İMANIN ÖNEMİ VE SÂLİH AMEL
İnsanın yeryüzündeki ilk vazifesi kâinatı ve kendisini yoktan var eden Allah’a iman etmesidir. Her Müslüman’ın ilk görevi, içinde hiçbir şirk ve küfür bulunmayan sapasağlam iman sahibi olmaktır. Her şeyden önce, iman tam ve sağlam, Allah ve Rasûlü’nün bildirdiği gibi olmalıdır. Çünkü inanılması gereken iman ve inanç esaslarına tam anlamıyla inanmadıkça yapılan bütün iyi ameller boşa gider. Rabbimiz Allah şöyle beyan ediyor:
“Kim kâfir olarak ölürse, artık onların bütün yapıp etmeleri (amelleri) dünyada da âhirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda sürekli kalacaklardır.” 788
Yapılan iyi amellerin boşa gitmemesi ve Cehennemde ebedî kalmamak için, imanın gitmesine sebep olan küfür ve şirkten sakınmak gerekmektedir. Kalbin ameli olan iman, bütün amellerden önce gelir. Ebu Hureyre (r.a.)’nin rivâyetiyle Rasûlullah (s.a.s.)’e “Amellerin hangisi efdaldir?” diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.): şöyle buyurdu: “Allah ve Rasûlü’ne iman etmektir.”
“Ondan sonra hangisi?” dediler:
“Allah yolunda cihaddır” buyurdu. “Ondan sonra hangisi?” denildi.
“Makbul olmuş hacdır” buyurdu. 789 Amellerin en faziletlisinin iman olduğunu Rasûlullah (s.a.s.) bildirmektedir.
Şair merhum Mehmet Âkif imanı şu şekilde dile getirmiştir:
“İmandır o cevher ki, İlâhî, ne büyüktür.
İmansız olan paslı yürek, sînede yüktür.”
Şairin dediği gibi imansız olan paslı yürek, vicdanda, sînede yüktür. İslâm’ın hükümlerini, kanunlarını, prensiplerini reddeden, tanımayan, karşı çıkan, İslâm’a aykırı, şeytanî yaşam biçimini benimsemiş, özümsemiş kişiler, imandan çıkmıştır. İmansızlıkları sebebiyle vicdanları pas tutmuş, kendileri doğrudan, haktan, adâletten, iyi ahlâktan ayrıldıkları gibi diğer insanların da ayrılmasına sebep olmaktadırlar. Bu şekilde maddî ve mânevî olarak insanlara yük oluyorlar, zarar veriyorlar.
Dolayısıyla iman anlayışı, insanlara zararlı olmayı değil; faydalı olmayı öğretmektedir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:
“İki haslet var ki, onlardan üstün bir şey yoktur: Allah’a iman etmek, Müslümanlara (insanlara) yararlı olmak. İki haslet de vardır ki onlardan daha kötü bir şey yoktur: Allah’a şirk koşmak ve insanlara zararlı olmak.” 790
İman etmenin ve insanlara yararlı olmanın önemini Rasûlullah (s.a.s.) bu şekilde beyan etmiştir.
Hak’tan ayrılmış kişiler, bâtıl olan işler yapar, yani doğru olmayan; hakka adâlete uymayan işler yaparlar. Nasıl ki İslâm’dan önceki câhiliyye döneminde her türlü haksızlık, ahlâksızlık vardı, güçlü güçsüzü sömürür, ezer, zulmederdi.
İslâm’ın gelmesiyle ne kadar kötülük, haksızlık, ahlâksızlık, insanlara zarar verici işler, gayr-i İslâmî şeyler varsa ortadan kaldırılmış, sona ermiştir. “Hak geldi, bâtıl yok oldu.” 791 Doğruluk, hak, adâlet hâkim olmuş, doğru olmayan her türlü kötülük, haksızlık, ahlâksızlık kaldırılmıştır. Câbir b. Abdullah (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:
“Dikkat ediniz! Câhiliyye işlerinden olan (gayr-i İslâmî) her şey ayaklarımın altındadır, kaldırılmıştır.” 792
Rasûlullah (s.a.s.) mücadele ederek hakkı hâkim kılmış, bâtıl olan her şeyi kaldırmıştır. Câhiliyye yaşantısına, bâtıl, şeytanî uygulamalara son vermiştir. Mü’minlere düşen görev de, önderimiz, Peygamberimiz (s.a.s.)’in izinden gitmektir.
Hz. Enes (r.a.), Rasûlullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu anlatıyor:
“Üç haslet vardır, bunlar kimde varsa imanın tadını duyar; Allah ve Rasûlünü, bu ikisi dışında kalan her şeyden ve herkesten daha çok sevmek, bir kimseyi sırf Allah rızası için sevmek, Allah onu imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak” 793
Yine Enes (r.a.) bildiriyor:
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Sizden biri, beni, babasından (anasından, hanımından) evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe (kemâliyle) iman etmiş sayılmaz.” 794 Rasûlullah (s.a.s.)’i yakınlarımızdan, bütün insanlardan ve her şeyden fazla sevmeliyiz ve onun gösterdiği hak yoldan gitmeliyiz.
Abbas (r.a.) Rasûlullah (s.a.s.)’den işitmiştir:
“Allah’ı Rabb, İslâm’ı din, Muhammed’i Rasûl kabul eden kişi, imanın tadını tatmıştır.” 795
Eğer imanlı yaşanıp imanlı bir şekilde ölmek isteniyorsa Allah’ı ve Rasûlünü her şeyden fazla sevmeli ve emrettiği Kur’an ve Sünnet yolundan gitmeliyiz. Bir kimse örneğimiz, önderimiz, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’i bırakıp, İslâm’a karşı çıkan kişileri örnek alıp onları önder edinip çok sever ve onların bâtıl olan yolunu takip ederse Allah ve Rasûlünün yolundan ayrılmış olur.
“Çünkü onlar, Allah’ı bırakıp şeytanları (ve şeytanın yolunda olanları) kendilerine dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar.” 796
“İşte bu: (Kur’an) bizim indirdiğimiz mübârek bir kitaptır. O’na uyun” 797
“Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun, başka yollara uymayın. Zira o yol sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte (bâtıl yoldan) sakınmamız için Allah size bunları emretti.” 798
İslâm’ın dışındaki bütün yollar, insanları hak yoldan, doğru yoldan ayırmaktadır. Çünkü onların yaşam tarzının kaynağı Kur’an ve Sünnet değildir. Onların kaynağı hevâ ve hevestir. İslâm dışı arzu ve isteklere dayanmaktadır.
Ebu Muhammed Abdullah b. Amr b. El-As’tan (r.a.) rivâyet edildiğine göre, Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Kendi arzu ve istekleriniz benim getirdiğime (İslâm dinine) uymadıkça gerçek mânâda iman etmiş olmazsınız.”799
Hadis-i Şerifte görüldüğü gibi, arzu ve isteklerin İslâm dinine uygun olması gerekmektedir. Mü’min kişinin İslâm’a aykırı olan hiçbir şeyi kabullenmemesi, hoş görmemesi gerekmektedir. Hoş olmayan, İslâmî olmayan hiçbir şeyi müslüman hoş göremez, hoş karşılayamaz. Ancak İslâm’a uygun olanı hoş görür, doğru görür, ona tâbi olur. Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:
“Allah ve Rasûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min olan bir erkek ve mü’min olan bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapıtmıştır.” 800
Mü’minin ölçüsü şuna göre, buna göre, Batıya veya Doğuya göre değil; İslâm’a göredir. Allah ve Rasûlü bir şey hakkında hüküm vermişse onu tereddütsüz kabul edip gereği ne ise yapılmalıdır. “Bu zamanda, yirmi birinci yüz yılda, bu çağda İslâm’ın prensipleri uygulanır mı? Çağ değişti, Batı yaşam tarzı nasılsa öyle olmalıdır, çağdaşlığın gereğidir, en güzel yaşam biçimi budur” gibi laflar söylemek ve bu görüşleri benimsemek çok yanlış ve büyük hatadır. Müslüman kişinin yapacağı, herhangi bir şey İslâm’a aykırı ise onu reddetmektir.
İman, itaat ister. İmanın gereği, Allah’a ve Rasûlüne itaat etmektir.
Rabbimiz Allah bu itaati bizlere emretmektedir:
“Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlü’ne çağırıldıkları zaman mü’min olanların sözü: ‘İşittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte felâha kavuşanlar bunlardır. Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse ve Allah’tan korkup O’ndan sakınırsa, işte kurtuluşa ve mutluluğa erenler bunlardır.” 801
“Ey İman edenler, Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin ve kendi (yaptığınız) amellerinizi geçersiz kılmayın.” 802
Dinimizin temeli Allah’a ve Rasûlü’ne itaat esasına dayanmaktadır. Allah ve Rasûlünün emirlerine itaat etmeyenler, karşı çıkanlar; hemen çağı hatırlatıp “bu çağda İslâmî yaşam biçimi olur mu? Çağ değişti, çağa uymak lâzım” diyerek Allah ve Rasûlünün insanların dünya ve âhiret saâdeti için koyduğu İslâmî hükümleri, emir ve yasakları geçersiz görenlerin, bu gerçeklere karşı çıkanların amelleri geçersizdir, yaptıkları iyilikler boşa gidecektir. Onlara âhirette mükâfat yoktur. Onların yaptıkları iyiliklerin karşılığı dünyadadır. İnsanlara yaptıkları iyiliğe karşılık teşekkür alırlar. “Sağ olun, çok yaşayın, çok iyisiniz” denir, onlar da gururlanır, övünürler; mükâfatları bu kadardır. Niye? Çünkü kâinatı ve kendisini yoktan var eden zâtın sayısız nimetlerinden yararlandığı halde Allah’a kulluk yapmadığından, emir ve yasaklarına itaat etmediğinden, O’nun Rasûlüne de itaati terk ettiğinden ötürüdür. Rabbimiz Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle belirtmektedir:
“İnkâr edip kâfir olarak ölenler, dünya dolusu altın (para) fidye vermiş olsa dahi hiç birinden kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır. Ve onların hiçbir yardımcıları yoktur.” 803
İşte açıkça görülüyor ki, imanın değeri ne kadar büyük. İnanılması gereken İslâm’ın hükümlerini kabul edip savunanlara karşı çıkanlar, Allah’ın ve Rasûlü’nün emrinden rahatsız olup, karşı çıkanlar yukarıdaki âyet-i kerimede belirtildiği gibi “dünya dolusu altını fidye vermiş olsa (insanlara dağıtsa) dahi kabul edilmez, onlar için acı bir azap vardır.” İslâm’ın prensiplerini kabul etmeyenlerin, kâfir olarak ölenlerin durumu budur.
Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:
“İman edip sâlih amellerde bulunanlar, onlar da Cennet halkıdırlar, orada temelli kalıcıdırlar.” 804 Allahu Teâlâ birçok âyet-i kerimede iman edip sâlih amel işlemenin önemini belirtmiştir. 805
Amel-i Sâlih Ne Demektir?
İyi, güzel, faydalı, sevaba ve Allah’ın rızasına sebep olacak, haram sınırına girmeksizin kişinin iman, iyi bir niyet ve ihlâs ile yapmış olduğu davranışlara amel-i sâlih denir. “Amel” iş mânâsına gelir. 806
“Sâlih” ise, elverişli, yararlı, yarayışlı demektir. Dinin emir ve yasaklarına uygun iyi ahlâk sahibi olmak anlamına gelen amel-i sâlih; kişiye âhiret saâdetini sağlamaya, Allah’ın rızâsını kazanmaya elverişli olan, Allah katında bir değer ifade eden davranışlardır.
İmanı kuvvetlendiren, sağlamlaştıran, onu çepeçevre sararak koruyan sâlih amellerdir. Amel-i sâlih Kur’ân-ı Kerim’de doksan küsür yerde doğrudan doğruya ve dolaylı olarak emredilmiştir. Sâlih amelden söz eden âyetler genellikle, önce imana değinerek başlarlar. Bunların hep “iman edip sâlih amel işleyenler” şeklinde oldukları görülmektedir. Bu da iman ile amelin, bir bütünün ayrılmaz parçaları olduğunu ortaya koyar. İman olmadan güzel davranışların hiçbir önemi yoktur. Sâlih amel olmadan de kuru imanla yetinmek de yeterli değildir. Bir Müslümanın imanını sâlih amellerle bütünleştirmesi, dünya ve âhiret hayatına bağlı olarak bütün davranışlarını güzelleştirmesi İslâm’a uygun hale getirmesi gerekir. İslâm’ın mü’minlerden istediği sâlih amel budur.807 Rabbimiz Allah, Kur’ân-ı Kerim’de kurtuluşa erebilecek kimseleri şöyle tanıtıyor:
“Asra yemin olsun ki insanlar hüsrandadır. Ancak iman edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı, sabrı tavsiye edenler müstesnâ.” 808 Yani, geri kalanlar zarardadır, ziyandadır, sonları perişandır. İman edip sâlih amel işleyerek imanın kuvvetlenmesi sağlanmalıdır ve insanlara hakkı ve sabrı tavsiye ederek onların da İslâm’ı yaşamalarına vesile olmaya çalışmalıyız. Bu şekilde İslâm’ın emir ve yasaklarına uyanların sayılarını artırmak için elimizden geleni yapmalıyız. “İnanıp iyi işler yapanlar da halkın en hayırlısıdır.” 809 İnsanların en hayırlısı, en iyisi iman ve sâlih amel sahibi olan kişilerdir.
Sâlih amel olması için iki şey, mutlaka gereklidir:
a) Yapılacak işin İslâm’a uygun olması,
b) Allah (c.c.) rızası için olması.
Yapılan işlerde bu iki unsurdan biri olmayınca o iş Allah’ın rızâsına uygun olmaktan çıkmış olur.
Yapılan iyiliklerden sevap kazanmak için, amelin Allah rızası için olması şarttır. İnsanların beğenisini, takdirini, övmesini, hoşnutluğunu kazanmak için yapılan ameller (işler) asla amel-i sâlih değildir.
İman sahibi muvahhid mü’minler imanın gereği olan sâlih ameli işler ve onu bir davranış biçimi olarak ortaya koyar. Zaten insanın yaratılış gayesi kimin daha iyi amel işleyeceğinin ortaya çıkması içindir. “Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” 810
“Kim sâlih amel (iyi işler) yaparsa kendi lehine, kim de kötü amel işlerse kendi aleyhinedir. (zararınadır).” 811
Yapmış oldukları haksızlıklar, ahlâksızlıklar, insanlara zarar verici işler, içki, kumar, zina, haram yoldan kazanılan paralar vs. gibi günahlardan dolayı insanlar âhirette cezasını görecektir.
“Kim tevbe edip sâlih amel işlerse şüphesiz o Allah’a hakkıyla yönelmiş olur” 812 Allah’a iyi kul olabilmek için, sağlam bir iman sahibi olmak ve sâlih amellerde bulunmak gerekir.
Sâlih ameller başlıca iki türlüdür:
Birincisi; bedene ait ibadetler; yükümlünün önce ve bizzat kendisine faydalı ve kendi iyiliğine olan amellerdir. Namaz, oruç gibi. İkincisi de zekât ve sadaka gibi başkalarına faydalı olan amellerdir (İnsanlara fayda sağlayan her şeydir). Birincisine kendini kemâle erdiren, ikincisine başkasına iyilik etme denilir. Bunun en önemlisi de; hakka çağırma ve İslâm’ın yeryüzüne hâkim olması için hak yolda mücadele yapmaktır.813
İnsanlara faydalı olan her türlü iyilik ve yardımda bulunmak, insanlarla iyi geçinmek, onlara yararlı olmak sâlih ameldir. Abdullah İbnu Amri’bnil-As (r.a.) şöyle demiştir:
“Bir kimse Peygamber (s.a.s.)’e:
‘Müslümanların hangisi daha hayırlıdır?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.):
‘Müslümanlar, dilinden ve elinden (zarar görmeyen) selâmette kalandır.’ cevabını verdi.” 814
Demek ki iyi bir Müslüman’ın eliyle, diliyle veya herhangi bir şekilde müslümanlara zararı dokunmaması gerekir. Müslüman kişi, insanlara zarar veren değil; fayda veren kişi olmalıdır.
Enes (b. Malik) (r.a.)’den: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Hiç biriniz kendisi için arzu ettiğini (mü’min) kardeşi için de arzu etmedikçe (kemâliyle) iman etmiş olmaz.” 815
Mü’min kişi, kendi için istediği iyi şeyleri mü’min kardeşi için de istemelidir. Mesela kendisinin malı, mülkü, parası, arabası, evi olmasını ister. Aynı şekilde diğer müslüman kardeşlerinin de olmasını istemeli, onlara haset etmemeli, kıskanmamalı, “Allah kardeşlerimiz hakkında, ne hayırlıysa onu nasip etsin” diye duâda bulunmalıdır.
İhtiyacı olanlara da gereken yardımı yapmalıdır. “İbn Ömer (r.a.)’dan rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Müslüman, müslümana zulmetmez; o, onu haksızlık edenin eline bırakmaz. Bir kimse müslüman kardeşinin ihtiyacını yerine getirirse, Allah da ona yardım eder. Bir kimse bir müslümanın sıkıntısını giderirse, Allah da ona mukabil kıyamet gününün sıkıntısından birini giderir. Bir kimse din kardeşinin ayıbını örterse, Allah da kıyamette onun ayıbını örter.” 816
Müslüman, müslümanın kardeşidir, ona maddî-mânevî yardımda bulunur. Kendi için istemediği, hoş görmediği bir şeyi kardeşi için de hoş görmez. Bu tür iyi davranışlar sâlih ameldendir. Aynı şekilde, hayırlı evlat yetiştirmek de sâlih ameldir. Ebu Hureyre (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.):
“İnsan öldüğü vakit ameli kesilir (amel defterleri kapanır); ancak üç şey müstesna (onlar yazılmaya devam eder): Sadaka-yı câriye (insanların istifade ettiği çeşme, köprü, yol, hastahane, cami), kendisinden istifade olunan ilim (kitap vb.) kendisine duâcı olan sâlih evlat” 817 buyurmuştur.
Bir mü’min, önce kendisi sâlih bir kişi olmalı ve çocuklarını da sâlih insan olarak yetiştirmelidir. Çünkü annesine, babasına, kendisine, insanlara faydalı bir mü’min yetiştirmek anne ve babanın çocuklarına karşı en önemli görevidir.
İbn Mâce’nin İbn Abbas (r.a.)’dan rivâyet ettiği bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.):
“Çocuklarınıza ikramda bulununuz ve onları güzel terbiye ediniz.” buyurmuştur.818
Yine bir hadis-i şerifte“Hiçbir baba çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir miras bırakamaz.” 819 buyurulmaktadır. Görülüyor ki ahlâklı, faziletli, dindar, sâlih evlat yetiştirmek çok önemli bir görevdir. Anne ve babalar çocuklarını bu şekilde sâlih bir kişi olarak yetiştirmelidir.
Ebu Hureyre (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.):
“Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra anası, babası (yaşadığı toplum) onu yahudileştirir, yahut hıristiyanlaştırır, yahut müşrikleştirir.” buyurdu. Bundan sonra Ebu Hureyre (r.a.):
“Şu âyeti okuyun” dedi.
“O halde sen, yüzünü bir muvahhid olarak dine, Allah’ın O fıtratına çevir ki, O, insanlarI bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. Bu dimdik ayakta duran bir dindir, fakat insanların çoğu bilmezler.” 820
Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Ancak, onu eğiten, etkileyen anne, baba, yakın çevresi, eğitim ve öğretim sistemi, ve bu etkenler, çocuğun materyalist ve İslâm’a aykırı bir şekilde yetişmesine sebep olmaktadır.821
Rasûlullah (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Sizden her kim bir münker (İslâm’a aykırı) bir şey görürse onu eliyle değiştirsin, eğer eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle, ona da gücü yetmeyen kalbiyle değiştirsin (buğz etsin). İşte bu imanın en zayıf olanıdır.” 822
İslâm’a aykırı, kötü bir şey gördü mü bir mü’min onu eliyle, diliyle değiştirmeli, karşı çıkmalı, ortadan kaldırmalı, eğer gücü yetmezse kalbiyle buğzetmelidir.
Tabiî ki, buğz konusunu da iyi anlamamız gerekir.
Buğz: Sözlükte birisi hakkında gizli, içten ve kalbî düşmanlık beslemek, başkasına kin duymak, nefret etmek anlamlarına gelmektedir. Bir kişi bir kişiye hoşuna gitmeyen bir kötü söz söylese, sövse ona karşı hemen eliyle, diliyle müdahale eder, karşı çıkar, eğer eliyle, diliyle karşı çıkacak durumu yoksa kalben buğz eder. Fakat bu buğzla, tarifte geçtiği gibi kalben nefret edilir, onu görmek, onun yanında olmaktan son derece kaçınır, rahatsız olur. İstemeyerek bir araya gelmişse müdahale edemeyecek bir ortamdaysa ona karşı yüzünün şekli değişir, kızgınlığı bütün vücuduna yansır, eli, ayağı titrer. Çünkü buğz ettiği kişiyle aynı ortamda hoş olmayan bir durumla karşı karşıyadır. O kişide, buğz yüzüne, her yerine yansıdığından kızgınlığı, nefreti, içten düşmanlığı belli olur. İşte, kendisine yapılan bir yanlışlık, hakaret, kişinin hoşuna gitmeyecek bir durumla karşı karşıya kaldığında ya el ile müdahale eder, kavga eder veya dil ile karşı çıkar, bağırır, çağırır, öfkesini dile getirir, bunları da yapamazsa yukarıda belirtildiği gibi buğz eder.
Dinimize yapılan hakaretler, hoş olmayan gayr-i İslâmî tutum ve davranışlar karşısında durumumuz ne olmalı? “Ne yapayım, elimle, dilimle bu kötülüklere mâni olamıyorum, buğzettim, içimden kızdım, görevim tamam” demek yeterli mi? Tabiî ki değil. Âdet yerini bulsun kabilinden ‘buğzettim (kızdım)’ demek çok hafif kalmaktadır. Yukarıda değindiğimiz gibi kendimize yapılan yanlışlıklara, haksızlıklara, ahlâksızlıklara karşı tepki gösterdiğimiz gibi, dinimize yapılan hakaretlere karşı da tepki göstermeliyiz. İnsanın dine inanmama özgürlüğü vardır, inanmayabilir. O kişiyi Allah’a ve peygambere, İslâm dinine inandırmak için zorlamak, dinimizde yoktur. Çünkü Rabbimiz “dinde zorlama yoktur” 823 buyurmaktadır. Fakat onların da İslâm’a ve ona inananlara hakaret etme, alay etme, onların dininin gereklerini yerine getirmeye mâni olmaya hakları yoktur.824 Böyle bir hakkı kendilerinde görürlerse, o zaman onlara karşı gereken tepki gösterilir.
“İman edenler Allah yolunda cihad eder, küfredenler de (kâfirler de) tağutun yolunda savaşırlar (mücadele ederler). Öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın (mücadele edin). Hiç şüphesiz şeytanın (ve dostlarının) hile düzeni pek zayıftır.” 825 İslâm için gereken ne ise, onun yapılması sâlih amel gereğidir.
Ebu Hureyre (r.a )’n rivâyetiyle Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “İman yetmiş küsür yahut altmış küsür şubedir. Bunlardan en efdali Lâ ilâhe illâllah demektir. En aşağısı ise yoldan eziyet verecek şeyleri gidermektir. Haya da imandan bir şubedir.”826
“İki haslet vardır ki, onlardan daha üstün bir şey yoktur: İman etmek ve müslümanlara yararlı olmak. İki haslet de vardır ki, onlardan daha kötü bir şey yoktur: Allah’a ortak koşmak ve müslümanlara zararlı olmak” 827
“İman, fıtratla yaratıcısı arasına gerilen bir iptir. O, sonsuzluğa ermiş şerefli bir hayata tırmanan yokuşta, adımların basılacağı noktaları aydınlatan bir ışıktır.” 828
“Son günümde olmasın çelengim, top arabam, /Tabutumu götürsün, tam dört imanlı adam.” 829
“İman, yaratanla yaratılan, emir sahibiyle memur arasındaki bir teslimiyet anlaşmasıdır.” 830
“İmandır o cevher ki, İlâhî, ne büyüktür, /İmansız olan paslı yürek, sinede yüktür.” 831
“İnsan, imanda kemâle ererse, korkacağı bir felaket veya yapamayacağı bir fedakârlık yoktur.” 832
“İman, âhiret hayatının kurtuluş vesikası, ebedî saâdetin hüviyet varakasıdır.” 833
“İnsana değer kazandıran imandır. Bugün yedi milyar insanın gecesini ışığa kavuşturan Edison bile eğer imansız gittiyse Cehennemden ebediyyen paçasını kurtaramaz.”834
“Mesut olur o kimse, bir Allah’a imanı var, /İbâdetsiz gönüllerde, yığın yığın hüsran var.”
“İman, vicdan huzurunun birinci şartıdır.” 835
“İman etmek, Allah’ın emri ve O’na kulluğun gereği. İman etmemek ise, şeytanın emri ve şeytana uyanların cehennemdir yeri.” 836
Dostları ilə paylaş: |