Ve bâtın olan münâsebete gelince, onun hakkında seni sana havâle ettik. Çünkü o, mücâhedeler sebebiyle müşâhedelerde idrâk edilir. Ve bizim için geriye insan ile âlem arasında olan ikinci benzeşme yolu kaldı. Biz kitablarımızın çoğunda onun hakkındaki sözü geniş geniş anlattık. Burada da onun hepsini birden ve çeşitlerini ve kendilerinin dışındakilere te’sîri olan onların âmirlerini içine alacak şekilde ona çok yakın bir bölümü, o cinsten olarak anlatırız. Ve eğer bu kitabımızda, işâret ve tenbîh yolunu kastetmeseydik, feleklerin sûreti ve onların oluşumu üzerine onun için dâireler çizer ve âlemde her bir felek için bu feleğin özelliğiyle, insandan ona karşılık gelen şeyi gösterir idik.
Zâhir olan münâsebet yukarıda anlatılmış ve îzâh edilmiş idi. Bâtın olan münâsebete gelince bunu aklen ve hissen ve fikren bilmek ve anlamak mümkün değildir. Bu münâsebet ancak kişinin kendi kendinde olan bir hâl olduğu için biz bu husûsta seni sana havâle ettik. Çünkü o münâsebet kişinin hayvânî nefsine karşı olan çeşitli mücâhedeleri sebebiyle, Hak tarafından ihsân edilen müşahedelerle idrâk edilir.
Hayvânî nefsinin hükümleri ve te'sîrleri altında zebûn olan kimseler, bunu inkâr ederler. Onlar “Ya’lemûne zâhiren minel hayâtid dunyâ, ve hüm anil âhireti hüm gâfilûn” ya’nî “Onlar, dünya hayatının zâhirini bilirler. Ve onlar, âhiretten gâfil olanlardır” (Rûm, 30/7) hükmünü tasdîk edicidirler.
Örneğin ömrü boyunca rü’yâ görmemiş olan bir adam farz edilse, ona rü’yâ denilen bir hâlin olduğundan bahsedildiği zaman şaşırır ve belki de inkâr eder. Ve rü’yânın varlığını, kendisinde müşâhede etmemiş olan bu inkârcıya karşı, isbât ve rü’yâyı ona gösterme mümkün değildir. Rü’yâyı inkâr eden, bunu ancak kendi kendinde müşâhede ettiği zaman tasdîk eder.
Bundan dolayı bâtın olan münâsebeti burada îzâh etmek mümkün olmadığından, bu husûsta susmayı tercîh ettik. Ve yukarıda Hak ile insan arasındaki karşılıklılık ve benzeşmeye âid zâhir münâsebetler îzâh edilmiş olduğundan, şimdiki halde bizim için geriye insan ile âlem arasındaki zâhir olan münâsebetlere âid ikinci benzeşme ve karşılıklılık kaldı.
Biz kitablarımızın çoğunda, insan ile âlem arasındaki benzerliğe âid beyânları geniş geniş anlattık. Burada da o benzerliğin hepsini birden ve çeşitlerini ve kendilerinin dışındakilere te’sîri olan bu benzeşmenin âmirlerini içine alacak şekilde ona çok yakın bir bölümü anlatıp beyân edeceğiz.
Ve eğer bu kitâbımızda işâret ve tenbîh yolunu kast ve tercîh etmemiş olsaydık, feleklerin sûretini ve onların oluşumunu işâret edecek şekilde dâireler çizerdik. Ve âlemde her bir felek için, bu feleğin özelliğiyle insandan o feleğe ve onun özelliğine karşılık gelen şeyi gösterir idik.
Ve halkın tamâmı dört âlem üzerinde dönmektedir ki, “a’lâ ya’nî en yüksek âlem” ve “istihâle ya’nî başkalaşma âlemi” ve “’imâret-i emkine ya’nî mekânların ‘imârlığı âlemi” ve “niseb ya’nî bağıntılar âlemi”dir. Ve bu âlemlerden her birinin bir gâyesi vardır. Şimdi büyük âlemden en yüksek âlemin ihtivâ ettiği şeyin hepsi yirmi hakîkattir. Ve başkalaşma âlemi on beş hakikattir. Ve mekânların ‘imârlığı âlemi” dört hakîkattir. Ve bağıntılar âlemi on hakikattir. Ve onların hepsi insanda mevcûddur. Ve bunlar ana esâslardır ki, kırk dokuz hakîkattir. Ve insan da böyledir.
Ya'nî halkın tamâmı bütünlüğü i'tibârı ile dört âlem üzerine binâ edilmiş ve onun üzerinde dönmektedir.
Bunlardan biri halk edilişin başlangıcından i'tibâren yeryüzüne nisbetle gerçekleşen halka dönük mertebeler olup “en yüksek âlem” denilir. Bu yükseklik, maddî ve ma‘nevî yüksekliği kapsamaktadır.
Örneğin mutlak vücûdun, muhammedî küllî hakîkatten i'tibâren yeryüzünün var edilmesine kadar olan ma‘nevî ve maddî mertebeleri “ulvî âlem” olduğu gibi, yeryüzünün var edilmesinden sonra vücûd bulan ve dünyâya göre gök ve üst sayılan süflî gök cisimlerinden Venüs, Merkür ve Ay dahi “ulvî âlem” olarak i'tibâr olunmuştur.
Bundan dolayı bu i'tibârlar yeni astronomi bilginlerinin bakış açısına göre gerçekleşen bir taksîm değildir. Çünkü yeni astronomiye göre Venüs ve Merkür süflî gök cisimlerinden olduğu gibi, Ay da Dünyâ’nın uydusudur.
Şimdi bu bakış açılarındaki muhâlefet bu iki i'tibârdan her birinin iptâl edilmesini gerektirmez. Örneğin ilkbahar mevsiminde açılmış bir güle bakan bir şâir ve bir bitki bilimci ve bir kimyâger ve bir bahçıvan başka başka bakışlar ile bakarlar. Ve her biri kendi ilmi çerçevesinde fikir sâhibi olur. Oysa bunların herbiri kendi tefekkürlerinde isâbetlidir. Birisinin diğerinin fikrini çürütmeye hakkı yoktur. İşte astronomi hakkında tahkîk ehli ile bilim adamlarının bakışları da böyledir. Nitekim sırası gelince özel olarak îzâh edilecektir.
İkinci âlem “istihâle ya’nî başkalaşma âlemi”dir. Bunlar da Dünyâ’yı çevrelemiş esîr ve harâret ve havâ ve su ve toprak ve diğerleri... felekleridir.
Üçüncü âlem, “‘imâret-i emkine ya’nî mekânların ‘imârlığı âlemi”dir. Bunlar da tabîî kuvvetler, bitki, hayvân, ve ma’dendir.
Dördüncü âlem “niseb ya’nî bağıntılar âlemi”dir. Bunlar da “makülât-ı aşere ya’nî on kategori” denilen “araz,” “keyfe ya’nî nitelik,” “kemm ya’nî nicelik,” “zaman,” “izâfet ya’nî bağlılık” ve diğerleri...dir.
Şimdi hakîkat-i muhammediyyeden i‘tibâren büyük âlem denilen güneş sistemimizin “en yüksek âlemi”nin ihtivâ ettiği şeyin hepsi yirmi hakîkattir. Bunları tahkîk ehli hazarâtı kitablarında bir çok yerlerde beyân etmişlerdir. Bu cümleden olarak Fütûhât-ı Mekkiyye’nin ilk cildinde ve İbrâhîm Hakkı hazretlerinin Ma'rifet-nâme’sinde ve Lâhicî’nin Gülşen-i Râz Şerhi’nde ve Mahmûd Şebüsterî’nin Mir’ât-ı Hakâyık’ında ayrıntılı olarak bulunmaktadır. Ve Hz. Şeyh-i Ekber (ra) dahi aşağıda insan ile âlem arasındaki benzerliği beyân sırasında îzâh ederler.
Ve başkalaşma âlemi on beş hakikattir. Ve mekânların ‘imârlığı âlemi dört hakîkattir. Ve bağıntılar âlemi on hakîkattir. Ve mahlûkların özü olan insanda bu hakîkatlerin hepsi mevcûddur. Çünkü insan büyük âlemin bir cüz’üdür. Ve her küllün cüz’ünün, o küllün hükümlerini ve vasıflarını toplamış olacağında şübhe yoktur.
Ve bu sayılan olunan kırk dokuz hakîkat, ana esâslar ve asıl olup onların dalları vardır. Ve insan da büyük âlem gibi bu kırk dokuz hakîkati toplamıştır.
Şimdi âlem, halk edilmesinin gerektirdiği şeyden dolayı, doksan sekiz hakîkat ile sınırlanmıştır. Daha sonra insan büyük âlem üzerine, onun sebebiyle halîfe kılınması sâbit olan, kendisinde yayılmış olan ilâhî sır ve göklerde ve yerde olan şeyin emrine amâde kılınmasıyla arttı. Bundan dolayı bu husûsun tamâmı doksan dokuz geldi. Onları sayan kimse cennete dâhil oldu. Ve doksan dokuzdan sonra koruyucu olan “yüz,” her bir şey üzerinde tamamlayıcı oldu; ve o Hak’tır. Şimdi vücûdun tamâmı “yüz”dür. Onlardan “ism-i a'zam” olan “yüz” tamamlayıcıdır. Ve aynı şekilde cennet dahi yüz derecedir. Onlardan tamamlayıcı olan yüz “kesîb cenneti”dir ki onda ni’metlenme yoktur, ancak görüş vardır. Ve bir mü'min ve mahlûk için ona dâhil olma, ancak bakış vaktindedir; o hazret-i Hak’tır. Ve bu acâib bir esrârdır ki, mevcûdlardan dereceni bilmen için seni bu konuda îkaz ettik. Ve muhakkak ateş dahi yüz alt derecedir ki onlardan “perdelenme alt derecesi” tamamlayıcıdır. Ve o reddolunma ve dönme vaktinde meşhedlerin mahallidir. Çünkü o, kendisinden düştüğü derece karşılığı üzerinden, onun alt derecesine düşer. Bundan dolayı a‘lâ-yı İlliyyîn “esfel-i sâfilîn”e karşılık gelir. Hak Teâlâ “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm“ (Tîn, 95/4) ya‘nî “Biz insanı ahsen-i takvimde halk ettik” buyurur ki, ondan sonra daha ahsen yoktur. “Sümme redednâhu esfele sâfilîn” (Tîn, 95/5) ya'nî “Sonra onu esfel-i sâfilîne reddettik” buyurur ki, ondan sonra daha esfel yoktur.
Ya'nî âlem, halk edilişinin gerektirdiği mertebelerden ve zuhur yerlerinden dolayı doksan sekiz hakîkat çerçevesinde sınırlanmıştır. Ve bu hakîkatler tahkîk ehlinin kitablarının çoğunda bulunmuş olduğundan burada birer birer sayılması ve îzâh edilmesi şerhin uzatılmasını gerektirir. Bu doksan sekiz hakîkat bütünsellik i'tibârı iledir; cüz’î yönleri sonsuzdur. Ve insan, büyük âlemin özü olduğundan bu hakikatlerin hepsini toplamakla berâber, kendisinde büyük âlemde olmayan bir şey daha vardır ki, o da kendisinde yayılmış olan ilâhî sırdır. Ve bu ilâhî sırrın te’siriyle göklerde ve yerde olan şeylerin üzerinde tsarruf edici olmasıdır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve sahhare leküm mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu” (Câsiye, 45/13) ya'nî “Göklerde ve yerde olan şeyleri Hak Teâlâ sizin emrinize amâde kıldı.”
Ve insanda yayılmış olan ilâhî sır ilâhî emnettir ki, o emâneti büyük âlemin taayyünü kabûle müsâid olmadı. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insânu” ya’nî “Muhakkak ki Biz, emâneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi” (Ahzâb, 33/72).
İnsanın zâhirî ve bâtınî isti’dâdı, ya'nî yapılmış ve yapılmamış isti‘dâdı, bu emâneti kabûle müsâid olduğu için, onu yüklendi. Bundan dolayı zuhur işinin hepsi doksan dokuz hakîkat çerçevesinde sınırlandı. Ve bu hakîkatleri sayan kimse cennete dâhil oldu.
Bilinsin ki, ilâhî isimler bütünselliği i'tibârı ile doksan dokuzdur. Büyük âlem bunun doksan sekizinin mazharıdır. Ve insân-ı kâmil ise doksan dokuzunun mazharıdır. Bundan dolayı insân-ı kâmil her bir ismin hükümleri altında örtünür ve kendisinde o ismin hükümleri ve eserleri zâhir olursa, o ismi saymış olur. Çünkü “cennet” “setr ya’nî örtme” ma'nâsınadır.
Ve bu sayma fiilî ve zevkî ya’nî bizzât hakîkatinin yaşanmasıyla olan saymadır. Esmâ-i hüsnâyı sözle sayan kimseler, her ne kadar mükâfâta nâil olurlar ise de, dünyâ hayâtında bu hemen gerçekleşener cennetine dâhil olamazlar. Örneğin insân-ı kâmil, “Muhyî” isminin hükümlerinde örtündüğü zaman, ölüyü diriltir; ve “Mümît” isminin hükümlerinde örtündüğü zaman diriyi öldürür. Ve aynı şekilde “Hâlık” isminde örtününce halk eder. Nitekim Îsâ (a.s)’dan ve diğer nebîlerin büyüklerinden ve kerem sâhibi evliyâdan nakledilmiştir. Ve koruyucu olan “yüz” her bir şey üzerinde tamamlayıcı oldu.
Ve o koruyucu olan “yüz” Hak’tır. Böyle olunca vücûd ve varlık husûsunun tamâmı yüz mertebe ve hakîkate bâliğ olur. Yüzüncüsü tamamlayıcı olan “ism-i a‘zam”dır. Ya‘nî doksan dokuz ismin hepsini ihâta etmiş ve hepsine istilâ edici olan bir isim daha vardır ki, o “ism-i a‘zam”dır; ve o Hakk’ın mutlak vücûdudur. Çünkü bütün hakîkatlerin ve mertebelerin “Kayyûm”udur; ve bu hakîkatler ve mertebeler onunla kâimdir.
Ve aynı şekilde cennet de yüz derecedir. Ve bu cennetlerin tamamlayıcısı olan yüzüncü cennet “kesîb cenneti”dir ki, o cennette ni’metlenme yoktur, ancak görüş vardır. Çünkü bir kimse bahsedilen bu hakîkatlerden birine dâhil olsa ve onun hükümlerinde örtünse cennet derecelerinden birisine dâhil olmuş olur. Ve bu cennetlerin her birinde, kulun bakışında kendi vücûdu zâhir ve Hakk’ın mutlak vücûdu bâtındır. Bundan dolayı onun bakışında kendi vücûduna bağlanan lezzet ve ni’metlenme mevcûddur.
Yalnız yüzüncü cennet olan “kesîb cenneti”nde, kulun bakışında izâfî vücûdu mahvolduğu ve Hakk’ın vücûdunda helâk olduğu için; ve bundan dolayı onun vücûdu bâtın ve Hakk’ın mutlak vücûdu zâhir olduğu için onda görüş vardır. Ve burada kul için ni’metlenme ve lezzet yoktur. Belki gören görülenin aynıdır. Ve bu cennette ikilik i'tibârı yoktur. Ve “Cennette bir cennet vardır ki, onda köşkler ve hûrîler ve gılmanlar yoktur. Orada Rabb’imiz gülümseyerek, ya'nî tecellînin kemâli ile tecellî eder” hadîs-i şerîfî bu cenneti haber verir.
Ve bir mü’min ve mahlûk için bu cennete dâhil olma, ancak bakış vaktindedir. Ve bu bakış vaktinde bakan ve bakılan tek bir şey’ olur. Ve o hazret-i Hak’tır. Ve bu acâib bir esrârdır ki, ey insan, mevcûdlar içinde değerini ve dereceni bilmen için seni bu esrâr hakkında îkâz ettik.
Şimdi cennet böyle yüz derece olduğu gibi, ateş dahi onlara karşılık olarak yüz alt derecedir. “Perdelenme alt derecesi” bu alt derecelerin hepsini ihâta etmiş olup onların tamamlayıcısıdır. Ve o “perdelenme alt derecesi” cennet derecelerinden reddedilme ve dönme vaktinde, her iki tarafın müşâhede yerlerine bakan mahallidir. Çünkü o reddedilen ve dönen kimse kendisinden düştüğü derecenin karşılığı olan alt dereceye düşer.
Bilinsin ki, dünyâ hayâtında hemen gerçekleşen şeylere dönük kesîb cenneti, kulun Hakk’ın vücûdunda tam bir fenâ ile kendi kendinden fenâsıdır. Ve bu cennet derecelerinin tamamlayıcısıdır; ve onların hepsini ihâta etmiştir.
Ve ateşten bunun karşılığı, kulun nefsinin sıfatlarında gark olması ve Hakk’ın vücûdundan tam bir gaflette oluşudur. Ve bu hâl ateş alt derecelerinin her birinde kulu sarmış olan “perdelenme alt derecesi” olduğu için bütün alt dereceleri tamamlayıcıdır.
Şimdi kul cennet derecelerinden olan Hakk’ın sıfatlarından bir sıfatta gark olmuş iken, o halden reddolup ve geri dönüp onun karşılığı olan nefsânî sıfatlarından birine dönse, cennet derecelerinden onun karşılığı olan ateş alt derecesine düşer.
Örneğin, “Halîm” ilâhî isimlerden biridir. Kul bu ismin hükümleri altında örtünüp, bu ismin cennetine dâhil iken, nefsinden dolayı gazabla vasıflansa, bu cennetin karşılığı olan ateş alt derecesine düşer. Çünkü onun bu nefsânî gazabı Hakk’ın vücûdundan perdelenmesinin gereğindendir. Eğer bu perde kendisini sarmamış olsaydı, vücûdda Hakk’ın gayrını görüp gazab etmeyecekti. Ve güzel ahlâkın her birine karşılık eden zemmedilmiş ahlâkın her biri böylece ateş alt derecelerinden birer alt derecedir.
Böyle olunca a‘lâ-yı İlliyyîn, esfel-i sâfilîne karşılık gelir.
Nitekim Hak Teâlâ “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm“ (Tîn, 95/4) ya‘nî “Biz insanı ahsen-i takvîmde halk ettik” buyurur ki, insanın halk edilmesinden sonra bu insânî sûretteki güzellikten daha üstün bir mahlûk sûreti yoktur.
Ve yine “Sümme redednâhu esfele sâfilîn” (Tîn, 95/5) ya'nî “Sonra onu esfel-i sâfilîne reddettik” buyurur ki, insanın halk edilmesinden sonra, vücûd mertebesinde, insandan daha düşük bir mahlûk yoktur.
Bilinsin ki, bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların toplandığı yer olan insânî sûrete yönelik gerçekleşen hakîkî vücûdun mertebeler silsilesine göre insân bütün mevcûdlardan a‘lâdır. Ve mâden hepsinden düşüktür. Bu tertîbe göre ilk olarak insân-ı kâmil, ikinci hayvân insân ve üçüncü genel hayvan, dördüncü bitki, beşinci mâdendir. Ve insânî sûrete en yakın olan diğerlerinden âlâdır. Ve insân-ı kâmil ile hayvân insân arasındaki fark, sûrî mertebeler değil, ma‘nevî mertebelerdir. İşte “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm“ (Tîn, 95/4) ya‘nî “Biz insanı ahsen-i takvîmde halk ettik” âyet-i kerîmesinde bu mertebeye işâret buyrulur.
Velâkin aslî tabîatından sapma ve teslîmiyyet ve boyun eğmenin olmayışı yönünden insânî mertebe esfeldir. Bu i'tibâr ile ilk olarak mâden, ikinci bitki ve üçüncü hayvân ve dördüncü hayvân insân gelir.
-
Çünkü mâden zâtı ve fıtratı ile Allah’dan başka tasarruf edici olmadığına şehâdet eder. Bundan dolayı keşfen ve hakîkaten Rabb’ini ârif ve tabîatı gereği ve kendiliğinden ona boyun eğici ve itâatkârdır.
-
Bitkide ise büyüyüp gelişme ve benzerini üretmek gibi bir tür hareket ve tasarruf vardır. Bu hareket ve tasarruf sebebiyle bitki mâdenden aşağıdır.
-
His sâhibi olan hayvân ise bu ikisinden sonra gelir. Çünkü onda nefis ve hüküm ve vehim vardır. Ve nefsini hayvânî kuvvetiyle idrâk eder. Ve kendisinde benlik olup bu benlik ile Hakk’tan perdelidir.
-
Noksan insân ondan sonra gelir. Çünkü Rabb’ini bilmez; ve O’na nefsini ve gayrıyı ortak koşar. Ve görüşünde ve özellikle ilâhî ma‘rifette hatâ eder. Ve aklı ve fikri ile kayıtlıdır. İşte “Sümme redednâhu esfele sâfilîn” (Tîn, 95/5) ya'nî “Sonra onu esfel-i sâfilîne reddettik” âyet-i kerîmesinde bu ma'nâya işâret buyrulur.
-
İnsân-ı kâmil ise a‘lâ ve esfelin her ikisine de bakıcı olup onun vücûdu berzah makâmındadır.
-
A'lâya nazaran (Sav) Efendimiz “Men reânî fekad real Hakk” ya’nî “Beni gören Hakk’ı görmüştür” buyurur. Ve onun vârisleri olan kerem sâhibi evliyâ “ene’l-Hak” ve “Cübbemin altında Allah’tan başkası yok” gibi sözler söylerler.
-
Ve esfele nazaran “innemâ ene beşerun mislüküm” ya’nî “Ben sizin gibi bir beşerim” (Kehf, 18/110) buyrulmuştur.
Daha sonra dönüp deriz ki: A'lâ ya’nî en yüksek âlemin en üstü “istivâ latîfesi”dir; ve o muhammedî küllî hakîkattir. Ve onun feleği “hayât”tır. Ve insandan ona paralel onun “latîfe”sidir ve “kudsî rûh”dur.
Ve daha sonra Arş âleminde insandan ona paralel olan “cisim”dir.
Daha sonra Kürsî âleminde insandan ona paralel olan kuvvetleriyle “nefis”tir. Ve ne zamanki iki ayağın mahalli oldu, şimdi aynı şekilde nefis de emir ve yasak ve övgü ve zemmetme mahalli oldu.
Daha sonra “beyt-i ma'mûr” âleminde insandan ona paralel “kalb”dir.
Daha sonra melekler âleminde insandan ona paralel “rûhlar” ve “meleklerin mertebeleri” gibi mertebelerdir.
Daha sonra Satürn ve onun feleğinin âleminde insandan onlara paralel “hâfıza kuvveti” ve beynin arka kısmıdır.
Daha sonra Jüpiter ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “aklın düşünme kuvveti” ve “bıngıldak”tır.
Daha sonra Mars ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “asabî kuvvet” ve “karaciğer”dir.
Daha sonra Güneş ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “tefekkür kuvveti” ve beynin orta kısmıdır.
Daha sonra Venüs ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “vehim veren kuvvet” ve “hayvânî rûh”dur.
Daha sonra Merkür ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “hayâl veren kuvvet” ve beynin ön kısmıdır.
Daha sonra Ay ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “hissî kuvvet” ve duyulardır. İşte a'lâ ya’nî en yüksek âlemin tabakâları ve insandan onların benzerleri budur.
Ve istihâle ya’nî başkalaşma âlemine gelince;
Esîr feleği ondandır. Ve onun rûhu sıcaklık ve kuruluktur. İnsandan onlara paralel “safrâ”dır. Ve onun rûhu “hazmetme kuvveti”dir.
Daha sonra havâ feleği âleminde ve onun rûhu olan sıcaklık ve rutûbette insandan onlara paralel “kan”dır. Ve onun rûhu “çekim kuvveti”dir.
Daha sonra su feleği âleminde ve onun rûhu olan soğukluk ve rutûbette insandan ona paralel “balgâm”dır. Ve onun rûhu “savunma kuvveti”dir.
Daha sonra toprak feleği âleminde ve onun rûhu olan soğukluk ve kurulukta insandan onlara paralel “sevdâ”dır. Ve onun rûhu “tutucu kuvvet”tir.
Yeryüzüne gelince, yedi tabakadır ki; Siyah ve gri ve kızıl ve sarı ve beyaz ve mâvî ve yeşil yerlerdir. Ve insandan onlara paralel cisim tabakaları ve deri ve yağ ve et ve damarlar ve sinirler ve adaleler ve kemiklerdir.
Ve 'imâret-i emkine ya’nî mekânların ‘imârlığı âlemine gelince;
“Rûhâniyyûn” ondandır. İnsandan ona paralel kendisindeki kuvvetlerdir.
Daha sonra hayvân âleminde insandan ona paralel ondan hisseden şeydir.
Daha sonra bitki âleminde ona paralel, insandan büyüyüp gelişen şeydir.
Daha sonra mâden âleminde ona paralel insandan hissetmeyen şeydir.
Niseb ya’nî bağıntılar âlemine gelince;
“Araz” ondandır. İnsandan ona paralel siyah ve beyâz ve buna benzer olan şeydir. Daha sonra “keyfe ya’nî nitelik âlemi”nde insandan ona paralel doğru ve yanlıştır. Daha sonra “kemm ya’nî nicelik âlemi”nde insandan ona paralel olan yaşının on yıl olması ve uzunluğunun bir buçuk metre olmasıdır.
Daha sonra “eyne ya’nî neredelik âlemi”nde insandan ona paralel parmağıdır ki, onun yeri eldir; ve dirsektir ki, yeri koldur.
Daha sonra “zamân âlemi”nde insandan ona paralel başın hareketi ânında yüzün hareketlenmesidir.
Daha sonra “izâfet âlemi”nde insandan ona paralel bu onun yukarısı ve bu aşağısıdır.
Daha sonra “vaz' ya’nî duruş âlemi”nde insandan ona paralel lügatı ve dînidir.
Daha sonra “en-yefale ya’nî aktiflik” âleminde insandan ona paralel onun yemesidir.
Daha sonra “en-yenfa'ile ya’nî pasiflik” âleminde insandan ona paralel “kesildi, öldü”; ve “içti, kandı”; ve “yemek yedi, doydu” gibi halleridir.
Daha sonra “ümme-hât ya’nî ana hât âlemi”nde sûretlerin farklılığı âleminde fil ve eşek ve arslan ve ağustos böceği gibidir. İnsandan ona paralel zemmedilmişlerden ve övülmüşlerden ma'nevî sûretleri kabûl eden kuvvettir. Bu zekîdir, şu halde o fildir. Bu ahmaktır, şu halde o eşektir. Bu cesûrdur, şu halde o arslandır. Bu korkaktır, şu halde o ağustos böceğidir.
İşte bu yeterli anlatım, özet olarak büyük âlem ile insanın benzeşmesidir.
Şimdi o insana ne oldu ki, nefsini şehvetlerin esirliğinden kurtarmaya çaba sarfetmez? Vücûdda kendisine mertebelerin en şereflisi hâsıl olduğu gibi, saâdetli mertebelerin yükseklerini de tahsîl etsin!
Alem ile âdemin mazhar olduğu hakîkatleri beyândan sonra onların arasındaki paralelliğin ve karşılıklı oluşun kısımlarının kısaca beyânına dönüp deriz ki:
A‘lâ ya’nî en yüksek âlemin;
-
En üstü “istivâ latîfesi”dir.
Ve bu istivâ latîfesi ta‘bîrinden kasıt muhammedî küllî hakîkattir.
Bilinsin ki, vücûd mertebelerinin ilk mertebesi Hakk’ın mutlak vücûdudur. Ve o sonsuz olup hiç bir vasıf ve nitelik ve isim ile vasıflanmış ve nitelenmiş ve isimlenmiş değildir. Bundan dolayı bu mertebeden bahsetmek aslâ mümkün değildir. Ve o salt zâttır ve zâtın özüdür. Bu mertebe hakkında (Sav) Efendimiz “Hakk’ın zâtında tefekkür külfetini terk ediniz!” buyurur.
Şimdi bu mertebe bütün isimlerin ve sıfatların gizli hazînesidir. Ne zamanki bu gizli hazînede saklı olan sıfatlar ve isimler açığa çıkma talebinde bulundular, Hakk’ın mutlak vücûdu bunları zât hapsinden, sâdece kendilerine rahmet olarak, salıverdi. Ve zuhûr ya’nî açığa çıkma, vücûdu gerektirdiğinden ve oysa Hakk’ın hakîkî vücûdundan başka mevcûd olmadığından, bunların zuhûr yerlerini açığa çıkartmak için kendi mertebesinden tenezzül etmek ve onlara kendi vücûdundan bir varlık vermek gerekti. Ve bu tenezzül hareketi gerektirdi. Ve bu hareket hayât sıfatının te’sîri altında gerçekleşti.
Şimdi “sırf zât” mertebesi olan “ahadiyyet mertebesin”den ilk tenezzül "vahdet mertebesi”ne oldu. Bu tenezzül latîfin en latîfinin en latîfi olan mutlak vücûdun bir derece kesîfleşmesi demektir. Ve bu kesîflik bu mertebenin altındaki mertebelere göre daha latîftir. Ve alt âleme göre a'lâ ya’nî en yüksek âlemin en üst tabakasıdır.
Ve Hakk’ın mutlak vücûdu ilk tenezzülünde bu mertebe ile berâber olduğu için bu “istivâ latîfesi” olarak ta'bîr edildi. Ve bütün hakîkatleri toplayıcı olduğu ve muhammediyyetle vasıflanmış bulunduğu için ona “muhammedî küllî hakîkat” denildi. Ve Hayât sıfatının te’sîri altında olmakla onun feleği “hayat feleği”dir. Ve insandan ona paralel olan onun sâbit ayn’ı olan latîfesidir ve kudsî rûhudur ki, ona “sultânî rûh” ve “izâfî rûh” da derler. “Ve nefahtü fîhi min rûhî” ya’nî “Ona rûhumdan üfledim” (Hicr, 15/29) âyet-i kerîmesinde ona işâret buyrulur.
-
Daha sonra Arş âleminde, ya‘nî izâfî vücûd âleminde, insandan ona paralel olan onun cismidir. Ve “Arş”a dâir olan îzâhlar bu kitabın başlarında şerh edildi.
-
Daha sonra Kürsî âlemine, ya‘nî nefs-i kül âlemine, insanda paralel olan kuvvetleriyle berâber insânî nefstir. Ve insânî kuvvetler ve nefs hakkındaki ayrıntılar yukarılarda geçti. Ve ne zamanki küllî nefs iki ayağın mahalli, ya‘nî zemmedilmişlerin ve övülmüşlerin, zuhûr ve tecellî mahalli oldu, aynı şekilde insânî nefs dahi emir ve yasağın ve övmenin ve zemmetmenin geliş yeri oldu. Çünkü övülmüşlük emri gerektirdi ve zemmedilmişlik yasağı gerektirdi. Bu konudaki îzâhlar da aynı şekilde yukarılarda geçti.
-
Daha sonra büyük âlem olan Beyt-i Ma'mûr’a karşılık ve paralel olan “kalb”dir. Ve Beyt-i Ma‘mûr vücûdun “insânî hakîkat” ve “vâhidiyyet” mertebesidir. Çünkü bu mertebede bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların ilmî sûretleri ortaya çıkar. Ve bu ilmî sûretler, daha sonra hâricî ve izâfî vücûdlara yansır.
Ve insanda “kalb” buna karşılık olmuştur. Çünkü insan ortaya çıkaracağı bir san‘atın sûretini önce kalbinde hayâl edip, daha sonra kuvvetleriyle beynine verir. Ve beyninde aklıyla güzelliğini ve çirkinliğini etraflı olarak düşünür. Ve bütün gelişler insanın kendi hakîkatinden ve sâbit ayn’ından önce emirde kalbine iner.Bundan dolayı kalb Beyt-i Ma'mûr’a karşılık gelir.
-
Ondan sonra büyük âlemde olan melekler âlemine, insanda karşılık ve paralel olan “rûhlar” ve meleklerin mertebeleri gibi mertebelerdir. Ya'nî insânî vücûdda “bitkisel rûh” ve “hayvânî rûh” mevcûd olup, bu rûhların ayrı ayrı mertebeleri vardır. Ve büyük âlemde dahi mâdenlere, bitkilere ve hayvânlara ve insana vekîl ta’yîn edilmiş olan melekler ve onların mertebeleri vardır.
-
Ondan sonra Satürn ve onun feleğinin âleminde insana karşılık ve paralel olan “hâfıza kuvveti” ve beynin arka kısmıdır.
Bilinsin ki, hesâb ve gözleme âit keşiflere dayalı olan astronomi ilminde güneş sistemimiz, Dünyâ ile berâber sekiz gezegen ve onların uydularından ibârettir. Ve onlar: Neptün, Uranüs, Satürn, Jüpiter, Mars, Dünyâ, Venüs ve Utarid’dir. Ve Güneş bu sistemin kalb-gâhında olup merkezi oluşturur. Ve Ay Dünyâ’nın uydusudur. Bundan dolayı Dünyâ’nın üstünde olan gök cisimlerinin feleğinin sayısı Neptün, Uranüs,Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Utarid ve Ay olmak üzere dokuzdur. Ve diğer gezegenlerin uyduları o gezegenlere göre birer felek sayılsa da Dünyâ’ya göre felek değildir. Ve ateşten bir küre olarak merkezde olan Güneş hepsine ışık saçıcıdır. Ve ay güneşten aldığı ışığı yansıtır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Ve cealnâ sirâcen vehhâcâ” (Nebe, 78/13) ya‘nî “Biz yanan bir kandil halk ettik;” ve “Huvellezî cealeş şemse dıyâen vel kamere nûren” (Yûnus, 10/5) ya’nî “Güneşi Allah Teâlâ ziyâ ve ayı da nûr olarak halk etti” buyurur. “Sirâc-ı vehhâc” ta'bîrinden, güneşin bilimsel keşiflere uygun olarak, bir âteş küresi olduğu açıkça anlaşılır.
Şimdi cenâb-ı Şeyh (ra) kendi zamânlarında güneş sistemimizin henüz keşfedilmemiş olan Neptün ve Uranüs isimlerindeki iki gezegeni ile onların feleklerinden bahsetmemiştir. Ve bundan bahsetmemesi insandan onlara karşılık gelen bir şey bulunmamasını îcâb etmez. İnsan, mâdemki bu güneş sistemimizin bir özü ve onun hayret verici özeti ve iktidâr sâhibidir, elbette bu iki gezegen ile de onun bir karşılıklılığı ve paralelliği olması lâzım gelir. Fakat bu karşılık ve paralelliğin ne olduğunu bilmek ve anlamak ilâhî ilhâma ve ma'nevî keşfe bağlıdır. Fakîre ise bu konuda bir ma‘nâ gelmedi. Şâyet gelirse Allâh Teâla’nın inâyetiyle ileride şerh edilir.
Hz. Şeyh (ra) Ay feleğine kadar olan felekleri “a‘lâ ya’nî en yüksek âlem” sayarak insanda onlara karşılık gelen şeyleri saymış olduğundan açıklığının kemâline dayalı olarak onların şerhine lüzûm görülmedi.
İstihâle ya’nî başkalaşma âlemine gelince:
-
Esîr feleği o bundandır. Bilim ehli indinde bilinmektedir ki, dünyânın çevresindeki havâ katmanının ya’nî atmosferin kalınlığı yaklaşık on bin kilometre kadardır. Havâ yukarıya doğru latîfleşe latîfleşe akışkan esîre dönüşür. Ve bu esîr feleğinden yükselmesi hâlinde kendisine ilk tesâdüf eden felek Ay feleği olur.
Şimdi yeryüzünden değişmeyle latifleşerek yükselen maddeler, ancak Esîr feleğine kadar çıkar. Ve aynı şekilde yeryüzünün maddî şeylerine de bu Esîr feleğinden olan kesîflik ile yardım gerçekleşir. Ve bu Esîr feleğinin rûhu sıcaklık ve kuruluktur. Çünkü esîr zerreleri sıcaklıkla harekete geçer. Ve sıcaklık elektronların kuruluğunu gerektirir. Ve insanda buna paralel olan “safrâ”dır. Ve safrânın rûhu tabîblikte sâbit olduğu üzere hazmetme kuvvetidir.
-
Esîr feleğinden sonra daha kesîf olan havâ gelir. Ve havâ âlemi feleğinin rûhu sıcaklık ve rutûbettir. Çünkü havâ dünyânın çevresinde dâimâ hareket hâlindedir. Ve onun hareket ettiricisi aynı şekilde sıcaklıktır. Ve oksijen ve hidrojen havânın aslî unsurlarından olduğundan onun rutûbetli bulunması tabîîdir. İnsanda havâya paralel olan şey, tabîblik gereğince dört unsurdan olan “kan”dır. Ve kanın rûhu çekim kuvvetidir.
-
Havâ feleğinden sonra dünyâyı çevrelemiş olan felek su feleğidir. Ve o havâdan daha kesîftir. Ve onun rûhu soğukluk ve rutûbet olup îzâha muhtâc değildir. İnsandan su feleğine paralel olan şey, dört unsurdan “balgam”dır ki, tabîblikte ona “sümük” de ta‘bîr edilir. Ve balgamın rûhu savunma kuvvetidir.
-
Su feleğinden sonra dünyâda toprak feleği gelir. Ve onun rûhu soğukluk ve kuruluktur. Ve insanda dört unsurdan buna paralel olan tabîatı soğuk ve kuru olan "sevdâ”dır. Ve sevdânın rûhu tutucu kuvvetir.
-
Ve istihâle ya’nî başkalaşma âleminden olan yeryüzü yedi tabakadır. Bunlar da muhtelif terkîbleri gereğince siyah ve gri ve kızıl ve sarı ve beyaz ve mâvî ve yeşil renktedir ki, jeoloji ilmi bunların esaslarından ve dallarından ayrıntılı olarak bahseder.
Esîrden i'tibâren sayılan bu feleklerin hepsi başkalaşma âlemindendir. Varlık âlemindeki türlü türlü sûretler bunların başkalaşmasından oluşur.
‘İmâret-i emkine ya’nî mekânların ‘imârlığı âlemine gelince:
-
Büyük âlemdeki “rûhâniyyûn,” ya'nî tabîî kuvvetler, bu âlemdendir. Ve onlara “unsursal melekler” de denir. Ve bunlar Âdem’e secde etmekle ve boyun eğmekle me’mûrdur. Çünkü insanın âlemde tasarrufu hep bu tabîî kuvvetlerin kendisine boyun eğmesi netîcesinde gerçekleşir. Ve insân vücûdunda bu kuvetlere ve meleklere paralel olan şey, kendisindeki muhtelif kuvvetlerdir ki, şeriatta insan vücûduna 360 meleğin vekîl kılındığının beyân buyrulması bu hakîkate işârettir.
-
Ondan sonra hayvân âlemi gelir. Ve insanda ona paralel olan şey, insan vücûdundaki “his” dediğimiz şeydir.
-
Ondan sonra bitki âlemi gelir. İnsandan ona paralel olan şey “büyüyüp gelişme”dir. Çünkü insanın cismi, bitki gibi zamân içinde büyür.
-
Ondan sonra mâden âlemi gelir. İnsanda ona paralel olan şey, onun vücûdunda hissetmeyen şeydir. Örneğin tırnak ve saç kesildiği zaman insan hiç bir elem duymaz.
Niseb ya’nî bağıntılar âlemine gelince:
Bunlar da on bağıntıdan olup araz, keyfe(nitelik), kemm(nicelik), eyne(neredelik), zaman, izâfet, vaz‘(duruş), en-yefale(aktiflik), en-yenfa'ile(pasiflik) ve ümmehâtta(ana hatta) sûretlerin farklılığıdır. Bunların hepsinin büyük âlemde mevcûd olduğu ve insan vücûdunda her birine paralel ve karşılık olan şeyler bulunduğu metinde örnekler ile beyân buyrulmuştur. Her birinin tafsîli ve şerh edilmesi sözün uzatılmasını gerektirir. Amaç karşılıklı oluşu beyândır.
İşte yukarıdan beri anlatılan şeyler yeteri kadar ve özet olarak büyük âlem ile insan vücûdundaki paralelliklerdir. Şimdi o insana ne büyük gaflet gelmiştir ki, nefsini şehvetlerin ve arzûların esâretinden kurtarmaya çalışmaz. Vücûdda kendisine mertebelerin en şereflisi olan insânî mertebe hâsıl olduğu gibi, sâadetli mertebelerin a'lâsı ve yükseği olan aslına dönmektan yana olan en büyük saâdetini de tahsîl etmez de, tabîat âleminden ibâret olan Siccîn’de mahbûs kalır.
Çünkü esîr zerrelerinin milyonlarda biri havaya ve havanın milyonlarda bir zerresi suya, ve suyun milyonlarda bir zerresi bitkiye ve bitkinin milyonlarda bir zerresi hayvana ve hayvanın milyonlarda bir zerresi insana ve insanın milyonlarda bir zerresi nutfeye ve nutfenin yüz binlerde bir zerresi cenine dönüşmez. Ve ceninin yüz binlerde biri kemâle gelmez. Ve doğan ceninin yüz binlerde biri âlim ve fâzıl olmaz. Ve âlim olanların yüz binlerde biri geldiği yere ve döneceği yere ârif olmaz. Ârif olanların yüzbinlerde biri aslına dönmeye isti’dâdlı bir insân-ı kâmil olmaz.
Ey muhterem okuyucu! Vücûdda insânî sûrete nâil olmak çok büyük bir şerefdir. Bunu tabîat hükümlerinde boğulup netîcesizliğe mahkûm etmek büyük bir hüsrandır. Cidden çok iyi düşün!
Dostları ilə paylaş: |