiç bir izahatta bulunulmamış, bunların Allah tarafından yaratıldığını beyan etmekle yetinilmiştir. Yer, gök ve bunların arasındakilerin yalnız altı günde yaratıldığı beyan edilmektedir. Bundan sonra yapılan izahlar da şöyle:
Gökleri bir duman halinde meydana getirdi ve yedi kat semayı böylece yarattı.
Bu hususta beyan olunan ahkam ve lafızlar konusunda, büyük müfessirler farklı yorumlara düşmüşlerdir. Bazıları: “Burada zikredilen “altı günden” murat, bizim günlerimiz gibi, vakitlerdir” demiştir.
Bazıları: “Kur'an'da zikredilen “gün”, “ahiret günü”dür. Ve onun müddeti, yani bir günün uzunluğu, bizim senemizle bin yıldır” demekle yetinmişlerdir. Bazıları:
“Bu “altı gün” sözüyle kastedilen müddet, bizim senemizle elli bin yıldır” demişlerdir.
Başka bir ayette de şöyle bir hüküm beyan olunmuştur: “Yer ve göklerin her ikisi bir kütle idi. Sonra biz bunları birbirinden ayırdık.”
Bazı müfessirler bu ayeti; yer ve gökler yekdiğerine bağlı bir şeydi, Allahü Teala onları ayırdı şeklinde, bazıları da başka türlü tefsir ettiler.
“Yer, göklerden önce yaratılmıştır. Fakat o zaman, canlıların yaşamasına uygun değildi. Cenabı Hak, yeri böyle yarattıktan sonra gökleri varetti. Daha sonra da yeryüzüne yaşamaya uygun bir şekil, yuvarlak bir biçim verdi. Böylece canlıların yaşamasına elverişli oldu” tarzında tefsir edenler de olmuştur.
Tefsircilerin hepsi, muhakkak ki ayeti, te'vil yoluyla zahirî manasından başka bir manaya, almışlardır. Çünkü bu tefsir, ayetin zahirî mana ve mefhumuna muhaliftir. Öbür ayetin, “yer, göklerden önce yaratıldı” şeklinde açıklanması ayetin zahirî manasına aykırı te'vilden başka birşey değildir.
Fakat materyalistlerin yer ve göklerin yaratılışı ve oluşunun mahiyeti, yıldızların, güneşin ve yerin “galeksiden veya başka şeylerden meydana gelmesi şeklindeki görüşlerine gelince: İslam'da bu hususu reddedecek bir hüküm yoktur” demektedir. El-Cisr, bundan sonra yine maddecilere dönerek diyor ki:
“Ey maddeciler! Söylediğiniz gibi, yer ve göklerin yaratılışına bakacak olursak, zikrettiğiniz şeylerin hemen hepsinin birer faraziye ve tahminden ibaret olduğunu anlarız. Ancak bunu iyice bilmeniz gerekir ki, Allah'ın, bu kainatı, söylediğiniz ve beyan ettiğiniz şeklide yaratmış olması, ihtimal dahilinde olduğu gibi başka bir şekilde de yaratması mümkündür. Yalnız, sizin ileri sürdüğünüz kesin olmayan tahminî fikirleri kabul etmek ve bunlara inanmak şart değildir. Ancak bu görüşleriniz kesin aklî delile dayandığı takdirde, bütün müslümanlar sizi kabul edebilir. Bununla beraber, her şeyi ancak Allah'ın yarattığını, güneşi de onun meydana getirdiğini unutmayacaklardır. Sizin de ileri sürdüğünüz gibi yıldızları ve yeri, güneşten ayırarak yarattı.” Kainatın kanunları hakkındaki fikirlerinize gelince: Bunlar basit şeylerdir. Müslümanlar esas sebep ve müessirin Allah olduğunu çok iyi bilirler. Ve ona inanırlar. Açıkça anlaşılıyor ki, daha önce zikredilen hükümlerde, sizin ortaya attığınız “tekvin” görüşüne zıt herhangi bir şey görülmemektedir. Şayet kainatın oluşumu hakkındaki fikirleriniz kesin aklî delil ve ispatlara dayanır, sübutu kesinleşirse, işte o zaman deriz ki:
“ Her şeye kadir olan Allah, ilk önce kainatın aslı olan maddeyi bir “duman” şeklinde yarattı. O da, fezada yayılan bir gaz halindeydi. Daha sonra yeri, göklerden ayırdı. Yani güneşi, yıldızları ve yeri meydana getirecek olan maddeleri fezadaki gazlardan ayırdı. Sonra güneşi yarattı, yeri ve yıldızları ondan ayırdı. Ne var ki, yer, ayrıldıktan sonra yaşamaya elverişli değildi henüz. Daha sonra da gökleri... O zaman gökler duman halindeydi... Yedi göğü yarattı Allah. Sonra da yeri yaşanacak hale soktu. Bunları, Allah bizzat kendisinin bileceği özel bir kanun üzere yarattı. Ve hepsini böylece meydana getirdi. Hiç şüphe yok ki, sözü geçen tertip ve oluş kanunu, esas değil, basit sebeplerden ibarettir. Yaradılış müddeti ise, zikredilen ayete göre, altı gün veya o kadar bir zamandır.
Bütün bunlardan sonra materyalistlerin güneşin, yerin ve yıldızların varoluşu hakkında ileri sürdükleri fikirlerin İslamın hükümleriyle bağdaştığını görüyoruz. Ancak maddecilerin güneş, yıldız ve yerin yaradılışıyla ilgili fikirlerini, aklî, kesin delil ve ispata müstenit olduğu takdirde kabul ederiz. Deliller zannî olduğu takdirde biz onları kabullenmeye mecbur değiliz. Sadece doğruluğu muhtemel bir görüştür der geçeriz.
Müslümanlar kainatta bulunan varlıkların hadis olduklarına, yani sonradan yaratıldıklarına kat'iyetle inandıklarına göre, onu yaratan bir varlığın olması gerekir. Bu da Allah Tealadır. O, varlıkları yoktan varetmiş ve onları bugünkü gördüğümüz şekilde türlere ayırmıştır. Müslümanların bu varlıkların türlerini “yoktan varetme” yoluyla yani Allah'ın başlangıçta her türü müstakil olarak yaratmasına inanmalanyla, Allah Teala'nm bu kainattaki türleri tekamül yoluyla yani önce basit bir maddeyi yaratıp sonra onu unsurlara, daha sonra madenlere, daha sonra en basit cisim olan protoplazmaya, daha sonra ilkel bitki ve hayvanlara, daha sonra diğer türlere ayırmasına, bazılarını bölüp çoğaltmasına, bir kısmını bırakıp diğerlerini yok etmesine inanmaları arasında hiç bir fark yoktur.
el-Cisr sözlerine devamla:
“Yeryüzündeki canlıların yaratılışı hususunda İslam dininde varit olan temel hükümlerin özeti şudur,” der.
“Ve biz her canlıyı sudan yarattık”74
“Allah, her hayvanı, (hususî) bir sudan yarattı. Bunlardan kimi karnı üstünde, kimi de dört ayak üstünde yürüyor. Allah dilediği şeyi yaratır, çünkü Allah her şeye kadirdir.”75
“Her şeyden çift çift yarattık ki, iyice düşünesiniz.”,76
“O Allah ki (erkek ve dişi) bütün çiftleri yarattı.”77
“Gerçek O'dur erkeği ve dişiyi iki eş olarak yaratan.”78
“Meyvelerin hepsinden arzda ikişer ikişer (erkekli - dişili) yapan O'dur.”79
Haddi zatında bu hükümler, “yoktan varetme” ve “tekamül” görüşleriyle tefsir edilme ihtimalini taşımaktadır. Ancak yukarıda zikredilen ilk iki ayet, materyalistlerin canlı madde sudan yaratılmıştır, sözlerine uygun düşmektedir.
Diğer ayetlere gelince: -Zahirî manalarına göre onlar “yoktan varetme” görüşüne delalet etmektedirler. Bununla beraber, İslam prensiplerinde Cenabı Hakkın, nev'ileri, birden bire, bir defada yarattığına dair açıkça bir nass veya hüküm yoktur. Ayrıca, bir nev'in ötekinden sonra, tekamül yoluyla yaratıldığına dair de açık bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak Müslim'in rivayetine göre bir Hadisi Şerif'de Peygamber Efendimiz:
“Allah ağacı, o altı günün filan gününde yarattı. Hemen sonra hayvanları yarattı” buyurmaktadır: Bu hadisten, Cenabı Hak, önce ağaçları, sonra da hayvanları yarattı, hükmü çıkmaktadır. Fakat “hepsini birden” veya “her nev'i ayrı ayrı, birbiri ardından yarattı” manası çıkarılamaz. Çünkü böyle bir ifade düşünülemez.
Geçen ayet metinlerine ve daha önce belirtilen kaidelere binaen, İslam şeriatında nasslar, kesin aklî delillere ters düşmediği takdirde; meşhur ve mütevatir hükümlerin müteayyen veya zahirî manalarına mü’minlerin uyması gerekir. Binaenaleyh biz inanırız ki, Allahü teala başlangıçta bütün türleri müstakil yaratmıştır, tekamül yoluyla değil... Halbuki Allah her iki şekilde de yapabilirdi. Fakat Allahü tealanın her türü, koyduğu kanunlar çerçevesinde bir defada veya tekamül yoluyla yaratmasına gelince: Eğer İslam şeriatında bu iki yolu ifade edecek bir nass yoksa bu noktada durmamız gerekir. Bizi bu nasslarm te'viline mecbur edecek katî bir delil olmadığı müddetçe, türlerin birbirinden doğması ve tekamül görüşüne muhalif olan zahirî manadan ayrılmamız asla doğru değildir. Türlerin aslı ve tekamül görüşünün sıhhatini doğrulayacak kesin aklî deliller bulunduğu zaman, bizim bu nasslarm zahirî manalarını te'vil edip bunlarla kesin delillerin oturduğu temelleri uzlaştırmamız gerekir.
Hayran:
“Hocam! Bu ifadelerinizle yüreğimi soğuttunuz. Hakikaten el-Cisr'in sözleri, İslam hükümlerinin hiç bir zaman ilmî gerçeklere muarız olmadığının açık bir ifadesidir. el-Cisr’in görüşünü lütfen tamamlayınız. Acaba “insanın yaradılışı ve tekvini” hakkında ilmî görüşlere istinat ettiğini iddia eden “tekamül nazariyesine” sahip olanların dediği gibi, Kur'an'da belirtilen ayetlerin, açıklanan hükümlere uygun düşmesi mümkün müdür? Bu hususta el-Cisr'in görüşünü açıklar mısınız?” Ebu'n-Nûr:
“İnsanın, büyüme, gelişme ve tekamül yoluyla hayvanlardan türediği fikrini ileri süren, hatta insan ile maymunun tek bir türden yaratıldığını savunanlara karşı, el-Cisr der ki:
“İnsanın yaradılışı hakkında bilhassa Kur'an-ı Kerim'de beyan buyurulan ve müslümanların inanç birliğine vardıkları ayetlerin mealinde şöyle denilmektedir:
Cenabı Hak insanı çamurdan yarattı. Onu, kuru bir balçıktan, şekillenmiş bir çamurdan yarattığını ifade etti. Başka bir ayette ise “sudan yaratıldığı” beyan edildi. Büyük müfessirler, insan’ın iki nesneden, su ve topraktan yaratıldığını açıkladılar. İnsanın bir iki nesneden yaratıldığı, açık ve bariz bir şekilde, Kur'an-ı Kerim'in birçok ayetlerinde beyan olunmuştur. Ayrıca onun, bizzat Allahü Teala tarafından yaratıldığı da belirtmiştir. Sonra insan'ı “bir nefis” olarak yarattığını ve “bu nefisten” de dişisini çıkardığını, bunlardan birçok erkek ve kadınlar meydana getirdiğini açıkça beyan etmektedir.
Bizzat Kur'an-ı Kerim'de varit olan yukarıdaki ayetlerden anlaşıldığına göre, insan, müstakil bir nev'iden yaratılmıştır. Çünkü ayetlerin zahirî manaları bunu ifade etmektedir. Burada beyan edilen hükümlerle, insanın, başka bir türden, tekamül yoluyla, gelişerek veya değişerek yaratıldığı fikri (evrim-evolution) açıkça reddedilmektedir.
Ama şunu da unutmamak lazımdır ki, insan, her iki yolla yaratılsa da, bu Allah'ın kudreti altında tahakkuk edecektir. O halde, Allah, tekamül yoluyla yaratmaya kadirdir. Fakat Kur'an-ı Kerim'deki ayetler, ilk insanı, doğrudan doğruya, bir defada veyahut münferit bir halde yarattığı hakkında kesin bir delil getirmemiştir. Bunun için, bizim burada kesin bir karar vermemiz doğru değildir. Her ikisi için de kesin karar vermeye yetkili değiliz.
Bazı nasslarda belirtildiğine göre, ilk insan “Adem'in yavaş yavaş tekevvün ederek uzun bir zaman sonra yaratıldığı ifade edilse de bazı ayetlerdeki zahirî hükümler, insan'ın, müstakil bir tür olarak yaratıldığını açıklar. Bu ayetlerin zahirî hükümlerini te'vil ve başka manaya hamletmek mümkün olmaz. Tefsir usulü kaidelerine göre böyle bir şey caiz değildir. Ancak “tekamül” görüşünün kesin ve sağlam bir delil olarak aklî hüccetlere dayanması kuvvetle isbat edilirse, o takdirde te'vil ve tefsire yani nass'la aklî ispat arasında bir muvafakat aramaya cevaz verilebilir. Böyle bir te'vil ve tefsirin, müslümanların imanlarını hiç bir zaman zedelemeyeceğini belirtmek yerindedir. Çünkü müslümanlar, insanın maddesini Allah'ın yarattığına inanırlar.”
Böylece el-Cisr, İslam'ın, raklî ve kesin ispatlara istinat eden ilmî görüşlere hiç bir zaman karşı çıkmadığına, dinî görüşlerle ilmî görüşler arasında herhangi bir çelişki ve çatışma bulunmadığına işaret etmek istemiştir.
Yani el-Cisr'in beyan etmek istediği şudur: Cenabı Hak bu alemi, ister doğrudan doğruya, bir defada yaratsın, isterse uzun bir zamandan sonra, tekamül yoluyla varetmiş olsun, her iki görüş de dinî noktaî nazardan farksızdır. Çünkü esas olan, yaradılışın, Allahü teala’nın ilim, irade, kudret ve hikmet'iyle meydana geldiğidir. Her iki görüşün de birbirine karşı daha kesin bir delil ve ispata malik olmamasıdır.
Hayran! İşte el-Cisr'in “tekamül” konusunda açıkladığı hususlar bundan ibarettir. Sizin de, burada ifade edilen görüş ve sözlerinden anlayacağınız gibi el-Cisr, ilmî gerçeklere karşı, kapıyı kapamamış, bilakis sonuna, kadar açmış; ilmî ispat ve hakikatleri, ne inkar etmiş, ne de böyle bir şeyin imkansız olduğunu ileri sürmüştür. Din yönünden ilmî gerçeklere hiç bir zaman karşı çıkmamıştır. Yeter ki, ilmî gerçekler aklî delil ve ispatlara dayanmış olsun. Böyle olduğu takdirde, gerek tekamül görüşü, gerekse başka ilmî sistemler kesin aklî delillere müstenit olduğu sürece onları kabul etmekte hiç bir dinî engel yoktur. Binaenaleyh bunları kabul ettikten sonra icabında dinî hükümlerin zahirî manasını, te'vil etmeye dinen bir engel görülmemektedir.
Meşhur müsteşrik Charles Adams, “İslam ve Yenilik” isimli kitabında bu düşünceyi çok yanlış bir görüşle, şöyle anlatmıştır:
“Sünnî inanca sahip müslümanlar, geçmiş devirlerde, ilmî gerçeklere temayül göstermediği gibi üstelik onu kılıçla yenmeye çalıştılar.”
Halbuki el-Cisr, hiç de böyle düşünmemektedir: “Müslümanlar, artık bundan sonra, kendi inanç ve akidelerine yapılan hücuma göz yummamakta ve böyle yanlış görüşleri ve İslam'ın iman esaslarına tevcih olunan yersiz hücumları: “İslam inanç ve ahkamındaki kuvvetli ve ikna edici hükümler, gerçek insanlığın esaslarını tecelli ettirmektedir” diye reddetmekte, Batılı bilgin ve felsefecilerin materyalist görüşlerinin yersizliğini açıklamaktadır.” Hayran:
“Hocam! “Sünnî müslümanlar” diye adlandırdığınız bilginler kimlerdir?” Ebu'n-Nûr:
“Ben, İslam dininde sünnî esaslara uyan bilginlerimizin, hatta hiç birisinin ilmî gerçekleri reddederek onlara silah zoruyla mukavemet gösterdiklerini görmedim. Böyle bir şeyin vaki olduğuna da inanmıyorum.
Ancak, Galile (1564-11642) ve Kepler (1571-1630)'den yedi yüzyıla yakın bir zaman önce gelen İmam-ı Gazalî “Tehafût el-Felasife” adlı eserlerinde din bilginlerinin güneş ve ay tutulması gibi ilmî gerçekleri inkar ettiklerini zikrederek bunlar hakkında şöyle yazmaktadır:
“Bu ilmî gerçekleri münazara konusu yapmak ve onlarla münakaşa etmek, hiç şüphe yok ki, dinin emirlerini zaafa düşürür. Bunlar, dinî manada şer'î bir cinayet işlemiş olanlardır. Çünkü bu ilmî gerçekler, şüphe götürmeyen hakikatlerdir. Zira onlar haddi zatında, geometrik hesaplara dayalı ilmî “ispatlardır. Her kim olursa olsun, bunlara muttali olur, bu konu üzerinde araştırma yaparsa ve başkaları kendisine “sen bunlarla ne uğraşıyorsun? Bunlar İslam dinine ve İslam ahkamına muhalif şeylerdir. Onlardan değil de dinden mi şüphe ediyorsun?” derse, anlaşılır ki, dine zarar veren kişi, burada, dinin yardımcılarından gelmektedir, din düşmanlarından değil! Atasözünü hatırlarsınız: “Akıllı düşman, cahil dosttan daha hayırlıdır.”
İmam-ı Gazalî'yi, bu sözlerinden ve açıkça ifade ettiği fikirlerinden dolayı, ne kınadılar, ne de kılıçla veya ateşle tehditte bulunarak ona hücum ettiler. Bunları yapmadıkları gibi, onu Hüccet'ül-İslam diye adlandırdılar. Bütün görüşleri İslam alemi ve Batı dünyasında bile saygı ve sevgiyle karşılandı.” Hayran:
“Allah'ın rahmeti el-Cisr'in üzerine olsun! Gerçekten ilim, akıl ve iman bakımından çok büyük bilginmiş. Hatta dinin incelik ve derinliklerine vakıf, hakiki cevherini anlayan, yüksek bir görüşle ilim ve iman arasındaki yakınlık ve uygunluğu idrak eden din bilginlerindenmiş.
Fakat burada benim anlamadığım bir nokta var hocam! “El-Cisr'in mütalaasına göre, tekamül nazariyesi, ilmî gerçekler, kesin ispatlarla tayin olunması halinde, Kur'an-ı Kerim'in beyan buyurduğu ahkama muarız değildir. Müslümanların ve öteki inanç sahiplerinin imanlarına bir zaafiyet getirmemektedir. İlk maddeyi yaratan Allah olduğuna ve buna iman ettiğimize göre ilk canlı hücreyi Cenabı Hak vaz'edilen kanunlar mucibince meydana getirdiğine göre, neden ilk hayatın “cansız” bir maddeden meydana geldiğini ileri sürenleri münkirlikle itham edelim?” Ebu'n-Nûr:
“Hayran! Sözlerine dikkat etmen gerekir. Sualin, biraz önce izah ettiğimiz fikirleri anlayamadığını, benimkilerle hocamın görüşlerini ayıramadığını belirtmektedir. Ben onları, hiç bir zaman, “münkir” veya “mülhid” olarak tavsif etmedim. Çünkü onlar, kendi ilmî takdir kudretlerine göre, ilk hayatın cansız bir hücreden meydana geldiğini kabul ettiler. Buna da zannî bir delille inandılar. Bu, mümkün olan bir gerçektir. İmkansız değildir. Ben ancak ilk hayatın cansız bir maddeden tesadüfi olarak meydana geldiğini ileri sürenleri “münkir” ve “mülhid” likle suçladım.” Hayran:
“Hocam! Bu iki görüş arasındaki fark nedir?” Ebu'n-Nûr:
“Çok büyük fark var Hayran! Maddenin, bizzat kendinden oluşması bir yaratıcı tarafından değil de tesadüfi olarak meydana gelmesi demektir. Yani bunlar, ilk canlı hücrenin maddî unsurlardan, özellikle, takdir olunmuş nisbî bir muvazene neticesinde, tesadüfi olarak cansız maddeden meydana geldiğini ileri sürenler elbette “münkir” ve imansızdırlar.
Bunu biraz daha açık olarak izah etmek istersek münkir maddecilerin ileri sürdükleri görüşleri şu misallerle belirtebiliriz: Boşluğa bırakılan taş düşer. Düşme olayını gerçekleştiren etki veya temel kanun, yer çekimidir. Bu zorunludur. Taşın, yer çekimi kuvvetiyle düşmesi zarurîdir, ama bu zorunlu ana kural, başka bir temel kanunla, kesişebilir. Bu kesişme şöyle olur: Elimizi düşen taşın altına uzattığımızda taşın mecburî düşüşü durur. İşte biz, bu “sebepleri olmayan” şeylere tesadüf diyoruz. Halbuki her şeyin bir sebebi, bir illeti vardır. Sebeplerini bilemediğimizden bunlara tesadüf diyoruz. Sebepsiz bir şey olamaz.
El-Cisr'in beyan etmek istediği şey, cansız bir maddeden canlı bir maddenin veya organik maddenin meydana gelmesinin mümkün olduğudur. Bu, imkansız değildir. Gerçektir. Hayatın, maddî unsurlardan, özellikle aralarında takdir olunmuş nisbî muvazene neticesinde, zahirî hareketin görüntülerinden meydana geldiği muhakkaktır. Ancak gerçek şudur ki, bu tesadüfen değil de, bir ilahi kudret tarafından yaratılmıştır. İşte el-Cisr'in görüşü ile münkirlerin ileri sürdüğü yersiz fikirler arasındaki fark bundan ibarettir.
Yani el-Cisr'e göre, müşahede ettiğimiz kainatı ve içindekilerin asıl maddesini yaratan ve yoktan meydana getiren Allahü-teala'dır. Kainatın atomlarını, çeşitli unsurları, bu unsurların tabiî hallerini veren, onları hareketli bir duruma getiren Allah'ın kudreti, ilmî ve iradesidir. Maddî unsurlar arasında istenilen nisbî dengeyi sağlamış, cansız maddeden canlı hayat ancak ve ancak her şeyi bilen Allah'ın ilmî ve kudretiyle meydana gelmiştir.
Her şeyin bir sebebi olduğunu bilen Cenabı Hak, bir şeyi ötekisi için sebep kılmış, müsebbiplerden sebepler yaratmış ve böylece her şeyin bir sebebe bağlı olacağını meydana koymuştur. O halde, sebep ve temel kanunları yaratanın Allah'tan başka bir kudret olmayacağı açıktır.
Materyalistlere gelince: Bunlar, esas itibariyle “yaratıcıyı” inkar ederler. Ne Allah'ın zatını, ne de iradesini tanırlar, yaratıklarda iradenin bir rolü olmadığı tezini ileri sürerler.
Şöyle yersiz bir iddiada bulunurlar.
“Maddî unsurlar, birbirleriyle tesadüfen birleştiler. Ve nihayet cansız maddeden hayat meydana geldi.” Böyle mantıksız saçmalıklar yaparak hayatın varoluşunu tesadüfe bağladılar. Halbuki her şeyin bir sebebi olduğunu, kendileri de daha önce kabul ettikleri halde, sonradan bunu inkar ettiler.
Hayran! İşte tesadüfün ne demek olduğunu izah ettim. Umarım ki, meseleyi iyice anladın. Senin anlayacağın tek şey vardı: Tesadüfü kabul etmemek… İşte bu sana kafidir. Çünkü “tesadüf yok” diyen bütün bilginler, alimler, kainat nasıl yaratılırsa yaratılsın, nasıl bir yolla oluşursa oluşsun, tesadüfü inkar ederek, Allah'ın tek yaratıcı, herşeyi meydana getirici olduğuna inanmışlardır. İşte iki görüş arasındaki fark bundan ibarettir. Birisi, “her şeyin bir sebebi” olduğuna inanır, diğeri de tesadüfe inanır.
Birincisi: İman sahipleridir.
İkincisi: İmansızlardır.”
Hayran:
“Bu nasıl oluyor hocam?” Ebu'n-Nûr:
“Yeri gelince, yaratıkların tesadüfi olarak meydana geldiği iddiasının batıl olduğunu ispata çalışacağım.”
Hayran:
“Hocam, el-Cisr'in akıl ve ruh hakkındaki görüşleri nedir?” Ebu'n-Nûr:
“Akıl hakkında el-Cisr der ki: “onun hakikatini anlamak mümkün değildir. Çünkü “bilinmeyen” şeylerdendir. Akim izahı için belli bir yol yoktur. Dinimiz da aklın hakikati konusunda açık bir izahatta bulunmaz. Bununla beraber, maddeciler: “Akıl, maddî unsurların birbirlerine etkisinin görüntüsünden başka bir şey değildir” diye tarif etmişlerdir.
Bu sözler, doğru olmaktan uzaktır. Zaten maddî unsurların birbirlerine tesiri ilahi kudretin eseriyle meydana gelmektedir. Çünkü kör bir maddenin, kendi kendine müessir olması imkansızdır. Böyle bir şey olamaz. Maddecilerin: “İnsan aklı ile hayvanların aklı arasında ayrılık yoktur. Ancak kemmiyet bakımındaki farklılık vardır” şeklindeki sözlerine gelince:
İnsanın hayvanlara nisbetle özelliği, akıl yönündedir. Bu sebeple, insanoğlu bazı hükümlere muhatap ve mükellef kılınmıştır. Hayvanlar ise akıldan mahrum oldukları için yukarıdaki hükümden müstesnadır. Aklın, hayvanlardaki içgüdüye muhalif veya mugayir olması hakkında dinî bir hüküm yoktur. Bu bakımdan, insan aklıyla hayvanlardaki içgüdünün aynı kaynaktan gelmesinde, dinî yönden bir aykırılık olmaz. İnsanlarda akıl, hayvanlarda içgüdü bulunması arasında hiç bir fark yoktur. İkisi de aynı şeydir. Fakat akıl insanlarda daha mümtaz bir seviyeye gelmiş ve hayvanlardakinden ayrılmıştır.”
Ruh'un tarifine gelince: el-Cisr der ki:
“Ruh, vardır. Varlığı hakkında hiç bir şüphemiz yoktur. Ancak Ruh'un mahiyeti ve hakikati konusunda herhangi bir bilgiye sahip olmamıza imkan yoktur.”
El-Cisr'in bu hususta herhangi bir görüş ortaya atmaması, hayat, ruh ve akıl konusunda çok üstün bir fikre sahip olduğunun delilidir. Nitekim bütün filozoflar da bunları ancak böyle tarif etmişlerdir. Sonra hayatın, maddedeki unsurlarının birbirleriyle birleşmesi ve ayrılması olayının, ilahi bir kudretle meydana geldiğini kabul edip savunması da onun ileri görüşlü olduğunun başka bir delilidir. Ayrıca bu sözlerin, İslam dinini çok iyi anlayan bir bilginden gelmesi de önemlidir.” Hayran:
“Benim anladığıma göre, el-Cisr, tabiî sebeplerin etkisine, ancak ilahi kudretin taalluku dolayısıyla inanmaktadır. Bu husus, açıktır. Acaba filozofların “sebep kanunu” diye adlandırdıkları görüş hakkındaki fikri nedir? Lütfen açıklar mısınız?” Ebu'n-Nûr:
“Sebep ve müsebbipler hakkındaki görüşü İmamı Gazalî'de olduğu gibidir. Bu hususu, şüpheci ve kritikçi olan D. Hume'nin vermiş olduğu cevap dolayısıyla size izah etmiştim. Herhalde hatırlayacaksınız. Bununla beraber el-Cisr'in fikrini söyleyeyim:
Cenabı Hak “sebep”leri “müsebbibe” bağlamış olsa da, her ikisinin yaratıcısı yine kendisidir. Biz, “sebepler”in neticesinde meydana çıkan şeylere bakacak olursak, yani eserler üzerinde, birazcık düşünürsek onları meydana getiren müessirin “sebep”ler olmadığını görürüz. Bunun misali şudur:
Ateş, karı eritir. Şiddetli soğuk, suyu dondurur. Fakat bunun hakikî mahiyetine muttali olduğumuz zaman, ateşin karı eritmesi olayının, bir cismin boşlukta yer işgal etmesi gibi olmadığını anlarız. Veya “iki cisim bir cismin yerini işgal edemez” kaidesi gibi değildir. Çünkü cismin “yer işgal etmesi” aklen zarurîdir. Ama “ateşin kar'ı eritmesi” akıl yönünden zarurî değildir. Soğuğun suyu dondurması da yine aklen gerekmez.
Aklın bunu zarurî görmemesine bakarak “neden bunun aksi olmuyor?” denilebilir. Mesela ateş veya ısı, donmuş buzu eritir. Böylece ateş, buzun erimesinin sebebi olmuştur. Çünkü ateş, suda (veya buzda) bulunan, birbirine yapışmış cisimcikleri ayırabilir. Yani bu ayırmaya “sebep” olur. Bir de “neden bunun aksi olmuyor” şeklinde bir soru soralım. Veya bunun aksini düşünelim. Cevap olarak deriz ki: Her maddenin kendisine göre, bir özelliği vardır. Kendisine mahsus bazı tabiî halleri bulunmaktadır. Onlara bu özelliği veren kudret, cisimlerin böyle olmasını dilemiş ve bu irade üzerine cisimler de kendilerine göre hususiyetlerle yaratılmıştır. İşte bu özellikleri, bu hususiyetleri ve bu tabiî hal ve durumları veren, her şeyi bizzat iradesiyle meydana getiren Allah'tır.” Hayran:
“Hocam! Bu sözler hemen hemen İbn Rüşd'ün dediği gibidir.” Ebu'n-Nûr:
“Evet! Görüyorsun ya, el-Cisr, “sebep” ve “müsebbip'i eşyadaki tabiî durumları, kendilerine mahsus özellikleri ve kainat üzerine vaz'edilmiş kanunların hiç birisini inkar etmiş değildir. Gerçi bunu hiç bir islam alimi veya filozofu da inkar etmemiştir. Bunlar nasıl inkar edilebilir? Zira bir cismi veya bir şeyi, ancak kendine mahsus özelliklerle tanıyabiliyoruz... Şayet eşyadaki özellikler olmasaydı, cisimleri birbirinden nasıl ayırabilirdik? Mademki aklen, bu özellikler, eşyanın bizzat kendisinde yoktur, bunun böyle olması zatı itibariyle değil, başka bir iradenin emri ve isteğiyledir. O halde, akıl, bunları yapan ve yoktan yaratan Allah'ı kabul eder. Şayet semavi dinler, sebep ve müsebbipleri inkar etseydi, mükellef kılındıkları her şeyin hükmü batıl olurdu. İnsanlar çalışmaz, yatar ve yerlerinde otururlardı. Hatta ilahi emirlere ve yasaklara karşı özür sahibi bulunduklarını beyanla hiç bir dinî hükmü yerine getirmez ve yasaklardan kaçınmazlardı. Böyle bir şey ise, bütün dini hükümlerin hatta bütün dinlerin iptaline ve akim fesadına sebebiyet verirdi. Bundan daha acısı akıl yoluyla elde edilen imanı kaybederlerdi.
Her kim, İslam dinî, sebep ve müsebbepleri ve karnat için vaz'olunan kanunları inkar ediyor derse muhakkak akimin yetersizliği ve bilgisizliğindendir.” Hayran:
“Kainat için vaz'olunan kanunlar hususundaki ilgisi dolayısıyla sayın hocam, size şöyle bir soru sormak istiyorum. Lütfen cevap veriniz:
Bazı alimlerin de beyan ettikleri gibi, tabiat kanunları mucibince veya kainata mahsus kanunları esas alarak, Peygamberlerin mucizelerini açıklamak mümkün müdür? Yani mucizeler, tabiat kanunlarıyla izah edilebilir mi?”
Ebu'n-Nûr:
“Kur'an-ı Kerim ve eski dinî mukaddes kitapların zikrettiği gaybî hükümler, iki kısımdır:
Birincisi: Aklımızın ve idrakimizin, hatta adet ve örfümüzün dışında ve tabiat kanunları üstünde olanlardır. Gizli oldukları halde, ilmin ileride, hakikî ve gizli sırlarına erişmesi mümkün olan mucizelerdir. Ve bir gün ilmin, onun gerçeğini bilmesi beklenebilir. Haddi zatında, bu gibi mucizeleri, akıl üstü ve kanun dışı zannetsek de gerçek böyle değildir. Çünkü esas sebepleri bilmiyoruz. Zamanla onu öğrenmek de mümkün olacaktır.
İkincisi: Allah, kainatın idaresinde vaz'ettiği kanunların sahibi ve maliki olduğunu ispat için, biz kullarına, peygamberler vasıtasıyla akıl ötesi ve tabiat kanunlarının üstünde bazı olaylar gösterir ki, bunlara mucize dememiz gerçekten doğrudur. İlim yoluyla bu gibi mucizelerin sır ve sebeplerine erişilmesi imkansızdır. Çünkü esas hedef, Peygamberlerin “hak” olduklarını göstermekten çok, Allah'ın kudretini izhar ve kainat kanunu'nun sahibi ve maliki olduğunu, istediği zaman bu kanunların ve aklın üstünde ve dışında olaylar meydana getirmeye kadir olduğunu bildirmektir. Yani ilahi kudretin azametine ve Allah'ın her şeyi yapmaya ve yoktan yaratmaya kadir, hakikî yaratıcı olduğuna, böylece uluhiyete hak kazandığına, binaenaleyh yalnız O'na iman edileceğine inanmaktır. İşte mucize budur, mukaddes kitapların belirttiği de budur.
Elbette onlara inanmamız gerekir. Fakat mucizeleri, ilmi kanunlarla açıklamamız imkansızdır. Çünkü ilim, onların gerçek sebebini bilemez. Bunu ancak Allah bilir. Sırları elbette bizden gizli kalacaktır. Çünkü aklımızın bunu idraki mümkün değildir.
Bunu ilmî kanunlara göre açıklamak demek, mucize olmaktan çıkarmak demektir. O zaman mucizenin ne değeri kalır? Eğer mûcize'yi ilerde insanlar keşfedecekse veya ilim, bir gün bunun sırrını öğrenecekse önemi kalmaz... Haddi zatında, bu mucizeleri, “kanunlar üstü”, “fevkalbeşer” diye adandırmamız kafidir. Kanunlar yoluyla, ilerde açıklama imkanımızın olmayışı en büyük delildir. Zaten hakikî sebebini bilemiyoruz. Eğer bu mucizeler ilim kanunlarına göre, tefsir edilebilseydi Allah'ın izhar etmek istediği “hikmeti ilahiye” veya “kudreti ilahiye” nerede kalırdı? O zaman buna mucize denir miydi?
İşte bu yönden; bazı din alimlerinin, semavi kitaplarda zik-rolunan mucizeleri, ilmî kanunlara göre ve ona uygun olarak açıklamaları büyük hata olmuştur. Onların ileri sürdüğü şu sözler bu konuda delil değildir: “Biz mucizevî olayları akıl ölçülerine yaklaştırmak ve bu imanla, ilim ve teknik alanda çalışan alimlere karşı zafer kazanmış olmak için böyle tefsir ediyoruz.” Bu tip sözler elbette bir delil olamaz. Onların yaptıkları muhakkak ki hatalıdır.
Haddi zatında onlar, mucizeyi ortadan kaldırmak istiyorlar. Fakat yaptıklarından haberdar değildirler. Çünkü mucize, aklın kabul edemeyeceği fevkalbeşer olaydır. Nasıl olur da o, akla yaklaştırılıp ilmî kanunlarla açıklanabilir.
İşte oğlum Hayran! Bazı İslam ve Hıristiyan alimleri, iyi niyetle bu hataya düşmüşlerdir.
Mesela bazı İslam alimleri, Kur'an-ı Kerim'in “Fil” sûresinde zikredilen “ebabil” kuşlarının fillere attıkları taşları, “çiçek hastalığı” mikrobu olarak tefsir etmişlerdir. Ve böylece, söz konusu mikroplarla filler helak olmuşlardır. Ayeti celilede zikredilen “ebabil” kuşlarının “virüs” olarak te'vil edilmesi, bir mucizenin ilmî kanunlara göre tefsiri demektir. Biz bu tefsire bir şey demiyoruz. Çünkü “ebabil kuşları” nın, aslında “virüs mikrobu” olabileceğini, bir ihtimal olarak kabul edebiliriz. Gerçi bu tarihî bir olaydır. Fillerle teçhiz edilmiş ordusuyla Kabe'yi tahribe gelen Ebrehe'ye karşı Allah'ın Beytullah'ı muhafaza ettiğine dair arihî bir olayı canlandırmaktadır. Bütün bu ihtimalleri nazarı itibare alarak söz konusu olayı mucize saymasak bile, diğer birçok ayetlerde belirtilen mucizeleri, ilmî kanunlara göre tefsir ve te'vil etmek, yine de hatalıdır. Zira böyle bir “tefsir ve te'vil”, mûcize'nin değerini ortadan kaldırır. Böyle bir inanç dinimize aykırıdır. Mesela Hazreti İsa'nın yaradılışını Hz. Musa'nın denizi ikiye ayırmasını, Peygamber efendimizin miraç olayını ve buna benzer mucizeleri ilmî kanunlara göre, tefsir ve te'vil etmeye kalkmak, çok büyük hata ve yanlış bir yol olur. Biz, bilhassa mucize ayetlerini, ilmî kanunlara göre tefsir ve te'vile asla razı değiliz. Çünkü böyle bir açıklama hatalıdır. Bunu kabul edemeyiz.
Eğer ebabil kuşlarını, “çiçek hastalığı mikrobu” olarak te'vil ve tefsir edersek, Hz. Musa'nın “Asa”sının birdenbire yılan oluşunu nasıl açıklarız? Bunu bir manyetizm olayı saysak, o zaman Hz. Mûsa'nın Asa'sıyla denizi ikiye ayırmasını ne ile te'vil ve tefsir edeceğiz? Bazı kimselerin dediği gibi, bu olaya “med ve cezir” (gel-git) nazarıyla bakarsak Hz. İsa'nın “babasız” doğuşunu te'vil ve tefsir edebilir miyiz? Zayıf ve hayalî kuruntuların peşinde gidenlerin fikrine uyarak, babasız dünyaya gelişini, “kendi kendine, zatî bir aşılama” hadisesi olarak kabul edelim. O zaman, Hz. İsa'nın henüz bebekken, beşikte büyük bir insan gibi konuşmasını nasıl açıklayacağız? Bunun te'vili nasıl olur?
Herhalde, Hayran, burada izah etmek istediğim şeyi anlamışsındır. Çünkü mucizeleri, ilmî kanunlara göre, te'vil ve tefsir ederek akla yakınlaştırmak isteyenler, bir gaye ile açıklama çabası güdenler yorulacaklar, boşuna emek sarfedeceklerdir. Üstelik mûcize'nin mana ve mefhumunu bozan bir tefsirdir. İnsanları, mucize konusunda şüpheye düşürmektir. Mucizenin esas gayesi olan “Allah'a iman”m sırrını zedelemektir. Çünkü mucizenin esas gayesi, ilmî kanunların üstünde, fevkalbeşer bir olay meydana getirmektir. Binaenaleyh, Cenabı Hak, kudretinin azametini gösterir. Her şeye “kadir” olduğunu, “yoktan yaratıcı”lığını bizlere izhar etmek için peygamberlerin eliyle böyle mûcize'lerin sadır olmasına izin verir.
“Mucize aklın üstünde bir olaydır” diyenlere gelince: Bunlar iki şeyi birbirinden ayıramıyor, aralarındaki farkı sezemiyorlar. Birisi, adet ve örf dışında; diğeri, akıl üstünde ve ötesinde cereyan eden olaydır. Allah'ın kainat kanunlarının aksine ve onların adet ve geleneklerinin dışında bir olay meydana getirmesine inanmak aklen imkansız değildir. Mademki, kainat kanunlarını, adet ve görenekleriyle birlikte vaz'eden O'dur, öyleyse bunların dışında bir olay meydana getirmesi de aklen imkansız olamaz.” Hayran:
Hocam, sustu. Sonra şunları ilave etti:”
“Neredeyse güneş doğacak! Namazı kaçırmayalım, kalk” dedi. Sabah namazını kıldık. Hocama veda ettim. Odasına gedip kapıyı kapatırken:
“Yarın akşam görüşmek üzere hoşça kal. Unutma! İmtihan gecesidir” dedi.80
Dostları ilə paylaş: |