KAZÂ VE KADERE İMAN
Kader: Sözlükte “ölçü, miktar, bir şeyi belirli ölçüye göre yapmak ve belirlemek” anlamına gelir. Terim olarak “Yüce Allah’ın ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesi” demektir. Allah’ın ilim ve irâde sıfatlarıyla ilgili bir kavram olan kader, evreni, evrendeki tüm varlık ve olayları belli bir nizam ve ölçüye göre767 düzenleyen İlâhî kanunu ifade eder.
Kazâ: Sözlükte “emir, hüküm, bitirme ve yaratma” anlamlarına gelir. Kazâ, Cenâb-ı Hakk’ın ezelde irâde ettiği ve takdir buyurduğu şeylerin zamanı gelince her birisine ezelî ilim, irâde ve takdirine uygun biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır. Kazâ, Allah’ın tekvin sıfatı ile ilgili bir kavramdır. 768
“Biz her şeyi bir kader ile (bir ölçüye göre) yarattık” 769
Evrende her şey kazâ ve kadere bağlıdır. Allah’ın takdir ve irâdesinin dışında hiçbir şey olmaz. Kazâ ve kadere iman etmek, hayır ve şer, iyi veya kötü her şeyin Allah tarafından takdir edilmesine, belirlenmesine ve zamanı galince belirlendiği gibi yine Allah tarafından yaratılmasına inanmak demektir.
Kazâ ve kader hakkında Ehl-i Sünnet’in görüşü şu şekildedir: Cenâb-ı Hakk, eşyayı yaratmadan önce, eşyanın miktarını, ahvâlini, halkın amellerini, kendi irâdesiyle yapacakları hayır ve şerleri ilm-i ezelîsiyle bilip, ezelî irâdesiyle Levh-i Mahfuz’da ilk yarattığı kalemle yazmıştır. Ezelde ilim ve irâdeye muvâfık olarak takdir edilen şeyler de, zamanı gelince harfiyen kazâ olarak meydana gelmektedir. “Her şey ezelde takdir edilip, Levh-i Mahfuz’da 770 yazılmış olduğuna, zamanı gelince de kazâ olarak icat edileceğine, takdir ve kazâda hata olmayacağına göre; insan, yapmış olduğu işlerden nasıl sorumlu tutulur?” şeklindeki soruya cevap vermeden önce insanların fiillerini kısaca tetkik edelim.
İnsanların fiil ve hareketleri ikiye ayrılır:
İhtiyârî ( elinde olan) fiiller,
Gayr-i ihtiyârî (elinde olmayan) fiiller.
İnsanların gayr-i ihtiyârî olan fiil ve hareketleri, kendi ihtiyar ve irâdeleri olmaksızın, sadece Allah’ın yaratmasıyla olduğu için insan bundan sorumlu tutulmaz. İnsanın açlık hissetmesi, vücudundaki kan dolaşımı, organların çalışması, boyunun uzun ya da kısa olması, cinsiyetinin erkek ya da kadın olması vb. işler. Bunlardan dolayı ne sevap ne de günah hâsıl olmaz, çünkü bunlar kişinin elinde olan şeyler değildir.
İhtiyârî fiiller ise; insanların irâdesi vâsıtasıyla yaratılır. İnsanlar bu hususta irâde-i cüz’iyyeye ve bir kudrete sahiptirler. İnsanlar kendi irâdelerini ve kudretlerini sarfeder, akabinde Allah da o fiilleri yaratır. Yoksa insan kendi fiillerini yaratmaz. İnsanların bu kabil fiil ve hareketleri, kendi irâde ve ihtiyarlarına dayandığı için zorlama lâzım gelmez. Bu fiillerin yaratıcısı Allah olup, kul olmadığından tefviz (kulun fiillerini yaratmış olması) de lâzım gelmez.
Yalnız, Allah (c.c.), her hususta, olan ve olacak olan her şeyi sebeplere bağlamıştır. Kul, bu sebeplere tevessül edince, Allah (c.c.) da o şeyi yaratır ve vücuda getirir. İlâhî sünnet bu tarzda cereyan eder.
Şimdi soruya ve asıl cevabına gelelim:
“Fiil ve hareketlerimiz ezelde takdir edilmiş ve Levh’a yazılmış olduğuna göre, bu işleri yapmak zorunda kalmıyor muyuz? Öyleyse niçin sorumluyuz?”
Evet, her şey, ezelde Allah’ın irâde ve ilmiyle takdir edilmiş ve yazılmıştır. Fakat bilmemiz gereken husus şudur: “İlim, ma’lûma tâbîdir.” Bilgi, ancak hâdiselere ve eşyaya uygun olursa ona ilim denir, uygun olmazsa cehâlet denir. “İlim, ma’lûma tâbidir.” Yani ilim (bilmek), ma’lûma (bilinen şeylere ve hâdiselere) tâbîdir. İlmin hâdiselere tesiri yoktur. Meselâ; biz güneşin nereden ve ne zaman doğacağını biliriz. Güneşin söylediğimiz zamanda doğması ise, bizim bilgimizden dolayı değildir. Veya, meteoroloji istasyonlarının, âletleri ve tecrübeleri ile, bugün rüzgârın hangi yönden eseceğini bilmelerinin ve bunu daha önceden tespit etmelerinin, rüzgârın aynı yönden esmesinde tesiri yoktur. Yani onlar bildi ve yazdı diye rüzgâr o yönden esmiş veya yağmur yağmış değildir. Zaten yağmur yağacağı ve rüzgâr o yönden eseceği için, onlar bilmiş ve yazmışlardır. “İlim, ma’lûma tâbidir.” Genel kaidesinin izahı budur. Hak Teâlâ da, her şeyi kaplayan ilmi ile dünyaya gelen ve gelecek olan bütün insanların; irâde ve kudretlerini nasıl kullanacaklarını, iyiyi mi, kötüyü mü seçeceklerini, irâde ve güçlerini kullanmalarının sonunda neticelerin ne olacağını eksiksiz bir ilimle bilir ve bu bilgisi üzerine, ezelde insanın her fiilini takdir eder ve Levh-i Mahfuz’a yazdırır. Netice; ezeldeki takdir-i İlâhî ve yazı, ilm-i İlâhîye tâbidir. Yani Allah, nasıl olacağını ve geleceğini bildiği için öylece takdir edilmiştir. İlm-i İlâhî ise ma’lûma tâbidir. Cenâb-ı Hak, nasıl olacak ise, öylece bilmiş, bildiği gibi hüküm ve takdir etmiştir.
Yani Allah Teâlâ, insanların ne şekilde hareket edeceklerini bildiği ve takdir ettiği için insanlar hareket etmiş değillerdir. Ancak Allah, kendi irâde-i cüz’iyyelerini nasıl kullanacaklarını ve dolayısıyla nasıl hareket edeceklerini tamamen bildiği için öylece takdir edip yazmıştır.
“Allah her şeyi bilendir.” 771
İnsan hayır ve şerri, ezelde (önceden) yazıldığı ve takdir edildiği için işlemiyor. İnsanın kendi irâdesiyle hayır veya şer işleyeceği, Allah tarafından bilindiği için, ezelde öylece yazılıp takdir ediliyor. Bunun için de insan, işlediği hayırlardan sevap, yaptığı kötü şeylerden de günah kazanıyor ve sorumlu tutuluyor.772 “Allah, yaptıklarından sorumlu değildir; insanlar (yaptıklarından) sorumludurlar.” 773 buyrulmaktadır.
“Biz ona (insana) iki yolu (iyiyi ve kötüyü) gösterdik.”774 “Kim iyi işler yaparsa kendi lehine, kim de kötü işler yaparsa bu da kendi aleyhinedir. Rabb’in zulmedici değildir.”775 “Şüphesiz Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.” 776
Kişi iyi ve doğru işler yaparsa kendi faydasına, câiz olmayan kötü işler yaparsa kendi zararınadır. ‘Kaderim buymuş’ diyerek içine düştüğü hoş olmayan kötü durumdan kurtulmak için elinden geleni yapmayıp ‘bu benim kaderim, ne yapayım’ demeye kimsenin hakkı yoktur. Çünkü Allah insana akıl ve irâde vermiştir. Aklını ve irâdesini kullanarak insanın iyi olan işleri yapması, kötü olan işlerden uzaklaşması mümkündür. Bunun için yapılan iyi işlerden dolayı âhirette mükâfat, yapılan kötü işlerden dolayı da ceza vardır. Kader konusunda çatışıp çekişmeyi, tartışmayı Rasûlullah (s.a.s.) yasaklamıştır.777
Rızk
Rızk; sözlükte “azık, yenilen, içilen ve faydalanılan şey” anlamına gelmektedir. Terim olak ise, “canlı varlıkların yaşamalarını temin etmek hususunda faydalandıkları şey demektir.” Yenen, içilen, gıda olarak faydalanılan her şey rızıktır. Bütün canlı varlıkların rızkını veren Allah’tır. Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:
“Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı Allah’a aittir.” 778 Kazânç helâl de olur, haram da olur. Allah kulun istediği doğrultuda rızkını verir. Ancak kişi haram olanı tercih ederse, bunun cezasını görür. Mü’minin görevi rızkını helâl yoldan kazanmaktır.
Soru: “Haram Allah’ın rızkı ise, niçin onun yenilmesinden ötürü ceza veriliyor?”
Cevap: Kulun ona yönelmesi ve onu tercih etmesinden ötürü. Zira Allah Teâlâ mutlak olarak rızık vereceğini vaat etmiş ve şu âyet-i kerîmesinde de belirttiği üzere onun helâl yoldan aranmasını kuluna emretmiştir. “Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olmak şartıyla yiyin.” 779 Kul, hırsı ve nefsani arzusu sebebiyle rızkı helâl olmayan yoldan arayınca Yüce Allah da onu kendisine o yoldan verir, fakat yanlış tercih ve emr-i İlâhî’ye muhâlefeti yüzünden onu cezalandırır. 780 Kişi daha çok, daha rahat ve kısa yoldan para, mal, mülk sahibi olmak için helâl yoldan değil; haram yoldan elde etmeyi arzu ederse tabii ki cezasını görür. 781
Ecel
Ecel, sözlükte “önceden tespit edilmiş zaman ve süre” demektir. Ecel, terim olarak ise, “ölüm için takdir ve tayin edilen vakittir. Dünya hayatının sona erdiği andır.” Ecelin değişmeyeceğini Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerimde bildirmektedir.
“Artık onların eceli gelince onu ne bir saat (an) geciktirebilir, ne de öne alabilirler.” 782
Bize düşen görev, hayatımızı tehlikeye sokacak şeylerden sakınmak, sağlımızı en güzel şekilde korumak, ölüm gelinceye kadar Allah’a iyi kulluk yapmak için elimizden geleni yapmaktır. 783
Tevekkül
Sözlükte, “işi başkasına havâle etmek, güvenmek, dayanmak” anlamlarına gelen ‘tevekkül’ terim olarak, yapılacak herhangi bir işte hedefe ulaşmak için gerekli olan, alınması gereken tedbirleri aldıktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra Allah’a güvenmek ve ondan ötesini Allah’a bırakmak demektir. Tevekkül’ü doğru anlamak gerekir. Tevekkül, bir iş yapmadan oturarak bir şeyi Allah’tan beklemek değildir. Tarlasından iyi bir ürün almak isteyen bir çiftçi, önce tarlayı iyi bir şekilde sürüp tohumunu eker, gübresini atar, sulamasını yapar. Ekinini zararlardan korumak için her türlü tedbiri aldıktan sonra gerisini Allah’a bırakır, O’na güvenir. Ekinin büyümesi, ürün vermesi için Allah’a güvenerek sonucu O’ndan bekleyecektir; doğru olan tevekkül anlayışı budur. Bir iş için gereken ne ise onu yaptıktan sonra Allah’a dua ederek, güvenerek sonucun hayırlı olmasını beklemektir. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Bir işe karar verdiğin zaman Allah’a dayanıp güven. Allah kendisine güvenenleri sever.”784 “Kim Allah’a güvenirse, O, kendisine yeter.” 785
Hz. Peygamber (s.a.s.), devesini salarak tevekkül ettiğini söyleyen bir kişiye: “Önce deveni bağla, Allah’a öyle tevekkül et” buyurmuştur. 786 Bu hadisten de anlaşıldığı gibi, önce elden gelen yapıldıktan sonra Allah’a tevekkül etmek gerekir. Doğrusu budur. 787
Dostları ilə paylaş: |