4. ŞERİATIN HIRKASI
Tanrının Allah denilen maskesi yüzyıllar önce Yehovanın geldiği aynı çölün ürünüdür. Gerçekten, Profesör Meek'in gösterdiği gibi(*) Yehova, İbrani değil Arap kökenlidir. Demek ki, bir anlamda, Mu-hammed'in şaşırtıcı iddiasını, Kitabı Mukaddeste bildirilen Tanrıya ilk inananların kendi Sami halkı olduğunu, kabul etmemiz gerekiyor.
Semitik çöl tanrısı olarak Allah, Yehova gibi, tipik Semitik aşiret tanrısının özelliklerini gösteriyor, fakat doğada içkin olmayıp aşkın olan ilk ve en önemlisini. Böyle tanrılar doğal düzenin incelenmesiyle ögrenilemezler; ister dış (bilim gibi) ister iç (meditasyon gibi) doğanın araştırılması yararlı olmaz; bu tür tanrıları kapsamaz. Ve ikinci özellik birincisinin bir işlevidir. Yani her Semitik aşiret için baş tanrı o halka şeriatı veren ve onları koruyandır, yalnızca da budur. O güneşle, ayla, evrensel düzenle değil, yerel yasalar ve geleneklerle bilinir. Bunlar da elbette aşiretten aşirete değişir. Yani, Aryanlar arasında baş tanrı doğaya ilişkin olduğu için, daima yabana kültleri tanımaya yönelik bir eğilim, uyuşmacılığa doğru bir eğilim varken, Samilerin inananda aşiret tanrılarının daima dışlayan, ayrılıkçı vt hoşgörüsüz bir eğilimi olmuştur.
İlkel düzeyde yerel bir tanrının bütün evrenin rabbi olması için gereklilik ve buna olanak da yoktur. Her grubun basitçe kendi yasa koyucusu ve efendisi vardır; dünyanın geri kalan kısmı, eğer böyle bir şey varsa, kendi tanrılarıyla kendi başımn çaresine bakmalıdır. Çünkü her halkın kendi efendisi olan ve şeriatını belirleyen ilahı vardır. Böyle bir düşünceye monalatri diyoruz.(**) Ve buna bağlı olarak, İsraillilerin Kenan ilini ele geçirdikleri ilk uzun ve kanlı aşamada Yehova ötekilerden güçlü olan aşiret tanrısı olarak bilinmektedir,
Bundan sonraki aşama, böyle bilinen bir tanrının evrenin yaratıcısı tanrıyla özdeşleşmesiyle Kitabı Mukaddes'in gelişmesi oldu. Dünyada İsrail'den başka hiç bir ulus bu tek Tanrıya inanmış ve onu bilmiş olduklarını iddia edemez.
'Rab şöyle diyor Milletlerin yolunu öğrenmeyin, ve gök alametlerinden yılmayın; çünkü onlardan milletler yılar. Çünkü kavmlarin adetleri boş şeydir; çünkü ağacı ormandan keserler, balta ile üstat ellerinin işidir'... Senin gibisi yoktur, ya Rab, sen büyüksün, ve ceberrut-
(*) Bkz. Sayfa 116. ,'**) Bkz. Sayfa 204.
360
ta ismin büyüktür. Ey milletlerin kralı, senden kim korkmaz? Çünkü sana yakışır, çünkü milletlerin bütün hikmetli adamları arasında ve bütün ülkelerinde senin gibisi yoktur. Ve hep birden budala ve akılsız oldular, putların terbiyesi! o ancak bir kütük... Fakat Rab hak Al-lahtır'.^
İşe bakın ki, evrensel bir konumu bulunan bu tanrı, çöl Habiru-larına, binlerce yıldır yazının bilindiği ve yalnız genel gök bilgilerinin değil, gezegenlerin de hareketlerinin bilinip matematik kayıtlarının tutulduğu yerleşik uygarlıkların arasına girene kadar görülmemişti. Yüksek Tunç Çağı uygarlıklarının kahinleri için kozmik düzeri, harika bir matematik düzen içeriyordu, önce yıldız gözlemcilerinin öğrendikleri gibi sürekli dönen, var olan ve kaosa dönüşen bir düzen vardı. Bu ritmin nihai temeli de bir kişinin iradesine bağlanmamıştı, örneğin Yehova gibi bir tanrıya. Tersine, bu sistemlerde kişilik, irade, merhamet, mutlak olarak kişisel olmayan, hep dönen düzende, bütün tanrıların yalnızca öğelerden ibaret oldukları bu düzende ancak ikincil bir etkileri olabilir.
Dramatik biçimde, bu görüşün tersine sahip çölün Sami halkları, daha gelişmiş uygarlık sahalarına girdiklerinde kendi aşiret tanrılarını korudular ve evrensel düzen düşüncesini kabul etmekle birlikte, tanrılarını onun içine yerleştireceklerine, onu düzenin kaynağı ve yaratıcısı yaptılar. Üstelik hiç bir anlamda içkinlik tanımadan. Çünkü hâlâ, her zamanki gibi, ayrı bir varlıktı, kişisel, insanbiçimli. Ve daha hâlâ, üstelik, aşiret günlerinde olduğu gibi, kendi halkının toplumsal yasalarıyla bilinebiliyordu. Bütün düşünebilen ve gözlemleyebilen akıl ve gözlerin bilebileceği doğa yasaları değil ama geniş ve bereketli insanlık tarihinde yalnızca belli bir toplumsal moleküle ait yasalar, ancak Tanrının tek dersi olarak bu toplumca bilinebilirdi. Aynı Yeremiya 'gök alemlerinden yılmayın, çünkü onlardan milletler yılar, çünkü kavmlarm adetleri boş şeydir' diye uyarıda bulunduğu gibi, Mu-hammed de, 'Yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Hoşnut olacağın kıbleye(*) seni, ey Muhammed, elbette çevireceğiz. Yüzünü Mescid-i Haram semtine çevir'/49' uyarısı var, 'Kim isîamiyetten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O ahirette de kaybedenlerdendir' /5°)
(*) Kıble: ibadette yönelinilen taraf, telamda kıble Mekke'de Kabe'dir ve 'doğal değil toplumsal-tarihsel bir simgedir, doğrudan doğruya islam tarih ve efsanesinin kendisine ilişkindir.
361
Ama Kitabı Mukaddes'in şeriatı ve seçilmiş halkı ile Kuran'daki kavram arasında fark vardır. Bunlardan ilki ve en açık olanı, Eski Ahit aşirete seslenirken. Kuran insanlığa seslenmektedir. İslam, Budizm ve Hıristiyanlık gibi dünya dinidir, Yahudilik ise Hinduizm gibi kavram olarak da gerçekte de etniktir. Muhammed'in zamanında İskender çağının hümanizmi çöl halklarına bile ulaşmıştır. İbrani İşaya'nın bildirdiği gibi, 'Ve yabancılar durup sürülerinizi güdecekler, ve ecnebiler çiftçileriniz ve bağcılarınız olacak. Fakat size Rabbin kahinleri denilecek, size Allarurruzın hizmetçileri diyecekler, milletlerin servetini yiyeceksiniz, ve onların izzeti size geçecek'.?1) Açık bir zıtlıkla, Ku-ran'da aşiret veya ırk üstünlüğü yoktur fakat mutlak eşitlik vardır. Kitap, Doğrusu bunda, kalbi olana veya hazır bulunup kulak verene ders vardır' der.(52) Tek otantik bir toplumsal düzen anlayışı, tan-nsıyla birlikte, yeni büyük dünyanın bilgisini karşılayacak şekilde büyütülmüştür.
Ama gene de bir zorluk kalıyor. Tanrının şeriatleri, Yehova'nın çöldeki vahiylerinde olduğu gibi, var olan bir topluma gelmiştir;-oysa İslam şeriatı, yirmi üç yıl boyunca vecd anlarında bir kişinin yaydığı vahiylerle oluşacaktır. Ve bunları dünya cemaatinin kullanaFleceği geçerli bir düzene kavuşturmak görülmemiş bir cüret işidir. Mirabüe dictu, becerilmiştir.
Müslüman yasal düzeninde üç belirleyici kabul edilmiştir. Birincisi, elbette Kuran'ın kendisidir. Kuran'da açık emirler ve yasaklar vardır ve bunlara tartışmasız uyulur. Fakat Kuran'ın kapsamadığı beklenmedik olaylar vardır ve bunlar için müslüman kurullar oluşturulup başka 'kaynaklar geliştirilmiştir, ikinci kaynak, böylece, 'söz' veya 'hadis' denilen bir gelenek birikimidir. Bu sözler peygamberin bir arkadaşından rivayet edilen anekdotlardır. Islan«n ilk ikinci, üçüncü yüzyılında büyük bir 'söz' birikimi oluşmuştur, en güvenilir olanları toplanıp yayınlanmıştır. Yani Buhari (Ö.870), Müslim (ö. 875) hadis kitapları. Profesör ftA.R.Gibb'in dediği gibi "bunlar hızla seri bir yetke kazannuşnr'/53)
Gene de, Kuran veya Hadis'te bulunmayan yasal sorunlar doğ
muştur. Bunların çözümü için 'analoji' (kıyas) denilen kararlar üretil
miştir. Gene Profesör Gibb'den alıntı yaparsak: 'yeni bir soruna bir
başka sorunda bulunan kararlara göre, her yerde kabul edilen ilkeler
çerçevesinde, benzetme yaparak karar vermek' demektir. Profesör
Gibb devam eder: ,
362
'Bu dar ve sözcük anlamına dayanan temel üzerinde teologlar ve hukukçular çalıştılar, ikinci ve üçüncü yüzyıllarda, islam cemaati için özellik sayılabilecek şekilde başka dinlerden ve toplumsal yapılardan da ritler ve öğretiler hukuk çalışmalarında kullanıldı. Gene de darlık, pratikten çok kuramdadır... Çünkü bir çoğui peygamberden veya bir başka kaynaktan çıkma iddiası ile geleneksel bir ortamda doğallaşmıştır.
Fakat bu mantıksal yapının temellendiği ilkeler değişmez olduğundan, sistem de, bir kez formüle edildi mi, değişmez kabul edildi. O günden bu güne, kutsal emirler ve kılavuzluğun 'yüce yolu' yani şeriat, temelde değişmeden kaldı'.54
Spengler, bu yaklaşımı Klasik şeriatla karşılaştırıyor.
'Klasik, hukuk pratik deneyim temelinde kasaba sakinleri tarafından üretilirken, Arap hukuku Tanrıdan gelmiştir. Tanrı hukukunu seçilmiş, aydınlanmış insanlar aracılığıyla ortaya koymuştur... Klasik hukukun yetkesi başarısına dayanır, Arap hukuku ise taşıdığı adların büyüklüğüne. Fakat bir insanın duygularında hukukun insanların iradesi veya kutsal bir kararın öğesi olması çok büyük ayrımlar yaratır. Birinde, insan ya hukukun adilliğini görür veya kuvvete başvurur, ötekindeyse, doğruluğuna bağlanır (islam). Doğulu ne kendisine uygulanan hukukun pratik konusunu ne de onun yargılarının mantıksal temellerini sorgulâmaz. Yani.kadı'nın halkla olan ilişkisi praetorun yurttaşlarla olan ilişkisiyle aynı değildir, ikincisi kararlarında eğitim görmüş ve sınanmış bir görüşe dayanır, ilki ise kendisinde içkin olan ve açığa çıkan ruh adına konuşur. Buradan da, yazılı hukukla olan üişkuerirtin -praetor'un fermanla, kadı'nın içtihadlarla-tamamıyla farklı olacağı anlaşılır. Praetor yoğunlaşmış deneyimin özüyle hareket eder, halbuki kadı'nın belli bir grubun oluşturduğu metinleri ilham olarak görmesi gerekir. Kadı için metnin özgün anlamı veya nereden kaynaklandığı hiç önemli değildir. Sözcüklere, batta harflere başvurur, bunu yalnız günlük sorunlarla ilgili değil, önüne gelebilecek büyüse! ilişkilerde de kullanılır. 'Ruh'un, 'harfle olan ilişkisini Gnostiklerden» ilk Hıristiyanlardan, Yahudilerden ve İranın kıyamete ve gizemlere ilişkin yazınından biliyoruz. Neopythagorcu felsefeden, Kabbala'dan biliyoruz, Arami dünyasının küçük yargı pratiğinde Latin kanunlarının da aynı biçimde kullanıldığından en küçük kuşkumuz yok. Harflerin, Tanrı ruhu ile içice olarak gizli anlamlan olduğu inancı kendi yazımlarını yaratan Arap dünyasının bütün din-
363
lerinde gerçekten. yaratıcı bir ifade bulmuştur. Kutsal kitapların bu yazıyla yazılması ve bu 'ulus'larm dilleri değişse bile şaşırtıcı bir bağlılıkla, işaret olarak korunması gerekmiştir.'^55'
Gibb ve Spengler, tsiam üstüne ciddi çalışma yapan hemen herkes gibi, Kuran (kitap), uyulması gereken tutum (hadis) ve analojinin (kıyas) karşılıklı ilişkisinden oluşan geleneğin (şeriat), kurulun yanılmazlığının (icma, oydaşma) tam ifadesi olduğu ve her sorunda inanç ve ahlakı yönlendirdiği noktasına işaret ediyorlar. Profesör Gibb, 'İsla-lirun övündüğü yönlerinden biri' diyor;
'insan ile Tanrı araşma girme iddiası taşıyabilecek bir ruhban sınıfının bulunmamasıdır. Bu doğru da olsa, İslam bir sistem olarak örgütlenince, gerçekten bir ruhban sınıfı yaratılmıştır. Bu sınıf da, Hıristiyan cemaatlerindeki gibi, aynı tür toplumsal ve dinsel yetke ve prestiji kazanmıştır. Bu, ulema sınıfıdır, Yahudilerdeki 'yazıcılara tekabül eden 'bilenler' veya eğitimciler'dir. Kuranın ve Geleneğin kutsallığı, uzman olarak yorumlama işini edinen kimselerin gerekli ayrıcalıkları elde etmelerine yol açan bir gelişimi de kaçınılmaz kılacaktı. Eski dinsel toplulukların etkisi de ulemanın dinsel ve toplumsal yetkesinin hızla kurulmasına yol açmıştı.
Yetkeleri daha etkin ve cemaat içinde onlara teslim olma düşüncesi daha güçlü duruma geldikçe Ulema cemaatinin inanç ve hukukla ilgili bütün sorunlarında söz sahibi olduğunu, özellikle de devletin yetkesine karşı bunları temsil ettiği iddia etti (genellikle de öyle kabul edildi). Daha ilk yıllarında (muhtemel olarak ikinci yüzyılda) cemaatin oydaşmasının (ki pratik anlamı Ulemanın oydaşması demekti) uyulması zorunlu bir karar olduğu ilkesi kabul edildi, tema böylelikle teologların ve yargıçların sistemin boşluklarını doldurmak için kullandıkları bir silah durumuna geldi. Hadis Kuran'ın tamamlayıcısı olduğu gibi, ulemanın oydaşması da Hadis'in tamamlayıcısı oldu.
Gerçekten, sıkı bir mantıksal çözümlemeyle, icmanın, bütün düzenin oluşturduğu zorlu yapıyı belirlediği ve ona cari verdiği açıktır. Çünkü öncelikle icma Kuran ve Hadis metinlerine güvenilirlik kazandırır. Metinlerdeki sözcüklerin nasıl telaffuz edileceğini icma belirler, onların nasıl yorumlanacağına icma karar verir. Fakat icma bunun da ötesine gider; değişmez bir kurama kavuşturulmuştur, üçüncü bir vahiy kaynağıdır! Peygamberin ruhsal ayrıcalığı, müslüman yazarların peygamberin ışığı' diye sözünü ettikleri güç, cemaatin geçici
364
hükümetlerindeki halefleri, 'halife'İerce devam ettirilmemişti, fakat bu kalıtım cemaatin tümüne geçmişti...
İkinci ve üçüncü yüzyıllarda belirli bir konuda ulema arasında bir düşünce birliği olduğunda, Kuran ve Hadis metinlerinin uygun bölümleriyle yeni bir düşüncenin geçerliliğini durdurmak kolay bir yoldu. Onların kararlan değiştirilemezdi. Bireysel yorum (içtihad) kuramsal olarak (ve pratikte de) henüz toplu bir oydaşmanm sağlanamadığı konularda geçerliydi. Kuşaktan kuşağa bu tür noktalar azaldığından sonraki yüzyıllar uleması bu düşüncelerin yazıldığı metinleri incelemek ve açıklamakla sınırlanmışlardı. Müslüman bilima-damlarınm büyük çoğunluğu 'içtihad kapısı'nın bir kez kapandığını, ne kadar yeterli olursa olsun bir 'müçtehid'in artık hukukta yetkin bir yorumcu olarak nitelenemeyeceğini kabul etmişlerdi. Ancak çok azı, zaman zaman, kendilerinin 'içtihad' hakkı bulunduğunu ileri süre-bilmişlerdi.^56)
Profesör Gibb, İslam'da öydaşma' öğretisi ile varılan sonucun, Hıristiyan Kilisesindeki Konsüllerle benzeştiğini söylüyor. Dış biçimleri arasında ve sonuçlan açısından farklılıklar varsa da benzerlikler de çoktur. 'Örnek olarak' diyor, 'hukuk ve öğretide icmamn bir kaynak olarak tanınmasından sonra 'sapıklık'ın yasal bir tanımı yapılabilmiş ve uygulanabilmiştir'.'57^ Spengler de bu benzeşmenin üzerinde durur ve kendi Mecusi-Levanten ruhsal cemaat tarihi görüşü çizgisinde bunları Avrupa'nın bireye verdiği değerle genel bir zıtlık içinde yorumlar.
'Bizler gerçeği kendimiz için kişisel düşünce ile bulmaya çalışıyoruz, fakat Arap bilgin, topluluğun genel düşüncesiyle hareket ediyor ve öyle hissediyor. Çünkü topluluğun düşüncesi ile Tanrının düşüncesi birdir, hata yapmaz. Eğer oydaşma sağlanırsa, gerçek bulunmuştur, îcma eski Hıristiyan» Yahudi ve İran Konsüllerinin anahtarıdır, ve Valentinian ill'ün ünlü Çağrı Yasasının da anahtarıdır... Metinlerinin kullanılmasına izin verilen büyük yargıçların sayılarını beşle sınırlar; Eski ve Yeni Ahitleri, geçerli sayılabilecek metinlerin toplanması olarak anlayan mantık gibi.'^
Çok ilginç bir biçimde insan, Demir Perde kültür çevresindeki güya halk devletlerinin, konsüllerini, aklamalarım, bildirilerini ve iddialarım anımsıyor. Sanki peygamber Marx, elit ve Ulema tarafından yorumlanmaktadır, saf mitsel bir varlık olarak kalan halkın icması biçiminde ortaya konulmaktadır. Tanrı Şehri'ndeki oydaşmanm, bu
365
oydaşmanın coğrafi olarak dışındaki bireyin sinirlerine etki etmesi gibi bir soytan-parodinin simgesel gücünde de aynı şey görülüyor. Fakat Mecusi duygu sistemi hâlâ yaşıyor. Roma Katolik Kilisesinin Ayinlerinin erdeminin, dünyanın gerçeklerinden, Hıristiyan împara-torluklann yıkılmasından, ruhban .sınıfın yaşayışından veya dayandıkları mitolojinin bilim tararından çürütülmesinden hiç etkilenmemesi gibi, Islamm hırkası da -ve şimdi Halkınki de- zamanın gerçeklerinden etkilenmeyen aşkın bir düzen olmuştur. Veya kimin omuzlarındaysa onun günahlarından da bozulmamaktadır. Adda Bozeman'm çalışmasında alıntılanan Londra'da yetişmiş son dönem Hintli müslüman şair ve filozof Muhammed İkbal'in kehanetinde uyarıldığımız gibi:
Bana inanın, bugün Avrupa insanının ahlaki gelişiminde en büyük engeldir. Müslümanlar ise, öte yandan, vahiy temelinden edinilmiş düşünceleriyle, yaşamın derinliklerinden yola çıkarak, onun açıkça görülen dışsallığıru içleriyle duyuyorlar. Onun için yaşamın ruhsal temeli bir inanç sorunudur; aramızdaki en az aydınlanmış olan bir kimse bile yaşamım kolayca bu yola verebilir. Ve Islamm temel görüşüyle, insana başka vahiy gelmeyecektir, bizler dünyada ruhsal I olarak en iyi durumda olan bir halkız... Müslümanlar dünyadaki bugünkü yerlerini anlasınlar, toplumsal yaşamlarım bu nihai ilkelere göre yeniden biçimlendirsinler ve Islamm orda burda kısmen gerçekleşen amaçlarına yönelsinler. Ruhsal demokrasi Islamm nihai amacıdır'.'59^
Yahudi, Bizans, Müslüman ve Komünist elde edilemeyen oydaşına kavramlarmdaki zıtlıkla ilgili bir söz daha: Bu dört Mecusi kilisesinden ilk üçü açıkça sonucundan ayrılır, onların son başvurusu Tanrıyadır. Sonuncusununki ise Robert Ingersoll(*) tipi kaim kafalı on dokuzuncu yüzyıl ateizmiyle övünmektedir. Onun kutsal öznesi İşçidir, dünyadaki her fabrikada vücut bulduğu düşünülen mitsel bir varlıktır. Fakat, cennetten varsayılmış bir toplumsal varlığa doğru yapılan bu yetke gizeminin dönüşümü, otantik hukukun paylaşılan simgeselleşmesinin çağdaş, laik bir biçimidir. Ortodoks bilginin sürdürüldüğü yerlerde insanlar tarafından günü geldiğinde kendini açığa çıkaracağı bilinmektedir. Bu arada, bu ulusların hukukları, henüz şafak ışığının doğmadığı yürekleri etkileyen hayallerdir.
{*) Robert Green Ingersoll- Amerikalı hukukçu ve agnostik (1833-1899) (çev. notu)
Kuranda okuduğumuz gibi:
"Öyleyken, bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar? Arslan-dan ürkerek kaçan yabani merkeplere benzerler... Doğrusu inkarcılar için zincirler, demir halkalar ve çılgın alevli cehennem hazırladık. Şüphesiz iyiler- kafur katılmış bir tastan içerler... Orada tahtlara yaslanırlar, orada yakıcı sıcak ve dondurucu soğuk görmezler. Meyva ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkmış ve onların koparılması kolaylaştırılmıştır. Çevrelerinde gümüş kaplar ve billur kaseler dolaştırılır. Billurları gümüş gibi parlaktır, onlara ölçüp ölçüp dağıtılır'.^60'
Yahudilikle öteki üç şeriat ülküsü arasındaki bir fark da, Yahudilik, en azından bir ölçüde, doğrudan yaşamdan çıkarılmıştır, gerçek bir topluluğun gerçek deneyimlerinin ürünüdür, oysa bir metinden oluşturulan şeriatlar, gelecek olan ideal bir topluluğun yükleneceği ve sürdüreceği kurumlardır. Yahudilik organik, esnek bir gelişimdir, ötekiterdeyse, tersine, düşünülmüş, görece katı ve sistemin dışında kalanlar için inandırıcı olmayan bir sunilik, hatta inanılmaz bir uydur-malık ve evrensellik iddialarında Yahudi peri masalı Mesihin Kıyamet gününü bastıran bir terör tehditi vardır.
Dostları ilə paylaş: |