Mozart ve müzikte deha ve yaratıcılık
Müzikte dehalar döneminin başlangıcı için çok da gerilere gitmemize gerek yok. Neredeyse insanlığın kültürel üretim süreci kadar eski olan, belki de tüm sanat dalları arasında en erken nesnel gelişim olanağı bulan müziktir. Ancak, yine diğer sanat türlerinde olduğu üzere, müzikte de gerçek anlamda sanatçı kavramının oluşumu tüm bir tarihi içinde oldukça geç tarihlere tekabül eder. Norbert Elias’ın deyimiyle, ‘Zanaatsal sanattan yaratıcı sanata geçiş’ dönemidir bu. Müzikte bu dönem aşağı yukarı 18. yüzyıl ortalarına doğru başlar denilebilir. Elbette bu tarihlerden önce de pek çok besteci yaşamış, nice müzikal ürünler vermişlerdi. Nasıl ki, tüm bir uygarlık tarihi içinde mimarinin, resmin, heykelin vs. olup da, bu sanat alanlarının icracılarının bir kısmının “sanatçı” nitelikleriyle ayrışmalarının çok daha sonraları olması gibi. Buradaki temel neden tabii ki, sanatın, zanaat ile yollarının çok geç ayrılması; asırlar boyunca resme, müziğe bakışın, diğer zanaat üretimlerine bakıştan temelde farklı olmamış olmasıdır.
Müzisyenler ve ressamlar, Rönesansa, oradan da yeni çağa ve aydınlanmaya gelene kadar, hep sipariş üzerine ‘eserlerini’ üretiyor, özellikle kilisenin mutlak hakimiyetinin olduğu bir ortamda katı kalıp ve kurallar imge dünyalarının çerçevesini çiziyordu. Belki de müzikte bu durum daha da belirgindi. Resim ile ilk gelişen sanat dallarından olan müzik; Mısır, Sümer, Çin, Hint, Hitit, ardından da Yunan uygarlıklarında önemli gelişimler kaydetse de, Roma İmparatorluğu’nun gerileyişiyle birlikte, diğer sanat dallarında da olduğu gibi, kilisenin ve ruhban sınıfının egemenliği altına girmişti. Bilindiği gibi, yüzyıllar süren bu dönemde, kilise uzun bir süre müziğe çalgıların bile girmesini yasaklamıştı. Bestelerin söz ve ezgilerinin hep tanrıya adanması isteniyor, eserin insana tanrısal yüceliği hissettirmesi öngörülüyordu.
Yükselen burjuva çağında ise bu sefer kilisenin hakimiyetinin yerini saray almış, bu kez besteciden beklenilen, soylu zevk ve yaşam biçimine uygun yapıtlar vermesi, hatta bilakis soylu sınıfı, aristokratları eğlendirecek, onların sohbet ve buluşma günlerini “renklendirecek” eserler üretmesi olmuştu. Doğal olarak kabaca, ana hatları bu şekilde özetlenebilecek olan dehalar öncesi çağlarda, bugünkü anlamıyla sanatçının çıkmasının nesnel koşulları yoktu. Sanatçılar ya da zanaatçıların (resimde ve müzikte) eserlerine yedirdikleri kişisellik, yaratıcılıklarının oranı oldukça düşüktü. Zaten buna uygun ortam da bulunmuyordu. Her “sanatçı” önceden devraldıkları kalıp ve kurallar ışığında, içeriği de büyük ölçüde benzer temaların yönlendiriciliğinde, birbirine yakın şeyler üretiyordu. Bundan dolayıdır ki, tarihte ortaçağdan öncesinde ünlü komutanlar, filozoflar, kralların, kahramanların adlarını tarih kaydetmişse de, bu durum o zamanların ressam ve bestecileri için geçerli değildi.
Müziğe geri dönecek olursak; diğer sanat dallarında olduğu gibi müzikteki canlanma ve atılım dönemi de 15. 16. yüzyıllarda olur. Ancak zanaatsal üretimden tam olarak ayrılıp, bireysel bilinç ve vicdanlara hitap edecek müzik için biraz daha beklemek gerekecektir. Ortaçağın sonlarına doğru, önce Romanesk, ardından eski ve yeni sanat dönemlerinden sonra, Rönesans ve Barok Çağ diye adlandırılan dönemlerde bildiğimiz anlamda besteciler çıkmaya başlamıştı. Özelikle Barok dönemde George Philipp Telemann, George Friedric Haendel, Johann Sebastian Bach üçlüsü müzik tarihinde sanatçı, giderek “deha sanatçı”ya doğru keskin bir kopuşun ifadesi olmuşlardı. Ancak şüphe yok ki, müzik tarihinde deha kavramı önce Mozart daha sonra da Beethoven ile somutlaştırmıştır. Peki neydi Mozart ve Beethoven ile başlayan bu dehalar dönemini oluşturan toplumsal ve tarihsel koşullar?
Öncelikle Mozart’tan yola çıkalım...
Wolfgang Amadeus Mozart, 18. yüzyılın ortasında Viyana’da doğmuştu. 35 yıllık yaşamına 600’den fazla yapıt sığdırarak insanlığın müzik birikimine tartışmasız bir hazine bırakan besteci, çağın Avrupa’sının en verimli müziksel üretiminin gerçekleştiği topraklarda doğar. Tıpkı Beethoven’ın olduğu gibi.
Küçük Mozart daha küçük yaşlardan itibaren yoğun müzik eğitimine tabi tutulmuştu. Özellikle kendisi de bir müzisyen olan babası onun iyi bir müzikçi olarak yetişmesi için elinden geleni ardına koymamıştı. Daha çok küçük yaşlardan itibaren besteler yapmaya başlayan Mozart, çocukluk döneminde ilk konserlerinin verecek, hatta mini bir konser turnesine bile çıkacaktır. Buralarda yoğun ilgiyle karşılanacaktır. Mozart’a küçüklüğünden itibaren ailesi tarafından özel bir alaka ile müzik kulağı kazandırılmaya çalışılması o zamanlara kadar pek sık yaşanan bir durum değildi har halde. Zaten çocukların ebeveynleri tarafından bu tarz bir ilgilenilmeye mazhar olmaları istisnaydı. Aslında Mozart’ın çağında da böyleydi. Ancak o yaşıtlarına göre daha şanslıydı. Hali vakti çokça yerinde, soylu bir aile ortamında olmasa da görgülü, kültürlü bir burjuva ailesinde doğmuştu Mozart. Gerek daha önceleri, gerekse o sıralar, temel sanat disiplinlerini küçük yaşta öğreten bir kurumsallaşma vardı. Ancak bu eğitim, daha çok bir usta-çırak ilişkisi ekseninde gerçekleşiyor; çocuklar tek tek özel ilgi görüp, bireyselliklerini sonuna kadar keşfetmeleri sağlanmıyordu.
Ne var ki, Fransa ve İngiltere’de ki kadar hızlı olmasa da, Almanya’nın (Alman prenslikleri demek daha doğru olur) burjuva sınıfı toplumsal hayattaki yerini almaya başlıyordu. Daha da önemlisi Almanya’da, klasik müziğin gelişmesi lehine diğer kıta Avrupa’sı ülkelerde olmayan bir durum söz konusuydu. Germen toprakları aşırı denecek kadar çok sayıda preslik, kontluk, beylik ve psikoposluğa bölünmüştü. Bu da, geçimlerini soyluların saray ve malikanelerinde sığınma hayatı yaşayan bestecilere daha fazla tercih hakkı sağlayarak, bir anlamda daha özgür olmalarını getiriyordu. İtalya ya da Fransa’da topraklar daha az el altında bölünmüş, dolayısıyla sanatçıların, müzisyenlerin tercih yapma hakları fazla olmuyor, kuralları daha çok soylular, yani saray belirliyordu. Oysa Alman, Avusturya prensliklerinde ise, bestecilerin istedikleri şartları bulamadığı taktirde başka bir yere “kapak atması” çok zor değildi. Onları elinden kaçırmak istemeyen aristokratlar ise daha “müsamalı” davranmak, sanatçıya daha serbest bir alan tanımak zorunda kalıyorlardı. İşte Roma Germen toprakları da bu tarihsel şekilleniş altında köklü bir müzik geleneğine sahip olmaya başladı. Edebiyatta Goethe, Shiller, Schelling gibi isimlerin çıktığı Aydınlanma çağı yani 18. yüzyıl; fikirlerin, sanatın, bilimin çok daha rahat tartışıldığı koşulları beraberinde getirmişti. 18. asrın sonuna doğru “entelektüel” imparator Friedrich Wilhelm’in yazlık sarayında Voltaire’e adadığı okuma odası bile vardı.
Sanatların itibarındaki bu yükselişe, Germen orta sınıfının sayısal ve niteliksel yükselişi, soylulardan ayrı bir kültür üretmeye başlamaları da eklenince, imkanı ve kültürü olan aileler, çocuklarına yapılabilecek en iyi “yatırımlardan” birinin sanat olduğunun pekala düşünmeye başlamışlardı. İşte Mozart, Beethoven gibi dahiyane kafalar bu ortamdan çıktılar.
Deha kavramını şahsında tartıştığımız Mozart’ın hayatına geri dönecek olursak; daha küçük bir çocukken yeteneği keşfedilen Mozart’ın onlarca kenti dolaşarak ün kazanması ona küçük yaşlarında bir özgüven kazandırmıştı. Bu ilgiyi, başarı için daha çok çalışılması motivasyonuna dönüştüren babasının etkisiyle de, Mozart gözünü yükseklere diker.
Şu da belirtilmeli ki, Mozart’ın ideal ve mutlu bir çocukluk dönemi geçirmesi, kazandığı özgüveni pekiştirir.
Soylularla kanı uyuşmaz
Çocukluğunda şımartılırcasına ilgi gören küçük Mozart gençlik yıllarında ise Avrupa saraylarında doğru dürüst bir iş bulamaz. Soyluların kafalarında istedikleri müziklerle, Mozart’ın yaratımları tam anlamıyla kesişmiyordu. Mozart Beethoven kadar romantik dönemin habercisi değilse de, yine de sanatı bir Handel, bir Haydn’dan bu anlamda farklılık gösteriyordu. Daha isyankar, içsel duyguları daha çok açığa vuran ve klasik dönem kalıplarından daha fazla sıyrılmasını bilen bir besteciydi o. Bu noktada Mozart’ın kişiliğine de atıfta bulunmak gerekir. Tıpkı Beethoven gibi o dize gelmez, asi ruhlu, bağımsız karakterli biridir. Yani, soylu hanım ve beylerin her dediklerinin ağzı açık dinleyen birisi kesinlikle değildir. Bu durumun temel toplumsal nedenleri arasında, yükselen burjuvanın, soyluların eskisi gibi oyuncağı olmamaya başlaması, kendi gücü ve kültürünün farkına varması vardı.
Gerçekten de Mozart, her ne kadar ilk gençlik yıllarında soylu saraylarında büyük ilgiye boğulup, envai çeşit hediyelere layık görülse de, bu durum onun başka bir sınıftan olduğu ve hayatı boyunca bu ezilmişlik ve hor görülmüşlüğü duyumsamaması anlamına gelmiyordu. Küçüklüğünde baba ve annesinin ona kazandırdığı bağımsızlıkçı, kendinden asalet duyguları, soylularla bir türlü yıldızının barışmamasına yol açıyordu. O kendi yolunu çizmek istedikçe, saraylı ona oda müzisyeni muamelesi yapıyor; bu durum Mozart’ın bahsedilen yönünü kuvvetlendiriyordu. Dalkavukluktan nefret eden besteci, hiçbir zaman el etek öpmemişti. Belki bundan dolayı da yine hiçbir zaman istediği hayatı yakalayamadı. Mozart’ın annesine ilişkin bilinen temel bilgi ise, kendisinin cana yakın, canlı, sabırlı bir kadın olmasıdır.
Mozart, gençlik yıllarında bulunduğu saray görevlerinden çabuk bıkarak, büyük bir psikoposun yanına taşınır. Fakat onunla da rahat edemeyerek yanından ayrılır. 20’li yaşlarının ikinci yaşları, özellikle de 30’lu yaşları onun yalnızlığa ve yoksulluğa gömüldüğü yıllar olarak anımsanacaktır. Kendisinden farklı olarak sıradan ve “uysal” bir saray müzisyeni olan babasının baskısı gün geçtikçe artar. Babası, sarayın yapamadığının aile içinde gerçekleştirmeye uğraşıyordur bir bakıma.
Mozart yalnızlığa gömüldükçe, kendini daha çok müziğe verir. Yaşadıklarını ve dünyasını yalnızca eserleri ile paylaşıyordu. Mozart, Beethoven gibi dışavurumcu bir kişi değildi; o yüzden de yaşadıkları onun içine kapılmaya daha çok zorluyordu.
Deha Mozart’taki imgelem potansiyelinin had safhada olduğuna kuşku yok. Ancak o bu imge selini, en doğru kanallara akıtarak, Elias’ın deyimiyle “vicdani itkilerin müthiş bir dengelemesi”yle sınırlandırıyordu. Dehası, sanatını sıradan bir insanın anlayabileceği kanallara akıtabilecek ideal süzgeçle donanmıştı. Bunda küçüklüğünde aldığı disiplinli eğitimin yanı sıra, bir yerde insanlarla en büyük diyalog imkanının bestelerinden geçiyor olduğu gerçeği de sebep olmuş olabilir pekala.
Yerel kalmadı
Öte yandan Mozart’ın bir diğer şansı ise, başta babası olmak üzere benzerlerinin bulamadığı yerelin dışına çıkma olanağıydı. Besteci, Avrupa’nın pek çok yerine yaptığı yolculuklarda birçok farklı müzik deneyimi edinirken; farklı şeyler denemeye ve dönemin değişik tarz ve ekollerinden yeni sentezler yapmaya duyduğu eğilim artmıştı. Bir yerde kolay kolay iş bulamaması ya da sabit bir yere tutunamamasının da bunda rolü olsa gerek. Dönemin ünlü müzisyenleri ile tanışıp, deney alışverişinde bulunma fırsatı yakalamıştı.
Mozart’ta dikkati çeken bir diğer özellik de psişik durumudur. Karmaşık ve derin bir psişik yapısı olduğu bilinen dehanın iç dünyasına etki eden temel parametrelerden şunlar sayılabilir: Kadınlarla erotik ve aşksal ilişkisi, derin bir sevgiye olan ihtiyacı; sevilip sevilmediğine dair paranoyaya varan kuşkulu hali, giderek artan yalnızlığı... Ve de, ailecek dışlanmış oluşlarının yarattığı bir tür “kompleks” ve kendisini kabul ettirme isteği ve gayreti.
Mozart’ta yukarıda sayılan tüm faktörler, muhakkak bir yüceltme etkisi yapmıştı. Hatta fiziksel durumunun, yani görünüşü ve karizmasının zayıf olmasının da bunda payı olduğu öne sürülür. Ancak bu tehlikeli ve riskli bir varsayımdır. Yoksa, Mozart kadınlara ulaşma konusunda tipten kaybettiğini, popülarite ve saygınlığından çokça kazanıyordu.
Genel sonuçlar
Mozart’ın şahsında cisimleşen deha kavramının oluşumuna dair temel parametreleri yakalayabiliyoruz. Ancak, bu noktada, farklı farklı sanat dallarında ve sanatçılarında beliren dehanın tek bir kalıba indirgenmesinin asla mümkün olamayacağını belirtmeden geçemeyiz. Dehanın ortaya çıkış koşularının, sıradan bir insanı diğerlerinden ayırt eden binlerce sosyo-ekonomik, psikolojik ve kültürel faktörlerin sentezinden daha da karmaşık olduğu kesin. Mozart ya da Beethoven ya da bir başka dahi müzisyen veya besteci içinde de bu böyleydi.
Her şeyden önce deha demek; sıra dışı olmak, sosyal kural, gelenek ve adetlere meydan okumak, kuvvetli bir bağımsız karaktere sahip olmak demektir. Gerek Mozart’ta gerekse de Beethoven’da bunlar vardı. Hatta daha da gerilerden bir örnek verecek olursak, Michalengelo’nun Vatikan’ın freskleriyle uğraşırken, kendisini rahatsız eden Papaya fırçasını atması hep anlatılır. Amadeus Mozart’ın bu şekilde bir karaktere ve mizaca sahip olmasındaki rol, yetişme tarzında olduğu kadar, ait olduğu burjuva sınıfın soylulara olan tepkisi biçiminde de tezahür buluyordu. Soylunun, yapmacık biçimsel zevkleri yerine, daha doğal, hakiki ve içten duygu ve düşüncelere geliştiren yükselen burjuva aydınının tipik bir habercisiydi
Mozart’ta ikinci olarak, insanın duygu, düşünce dünyasının temellerinin atıldığı çocukluk dönemi ön plana çıkıyor. Mozart gayet neşeli ve doyumlu bir çocukluk geçirmişti. Zihinsel, duygusal olarak deha için bunun kesinlikle bir ön şart olduğu söylenemese bile, daha da kayda değer olanı, çocukta erken yaştan itibaren özgüven, yani “ben” duygusunun içselleştirmesiydi. Gerek aile içinde gerekse de saray çevrelerinde gösterilen yoğun ilgi, Mozart’ın kendi potansiyelinin farkına varmasına çokça yetmişti. Üçüncü olarak, sanattaki demokratikleşme yani, 18. yüzyıl sanatçısının sosyal konumundaki değişiklik de dehaların çıkmasını koşullandırıyordu. Kiliseye ya da saraya değil de, halka ve pazara dönük sanatsal faaliyetlerin önünün açılması, o gün için çarpıcı bir ilerlemeye denk düşüyordu. Bununla birlikte sanat ürünü giderek bireyselleşiyordu. Eseri ile sanatçı arasındaki “engeller” azalıyor; sanatçı kişilik ve ilham gücünü çok daha dolaysız olarak bestesine yansıtabiliyordu. Sanatsal özgürleşmenin, sanatsal sanata geçiş koşullarının diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi bugünkü Almanya ve Avusturya’da dünya ülkelerinden çok daha önce serpilip geliştiği; belli sosyal-tarihsel koşullarla sabit.
Yine, dehanın ortaya çıkış koşullarının, oldukça çalkantılı, fırtınalı, yoğun sosyal dönemeçlere denk gelmesi rastlantı olamasa gerek. Hem Mozart hem de çağdaşı sayılabilecek olan Beethoven, Fransız Devriminin arifesinde yaşamışlardı. Dahası, Beethoven devrimi bizzat yaşamış, hatta bir siyasal taraf olmuştu. Kimi sosyal bilimcilerin yaptıkları tespitlerdeki gibi, siyasal ve sosyal hareketliliğin son birkaç asrın en yavaş dönemleri olan günümüzde, dahiler döneminin de şimdilik kapandığına şahit olmaktayız. Özellikle dikkat edilecek olunursa, müzikteki dehalar çağı çok daha kısa sürer. Pazarın yaratım sürecine nüfus etmeye başladığı 19. yüzyıl ve sonrasında iki besteci ayarında bestecilerin çıkmadıklarına tanık olundu. Yine genel olarak, insan hayatının her bir gözeneğine müdahale edilmeye başlanan, insanı kendi başına kalacak zaman ve yer bırakmamacasına onu boğan modern zamanlarda, tüm sanat dallarında yaratıcılığın ve dehanın darbe aldığını izlemekteyiz.
Beethoven da tıpkı Mozart gibi, “asi bir delikanlıydı.” Onun gibi yokluklar, yoksulluklar çekti. Kadınlar konusunda çok daha şanssızdı. Hatta hayatta, o da bir türlü ulaşamadığı – bir sevgilisinin olduğu söylenir. Bu da, dahiyi, diğer koşulların verili olduğunu düşünürsek, hırslandıran, yüceltme duygusunu yükselten en temel güdü oldu muhakkak. Her sanatçı nice kompleksten beslenir. Ancak mesele; bu kompleks ve dürtüleri en uygun biçimde yontup, soyutlamakla ortaya çıkıyor. Deha da bu noktada meydana geliyor.
Kaynakça:
*Mozart “Bir Dahinin Sosyolojisi Üzerine” / Norbert Elias
*Neden Klasik Müzik? Kılavuz Kitap / Lütfü Erol
*Sanatta Deha ve Yaratıcılık / Serkan Özkaya
Dostları ilə paylaş: |