Oğlan dediğim o melun İnce Memed var ya, işte o. Onun elini tutmuş ikisi birden kaçıyorlardı. Vardım Hatçeye sarıldım. Göndermedim. Gözümün önünde Hatçe vurdu Veliyi. Başını salladı. Gözlerini yaşarmış gibi kuruladı. Aaah Veli Ağam. Veli Ağam gibi var mıydı?
Kötüler kıyar zaten babayiğide. Yiğidin yiğide kıydığını kim görmüş zaten. Aaah Veli Ağam, beş paralık bir avrat kurşunuyla giden Veli
Ağam... Gözümün, önünde vurdu kafirin kızı... Bir de nişan alıyordu köpoğlunun kızı... Bir de nişan... Kim bilir nerede öğrenmiş...
Abdi Ağa:
Duydunuz ya, dedi. Hepiniz böyle gördünüz değil mi? Zekeriya sen?
Sen de böyle mi gördün?
Aynen böyle gördüm, dedi Zekeriya.
Topal Ali sen?
Topal Ali, çoktandır patlamaya hazırlanmıştı:
Ben, dedi, ben hiçbir şey görmedim Ağa. Hiçbir şeycik. Bir iz sürdüm diye köylü yüzüme bakmıyor. Ne bu köylü, ne de bizim köylü. Ben geçerken çocuklar bile arkasını dönüyor. Avradım bile bana tiksinerek baktı. Konuşmadı benimle. Ben, hiç mi hiçbir şey görmedim Ağa.. Bunu böyle bilesin. Memedin seni vurduğunu bile görmedim, dedi, ayağa kalktı kapıya doğru hışımla yürüdü. Bütün vücudu isyan kesmişti. Müşekkel bir isyan gibi yürüdü.
Abdi Ağa böyle bir hareketi, böyle bir isyanı hiç kimseden beklemezdi.
Aptallaştı. Dudakları sarktı. Az kendine gelince sinirlendi.
Sinirden başı sallanmaya başladı. Arkasından koşacakmış gibi ona doğru uzandı:
Topal Ali! Topal Ali! O köyde durma gayrı. Köye varır varmaz evini yükle; nereye gidersen git! Bir gün daha kalırsan evde, adam gönderir, evini başına yıktırırım. Duydun mu Topal Ali? diye bağırdı.
Sonra, kendi kendine:
Namussuzlar, nankörler, ekmeksizler...
Köpürdü:
Hepiniz böyle gördünüz öyle mi?
Hep bir ağızdan:
Böyle gördük, dediler.
Elinizi alın da vicdanınızın üstüne koyun köylülerim, kardaşlarım...
Bir karış çocuk öldürmeye kalksın beni... Beş tane koca köyün ağasını... Sahibini... Bir kız için. Ben ölseydim sizin haliniz neye varırdı? Bir düşünün hele! Bir düşünün benim yokluğumu... Bir kız bana gelin olacakken, gitsin bir baldırıçıplakla kaçsın. Bu hangi kitapta yazar? Elinizi iyice vicdanınıza koyun... Vicdanın karışmadığı işte iş yoktur. Hayır gelmez. İlle de vicdan...
Tomruk Musa:
Ağamız için değil mi, koyduk da gittik, dedi.
Ağa takdirle:
Varol Musa, dedi.
Teke Kadir:
Ağamız için değil mi? dedi. Hepimiz koyduk gittik.
Ağa:
Hepiniz sağolun; dedi. Bu yıl sizlerden ancak mahsulün dörtte birini alacağım. Haydi, dedi, hayvanları da size bağışladım. Elinizdeki hayvanlar sizin olacaktır. Haydi gidin ellerinizi vicdanınıza koyun, hükümete ne söyleyeceğinizi belleyin...
Ağanın yanından neşeli, güleryüzle çıktılar. Mahsulün dörtte üçü!
Hayvanlar da! Vay anasını be! Avlunun bir köşesine, elli metre kadar uzağına çömelmişler, söyleyeceklerini ezberliyorlar...
Hacı efendim... İşte bu Hacı efendim, vardı tabancayı yerden aldı. Kız, oğlanın elinden tutmuş kaçıyorlardı. Kız, oğlanın elinden boşandı... Vardık yakaladık...
Hacı sözünü kesti:
Burası olmadı, dedi. Diyeceksin ki, Hacı, yani ben, vardım, nlar el ele tutuşmuşlar kaçıyorlardı. Sarıldım Hatçeye... Ben sarılınca, ani Hacı sarılınca diyeceksin, oğlan, yani İnce Memed, kızı bıraktı kaçtı.
Hacı vardı kıza sarıldı. Hacı kıza sarılınca, oğlan, yani İnce
Memed, bıraktı kaçtı.
Kız bir nişan alıyordu. Nereden de öğrenmiş köpoğlunun kızı?
Nişan aldı Veliye, üç kurşun sıktı. Üçü de değdi! Vay köpoğlunun kızı. Üçü de!... Sonra Veli cansız yere düşünce, kızın da elinden tabanca yere düştü. Hacı vardı, işte bu Hacı tabancayı yerden aldı.
Hacı:
Tamam, dedi. İşte böyle oldu. Onlar gelinceye kadar, daha iyice ezber ederiz.
Öğlen sonuydu ki, önde iki süngülü candarma, arkada doktorla savcı, candarma gedikli çavuşu gelip Abdi Ağanın evine indiler. Avludaki ölünün üstüne çiçekli bir yorgan atılmış, ölünün sapsarı kesilmiş kolu, yorganın dışına çıkmıştı.
Doktor, genç, mavi gözlü, kıza benzer bir adamdı. Attan inince, lüye tiksintiyle baktı. Yorganı üstüne geri örttü. Gömebilirsiniz, dedi.
Asık suratlarla içeri gidip Abdi Ağanın yanına oturdular. Çok yorulmuşlardı.
Üçü de Abdi Ağayı kasabadan tanıyordu. Candarma gediklisi Abdi Ağanın çok dostuydu. Bu olaydan duyduğu kederi, her fırsatta, durup durmaksızın ortaya atıyordu.
Hiç üzülme sen Ağa, dedi. Katili ben elimle koymuş gibi bulurum.
Getiririm. Cezasını bulur. Onun için sen hiç üzülme... Takibine dört tane candarma gönderdim.
Çavuş beraberinde daktilo da getirmişti. Daktilo heybeden çıkarılıp, kmek tahtası üzerine kondu. Bir de candarma gönderdiler. Hatçeyi getirttiler. Kızın ifadesini aldılar. Kız, ifadesinde olayı olup bittiği gibi anlattı. İfade zapta geçirildi. Onun arkasından olayda bulunmuş şahitlerin ifadeleri alındı. Önce Hacı ifade verdi. Olayı baştan sona kadar anlattıktan sonra:
Memed, Abdi Ağaya ateş ederken, bir de baktım bu kız, yani bu
Hatçe elinde bir tabanca nişan almış, bir de nişan almış ki... Veliye ateş ediyor. Veli, yandım anam diyerek yere düşünce Hatçe de dondu kaldı. Tabanca da elinden düştü. Ben vardım tabancayı çamurun içinden aldım. Memed, kızı, yani bu Hatçeyi kolundan tutmuş kaçıyorlardı.
Vardım üstlerine atıldım. İkisini de tuttum. Memed kaçtı. Ben kızı bırakmadım. Yaaa bırakmadım. Bırakmadım işte. Bırakır mıyım!
Hatçe, Hacının bu ifadesine şaştı kaldı. Ne demek istiyordu
Hacı, anlamadı.
Savcı:
Veliyi senin vurduğunu söylüyor, dedi, ne diyorsun Hatçe?
Hatçe:
Yook, dedi. Ben nasıl vururmuşum kocaman adamı?
Hiç de olay bu Hacının dediği gibi olmamıştı. Neden böyle söylüyorlardı acaba?
Sonra, Zekeriyanın ifadesi alındı. O da tıpkı Hacı gibi söyledi.
Ne bir sözcük az, ne de bir sözcük fazla. Şahitlerin hepsi aynı ifadeyi verince Hatçe kendi aleyhinde bir şeyler sezinledi. Yüreğine korku düştü. Gözlerinden de yaşlar sızıyordu.
Savcı şahitlere tabancayı gösterdi:
Bu tabanca mıydı Hatçenin elindeki? diye sordu.
Yaa işte bu tabancaydı, diye cevap verdiler.
O gece Abdi Ağanın evinde misafir kaldılar. Altlarına çifte döşekler serildi. Şereflerine kuzular kızartıldı. Toprak kızartması. Savcı dağ köylüklerine her gelişinde toprak kızartması yaptırırdı. Etin en lezzetli pişme biçimi, mutlak toprak kızartmasıdır.
Gece, Hatçeyi de yandaki odaya hapsettiler. O gece hiçbir şey düşünemeyen
Hatçe, başını iki dizinin üstüne koyarak, sabahlara kadar sessiz sessiz ağladı. Sabah olunca, Hatçeyi hapsedildiği odadan çıkarıp iki candarmanın önüne kattılar. Hatçe mahpusaneye götürülüyordu.
Hiç kendinde değildi. Ne olacağını, ne yapacaklarını bir türlü bilemiyordu.
Yürürken ayakları birbirine dolanıyordu. Bu onun, köyünden uzaklara gitmek için ikinci çıkışıdır. Birincisinde yanında dayanağı, sevdiği vardı. O zaman nereye gideceğini, ne yapacağını biliyordu. O zaman sıcacık bir tarla, bir ev hayalinin peşinde koşuyorlardı. Şimdi ise yüreğinde bir korku, bir umutsuzluk var. Bu adamların kendisine ne yapacaklarını düşünüyor. Köyden ayrılırken anası bile gelmemişti kendisini uğurlamaya... Kız arkadaşları bile gelmemişti. Bu, gücüne gidiyordu işte. Bu öldürüyordu onu. Kendini dayanılmaz bir efkara kaptırmış gidiyor. Bazı bazı da hiçbir şey duymuyor, düşünmüyor, örmüyordu. Yalnız, arada bir; kendine gelince, iki yanındaki candarmalara bakıp ürperiyordu. Hatçe için ötesi karanlık. Her adımda biraz daha karanlığa gömülüyordu. Gözlerinin önünde dev gibi bir hükümet... Candarmalar... Önde giden iki hükümet adamı...
Ertesi gün kasabaya geldiklerinde Hatçe bitmişti. Yorgundu. Sürünür gibiydi. Kasaba, içine bir hoşluk verdi. Yüreğine de azıcık emniyet geldi.
Korkusu azaldı. Memedi anımsadı. Memed, durup durmaksızın bir sarı pırıltı anlatmıştı. Portakalları, sütbeyaz çakıl taşlarını, akan suyu, kebap kokusunu... Bir evin önünde leylek yuvası gibi, bir oda varmış cıncıktan.
Hangi ev acaba? Bir evin camına gün vurmuş kızartmıştı. Kırmızı cıncık takmışlar pencereye... Birden burcu bulandı. Memed olduğu gibi geldi gözlerinin önüne dikildi.
Neredeydi şimdi ola? Memedi yakalarlarsa öldürürlerdi. Benim yüzümden fıkara, dedi.
Candarma dairesinin altındaki nezaretin tabanı çimentodur.
Ayak bileklerine kadar suyla doludur. Neden suyla duludur, niçin böyle etmişlerdir, belli değil. Pis pis hela kokar üstelik de.
Karanlıktır.
Mazgal deliği gibi tek penceresi vardır. O da kapalıdır sıkı sıkıya...
Hatçeyi oraya attılar işte. Bir gece orada kaldı. Tabii gene gözlerine uyku girmedi. Uyuyacak da bir yer yoktu ama, gönlü rahat olsaydı ayakta da uyurdu. Koskocaman, derya misali bir karanlık içinde erimiş gibiydi. Kapıyı açmalarını da dört gözle bekliyordu. Kapı açılınca kurtulacağını sanıyordu. Sabah olduğunu tahmin ediyordu. Hiçbir yerden, kapı aralığından bile ışık sızmıyordu ama, gene de sabah olduğunu tahmin ediyordu.
Birden kapı açıldı. Işık, kurşun gibi ağır, ona çarpıp sersemletti..
Aradan epeyce zaman geçincedir ki, ancak yavaş yavaş kendine gelebildi. Bu sırada bir candarma onu kolundan tutmuş dışarı çekiyordu.
Dışarı, bir sürü insan birikmişti. Hatçe dışarı çıkınca, bütün başlar ona çevrildi. İşte nişanlısını öldüren kız! lafı da kulağına kadar geldi. Anladı ki bütün bu kalabalık kendisi için birikmiş. Kalabalığa bir kere olsun, başını yerden kaldırıp da bakmadı. Öylecene kalabalığın ortasından geçti gitti. İki yanındaki candarmalar şimdi ona korku değil, güç veriyorlardı.
Çok yaşlı bir yargıcın önüne çıkardılar. Yargıç, türlü deneylerden, elalardan geriye kalmış yaşlı, gerdanı sarkmış, pos bıyıklı birisiydi.
Kızın kimliğini saptadıktan sonra sordu:
Mustafa oğlu, Veliyi vurduğun iddia ediliyor, doğru mu?
Hatçe, saf saf:
Veliyi ben öldürmedim vallaha, dedi. Ben neyle adam öldürürüm? Ben, lime tabanca almaktan korkarım.
Yargıç, köylüleri, köyün kadınlarını çok iyi tanırdı. Yıllardır, binlercesini dinlemişti. Hatçenin suçsuz olduğunu hemen anladı. Anladı ama, onu tutuklamak zorunda da kaldı. Kanıtlar güçlüydü.
Kadınlar koğuşu hapisaneye sonradan eklenmiş bitişik bir odadadır.
Badanaları dökülmüştür... Duvarlar, kan lekesi içindedir. Şimdiye dek duvarda yüzlerce, binlerce sivrisinek öldürülmüştür. Bu kan lekeleri onlardandır.
Tavan, tahtalar, pencereler, mertekler çürümüş, çürümekte...
Ortalık nem kokuyordu. Sidik kokuyordu. Kapının arkasında bir teneke vardı. Gardiyan gelmiş ona göstererek, gece sıkışırsa kullanabileceğini söylemişti.
Hatçe, istemeye istemeye, gardiyanın getirdiği ekmekten bir parçacık kırdı ağzına attı. Çiğnedi çiğnedi yutamadı. Tükürdü.
Ertesi gün, daha ertesi gün de bir şey yiyemedi. İçinde bulunduğu dünya kötü bir işkence dünyasıydı. Bir türlü alışamıyordu. İçeri düştüğünün üçüncü günüydü ki anası çıkageldi. Anasının ağlamaktan gözleri kızarmıştı.
Hapisane penceresinin önüne oturup:
Kızım kızım, kınalı kızım! Neydi bu senin başına gelenler?
dedi. Niçin vurdun elin oğlunu?
Kız, ilk olaraktan isyanla, hınçla konuştu:
Ben nasıl öldürürüm elin oğlunu? Ben, elime silah aldım mı hiç?
Bilmiyor musun? diye bağırdı.
Kadın, bu isyan karşısında yumuşadı. Kızının bu işi yapamayacağını hiç düşünmemişti.
Ben ne bileyim kınalı kızım! Herkes, Veliyi vuran Hatçedir, iyor. Ben ne bileyim kınalı kızım? Gider arzuhalciye arzuhal yazdırırım.
Benim kızım silahtan korkar derim. Yaaa... Abdi Ağa bana haber salmış, arzuhal ne yazdırıp uğraşmasın, demiş. Onun haberi olmadan, enin için bir arzuhal yazdıracağım kınalı kızım. Beni öldüreceğini de bilsem arzuhal yazdıracağım. Yaa kınalı kızım. Senin hiç suçun yok.
O gavur yapılı İnce Memed vurdu elin oğlunu. Senin üstüne atıyorlar. O gavur yapılı İnce Memed yok mu yıktı evimi... Senin için iyi bir arzuhal yazdıracağım kınalı kızım. Gidip ağlayacağım arzuhalciye. Ben gidiyorum kınalı kızım.
Köyden getirdiği yiyecek dolu çıkını pencereden uzattı.
Ben arzuhalciye gidip her şeyi yazdırırım. Hükümet okursa onu, enin suçun olmadığını anlar... Hükümet de insan... Onun da merhameti var.
Suçsuz yere ne diye seni yatırsın!
Anasının gelmesi, onun biraz içini açtı. Hatçe ilk olaraktır ki, farkına vardı: Yeni yapılmış bir evin pırıl pırıl, kırmızı, temiz kiremitleri, onun arkasında caminin kubbesi, bir kalem gibi ince, dümdüz, sütbeyaz minaresi, eride duvarın dibinde kalın yapraklı bir de incir ağacı, ondan beride de koskocaman, tozlu bir avlu, avluda oraya buraya giden insanlar görülüyordu pencereden... Memed, her şeyi anlatmış, kırmızı kiremidin güzelliğini, ırıltısını söylememişti.
Gardiyan geldi kapıyı açtı. Çok sinirli bir adamdı. Sertçe:
Dışarıya çıkıp hava alabilirsin, dedi.
Öğle, akşam kapıyı birer kere açar, onu dışarı çıkarırdı. Şimdiye kadar dışarı da çıktığının farkında değildi. Dünyaya yeniden kavuşmanın sevincini duydu.
Hapisanenin büyük kapısıyla onun koğuşunun yan penceresi karşı karşıyaydı. Bir iki mahpus onu açılmış, dünyayla az çok ilgili görünce ona seslendiler:
Bacı be! Aldırma bacı be! İnsan olanın başına her şey gelir. Haklamışsın herifi. Yaşşa bacı! Yaşasın kara sevda!
Hatçe cevap vermedi. İçeri girdi. Memedi düşünmeye başladı...
Ana, arzuhalci sarhoş deli Fahriye gitti. Deli Fahri, yıllar önce, abıt katipliğinden rüşvetten dolayı kovulmuştu. Kovulduğu günden beri de arzuhalcilik ediyordu. Arzuhalcilikten, zabıt katipliğinden kazandığının iki üç misli kazanıyordu. Avukattan daha dirayetlidir, diye de ünü yayılmıştı. Gece gündüz sarhoştu. Dilekçeleri sarhoş sarhoş yazardı.
Deli Fahri, başını daktilonun durduğu kirli masaya koymuş uyukluyordu. Dört bir yanını rakı kokusu sarmıştı. Ayak sesi duyunca başını kaldırdı. Bu biçim ayak sesleri, dilekçe yazdıracak insanların ayak sesleridir. Fahri, yılların verdiği alışkanlıkla, dilekçe yazdıracak kimseleri ayak seslerinden tanırdı. Masası bir kasap dükkanının saçağı altında olduğundan yanından Her zaman bir sürü insan geçerdi. O, eçenlerin hiçbirisine başını kaldırıp bakmazdı. Dilekçe yazdıracak kimse, çok uzakta bile olsa, o başını hemen kaldırır gelenin gözlerinin içine bakarak:
Anlat bakalım, derdi.
Anaya da:
Anlat bakalım, dedi.
Kadın, kaldırımın üstüne oturdu, başını duvara dayadı:
Kurban olduğum Fahri efendi, diye başladı. Başımıza geleni sorma.
Fahri efendi, kurşunkalemini ağzına sokmuş emiyordu.
Kurban olduğum Fahri efendi. Benim bir tek kızım vardı. Bir tek kızcağızım, kurban olduğum Fahri efendi... Ya kınalı kızım
Hatçe... Fahri efendime deyim, aldılar kınalı kızımı soktular mapusaneye.
Benim kınalı kızım mapusanede yatar.
Fahri efendi usul usul ağzından kalemi çekti:
Şu senin kızın neden dolayı mapusaneye düşmüş, sen onu anlat bana, dedi.
Kurban olduğum Fahri efendi, sana deyim de iyi dinle... Kızımı
Abdi Ağanın yiğeni Veliye nişanladık. Kınalı kızımı. Keklik gibi kınalı kızımı. O gavur yapılı, o İnce Memed var ya. Dönenin öksüz oğlu, ız onunla sevişirmiş, biz ne bilelim. Bir gece kaçıyorlar. İzci Topal
Aliyi bilirsin değil mi? Onu bilmeyen yok, o gavur bunların izini sürüyor, bir kayanın kovuğunda sevişirlerken eliyle koymuş gibi buluyor.
Oğlan da çekiyor tabancasını Abdi Ağayı da, Veliyi de vuruyor.
Kaçıyor gidiyor ondan sonra... Ondan sonracığıma Fahri efendi kardaşıma söyleyim, daha oğlanı yakalayamadılar. Oğlanın yerine de benim kınalı
Hatçemi aldılar getirdiler. Keşifçiler mapusaneye soktular benim gül kızımı.
O gözü kör olası öksüz Memedin yüzünden. Göya Veliyi benim kızım öldürmüş...
Köylünün hepsi öyle ıspatçılık etti. Bir tek Topal Ali ıspatçılık edemem demiş, onu da Abdi Ağa köyden sürdü... Ne bileyim Fahri efendi kardaş, kızın
Veliyi öldürdüğüne ben de inandım. Kocaman bir köy hep bir ağız olup da yalan söyleyecek değil ya, benim kızıma ne garazları var, dedim. O gavur
Abdi yaptırmış onlara bunu... Abdinin dediğinden köylü çıkamaz.
Vay benim akılsız başım... Tuttum da onlara inanıverdim. Ya Fahri efendi kardaşım... Sonra, geldim kıza, kınalı kızıma sordum ki... İş başka... Kınalı kızım dedi ki, ben silah sıkmasını ne bilirim ana!
Ben de düşündüm ki kınalı kızım silah sıkmasını bilmez. Silahtan da korkar üstelik. Bizim evimize silah girmedi hiç. Babası silahı hiç sevmez kınalı kızımın... Hepsi yalan yere ıspatçılık ediyorlar kınalı kızımın üstüne... Garaz olmuşlar. Fahri efendi Ağam böyle işte... Benim kınalı kızım tüfekten korkar... Tüfek görse ödü kopar... Hükümete bunu böylece yaz.
Fahri efendi kağıdı aldı, eski, her bir yanı dökülmüş daktilosuna soktu. Gürültüyle yazmaya başladı. Hiç durmadan, tam beş sayfa yazdı:
Bak kadınım, dedi, okuyayım da iyi dinle. Bak gör nasıl donatmışım.
Fahri efendi, sigarasını dudağının bir o tarafına, bir bu tarafına atarak bir çırpıda dilekçeyi okudu bitirdi:
Nasıl? diye sordu.
Ana:
Eline sağlık, çok iyi donattın, dedi.
Fahri:
Kadınım, dedi, başkasına olsa on beş liraya yazmazdım. Sen on lira ver. Arzuhali bir donattım ki taşa geçer billahi... Taşa geçer.
Ana, eli titreyerek, parayı üst üste düğüm attığı çıkınından çıkarırken:
Eline sağlık, dedi. İnşallah taşa bile geçer.
Fahri efendi, kırmızı onluğu elinde evirir çevirirken dilekçeyi nereye götüreceğini, ne söyleyeceğini ona iyice anlattı. Kadın kalkıp giderken:
Kusura kalma Fahri efendi kardaş, dedi. Gelecekte sana yumurta da getiririm, yağ da...
Aldığı tarif üzeri gitti, dilekçeyi vereceği yeri buldu. Karşısında kızını alıp getiren adamlardan birini görünce, önce korktu, sonra:
Kurban olduğum Ağam, dedi, benim kızımı ne diye aldın getirdin? Aldın getirdin de mahpuslara soktun? Benim kızım tüfek sıkmasını bilmez ki, adam öldürsün. Benim kızım tüfekten çok korkar...
Çocukluğunda bir tüfek görse ağlaya ağlaya gelir benim yakama sarılır, aklanmaya çalışırdı. Sana bir arzuhal getirdim. Fahri efendi bir iyice donattı. Oku da kızı koyver kardaş. Ayaklarının altını öpeyim.
Benim kınalı kızımın hiç suçu yok. Göğnü düşmüş, o gavur yapılı
İnce Memedlen kaçmış... Herkesin kızı kaçar. Koyver kızımı. Tabanlarını öpüyüm kardaş...
Savcı sert:
Çok ukalalık etme! Bırak arzuhalini de git! dedi. Mahkeme adil kararını verecektir.
Başını evraklara eğdi, tekrar yazmaya koyuldu.
Ana, mahpushaneye geldiğinde akşam oluyordu. Hatçe sabahtan beri onu dört gözle beklemişti.
Bir arzuhal donattırdım ki Fahri efendiye, taşa demire, geçer.
Onu bir okusun hükümet, seni hemen bırakır. Suçsuz olduğunu anlar bırakır. Arzuhale, senin silahtan korktuğunu yazdırdım. Hani çocukken silah görsen kaçardın da kucağıma saklanırdın. İşte onu da yazdırdım. Bir donattı Fahri efendi, tam yirmi liralık donattı. Amma benden on lira aldı. Varsın alsın kınalı kızım için değil mi, malım da gitsin, canım da... Bir okusun onu hükümet...
Hatçe:
Keşke öyle olsa, dedi. Sonra anasının gözlerinin içine bakarak, aşını önüne eğdi:
Anam, dedi, güzel anam, bana Memedden bir haber getir, bir daha gelişinde. Ne diyorsun güzel anam? Bana bir haber getir.
Ana kızgın:
Zıkkımın kökü diyorum, dedi.
Hatçe gözlerini yerden kaldırıp, yalvarırcasına baktı:
Anam anam, sürmeli anam, bak delikte çürüyorum. Memed olmazsa ben ölürüm. Sen kızını öldürmek mi istiyorsun? Ondan bir haber...
Ana:
Zıkkım, dedi. İnşallah onu parça parça ederler. Sana ölüm haberini getiririm inşallah... deyince kız ağlamaya başladı.
Ana, bunun üstüne sustu. Uzun zaman kız ağladı, o bir şey söylemedi.
Sonra:
Gün batıyor kınalı kızım, dedi. Ben gideyim gayri.
Hatçe:
Ana... dedi.
Kadın durdu. Gözlerine yaş dolmuştu:
Peki, dedi, sesi karıncalanarak. Senin gül hatırın için bir haber öğrenmeye çalışırım. Memedin anasını bir dövmüşler ki... Belki ölür fıkara. Fıkara Dönecik. Sağlıcakla kal kızım, dedi yürüdü. Korkma,
Fahri efendi iyi donattı arzuhalini.
Verdiği dilekçeye çok güveniyordu.
12
Öyle bir karanlık vardı ki göz gözü görmüyordu. Orman uğulduyordu.
Orman kapkara bir duvar gibi karanlığa gerilmişti. Ta uzakta, ağın doruğuna yakın yerde, ipil ipil bir ateş yanıyordu. Ağaçlara çarpa çarpa el yordamıyla yürüyorlardı. Ama çok gürültülü... Gece ıslak ıslak kokuyordu. Çam, gürgen, mantıvar, peryavşan, çobançırası, er kokuyordu. Ekşi ter... Püren kokuyordu. Gökyüzünde de bir iki yıldız parlayıp sönüyordu.
Aylardan beri bir sürü ev basmışlar, yol kesmişler, candarmalarla çarpışmışlardı. Candarmalar öteki eşkıyaların arkalarını bırakmış.
Deli Durdu çetesinin üstüne düşmüştü. Deli Durdu da candarmalarla alay ediyordu. Oynuyordu. Memed az zamanda kendini göstermiş, rkadaşlarına, Deli Durduya kendini sevdirmişti. Çeteye yardımı dokunuyordu.
Durdunun karanlıktan sesi geldi:
Burada kalalım. Bittik. Öldük. İki günden beri durmadan kaç babam kaç, nolacak halimiz böyle! Burada! Sesi hınçlı, inatçıydı.
Memed yanına vardı:
Yavaş. Usul konuş Ağam.
Durdu:
Nolacak yani? diye hışımla konuştu. Memed değil de başkası konuşsaydı bu biçimde, bu kadar içerlemezdi. Dün gelmiş de bugün eşkıyalık dersi veriyor.
Düşmanın karıncaysa da... dedi, Memed.
Durdu:
Eeee sonra?
Memed, Durdunun alayını fark etmemiş gibi davrandı.
Yani demem odur ki... hor bakma.
Durdu dayanamadı, içindekini dışarıya vurdu:
Ohhooo, bre İnce Memed, Süleyman Kahya seni bize arkadaş değil, erkanıharp göndermiş. Karışma böyle işlere!
Cabbar Memedin solunda yürüyordu. Hızlı hızlı soluk alıyordu:
Memed doğru söylüyor Ağa, dedi. Ormanda kalırsak kuşatırlar.
Ardımızdalar. Habire takip ediyorlar. Keklik gibi avlarlar alimallah, bir çevirirlerse... Asım Çavuş böyle bir fırsat arıyor zaten, avaş...
Memed:
Keklik gibi...
Cabbar:
Arkamızda az boz candarma yok. Candarmalara köylüleri, bize düşman eşkıyaları da kat Ağa... Onlarla başa çıkamayız.
Memed:
Baş edemeyiz. Cephanemiz bile yok:
Durdu olduğu yerde dikildi kaldı:
Buradan bir adım ileri atmak yok.
Sesi ormanda çın çın öttü:
İki günden beri köpek gibi kaçıyoruz. Köpek!
İçlerinde biri vardı: Recep Çavuş. Nerden geldiği, kaç yıldır eşkıyalık yaptığı hakkında doğru dürüst hiç kimse bir şey bilmiyordu.
Geçmişini ona kimse de soramazdı. Buna, soranı öldürecek kadar kızardı.
Sonra bir daha ne bir yerde bulunur, ne de karşılaştığı zaman konuşurdu.
Kırk yıllık düşmanmış gibi. Elliyi geçkindi. Hakkında bilinen tek şey Koca
Ahmet çetesinden oluşuydu. Çete affa uğradığında herkes gitmiş hükümete teslim olmuş, o affı kabul etmemiş, bir iki yıl dağlarda tek başına gezmiş, ki yıl sonra, dağlarda yeniden eşkıyalar türeyince onlara karışmıştı. Girip çıkmadığı çete yoktu. Bütün çeteler onu tanır, sayar, severdi. Öyle, bir çeteye mal olup kalmazdı.
Bugün canı istemiş, Deli Durdu çetesine gelmiş, yarın canı ister Deli
Durdunun can düşmanı Yozcu çetesine gider. Kimseye, kimse hakkında dedikodu etmez, bir tek laf söylemezdi. Öbür gün de Kürt Reşo çetesine... Her çetede yeri vardı. Ona niçin geldin, niçin gidiyorsun, diyen de olmazdı. Üstelik, imin çetesine gelirse, o çete sevinirdi. Onu uğur saymışlardı.
Eşkıyalıkta da çok ustaydı. Bir kez çarpışmaya tutuşmayagörsün, li makineli tüfek gibi işlerdi.
Karanlıkta, tok, alışılmamış sesi duyuldu:
Durdu, çocuklar doğru söylüyorlar. Ormandan çıkıp kayalıkları tutalım.
Durdu:
Recep Çavuş, Recep Çavuş, diye bağırdı, buradan ileriye bir adım bile atılmayacak.
Cabbar:
Durdu Ağam, dedi, hiçbir şey gelmezse ellerinden, bizi kuşatırlar, rmanı da ateş verirler...
Durdu:
Bir adım bile...
Cabbar:
Etme Ağam!
Durdu:
Atılmıyacak.
Cabbar:
Perişan olacağız.
Durdu:
Ben çete başı mıyım?
Cabbar:
Heyye, dedi, sen çete başısın.
Memed:
Heyye.
Ötekiler de öyle söylediler.
Memed:
Ağam, dedi, bir şey deyim de darılma.
Durdu:
De bakalım erkanıharp, diye güldü.
Memed:
Hiç olmazsa, sık ağaçlıklı, taşlı çukurlu bir yere varalım.
Durdu:
Bir tek adım atılmayacak.
Oraya, dikildiği yere oturuverdi. Ötekiler de oturdular. Uzun zaman hiçbirisinden ses çıkmadı. Bir ikisinin elindeki cıgaranın ışığı karanlıkta yıldız gibi parlıyordu. Kimseden çıt çıkmıyordu.