İnsan memleketiNİn islâhi hakkinda iLÂHÎ tedbîrler



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə20/45
tarix02.12.2017
ölçüsü2,72 Mb.
#33540
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   45

Şimdi bu vasıfları kazanmaya çalış ki, insâf ehlinden olasın! Eskiden beri insanlar bana haber verdi ki, bizim vatanlarımızda ve onların vatanlarında, onların indinde, onların içinde, sessizliği uzun ve hikmetle konuşsa bile kelâmı az olan kimselerden kıymetçe çok büyük ve i’tibâr olarak en büyük ve en celîl bir kimse görülmemiştir. Çünkü o cinsten azlık, çoktan daha güzeldir. Ve usanmak korkusunu onların nefisleri için kabûl et! Ve o daha önce bahsedilen cömertliğin sınırıdır. Ve Resûlullah (sav) ashâbına nasîhatta, onlar üzerine gelebilecek usanma korkusundan dolayı, aralık verirdi. Ve vârislerin de böyle olması gerekir. Ve aynı şekilde onların ellerinde olan şey hakkında zâhidlik eden ve onlardan kendini gizleyen ve onlara, ancak onların ihtiyâc duyduğu bilinen şey indinde, o ihtiyaca bakarak ortaya çıkan bir adamdan onların indinde daha azîm ve onların nefisleri arasında daha celîl olanı görmedim; şimdi bu vakitte, bölümün başında sana takdîm ettiğimiz şey üzere, onlar için zâhir olur. Şimdi biz her bir şeyi, nefislerin ona susaması için, bu söz makâmında söyledik. Böyle olunca sana dünyâlarından bir şey ile yönelirlerse, onlardan yüz çevir! Ve onların fukarâsı üzerine çevir! Eğer çekinip ancak seni aracı yaparlarsa onlardan kabûl et; ve onların bilgisi dâhilinde olmak üzere, onların fukarâlarına çevir! Ve imâmın hâli de böyle olur. Ve o sebeple memleketinin ehli indinde çokbüyük olur.

Sen bu bahsedilen vasıfların kazanılmasına, ya'nî işlerde ifrât ve tefrîtten kaçınmaya ve onların vasatı olan cömertlik ve zühd ile vasıflanmaya, çalış ki insâf ehlinden ya'nî adâlet ehlinden olasın. Aksi halde ifrât ve tefrîte düşüp zulüm ehlinden olursun. Bu ifrât ve tefrît insanın bütün hallerini kapsar. Örneğin kelâm bir insânî sıfattır. Bunun da ifrâtı ve tefrîti vardır: Kelâmı lüzûmundan fazla söylemek ifrât; ve lüzûmu hâlinde söylememek tefrit; ve ihtiyaç nisbetinde söylemek cömertliktir.

Nitekim insanlar, eskiden beri gerek bizim vatanlarımızda ve gerek kendi vatanlarında bulunan kimselerin arasında onların indinde, sessizliği uzun süren ve hikmetle konuşsa bile, sözü az olan bir adamdan kıymetçe çok büyük ve i’tibâr olarak en büyük, en celîl bir kimse görülmediğini haber vermişlerdir. Çünkü hikmetle konuşmanın azı çoğundan daha güzeldir. Çünkü insanlarda usanma ve bıkma hassası vardır. Bundan dolayı usanma korkusunu onların nefisleri için kabûl et ki, insanlara karşı bu şekilde muâmele, daha önce îzâh edilen cömertliğin sınırıdır ve zâhiridir. Nitekim (Sav) Efendimiz, usanmaları ve bıkmaları mahzûrunu göz önünde bulundurdukları için, ashâb-ı kirâmına (rıdvânullâhi aleyhim ecmâ'în) nasîhatlarda aralık verirdi. Bundan dolayı nebevî vâris olan insân-ı kâmillerin de, terbiye ettikleri mürîdlerine karşı, nasîhatlarında ve diğer muâmelelerinde böyle yapmaları lâzımdır. Ve aynı şekilde insanların ellerinde bulunan şey hakkında zâhidlik eden ve onlardan sûrette ve ma'nâda kendini gizleyen, ya'nî gece gündüz onların arasında bulunmayan; ve bulunduğu zaman da, dâimâ hakîkatlerin sırlarını ve ilâhî bilgileri esirgemeyip, onlara ancak ihtiyaç duydukları bilinen bir şeyin gerçekleşmesinde, o ihtiyâca bakarak sûret ve ma'nâca gözüken bir adamdan, o insanlar indinde daha büyük ve onların arasında daha celîl olan bir kimseyi görmedim.

Şimdi insân-ı kâmil ihtiyaç duyulan bir sebebe dayalı olarak insanlar arasında gözüktüğü zaman, bölümün başlarında sana takdîm ettiğimiz şey üzere, ya'nî ihtiyâç miktârından ne fazla ne de noksan olmamak üzere gözükür. Ve onların ihtiyâcını te’mîn etmekle yetinir; aslâ ifrât ve tefrit eylemez.

Şimdi biz gerek insânî vücûdda halîfe olan rûha ve gerek zâhiri hükûmette imâm olan kimseye her bir şeyi, nefislerin ona susaması, ya‘nî şiddetle meyli için bu söz makâmında ve ma’nâlara bağlı olan kelâm âleminde söyledik. Çünkü söz ma‘nâyı ifâde ederse de hâl bahşetmez. Hâl ancak o ma’nâlar ile amele çalışmak sûretiyle nefislerde oluşan bir melekeden ibârettir. Bu melekenin tafsîli ise, Hakk’ın inâyetiyle sâlikin himmet elindedir.

Şimdi mâdemki zâhidlik cömertliktir; böyle olunca insanlar sana dünyâlarından, ya‘ni mallarından, bir şey ile yönelirlerse onlardan yüz çevir, o getirdikleri malı kabûl etme! Fukarâya veriniz, de! Eğer kendileri fukarâya sadaka vermekten çekinip, ancak bu hususta seni aracı yapmak isterlerse, o malı onlardan al; ve onların bilgisi altında, onların fukarâlarına dağıt ve sadaka olarak ver! İşte insânî vücûdda rûhun hâli böyle olduğu gibi, zâhiri hükûmette imâmın hâli de böyle olur. Ve bu sıfât ile vasıflanmış olan imâm, bu sebeple memleketinin ehli ve teb‘ası indinde hürmete ve muhabbete lâyık olur.



ALTINCI BÖLÜM

Adâlet Hakkındadır. Ve O Bu Şehrin Hükümlerini ve Tedbîrlerini Bilen Kadıdır

Adâletli ve mükemmel olan himmetli efendi, Allah Teâlâ seni desteklesin! Eğer sen üzerinde mülkünün devamlılığını ve düşmanlarına zaferi istersen idâren altındakilerin hükümlerinin tasarruf edicisinin ve senin hükümlerinin infâz edicisinin adâlet olması lâzımdır. Şimdi muhakkak Allah Teâlâ onu senin üzerinde bâkîleştirdi. Bir şehire ve memlekete yöneldiğinde onlarda bereket ortaya çıktı ve rızıklar arttı. Ve bütün mîzân yayıldı. Ve o, zamanların ve eserlerin geçeceği yer üzerinde övülmüş, sevgili olan bir mevcûddur. Ve o, yeryüzünde konulmuş bir mîzândır. Ve en büyük arzda kulların ayrımı onunla olur. Ve o, bu günde dahi hâkimdir. Ve o şerîata göre kendisiyle emrolunandır. Ve muhakkak hükümdâr ceseddir; ve onun rûhu adâlettir. Ve her ne zaman adâlet olmazsa mülk harâb olur. Ve hakîmler demişlerdir ki: “Sultanın adâleti zamânın bolluğundan daha faydalıdır.” Ve Allah Tebâreke ve Teâlâ kullarına emredip ”İnnallâhe ye’muru bil adli vel ihsâni” (Nahl, 16/90) ya‘nî “Allah Teâlâ adâlet ve ihsân ile emreder” buyurdu. Ve onunla vasıflanmayan kimseyi zemmetti. Ve onu, onun üzerine hâkim kılmadı da buyurdu ki: “Veylun lil mutaffifîn; Ellezîne izektâlû alen nâsi yestevfûn; Ve izâ kâlûhum ev vezenûhum yuhsirûn; Elâ yezunnu ulâike ennehüm meb'ûsûn” (Mutaffifîn, 83/1-4) / ya'nî “Vay eksik tartanların hâline! Ki insanlardan aldıklarım tastamam ölçerler; ve kendileri ölçtükleri veyâ tarttıkları zaman eksik yaparlar. Acabâ onlar azîm gün için diriltileceklerini zannetmiyorlar mı?” Ve Lokman oğluna dedi: "Yürümende ne pek hızlı, ne de pek aceleci ol; sesini vasat derecede çıkar!” (Lokman, 31/19). Ve Allah Teâlâ buyurdu: ”ve lâ techer bi salâtike ve lâ tuhâfit bihâ vebtegı beyne zâlike sebîlâ” (İsrâ, 17/110) ya‘nî “Namazında sesini yükseltme, çok da kısma; bunun arasında bir yol seç!” Ve o adâlettir. Ve yine Hak Teâlâ buyurur: “Ve lâ tec’al yedeke maglûleten ilâ unukıke ve lâ tebsuthâ kullel bastı fe tak’ude melûmen mahsûrâ” (İsrâ, 17/29) ya'nî “Elini boynuna bağlanmış kılma; ve onu büsbütün de açma!” Ve Sallalâhü aleyhi ve sellem, Ebû Bekir (ra)’e “Sesini yükselt!” buyurdu. Ve Ömer (ra)’e “Sesini düşür!” buyurdu. Ve Sallalâhü aleyhi ve sellem, o cinsten adâleti işledi. Ve iki ayakkabısından birisi koptuğu zaman diğerini de çıkarıp çıplak yürürler idi, tâ ki ayakları hakkında adâlet buyura. Ve Allah Teâlâ onu onun üzerine inşâ eyledi ve tasvîr etti. Ve ba'zı hakîmlerin vasiyetlerindendir ki: “Tatlı olma, seni yutarlar; ve acı olma senden nefret ederler!” Şimdi adâlet bütün eşyâya sirâyet etmiştir. Bundan dolayı adâleti, kendine ve ehline ve adamına ve hizmetkârlarına ve kölelerine ve ashâbına ve sana yönelenlerin hepsine; ve vekillerin hakkındaki hükmüne; ve zâhiren ve bâtınen fiiline hâkim kıl!

Ey himmeti yüce ve adâletli ve mükemmel olan efendi! Allah Teâlâ seni bu sıfatlar ile desteklesin! Eğer sen vücûd mülkünün devamlılığını ve mülkünde olan düşmanlarına zafer kazanmak ve üstün gelmek istersen idâren altındakilerin ve tâbi’lerinin hükümlerine adâleti tasarruf edici kıl! Ve senin hükümlerini icrâ eden ancak adâlet olsun! Bunu üzerine vâcib bil!

Şimdi muhakkak Allah Teâlâ o adâleti senin üzerinde bâkîleştirdi. Ancak adâletin yöneldiği bir şehir ve bir memlekette bereket ortaya çıkar ve rızıklar artar. Ve bütün işlerde mîzân ve intizâm yayılır. Ve o adâlet zamanların ve asırların geçeceği yer üzerinde övülmüş ve sevgili olan bir mevcûddur. Yeryüzünde ya'nî şehâdet âleminde, Hak tarafından konulmuş bir mîzândır ki, bütün işlerin fazlalığı ve noksanlığı ve ifrâtı ve tefrîti onunla ölçülür. Ve en büyük arzda, ya'nî kıyâmet gününde, Hak Teâlâ kulların sınıflarını ve derecelerini o adâlet ile ayırır.

Ve o adâlet bu günde, ya'nî dünyevî hayâtta da hâkimdir. Ve dünyâ teklîf mahalli olduğundan, o adâlet şerîata göre kendisiyle emrolunandır. Ve şerîat onun uygulanmasını emreder. Ve muhakkak bir mülkün hükümdârı cesed; ve o hükümdârın rûhu da adâlettir. Ve adâlet olmadığı zamanlarda mülk harâb olur.

Ve hakîmler demişlerdir ki: “Hükümdârın ve sultânın adâleti zamânın bolluğundan ya‘nî rızıkların bol ve yiyecekle içeceğin ucuz olmasından daha faydalıdır.” Çünkü bir memlekette adâletin zıddı olan zulüm hükümrân olursa bolluk halka refâh ve saâdet bahşetmez. Zulüm bu refâhı azâb ve ıztırâba çevirir. Ve Allah Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de kullarına “Muhakkak Allah Teâlâ adâlet ve ihsân ile emreder” (Nahl, 16/90) buyurur. Ve adâlet ile vasıflanmayan kimseyi zemmeder. Ve zulmü adâlet üzerine hâkim kılmadı da Kur’ân-ı Kerîm’de buyurdu ki: “Vay eksik ölçenlerin hâline ki, insanlardan aldıklarını tastamam tartarlar; ve onlara ölçtükleri veyâ tarttıkları vakit, eksik yaparlar. Acabâ onlar azîm gün için diriltileceklerini zannetmiyorlar mı?” (Mutaffîfîn, 83/1-4). Bu ölçü, kulların maddî ve ma'nevî hallerini kapsar. Çünkü bir çok kimseler vardır ki, insanlardan kendilerine karşı güzel ahlâk beklerler; fakat kendileri onlara karşı kötü ahlâk ile vasıflanırlar.

Ve cenâb-ı Lokman oğluna nasîhat edip dedi ki: “Hafif meşrebâne yürüme, kibirlenerek de yürüme! Bunların arasında vasat bir şekilde yürü! Ve konuştuğun zaman çok bağırma, güç işitilecek kadar da yavaş söyleme; belki sesini lüzûmu kadar çıkar!” (Lokman, 31/19). Ve Allah Teâlâ “Namazında sesini yükseltme, çok da kısma; bu ikisinin arasında bir yol seç!” (İsrâ, 17/110) buyurdu. Ve sesli ile sessiz arası, i’tidâl üzere bir yol olduğundan bu hususta adâlettir.

Ve yine Hak Teâlâ buyurdu: “Elini boynuna bağlanmış kılma; ve onu büsbütün de açma!” (İsrâ, 17/29). “Elini boynuna bağlamak” cimrilikten; ve “büsbütün açmak” isrâftan dolaylı anlatımdır. Ve cimrilik ile isrâf arası ancak i‘tidâl ve adâlettir. Ve bu adâlet ve i'tidâle işâret olarak Sallalâhü aleyhi ve sellem, Efendimiz Ebû Bekir Sıddîk (ra)’e “Sesini yükselt!” buyurdu. Çünkü cenâb-ı Sıddîk “Ya eyyühellezîne âmenû lâ terfeû asvâteküm fevka savtin nebiyyi” (Hucurât, 49/2) ya‘nî “Ey mü’minler, seslerinizi Nebî’nin sesinin üstüne çıkarmayınız!” emri geldikten sonra, bu emre muhâlefet etme korkusundan dolayı, (Sav) Efendimiz ile konuşma esnâsında sesini gâyet az çıkarır idi. Bu ise tefrît idi. Ve aynı şekilde Hz. Ömer ibnü’l-Hattâb (ra) tabîatının celâdetli oluşlarından dolayı konuşma esnâsında sesini çok çıkarırdı. Efendimiz ona da “Sesini düşür!” buyurdu. Çünkü bu ifrât idi. Ve (Sav) Efendimiz bu bahsedilen türden adâleti tatbîk ve icrâ buyururlar idi.

Örneğin mübarek ayaklarından birisinin tokası koptuğu vakit, ayakları hakkında adâlet buyurmak maksadıyla diğerini de çıkarıp çıplak yürürler idi. Ve Allah Teâlâ hazretleri (Sav) Efendimiz’in saâdetli mîzâclarını adâlet ve i‘tidâl üzerine inşâ buyurdu; ve şerefli cisimlerini i'tidâl üzerine tasvîr eyledi. Bundan dolayı adâlet ve i'tidâl onların yüce oluşumlarının gereklerinden idi. Çünkü Hak Teâlâ Nebiyy-i zî-şân Efendimiz’i beşerî kemâlde numûne olmak üzere açığa çıkardı. Ve her insanı bu yüce numûneye benzemeye da'vet etti.Ve hakîmlerden ba‘zıları vasiyyet edip demişlerdir ki: “Tatlı olma, seni yutarlar; ve acı da olma, senden nefret ederler.” Çünkü hiç gereği olmayan bir yerde hilm ve tatlılık tefrîttir; ve insânî nefse zarardır. Ve aynı şekilde herbirşeye hiddet ve gazab ise ifrâttır; ve insanların nefret etmesine sebeptir.



Şimdi verilen îzâhlara göre anlaşıldı ki, adâlet ve i'tidâl bütün eşyâyâ sirâyet etmiştir. Bundan dolayı adâleti kendine ve ehline ve evlâdına ve adamına ve hizmetçilerine ve kölelerine ve arkadaşlarına ve ashâbına ve sana yönelip seninle münâsebette bulunanların hepsine; ve hükümdâr isen işlere vekîl bıraktıkların hakkındaki hükmüne ve zâhirî ve bâtınî fiillerine hâkim kıl!

YEDİNCİ BÖLÜM

Yardımcının ve Onun Sıfatlarının ve Rabbanî ve Hikmetlere âit Cereyânın Nasıl Olması Gerektiğinin Zikrine Dâirdir

Âdette, melîkin işinin mülkte, ancak mâlik ile memlûk arasında vâsıta olan idâreci yardımcı ile olması doğru olur. Şimdi hikmet böyle gerektirir ki, biz bu bahsedilen halîfeyi ibraz ettiğimizde, ona “akıl” ismi verilen bir yardımcı edindirelim. Ve Allah Teâlâ tarafından ilâhî hitâb ona yönelir. Çünkü o memleketin idâre edicisidir. Allah Tebâreke ve Teâlâ “Muhakkak bunda (...) ülü’l-elbâb için alâmetler vardır” (Al-i İmrân, 3/190), “ülü’n-nühâ için” (Tâhâ, 20/54 ve 128), “Muhakkak bunda kendisi için kalb olan veyâ söyleneni işitebilen ya'nî akleden kimse için öğüt ve nasîhat vardır” (Kâf, 50/37) buyurdu. Allah Sübhânehû bu imâm için bu yardımcıyı vücûda getirdi ki, ona “akıl” denir. Ve ancak “akıl” olarak isimlendirdi; çünkü Allah Teâlâ’dan kendisine aktarılan her bir şeyi anlar. Ve o memleket üzerinde, hayvan üzerindeki bağ gibidir ki, onu firâr etme korkusundan korur. Ve işte bunun için “akıl” denildi. Ve onu onun için yardımcı olarak seçti. “Faîl” vezninden “vizr”den veyâ “vezer”den türemiş olması muhtemeldir. Ve onların ikisi de onda mevcûddur. Şimdi eğer “ağırlık”tan ibâret “vizr”den olursa, o memleketin ve onun mühimmâtının şekillerini taşıyıcıdır. Ve eğer “sığınılacak yer”den ibâret olan “vezer”den olursa, o bütün eşyâda kendisine iltica edilendir. Çünkü o halîfenin lisânıdır. Ve onun emirleri ondan infaz olunur. Şimdi bu ma‘nâdan dolayı ona “yardımcılık” ismi geçerli olur. Aynı şekilde bu sözün ma'nâsının vücûdu lâzım olduğu için ona öyle denildi. Ve o acâip bir mevcûd ve latîf îcâddır, ki Bârî Teâlâ onun imâmdan ikinci makāmda îcâd eyledi. Ve onu halîfeden, yardıma ihtiyâc duyma ile söyleyici olanların mezhebi üzerine, güneşten ay derecesine indirdi. Ve işte bundan dolayı melikin huzûru ve onun tecellîsi indinde, onun için bu sûretin sâbit olmadığını ve görülmediğini görürsün. Çünkü emir, vâsıtalar kalkmış olarak ve çok büyük bir müşâhede ile burada sana imâmdan çıkmaktadır. Ve Allah’ın Kitâb’ında onun hazzı “li menil mülkül yevm, lillâhil vâhidil kahhâr” (Mü’min, 40/16) ya'nî “Bugünde mülk kimindir? Vâhid-i Kahhâr olan Allâh’ındır” sözüdür. Ve perdelenme vaktinde da'vâlar olur. Da’vâ perdesinden Allah’a sığınırız. Şimdi halîfe ne zaman gizlenirse yardımcı için açığa çıkma ve emirleri yerine getirme ve verme ve men’ etme olur. Çünkü o halîfenin lisânıdır ve ondan tercüme edicidir. Ve bu, ay ile güneşin rûhâniyyetinin sırrında mevcûddur. Görmez misin? Ay güneşin kabzasında olunca, onun üzerine güneşin istîlâsından dolayı, onun için nûr ve zuhûr yoktur. Ne zamanki dolunay olur, bakanların gözünden güneşin kaybolması sebebiyle, onun için tâm zuhûr gerçekleşir. Şimdi ay, bu vakitte güneşi müşâhede edicidir. Âlem ve insanlar ise ancak ayı müşâhede ederler.

Ya'nî bir hükümdârın memleket işlerini idâresinde geçerli âdeti budur ki, mâlik ile memlûk, ya'nî tasarruf eden ile üzerinde tasarruf edilen arasında, işlerin idâresine vâsıta olan bir yardımcı lâzımdır. Ve idâre işleri memlekette bu tarzda icrâ olunursa doğru olur. Nitekim hükümetlerde mes’ûl birer “başbakan” bulunur. Zâhiri hükûmette idâre usûlü böyle olduğu gibi, insânî vücûdda halîfe olduğunu anlattığımız ve isbât eylediğimiz “rûh” için de bir yardımcı edinmesi lâzım gelir. Çünkü hikmet bunu gerektirir.

Ve Allah Teâlâ tarafından ilâhî hitâb akla yönelir. Bundan dolayı akıl ni‘metinden mahrûm olan çocuklar ve deliler ilâhî teklifler ile mükellef değildirler. Çünkü akıl insan memleketinin idârecisidir. Ve aklı olmayanların veyâ aklı noksan olanların fiilleri ve hareketleri düzgün değildir. Onun için Allah Tebâreke ve Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “Muhakkak bunda (...) akıl sâhibleri için âyetler ve alâmetler vardır” (Al-i İmrân, 3/190) buyurur. Ve diğer bir âyette de “li ulîn nuhâ“ (Tâhâ, 20/54, 128) buyurur ki “nuhâ“ “akıl” demektir. Ve aynı şekilde diğer bir âyette de “Muhakkak bunda kendisi için kalb olan veyâ söyleneni işitebilen, ya'nî akleden kimse için öğüt ve nasîhat vardır” (Kâf, 50/37) buyurur. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerîm’e muhâtab olanlar ancak akıl ehlidir.

İşte bu hikmete dayalı olarak, Allah Sübhânehû hazretleri insan memleketinde halîfe ve imâm olan bu “rûh” için böyle bir yardımcı vücûda getirdi ki, ona “akıl” denir. Ve o yardımcıya ancak “akıl” ismini verdi. Bu ismin verilme sebebi budur ki, o yardımcı, Allah Teâlâ tarafından kendisine aktarılan her bir ma'nâyı anlar, ya'nî o ma’nâların kaydıyla kayıtlanır. Ve o akıl insan vücûdu üzerinde, hayvanın vücûdu üzerindeki “bağ ve yular” gibidir ki, o yular o hayvanın kaçması korkusundan muhâfaza eder. Ve akıl da böylece insan vücûdu üzerinde bir “bağ”dır ve “yular”dır ki, onu tabîat uçurumlarına ve helâk vâdilerine firârdan engeller. İşte bu sebepten dolayı Hak Teâlâ rûhun yardımcısına akıl ismini verdi. Ve aklı rûh için yardımcı olarak seçti.

“Vezîr ya’nî yardımcı” kelimesi “fâil” vezninde olarak “zâ” harfinin sükûnu ile “vizr”den, veyâhut “zâ” harfinin fethi ile “vezer”den türemiştir. Ve her ikisinin ma‘nâsı da “akıl”da mevcûddur. Eğer “yük ve ağırlık” ma'nâsına olan “vizr”den türemiş olursa doğrudur. Çünkü o akıl insan memleketinin ve onun mühimmâtının şekillerini ve yüklerini taşıyıcıdır. Ve eğer “sığınılacak yer” ma'nâsına olan “vezer”den türemiş olursa yine doğrudur. Çünkü o akıl her şeyde kendisine ilticâ olunan bir şeydir. Nitekim insan ilmî, ictimâî ve ticârî olan her bir işlerinde akla yönelir ve ilticâ eder. Çünkü o insan vücûdunda halîfe olan rûhun lisânıdır. Ve rûhun emirleri akıl vâsıtasıyla infâz olunur.

İşte bu ma‘nâdan dolayı ona “yardımcılık” ismi geçerli olur. Ve aynı şekilde bu sözün ma‘nâsının vücûdu akla lâzım olduğu için ona “vezîr ya’nî yardımcı” denildi. Ve o akıl acâip bir mevcûd ve latîf bir îcâddır ki, Bârî Teâlâ hazretleri onu imâmdan ikinci makāmda îcâd eyledi. Çünkü tasarruf işinde birinci makāmın sâhibi insan vücûdunda rûhtur. Ve ikinci tasarruf edici de akıldır. Ve akıl hayât ile kâimdir. Bundan dolayı tasarruf makāmında akıl ikincidir.

Ve yardıma ihtiyâc duyma husûsunda aklın halîfeye nisbeti, ayın güneşe nisbeti gibidir. Ya'nî ay, ışık alma husûsunda nasıl güneşe muhtaç ise, akıl da böylece, ışık alma husûsunda rûha muhtaçtır. İşte bu nisbete dayanmaktadır ki, hükümdârın huzûru ve onun zuhûru indinde yardımcısı için bu tasarruf sûretinin sâbit olmadığını ve görülmediğini müşâhede edersin. Çünkü imâmın huzûru ve zuhûru indinde vâsıtalar kalkar ve çok büyük bir müşâhedenin heybeti ortaya çıkar. Emir burada sana vâsıtasız ancak imâmdan çıkar.

Bu kısmın faydasının tamamlanması için burada seyr ü sülûk ehline faydalı olacak ba‘zı îzâhlar verilmesi lâzım geldi:

Bilinsin ki, insan vücûdunda halîfe olan rûh bu kitâbın mukaddimesinde îzâh edildiği üzere, Hak tarafından halîfe kılınmıştır. Bundan dolayı insan vücûdunda hakîkatte tasarruf edici olan Hakk’tır. Nitekim âyet-i kerîmede “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” ya’nî “Sizi ve amellerinizi Allah halk etti” (Saffât, 37/96) buyrulmuştur. Bu i'tibâr ile birinci tasarruf edici Hak; ve ikinci tasarruf edici rûh; ve üçüncü tasaruf edici de akıldır. Ya'nî rûh Hakk’ın halîfesi ve akıl bu halîfenin yardımcısıdır. Şimdi rûhun tecellîsi indinde aklın tasarrufu gider. Ve vâsıtasız Hakk’ın tecellîsi indinde de rûhun tasarrufu örtülür. Zât-ı Bârî’nin tecellîsi ile rûhun tecellîsi arasında çok büyük farklar vardır. Bir çok sâlikler bu makāmda aldanmışlar ve Hakk’ın tecellîsini bulduklarını zannetmişlerdir. Eğer şeyh kâmil ve tasarruf sâhibi olmazsa sâlik için bu düştüğü çukurdan kurtulmak çok zor olur. Gönül aynası, beşeriyyet sıfatından ve tabîat paslarından riyâzât ve mücâhede ve ibâdette devamlılık sebepleriyle, sâflaştığı zaman kalbe bir takım rûhânî sıfatlar tecellî eder. Ve bu hâl rûhânî nûrların üstün gelişinden olur. Çünkü rûh, tamâmı ile beşerî sıfatlardan dışarı çıkmıştır. Ve bir vakit olur ki, rûh bütün sıfâtıyla tecellî eder. Ve bu hâl beşerî sıfatların eserlerinin tam olarak mahvolmasından kaynaklanır. Ve ba'zen Hakk’ın halîfesi olan rûhun zâtı tecellî eder. Ve halîfeliği sebebiyle “Ene’l-Hak” da‘vâsında bulunur.

Rûhânî tecellî ile rabbânî tecellî arasındaki farkın biri budur ki, rûhânî tecellî sonradan olma rengi taşır ve onun fânî etme kuvveti yoktur. Gerçi zuhûr vaktinde beşerî sıfatları giderir, velâkin fânî edemez. Tecellî örtülünce derhal beşerî sıfatlar ortaya çıkar. Fakat Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin tecellîsinde sâlik bu âfetlerden emîn olur.

Ve diğer fark budur ki, rûhânî tecellîden gönül rahatlığı zâhir olur ise de, sâlik şek ve şüpheden kurtulamaz. Ve bu tecellî tam ma‘rifet vermez. Fakat Hz. Hak Sübhânehû ve Teâlâ’nın tecellîsi bunun tersinedir. Ve diğer bir farkı daha budur ki, rûhânî tecellîden gurûr ve böbürlenme zâhir olur; ve kendini beğenmişlik ve varlık artar; ve talebde noksan olur; ve korku ve niyâz azalır. Ya'nî kendisinin kâmil mürşid olduğunu ve bir mürşide ihtiyâcı kalmadığını ve bundan dolayı amaçladığı rabbânî tecellîler oluştuğundan evliyâullâh’ın mükemmelleri sırasına geçtiğini zanneder. Kendisini asrın şeyhleri ile mukāyese edip Hakk’ın ihsânı ile onlardan daha büyük olma da‘vâsında bulunur. Çünkü bakışında gerek kendisinin ve gerek diğer şeyhlerin vehmî vücûdları sabittir. Fakat Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin tecellîsinde bunların hepsi kalkar; ve varlık yokluğa dönüşür; ve onda taleb artar, ve susamışlık fazlalaşır; ve korku ve niyâz çoğalır; kendini beğenmişlik ve varlık kalkar.

Şimdi rabbânî tecellî müşâhede ve rûhânî tecellî keşfetmedir. Ve müşâhedede aslâ hatâ olmaz; keşfetmede ise hatâ olur. Onun için rûhânî tecellîye mazhar olan sâliklerin keşiflerine dayanarak beyân ettikleri şeylerin ba'zısı doğru ve ba'zısı hatâ olur. Ve kendilerinde nefsin gurûru olduğundan bu hatâlara karşı uyanık olamazlar. Te’vîllere kalkışırlar; ve hatâ içinde hatâya düşerler.

Rabbânî tecellîde Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri kuluna her hangi sıfatla tecellîyi murâd buyurursa, o sıfatla tecellî eder. Hayât sıfatı ile tecellî ederse, bâkî olan hayâtı bulur. Kelâm sıfatı ile tecellî ederse, Hak Teâlâ hazretleriyle karşılıklı konuşma olur. Rezzâk oluş sıfatı ile tecellî ederse, gayb tarafından rızık bulur. Hallâk oluş sıfatı ile tecellî ederse, mahlûk halk etmeye kudreti yetebilen olur. Ve öldürme sıfatı ile tecellî ederse, bakışının isabet ettiği kimseyi öldürür. Hayât verme sıfatı ile tecellî ederse, o kimsenin bakışı ölüye yönelse derhâl dirilir. Ve diğer ilâhî sıfâtlar da böyledir. Fakat rûhânî tecellî sâhiblerinde bu kudret yoktur.

Şimdi rûhun tecellîsi indinde aklın hükümleri örtülür. Ve Hakk’ın tecellîsi indinde de rûhun sıfatları gizlenir. Ve bu örtünme ve gizlenmenin Allah’ın Kitâb’ından hazzı “li menil mülkül yevm, lillâhil vâhidil kahhâr” (Mü’min, 40/16) ya’nî “Bugünde mülk kimindir? Vâhid-i Kahhâr olan Allâh’ındır” sözüdür ki, bu söz rabbânî tecellîde rûhânî hükümlerin ve sıfatların mülkte tasarrufunun zâil olduğuna delîldir. Ve Hakk’ın perdelenmesinde rûh; ve rûhun perdelenmesinde de aklın da‘vâları gerçekleşir. Bu da‘vâ ise perdenin aynıdır. Bundan dolayı da‘vâ perdesinden Allâh’a sığınırız.

Şimdi halîfe ne zaman örtünürse yardımcı o vakit ortaya çıkar. Ve emirlerin yerine getirilmesi ve verme ve men‘ etme yardımcıdan olur. Çünkü o halîfenin lisânıdır. Ve kendisi işlerde hükmedici değil, belki nâkil ve tercümandır.

Ve bu îzâh ettiğimiz gözükme ve gizlenme husûsları, ay ile güneşin rûhâniyyet sırrında mevcûddur. Görmez misin? Ay güneşin kabzasında olunca, ya‘nî ay dünyânın bir kısmına karşılık iken, dünyâ o sırada güneşe karşılık bulununca, ayın üzerine güneşin istîlâsı sebebiyle ay görünmez. Ve onun için nûr ve zuhûr yoktur. Dünyâya güneşin ışığı kaplar. Fakat güneşin batışıyla dünyânın bir kısmı gece olup, ay dünyânın bu kısmına yönelik olsa, güneşten aldığı ışık sebebiyle tam zuhûr hâlinde görülür. Ve ay bu vakitte güneşi müşâhede edicidir. Âlemin o kısmı ve o kısımda bulunan insanlar ise, ancak ayı dolunay hâlinde müşâhede ederler. Ve tabi‘ki güneşi görmezler. Bu hâl astronomiye vâkıf olanların indinde tasdîk edilmiş olan bir hakîkattir. Bunun gibi zât güneşinin doğması vaktinde aya benzer olan rûh örtülür. Ve aynı şekilde güneşe benzer olan rûhun tecellîsi vaktinde, ay mesâbesinde olan akıl örtülür. Ve aksi olarak zât güneşinin gizlenmesi hâlinde rûhun nûru parlar. Ve aynı şekilde rûh güneşinin gizlenmesi vaktinde de aklın nûru ortaya çıkar.



Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   45




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin