Sen, dedi, Durdu, dosdoğru ölüme gidiyorsun.
Durdu:
Neden Emmi? diye güldü.
Süleyman:
Eşkıya olan eşkıya dağın tepesine böyle ateş yakmaz. Düşmanın karıncaysa da hor bakma. Bu, açık açık ölüme gitmek demektir.
Durdu, Süleymanın bu lafına da kahkahayla güldü:
Bre Emmi, dedi, kim var bu dağın başında? Kim görür?
Bir gün görmez, iki gün görmez... Çekirge gibi...
Durdu:
Hiç görmez. Görse de Deli Durdunun üstüne candarma mı gelebilir. Vay Emmi vay! Sen daha bilmiyorsun Deli Durduyu. Deli Durdu bu dağların kartalı gayri.
Kim uğrayabilir Deli Durdunun semtine?
Süleyman:
Görüşürüz, dedi.
Durdu, lafı değiştirmek için Memede sordu:
Abdi Ağaya kurşun sıkarken elin titremedi mi hiç?
Memed:
Yoooo, dedi. Hiç titremedi.
Durdu:
Neresine nişan aldın?
Memed:
Göğsüne... Tam yüreğinin olduğu yere...
Bunu söyledikten sonra, tarif edilmez bir yalnızlık duydu içinden.
Yöresindeki her şey silindi gitti. Bu deli Durduyu hiç sevemedi.
İçindeki gariplik bundan mı geliyordu ola? Karşıdaki ateş karardı. Silah temizleyenlerin yüzleri karanlığa karıştı gitti. Kayadaki gölgeler devleştiler, onra da ortadan yok oldular. Esen yel, yalımları günbatıya doğru yatırıyordu. Birden Süleymana gözü takıldı. O, neşeliydi. Ak sakallı yüzü ateşin yalımında türlü türlü oluyor, değişip duruyordu.
Memed düşündü ki, Süleyman kendisine çok güveniyor. Garipsemesi azıcık azaldı. Sonra da dayanılmaz bir uyku bastırdı onu. Olduğu yerde kıvrılakaldı.
Süleyman:
Çocuklar, dedi. Şuraya ben de kıvrılayım. Bizim oğlan uyudu.
Durdu:
Emmi, dedi, benim sağlam bir asker kaputum var, onu örtün üstüne.
Süleyman:
Getir, dedi.
Kaputun bir köşesini Memedin üstüne örten Süleyman, onun yanına kıvrıldı.
Sonra, öteki eşkıyalar da yattılar. Bir tanesi nöbetçi kalmış, kayanın sivrisinde bekliyordu.
Memed taş gibi uyandı. Donmuş kalmıştı sanki. Daha gün doğmamıştı.
Şimdilik doğacağı da yoktu. Alacakaranlıkta, ocağın kıyısına sıralanıp uyumuş, hala horlayan eşkıyaları gördü. Gözü nöbetçiyi aradı yörede, hiç kimseyi göremedi. Ortalıkta horultudan geçilmiyordu. İçleri rahat uyumayanlar horlar. Doğrudur. Memedin içine, birkaç günden beri ilk defa korku girdi.
Şimdi, ikicik, iki tek kişi gelse, bu horul horul uyuyanların hepsini bir çırpıda vurur, bıyığını da bura bura giderdi. Tüfeğinin ağzına kurşun verdikten sonra, nöbete durdu.
İlkin Durdu, arkasından da ötekiler uyandılar. Süleyman da uyandı onlarla birlikte.
Durdu, gözlerini ovuşturarak:
Nöbetçi, diye seslendi:
Memed:
Buyur Ağam, diyerek kayadan indi. Hiçbir şey yok. Kimseyi de görmedim, diye tekmil haberini verdi.
Durdu:
Sen misin İnce Memed? diye sordu. Nöbetçi sen misin?
Benim.
Durdu:
Daha şimdi geldin. Dur hele, daha vakit var nöbete. Dur hele...
Memed:
Uykum gelmiyordu da, gittim arkadaştan aldım nöbeti.
Durdu:
Öyle olur, dedi. İlkin adamın dağda, bir hafta uykusu gelmez.
Yüreğine bir gariplik, bir çaresizlik çöker. Dünyada yalnız kalmış gibi olur.
Süleyman uykulu uykulu:
Bak hele şu bizim deliye, bakındı hele, neler de biliyor! diye alay etti.
Durdu:
Bre Süleyman emmi, dedi, sen de bana hiçbir şeyi yakıştıramıyorsun.
Nolacak bu benim halim?
Ortalık yavaş yavaş aydınlanıyordu. Daha güneş görünmemişti.
Ama, karşı dağın doruğuna gün vurmuştu. Doruk ışık içinde, dağın geriye kalan yerleriyse karanlıktı. Doruktan, gün yavaş yavaş aşağılara indi. Biraz sonra da karşıki sırtın arkasından güneş çıktı.
Süleyman, hiç cevap vermedi Durduya:
Sağlıcakla kalın, dedi, Memedi alnından öpüp yürüdü:
Durdu:
Süleyman emmi, bir çayımızı iç de öyle git, diye arkasından koştu. Bir çayımızı... Vallahi içmeden bir yere salmam seni.
Süleyman:
Sağol yavrum. Ziyade olsun.
Ceketinin kolundan yakalamıştı:
Bir çayımızı içmeden seni göndermem, diyordu. Bin yılın bir başı dağıma gelesin de... Bir çay içmeden ha!.. Salar mıyım seni?
Süleyman, kendi kendine:
Bu deliden kurtuluş yok, dedi. Döneyim bari, dedi. Boynunu büktü.
Durdu:
Ateşi iyice yakın! diye emir verdi.
Süleyman:
Şimdi de dumanı görünür.
Durdu:
Ne yapayım? Ateş yakmayayım da ne yapayım? Onu da sen göstersene bana.
Süleyman:
Ben sana hiçbir şey öğretemem oğlum, dedi. Bütün çarelerini kendin yaratacaksın.
Deli Durdu düşündü. Başını bir iki kere salladı. Fesin altından kara kakülleri çıkmış, kıvrışarak alnına dökülmüştü.
Süleyman sözünü sürdürdü:
Fakir fıkaraya zulmetmeyeceksin. Haksızlara, kötülere istediğini yap. Cesaretine hiç güvenmeyeceksin. Kafanı işleteceksin. Yoksa yaşayamazsın.
Burası dağdır. Demir kafese benzer.
Çay çabuk pişti. İnce belli bardağın ilkini gene Süleymana verdiler.
Çay buğulanıyordu sabah soğuğunda...
Süleyman ayrılırken:
Memedin size yardımı dokunabilir. İlk günler hoşça görün Memedimi.
İncitmeyin. Kendi haline bırakın. Birkaç günde alışır.
Ayrıldı. Elindeki değneğe çöke çöke inmeye başladı. Beli bükülmüştü ama, ene de çabuk çabuk, bir delikanlı gibi dağdan iniyordu.
Memedin gözleri yaşardı o giderken. İçinden, kim bilir ne zaman görürüm bir daha onu, dedi. Belki de hiç göremem. Gözleri dolu dolu oldu. Dünyada, iyordu, kendi kendine, şu dünyada ne iyi insanlar var.
Güneş iyice yekinmiş, ortalığı ısıtıyordu. Durdu, bir taşin dibinde oturup kalmış İnce Memedi çağırdı:
Gel bakalım İnce Memed, şu yeni tüfeğini bir tecrübe et! Sen, iç böyle bir tüfekle ateş ettin mi?
Memed:
Birkaç kere.
Durdu:
Bak şu kayada bir leke var...
Memed:
Var.
Durdu:
İşte ona nişan alacaksın...
Memed, tüfeğini omzuna çekti. Nişan aldı. Beyaz lekeye ateş etti.
Durdu:
Ne bileyim ben, diye omuzlarını silkti. Vuramadın işte.
Memed, dudaklarını geviyordu. Bu sefer tüfeği iyice omzuna yerleştirdi.
Biraz daha nişan aldı. Tetiğe çöktü.
Durdu:
İşte bu sefer tamam, dedi. Ortasından. Beyaz lekenin oradan hafif bir duman çıkıyordu.
Memed, şaşkın şaşkın:
Peki öteki neden değmedi ya? diye sordu.
Durdu:
Peki, dedi, İnce Memed, sen her attığını vurur, musun?
Memed:
Bilmem, dedi, gülümsedi.
Durdunun uzun yüzü gerildi. Genç olmasına karşın, Durdunun yüzü kırışık içindeydi. Ağzı çok büyük, dudakları incecikti. Sağ yanağının üstünden saçlarının içine kadar, uzun bir yanık izi vardı. Çenesi sivriydi ama, çok güçlü görünüyordu. Daima gülerdi. Gülüşünde bir acılık vardı.
İnce Memed, sende iş var yavrum.
İnce Memedin utangaç bir çocuk gibi yüzü kızardı. Önüne baktı.
Arka arkaya üç defa ıslık çalındı aşağıdan. Kulak kabartıp dinlediler.
Cabbar:
Haberci geliyor Ağam, diye seslendi.
Az sonra da haberci soluk soluğa çıktı geldi. Daha soluğunu alamadan:
Aşağıdan, Çanaklının düzünden Akyola doğru beş kadar atlı gidiyor.
Hepsinin de üstü başı düzgün... Paralı adamlara benziyorlar.
Durdu, hazırlanmakta olan adamlarına:
Haydi çabuk hazırlanın, herkes bolca kurşun alsın, diye emir verdi. Birkaç ocak daha söndürecek Deli Durdu.
Sonra Memede:
Bak, dedi, İnce Memed!
Beyaz yere nişan aldı. Kaya duman içinde kaldı, açıldı.
Öğündü:
Nasıl İnce Memed?
Tam ortasından.
Öteki:
Yaa ortasından, diye gülümsedi.
Sonra ortaya bir göz kırptı:
Bu ilk avındır İnce Memed. Sıkı dur.
Memed, buna cevap vermedi.
Durdu:
Tamam mı arkadaşlar?
Ötekiler:
Tamam.
Sık meşeler arasından geçen yola indiklerinde gün öğle oluyordu.
Yolun bir yanına elli adım elli adım arayla siperlendiler. Bir tanesi de çok ileriye gözcü durdu.
Az sonra yolun ortasında, önünde zayıf, bacakları bacaklarına dolanan boz bir eşek bulunan karmakarışık, gök kır sakallı, uzun bıyıkları bütün ağzını örtmüş, bıyıklarının ucu sigara dumanından sapsarı kesilmiş, sarılığı ta uzaktan belli olan gözlerinin yöresi kırış kırış, kocaman, ayakları toza belenmiş, yamalı şalvarı yalpa vurarak birisi göründü. Usuldan, oynar gibi yürüyerek, bir türkü söylüyordu. Kendi kendine oyunlar yapıyordu küçük küçük. Gülümseyerek türküyü dinlediler:
Çamdan sakız akıyor
Kız nişanlın bakıyor
Koynundaki memekler
Turunç olmuş kokuyor
Aman aman kara kız
Zülüfünü tara kız
Baban bekçi tutmaz mı
Koynundaki nara kız
Durdu:
Teslim, diye bağırdı. Yakarım. Türkü kesiliverdi. Adam olduğu yerde kalakaldı.
Teslimim baba, dedi. Teslimim. Ne var yani?
Deli Durdu, siperinden yola atladı:
Soyun!
Adam, şaştı kaldı:
Neyi soyunayım Ağam?
Durdu:
Üstündekileri...
Adam güldü:
Şaka etme Allahaşkına. Benim elbiseleri ne yapacaksın? Bırak da beni gideyim. Çok yorgunum. Tabanlarımın sızıltısından yıkılacak gibiyim.
Bırak beni güzel Ağam...
Durdu:
Sen soyun soyun hele, diye kaşlarını çattı.
Adam; şüpheli şüpheli, yüreği ikircikli, şaka mı ediyor, yoksa ciddi mi diye Durdunun gözlerinin içine yaltaklanan bir köpek sevimliliğinde gülümseyerek bakıyordu.
Durdu, sertçe:
Haydi haydi bekleme, diye çıkıştı.
Adam, hala inanmayarak gülümsüyordu. Durdu kaşlarını çatıp, damın bacağına şiddetli bir tekme attı. Adam, acıdan bağırdı.
Durdu:
Çıkar diyorum sana. Çıkar!
Adam, yalvarmaya başladı:
Paşa efendi, ben senin ayaklarını öperim. Elleripi de öperim.
Benim hiç elbisem yoktur ki... Ben çırılçıplak kalırım. Anadan doğma...
Şahadetparmağını ağzına soktu sonunda, çıkardı:
Aha işte böyle çıplak, böyle rut... Yoktur başka Paşa efendi.
Senin ellerini öperim. Ayaklarını da... Alma benim elbiseleri...
Sen çok büyük bir paşa efendisin. Ne yapacaksın benim partallarımı? Ellerini öperim, ayaklarını da...
Durdu:
Ulan it oğlu it, çıkar diyorum sana. Paşa efendi! Paşa efendi!
Adam, durmadan yalvarıyordu. Sonra da ağlamaya başladı:
Ben beş aylık gurbetten geliyorum. Çukurovadan. Çalışmadan geliyorum.
Durdu sözünü kesti:
Demek paran da var?
Adam, çocuk gibi burnunu çeke çeke ağlıyor:
Beş aylık gurbette ölmüşüm... Çukurovanın sinekleri öldürmüştür beni...
Durdu tekrar etti:
Demek paran da var?
Adam:
Azıcık var, dedi. Şu ihtiyar halimle çeltikte çalıştım. Çamurun içinde, öldüm Çukurovada. Şimdi evime gidiyorum. Etme bunu efendim. Çırılçıplak gönderme beni çoluk çocuğumun arasına...
Durdu, daha çok kızdı:
Daha iyi ya. Çıkar çıkar...
Adam, kıvranıyordu. Durdu, hançerini çekti. Hançer pırıl pırıl etti güneşi görünce... Ucunu azıcık adama batırdı. Adam, havaya hopladı, bağırdı:
Öldürme beni, dedi. Çoluk çocuğumu göreyim. Çıkarayım elbiseleri.
Senin olsun.
Siperliktekiler gülüyorlardı. Bu işe yalnız Memed içerlemişti. O
yırtıcı kaplan ışığı gözlerine gelip çakılmıştı. Durdudan tiksindi.
Adam, telaşla, korkuyla elleri birbirine dolaşarak ceketini, alvarını çıkarırken Durdu:
Ha şöyle işte, diyordu. Ha şöyle... Adamı ne üzersin bre adam?
Adam elleri titreye titreye elbiselerini çıkarıp bir tarafa koydu.
Durdu:
Donu da, gömleği de çıkar, diyerek bağırdı. Hançerin ucunu da bir daha batırdı.
Adam, hem titriyor, hem gömleğini çıkarıyordu:
Peki Ağam, Paşam öldürme beni. Hepiciğini çıkarayım.
Gömleği de çıkardı, elbiselerinin üstüne koydu. Mintanı yoktu zaten.
Durduya, bu sefer yalvarırcasına, boynunu büktü baktı.
Durdu:
Haydi haydi, dedi. Bakma gözlerimin içine. Donu da çıkar.
Adam, donu da güç bela çıkarabildi. Titremekten elleri uçuyor gibiydi. Elleriyle önünü kapatarak koşa koşa eşeğine doğru gitti. Eşek, olun kıyısında durmuş otluyordu. Sol eliyle yularından tuttu çekti.
Bacakları çöp gibi ince, kıllıydı. Bacak adaleleri kemik gibi sert dışarı çıkmıştı. İçeri doğru çekik karnı kırış kırış, aynen bir pösteki gibi...
Göğsünün kılları ağarmıştı. Kirliydi. Saman kiri. Kamburdu. Omuzları da düşmüştü. Bütün teni de pire, böcek yeniği ile doluydu, Kırmızı kırmızı.
Büyük lekeler kaplamıştı her yerini. Hasır gibi. İşte Memed, önünden geçen yolcuyu böyle görüp bir kat daha acıdı.
Bu sırada yolun öteki ucuna diktikleri nöbetçi:
Geliyorlar, diye onlara koşuyordu.
Durdu:
Atlılar geliyor, dedi.
Siperdekiler, hala bir eliyle önünü kapatmış, yavaş yavaş gitmekte olan pörsümüş vücutlu ihtiyara gülüyorlardı. Adam beş on adım gidiyor, onra dönüyor, hasretle, korkuyla elbiselerine bakıyordu.
Gidiyor, gidiyor, durup bakıyordu.
Durdu, ona seslendi:
Gel, dedi. Gel de al öteberini. Bizim avlar geliyor. Kurtardın yakayı...
O, büzülmüş, bitmiş gibi görünen ihtiyar, kendinden beklenilmyen bir çeviklikle koşa koşa geldi bir paçavra yığını olan, kayış gibi kirlenmiş elbiselerini kucakladı. Koşa koşa geri döndü. Eşeğin önünde, abire koşuyordu. Memedin yüzü kapkara kesilmişti. Elleri de titriyordu. Elindeki tüfeğin içinde ne kadar kurşun varsa, bir tanesini araya vermeden hepsini Durdunun kafasına boşaltmak istiyordu. Yani boşaltmamak için kendini zor tutuyordu.
Durdu, bu sefer daha gür:
Teslim, diye bağırdı.
Gelen beş atlının beşi de birden, atlarının başını çektiler.
Bir adım daha atar, kıpırdarsanız yakarım. Alimallah yakarım.
Siperdekilere seslendi:
Ben, onların yanına gidiyorum. Davranacak olurlarsa, hepiniz her yerden ateş edeceksiniz.
Sallana sallana, ortada hiçbir şey yokmuş gibi atlıların yanına vardı.
İnin atlardan, dedi.
Ötekiler, hiç ses çıkarmadan atlardan indiler.
Atların takımları gümüş savatlıydı. Adamların hepsi de iyi giyinmişti.
İki tanesininki şehirli giyimiydi. Beş atlıdan birisi on yedi yaşlarında gösteren bir çocuktu.
Durdu, siperdekilere yeniden seslendi:
Üç kişi daha gelsin.
Tam bu sırada on yedi yaşlarında gösteren çocuk, yüksek sesle ağlamaya başladı:
Beni öldürmeyin nolursunuz? Ne isterseniz alın. Beni öldürmeyin.
Durdu çocuğa:
Aslanım, dedi, çırılçıplak, anadan doğma olacak, ondan sonra gidebileceksin.
Çocuk, birden bir sevinç çığlığı attı:
Öldürmeyeceksiniz ha?
Elbiselerini çabuk çabuk soyarken:
Demek öldürmeyeceksiniz? diye minnetle soruyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar, elbiselerini, gömleğini, iç gömleğini, donunu her şeyini çıkardı. Durduya getirdi:
Al! dedi.
Hiçbir şey söylemeden ötekiler de soyundular. Üzerlerinde, yalnız donları kaldı.
Durdu:
Donları da çıkaracaksınız ağalar, dedi. Esas don gerek bana!
Adamlar, gene hiç ağızlarını açmadılar. Donlarını da çıkarıp önlerini elleriyle kapattılar, yola düştüler.
Atları, elbiseleri, neleri varsa her şeylerini aldılar. Dağa doğru yöneldiler.
Dağa çıkarlarken Durdu Memede:
Talihin varmış İnce oğlan. Bugün kısmetimiz iyi gitti. Üzerlerinden de tam bin beş yüz lira çıktı. Atları, elbiseleri de cabası... Çocuğun elbiseleri sana iyi gelir. Daha yepyeni. Nasıl da bağırıyordu it oğlu it! Canı şekerden tatlı...
Karanlıkkayasının dibine geldiklerinde, Durdu attan iner inmez, ocuğun elbisesini Memede giydirdi. Baktı baktı da:
Bre İnce Memed, dedi, sana ne kadar da yakıştı, bu it oğlu itin elbisesi... Aynen mektepli gibi oldun...
Memed, üzerindeki yabancı elbiseyle içinde bir küçülme, bir eziklik duydu. Boğulur gibiydi. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilemiyordu.
Yoldan beri içinde tuttuğu, bir türlü sormaya cesaret edemediği soruyu, rtaya atıverdi bu anda:
Her şeylerini alıyoruz almaya ya bunların. Peki, donlarını neden alıyoruz? Bunu anlamadım...
Bunu söyleyince içinde bir hafiflik duydu. Bir an için olsa da üstündeki yabancı elbiseyi unuttu.
Durdu, Memedin bu sorusuna güldü:
Şan olsun memlekete diye, alıyoruz donlarını, dedi. Deli Durdudan başka eşkıya don almaz. Bilsinler ki bu soyulanları Deli Durdu soydu...
11
Yağmur sonu sıcağı çökmüştü. Islak, yapış yapış bir sıcak... Velinin ıslak elbisesi vücuduna yapışmış, kana, çamura belenmiş ölüsünü
Abdi Ağanın avlusunda bir çulun üstüne yatırmışlardı. Yeşil sinekler, slak ıslak parlayarak ölünün üstünde dolanıyorlardı. Bir gariplik, bir yalnızlık içindeydi ölü. Sapsarı kesilmiş elleri mahzun mahzun iki yanına sarkmıştı.
Abdi Ağa, kurşunun birini sol omuzundan yemişti. Kurşun omzu deldikten sonra, dönüp kürekkemiğinin altında kalmıştı. İkinci kurşun sol bacağından girmiş, kemiğe rastlamadan çıkıp gitmişti. Abdi
Ağanın yaraları, daha ormandayken köyün cerrahı tarafından yakılanarak sarılmıştı. Bu sebepten Abdi Ağa kan da kaybetmemişti. İllaki kürekkemiğinin altındaki kurşun... Çok rahatsızlık veriyordu. Ciğerine işliyordu.
Abdi Ağanın biri on dört, öteki on altı yaşında iki oğlu vardı:
Oğulları, akrabaları, fedaileri, yanaşmaları başına toplanmışlar, onun ağzından bir çift laf çıkmasını bekliyorlardı. Oysa hafif hafif boyuna inleyerek, of çekiyordu. Karıları, başucuna oturmuşlar sessiz sessiz ağlaşıyorlardı.
Birden tuhaf tuhaf gözlerini açan Abdi Ağa:
Yiğenim nasıl? Velim nasıl oldu? diye sordu.
Kadınlar, birer hıçkırıkla cevap verdiler.
Abdi Ağa:
Demek? dedi.
Köylülerden biri:
Başın sağ olsun, diye cevap verdi. Sen sağ ol Abdi Ağamız.
Abdi Ağa, gözleri parlayarak:
O melunu? diye sordu.
Boyunlarını bükerek ince bir sesle:
Kaçırdık, dediler.
Abdi Ağa gözlerini belerterek yeniden sordu:
Ya kız dedikleri o orospu?
Aldık getirdik, dediler.
Abdi Ağa, gözlerini yumdu, başını yastığa koydu. İnlemeye başladı. Bir zaman sonra gözlerini açtı:
Kızı dövmediniz ya? diye sordu.
Hiç incitmedik, dediler.
İşte bunu çok iyi etmişsiniz. Bir fiske bile vurmadınız ya?
Bir fiske bile vurmadık, dediler.
Çok iyi yaptınız.
Herkes bilirdi ki, köylülerden biri bir kabahat işlediğinde Abdi
Ağa onu dövmezse çok büyük bir kötülük yapacaktır ona. O adam ömrünün sonuna kadar, işlediği suçun cezasını çekecektir. Eğer döverse unutulur giderdi suç. Abdi Ağaya karşı suç işlediklerini sanan köylüler gelir onun önüne otururlar, dayak yiyinceye kadar önünden kalkmazlardı.
Gene gözlerini yumdu. Yüzü sapsarı kesilmiş, uzamıştı. Bir zaman sonra tekrar gözlerini açtığında, yüzünden belli belirsiz bir sevinç dalgası geçti.
Benimle birlikte ormana gelenlerin hepsi burada mı? diye sordu.
Topal Aliyle Rüstem yok, dediler.
Gidin onları da hemen bulun, diyerek kesin emir verdi.
Biraz sonra avlu kadın çığlıklarıyla doldu. Velinin anası, babası, öylüleri gelmişti. Ana, oğlunun üstüne atılmış, kan çamur içindeki ölüyü öpüyordu. Babaysa bir elini şakağına dayamış, kanı çekilmişcesine duruyordu. Anayı güç bela oğlunun ölüsü üstünden kaldırıp götürdüler. Baba da o kanı çekilmiş haliyle, başı önünde ağır ağır kalktı.
Uzun boylu, ince bir adamdı. Çok uzun bir yüzü, geniş bir alnı vardı.
İşlemeli yakasız bir mintan giyiyordu. Şalvarı çizgili, pamuk kumaştandı.
Ayağına bir ham çarık geçirmişti. Çarığın, daha tüyleri dökülmemişti. Ayağa kalktıktan sonra şaşkın şaşkın, elleri yanlarına düşmüş kalakaldı...
Yüzünde keder, tarifsiz bir acılık çöreklenmiş kalmıştı. Oğlunun ölüsüne bir türlü bakamıyordu. İçi götürmüyordu.
Biri, o öyle dikilmiş dururken, geldi koluna girdi. Abdi Ağanın yanına götürdü. Abdi Ağa onu görünce:
Kader, diye başını salladı.
Adam, bir boşandı:
Kader kader... Buna kader demezler Abdi Ağa! dedi. Bu kader değil. Bu kedinin, köpeğin, uçan kuşun, neyin üstüne bu kadar varırsan birincisinde korkar, ikincisinde... Üçüncüsünde canını dişine takar kaplan kesilir...
Parçalar seni. İnsanların üstüne bu kadar varmamalı. Almış kaçmış...
Allah belalarını versin. Ko gitsinler... dedi.
Sonra durgunlaştı. Eski, kanı çekilmiş halini gene aldı. Sanki odaya girdi gireli ne konuşmuş, ne kımıldamıştı. Taş gibi durup durmuştu olduğu yerde.
Abdi Ağa, dişlerini gıcırdatarak:
Bilseydim bunu yapacağını... Bir bilseydim... Bir bak onların başına neler getireceğim. O melun da, o oruspu da bin kere ölümü arayacaktır. Bin kere... Aratacağım... Bunu kor muyum onların yanına? Öyle mi sanıyorsun? Bir çam ağacına bağlayacağım onları, altından ateş vereceğim. Şimdi nasıl olsa yakalanır o.
Yanındakilere sordu:
Takibine çıkıldı mı?
Akşamdan beri...
Karakola adam gönderildi mi?
Akşamdan gönderildi.
Candarmalar daha gelmediler mi?
Akşama doğru ancak gelirler. Hükümete haber göndermişler, üstantiği bekliyorlar, doktoru da bekliyorlar her halde...
Abdi Ağa:
Doktor olmayınca, olmaz, dedi. Onlar gelmeden benimle ormanda bulunanların hepsi gelsin. Burada mutlak eksiksiz bulunmalılar...
Bir yanaşma:
Topal Aliyle Rüstem dışardalar, dedi.
Abdi Ağa:
Demek hepsi tamam oldu?
Tamam, dediler.
Abdi Ağa:
Öyleyse hepsi yanıma gelsin. Odada kimse kalmasın. Hiç kimse...
Ölen çocuğun babası o donmuş haliyle kalktı, ağır ağır dışarı çıktı. Bir kere olsun Abdi Ağanın yüzüne bakmadı. Onun arkasından, dada başka kim varsa hepsi çıktı.
Onların yerine ormanda bulunanlar geldiler, oturdular. Abdi
Ağanın karşısında da halka oldular. Meraktaydılar. İfadenizi şöyle verin, böyle verin diyeceğini biliyorlardı. Bir hükümet işi oldu muydu, onlar kendiliklerinden hiçbir şey söyleyemezlerdi. Ne söyleyeceklerse,
Abdi Ağa onları karşısına alır ezberletirdi. Ondan sonra geçerler hükümet adamının karşısına bülbül gibi şakırlardı. Ezberledikleri bitip de başka soru karşısında kalırlarsa, gerisini bilmiyorum derlerdi.
Ne sorarlarsa sorsunlar, bilmiyorumdu karşılığı. Abdi Ağa, u sefer teker teker hepsinin yüzüne baktı. Hepsinin de yüzü sapsarıydı.
Bir zaman da gözlerini onların yüzünden alıp, önüne eğdi. Sessizce öyle kaldı. Başını kaldırdığında teker teker delici bakışlarını üzerlerinde dolaştırdı. Dudakları usuldan kıpırdadı. Zayıf bir sesle:
Beni dinleyin kardeşler, dedi. Önce elinizi vicdanınızın üstüne şöyle bir koyun... Koydunuz mu? Haaa işte ondan sonra bir düşünün...
Sizlere soruyorum şimdi: Yal döktüğünüz kapınızdaki köpek, sizi dalar, oluğunuzu çocuğunuzu öldürürse ne yaparsınız? Bunun cevabını isterim sizden... Eliniz vicdanınızın üstünde... Ondan şaşmayın...
Bakışlarını her birinin üstünde uzun zaman durdurarak gene teker teker baktı.
Bir cevap söyleyin. Ne yaparsınız siz olsanız?
Bu sefer de şiddetli şiddetli gözlerini bir yıldırım hızıyla üzerlerinde gezdirdi.
Siz olsanız ne yaparsınız, söyleyin.
Mırıltı halinde:
Olacak olur, dediler.
Abdi Ağa gözlerini belerterek:
Yani?
Senin dediğin Ağa, dediler, Sen bilirsin.
Bunu duyunca Abdi Ağa, sanki mühim şeyler söylemişler gibi, nları tasdik edercesine:
Hah, işte kardaşlar, benim itim benim çocuğumu daladı. Çocuğumu, beni parçaladı. Bir tanesi kaçtı gitti. Yakalanacaktır. Kuş olup uçsa, gene yakalanacaktır. Kurtuluş yok. Burda onun suç ortağı kaldı.
Bütün kötülükler bu kızın yüzünden oldu zaten. Bütün suç da onun... Oğlanı da kız vurdu yani... Gözümüzle gördük ki Veliyi kız vurdu. İkisinin elinde de tabanca vardı. Hepiniz gördünüz. Önce melun beni hedef aldı ateşledi. Sonra da kız, oğlanı hedef aldı ateşledi.
Abdi Ağa, dışarı bağırdı:
Çocuklar, biriniz buraya gelsin.
İçeriye büyük oğlu girdi.
O silahı getir oğlum, dedi.
Oğlan odadaki, duvara oyulu bir dolaptan yepyeni bir tabanca çıkardı babasına verdi. Abdi Ağa elindeki tabancayı yanındakilere uzattı:
Teker teker bakın, dedi. Kızın elinden aldığınız bu tabanca mı? Veliyi vuran tabanca bu tabanca mı? İyi bakın...
Tabanca elden ele dolandı, geri Abdi Ağaya geldi.
Gördünüz değil mi? dedi Abdi Ağa.
Gördük, dediler.
Bu tabanca kızın elindeki, Veliyi vuran tabancadır. Kız Veliye ateş etti. Veli yere düşünce, tabanca da kızın elinden toprağa düşüverdi.
Yerden tabancayı Hacı aldı. Kızı da Hacı tuttu. Hepiniz gördünüz bunu. Öyle değil mi Hacı?
Hacı, kısa boylu, çakır gözlü, kocaman burunlu, zamanından önce yaşlanmış, yırtık yamalı elbiseli, yüzü gözü kir pas içinde, bıçak görmemiş, karmakarışık saçlı sakallı, toza batmış çıkmış gibi bir adamdı.
Öyle oldu canını sevdiğim Ağam. Tam öyle oldu işte. Tabanca yere düşünce... Yani yere düşünce canını sevdiğim Ağam, yerden ben aldım. Kız, arkasını dönmüş kaçıyordu. Yani oğlanın elini tutmuş...