İnsan memleketiNİn islâhi hakkinda iLÂHÎ tedbîrler


Toprak mâdem ki elimde olur altın ve gümüş



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə40/45
tarix02.12.2017
ölçüsü2,72 Mb.
#33540
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   45

Toprak mâdem ki elimde olur altın ve gümüş

Bana yol kesici olur mu fitneci altın akça

Ve yine buyururlar: Nazmen tercüme:



Bakırı altın eder kîmyâ, acîbdir bu

Bakıra bak ki beher lahza kîmyâ çıkarır

Sonuç olarak bu çok büyük makâma sâhib olan evliyâullâhın bu gibi sözleri çoktur.

İşte bu mükerrem taş varlığı azîz ve nâdir olan o “kibrît-i ahmer” ve iksîrdir ki, Allah Teâlâ onu esirgediği şeylerden kıldı; ve bu hakîkati kıymetinin kemâlinden dolayı gizledi. Ve onu haketmeyen ve lâyık olmayan kimselerden esirgedi. Bu esirgeme, hâşâ ki Hak Teâlâ hazretlerinin cimriliğinden ola! Eğer bu hakîkati Hak Teâlâ ehlinin dışındakilere verse hikmetine aykırı olurdu. Çünkü bir çocuğun eline bir pırlanta taşını teslîm etmek, veyâhut bir hırsıza mücevheri emniyyet edip bırakmak akıllı kişiler indinde ahmaklıktır. Allah Teâlâ hazretleri ise bu gibi lâyık olmayan sıfatlardan yana münezzehdir. Onun için bu hakîkati hazînelerinin en yükseğine emânet olarak bıraktı ki, o hazîne rabbânî tecellîler hazînesidir. Ve onun üstünde tecellî yoktur. Nitekim yukarıda îzâh edildi.

Şimdi bu mükerrem taşın keşfi her bu tecellîye nâil olanlara da olmaz. Bundan dolayı, bu hazîneye ulaşan kimse, onun üzerinde bu mükerrem taşın eserini göremez. Ancak haklarında ezelî inâyet öne geçmiş olanlar bundan istisnâdır. Nitekim bu hâlin eserleri açıktır.

İ’tirâf etmelidir ki, zamânımızda evliyâullâha rastgelindiği halde, bir bakışta sâliki fenâ makâmına ulaştıranlar görülemedi; ve görenler de işitilmedi. Oysa bu kitabın yazarı Şeyh-i Ekber ve cenâb-ı Mevlânâ ve Abdülkâdir Geylânî ve Şâh-ı Nakşbend ve benzeri pîrân (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn) hazarâtından bizlere bir çok sağlam haberleri ulaşmış ve bir çok menkıbeleri nakledilmiştir. Bundan dolayı bu mükerrem taş kendilerine açılmış olan zâtlar nâdirin nâdiridir. Çünkü bu taşın üzerine Hak tarafından hâsıl olan hüküm esirgemedir. "Allahümme yessir lenâ bi-câhi nebiyyinâ-l mustafâ" ya’nî "Allah’ım, Nebî'miz Mustafâ (s.a.v) 'in makāmını bizim için kolaylaştır."

Bu da suâlden yana bast sırrıdır.



Ve bizim için bu ma‘nâda beyitler vardır:

Sebepsiz yere san‘at iddiâsında bulunan yalan sözde ve da‘vâda ve yalanlar içinde yaşadı.

Ya'nî sûrî kîmyâda “sebeb”i, ya'nî iksîri, tahsîl etmeksizin “san‘at” iddiâsında bulunan kimse halka karşı yalan sözde ve kuru da'vâda ve yalanlar ile halkı aldatmak sûretiyle yaşadı. Ve bu yalanlarıyla halkın elindeki malı alıp geçindi. Ve bu mükerrem taş kendilerine açılmayıp ma’nevî kîmyâ san‘atına vâkıf olmayanlar da, halkı irşâd etme da'vâsına kalkışmakla, onlar da bunlar gibi bir yaşantı sürdürdüler.



Lehçesi doğru, talebi korunaklı olan seni seven nasîhatçının sözünü dinle!

Ey hakîkat tâlibi! Sen bu gibi yalancı iddiâcıların kuru da'vâlarına kulak asmayıp lehçesi doğru ve talebi yalandan korunmuş olan ve senden sûrî ve ma'nevî hiç bir fayda beklemeksizin seni seven nasîhatçının sözünü dinle! Çünkü bu vasıf kendisinde ma'nevî iksîr bulunduğunun alâmetidir.



Neyyir feleğinden indi. Bağıntı oluşmasından yana tahsîle çalış!

Neyyir, güneş ma’nâsınadır. Ve eski kîmyâ terimlerinde güneşten kasıt bakırdır. Ya'nî bakır altın mertebesine yükselmek için kendi feleğinden, ya'nî kendi çevresinden, indi. Altın bağıntısının oluşması için çalış! Ya'nî ona bir terkîb yap ki, onda altının bağıntıları oluşsun.



  • Bakırdan kasıt sâlikin kesîf vücûdudur.

  • Altından kasıt da “izâfî rûh”udur.

Ya'nî bakır gibi olan kesîf vücûduna ma'nevî bir terkîb yap ki, altın gibi olan rûha dönüşsün.

Civayı ma'deninden al, ondan elde edilen civayı çek!

Eski kîmyâ terimlerinde “firâr” civa ma‘nâsınadır. Ve tabîatı sıcaklık olup eril sayılmıştır. “Civa” bulunduğu kabın şeklini alır ve her tarafa akıp giden bir madde olduğu için ve bunun gibi nefis de aynı vasfı taşıdığı için, cenâb-ı Şeyh (ra) nefsi civaya benzetmiştir.

Ya'nî sen civa gibi olan nefsi kendi ma'deni olan kesîf vücûdundan al! Ve o aldığın civayı ma'deninden çek çıkar! Çünkü o, ma‘deni olan kesîf vücûdda kaldıkça kendi sıfâtından temizlenemez.

Şimdi sen onu boyun eğdirdiğin zaman, onun zâtı kendisinde olan terkîbi ve tortuyu taşıyıcı olur.

Şimdi sen eski kîmyâ gereğince civayı lâzım olan diğer parçalar ile karıştırıp damıtma, yumuşatma, eritme ve diğer işlemlerini yaparak onu sâfilik hâline boyun eğdirdiğin zaman, onun zâtı kendisinde bulunan terkîbi ve tortuyu taşıyıcı olur.

Ya'nî civa gibi olan nefis riyâzât çeşitleri potasında türlü terbiyelere ma‘rûz kaldıktan sonra saf kısmı ve tortusu ayrı birer tarafa ayrılır. Saf kısmı, melekiyyet olur ve tortusu beşeriyyet olur. Ve nefis zâtında bu iki hâli de taşıyıcıdır.

Fazlalıklar, ateşte neyyirâtın karışması sebebiyle yükseldi. Onun hâline bak!

Neyyirâttan kasıt güneş ile aydır. Ve eski kîmyâ terimlerinde güneş bakıra ve ay gümüşe söylenir. Civa kimyâsal işlemlerle bakıra ve bakır gümüşe dönüşür. Ya‘nî ateşte bakır ve gümüşün karışması sebebiyle civada fazlalık olan tortular yukarı çıkar; ve buharlaşıp havaya gider. Ve buna ba‘zı iksîrler karıştırıldığında altına dönüşür.

Sen onun bu hâline bak! Civa gibi olan “emmâre nefs” terbiye edilerek, bakır gibi olan “levvâme nefs”e; ve ondan sonra gümüş gibi olan “mülhime nefs”e dönüşür. Ve riyâzat ateşi ile ondan fazlalık olan zemmedilmiş sıfatlar yükselip buharlaşır. Ve buna ba'zı evliyâ iksîrleri karıştırılarak “mutmainne nefs” makâmına yükselip altın hâline gelir.

Şimdi onu fânî ettiğin zaman sebeb geriye kalır. Senin kalayını aynda altına dönüştürür.

Ya'nî o nefsi riyâzât ateşi fânî ettiği zaman “sebeb,” ya'nî ayniyyet, fânî olmaz, belki yine yerinde durur. Fakat kalay gibi olan senin ayn’ını altına dönüştürür.

Ya'nî fenâ-fillâh hâlinde kulun izâfî vücûdu fânî olmaz, yine bâkîdir. Fakat o izâfî vücûd artık hakkânî vücûd olur. Ve bu mübârek beyitlerden anlaşıldığı üzere sâlik vücûdunda bu değişimleri geçirmek için “iksîr”e muhtaçtır. Ve o da mükerrem taş kendisine açılmış olan kâmil ve mükemmel mürşiddir. Ve her velînin bu değişimlere gücü yetmez.

Gölgenin çekilmesi ve sızlanmanın kesilmesi:

Allah Teâlâ “Sümme kabadnâhu ileynâ kabdan yesîrâ” (Furkân, 25/46) ya‘nî “Sonra Biz onu yavaş yavaş kısaltarak kendimize çekeriz” buyurdu. Ve gölge ancak san'attaki sebebden dolayı bâkî kalır. Şimdi gölge devâm ettikçe emirden yana örtme vardır; ve onda tasarruf etmek ve onun çekilmesi men’ edilmiştir. Eğer senin indinde mükerrem taş mevcûd değilse ve hakîkatlerin netîcesi yok ise, sana bir imâm talebi lâzımdır. Eğer bulamaz isen odanı bütün eşyâdan yana temizle ve burayı halvet edin! Ve zikrin “Allah, Allah” olsun, başkası değil! Bunu yapmadan önce isti'dâdına göre yiyecek ve içecek derdinden kurtul! Dayanağını “leyse ke mislihî şey’un” ya’nî “O’nun misli bir şey yoktur” (Şûrâ, 42/11) âyeti kıl! Şimdi muhakkak en yakın yedi günde ve en uzak kırk günde gölgenin zevâl bulması gerekir. Ve sızlanmaya gelince, onun sebebi nefsin melekût ile şehâdet âlemi arasında sıkışmasıdır. Ve o hallere dönük bir konudur. Ona Hak Teâlâ’nın “e lâ bi zikrillâhi tatmainnul kulûb” ya’nî “Allah zikri ile kalbler mutmain olur ve sâkinleşir” (Ra'd, 13/28) sözünü yükle! Muhakkak onun sızlanması inşâallâhu Teâlâ kesilir.

Bilinsin ki, algılanan, hayâl edilen, hatırlanan, hâfızada olan, düşüncede olan, akledilen şeylerin hepsi birer gölgedir. Ve nefis bunların te’sîri altında dâimâ söyler ve feryâd eder durur. Nefsin bu sözleri “sızlanma”dır. Şimdi bu bölüm bu gölgelerin çekilmesini ya’nî izâle edilmesini ve sızlanmanın kesilmesini beyân eder.

Hak Teâlâ hazretleri Furkân sûresinde “E lem tere ilâ rabbike keyfe meddez zılle, ve lev şâe le cealehu sâkinen, sümme cealneş şemse aleyhi delîlâ; Sümme kabadnâhu ileynâ kabdan yesîrâ” (Furkân, 25/45-46) ya'nî “Rabb’ini görmez misin? Gölgeyi nasıl uzattı. Ve eğer dilese idi onu sâkin kılardı. Daha sonra biz onun üzerine güneşi delîl yaptık. Ondan sonra onu yavaş yavaş kısaltarak kendimize çektik” buyurur.

Ve gölge ancak ilâhî san’attaki illet ve sebepten dolayı bâkî kalır ve devâm eder. Ve bu illet ve sebep de ilâhî hikmettir. Çünkü san’atçının san’atı ma’kûl bir maksada dayalıdır.

Şimdi gölge devâm ettikçe ilâhî emirden yana örtme vardır. Bu örtme gereği ya kulun sâbit ayn’ının ve hakîkatinin îcâbıdır; veyâhut geçici sebeblere dayalıdır. Geçici sebebler tam bir ihlâsın olmayışı veyâ şübheli veyâ harâm gıdâ yenilmesi veyâ kalbe mâsivâ sevgisinin gâlib gelmesi gibi hallerdir. Ve bu gibi durumlarda kuldan o gölgenin çekilmesi ve onda tasarruf etmek mümkün değildir.

Eğer senin indinde mükerrem taş sırrı ve hakîkatlerin netîcesi olan yukarıda bahsedilen taşların özellikleri mevcûd değil ise, mutlaka sana bir imâm, ya'nî kendisi kâmil ve seni de kâmil edecek bir mürşid lâzımdır ki, senin nefsinin ayıplarını sana göstersin. Mürşidin çeşitleri çoktur. En düşüğü sana tövbe telkîn edip nefsini emmârelikten levvâme mertebesine yükseltendir. Ve en yükseği nezdinde mükerrem taş sırrı bulunan ve “iksîr” gibi gizli ve varlığı nâdir olandır ki, seni mertebe mertebe yükselterek sâfîye nefs mertebesine ulaştırır; ve sende hayret taşı sırrını açığa çıkartır. Eğer hakkında ezelî inâyet öne geçmiş ise, sana mükerrem taşın sırrı açılarak, sen de mürşidin gibi varlığı nâdir bir iksîr olursun.

Eğer himmetin yüksek olup da mürşidin yükseğini bulamazsan aşağıdaki çâreye başvur!

Odanı bütün eşyâlardan yana temizle! Ya'nî bakışın denk geldikçe sana hâtıra verecek olan eşyâyı kaldır! Burasını kendine halvethâne edin! Ve kıbleye dönük otur; “Allah, Allah” diye zikre devâm et; başka isim zikretme!

Ve halvete girmezden önce yetecek kadar yiyecek ve içecek hazırla ki, gıdâ ihtiyâcı halvet esnâsında sana hâtıra vermesin. Bu şekilde yeme içme derdinden kurtulursun. Yiyeceğini ve içeceğini yetecek kadarından daha az tedârik etme ki, çok açlık çekmek hâtırını perîşân etmesin.

Zikrini “leyse ke mislihî şey’un” (Şûrâ, 42/11) ya'nî “Onun misli bir şey yoktur” âyet-i kerîmesine dayandır ki, zikrinle fikrin uygun olsun. Eğer bu şartlara riâyet edersen, isti'dâdına göre, en yakın yedi günde ve en uzak kırk günde, yukarıda îzâh ettiğimiz gölgeler çekilip gider.

Sızlanmaya ya'nî nefsin feryâd ve ıztırâbına gelince:

Onun sebebi nefsin melekût ile şehâdet âlemi arasında sıkışmasıdır. Ve bu hallere bağlı olan bir konudur. Her bir sâlikin şahsına göre değişir. Birininki diğerine benzemez. Sen o sızlanmaya Hak Teâlâ’nın “e lâ bi zikrillâhi tatmainnul kulûb” (Ra‘d, 13/28) ya'nî “Allah zikri ile kalbler mutmain olur ve sâkinleşir” sözünü yükle! Muhakkak nefsin sızlanması inşâallâhu Teâlâ kesilir.



ON SEKİZİNCİ BÖLÜM

On Yedinci Bölümden BİRİNCİ KISIMdır

O Kitabın Bölümlerinden On Sekizincidir

Aklın, Yakîn Nûrunu Kalb Sâhası Üzerine Feyzlendirmesinin Ârifliği

Anlatacağımız şeyi, yakınlaştırmak için bir misâl verelim. Şöyle ki: Muhakak güneş parlak bir cisme karşılık olduğu vakit, bu cisimden bir nûr yansır. Güneşe karşılık olmayan bir yeri, o nûr sebebiyle ışığın yansımasıyla ışıklandırır. Ay ışığı gibi o güneşin ışığının yansımasıdır. Şimdi güneşi görmeyi isteyen kimse, o nûr kendisine yansımış olan yere bakışını diksin ve parlak cisme baksın; o güneşi keşfeder. Ve bu tertîbden üçlü bir şekil gelir ki, birinci esâsı “güneş,” ikinci esâsı “parlayan cisim” ve üçüncü esâsı “yansıyan ışığın vurduğu yer”dir. Ve bu misâli sana verdikten sonra bilesin ki, muhakkak hayvânî nefsten kendisinde rûh olan büyük boşluk tarafından, kalbden bir nûr taşar; en uzak yerlere kadar ulaşır. Daha sonra bu nûr, feleğin hareketi gibi, yansır; beyne ulaşıncaya kadar yükselir. Şimdi bitişik olarak yayılışı akla ulaşır ki, onun basîret gözü üzerine feyizlenme te’sîri vardır. Bu nûr basîret gözüne zâhir olduğunda normal göz için güneş gibidir. O, “İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbun” ya’nî “kendisi için kalb olan kimseye bu (Kur’ân’da) nasîhat vardır” (Kâf, 50/37) sözüyle muhâtabdır. Burada his için ma'nâ yoktur. Bundan dolayı şuâ’ basîret gözünden kalb sâhası üzerine yansır. Normal gözden çıkan şuâ'nın görülen şeylerin üzerine aksetmesi gibi. Böyle olunca melekûtun acâibine bakar ve nûrlar bitişir. Ve bunun indinde kalbde ikinci göz açılır. Ve o, yakîn gözüdür; ve o yakîn nûruna bakıcıdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın iki nûru vardır. Ve nûrun biri onunla hidâyet eder ve nûrun diğeri de ona hidâyet eder. Ve onun için kalbde iki göz vardır. Biri basîret gözüdür ki, o yakîn ilmidir. Ve diğer göz yakîn gözüdür. Hakk’a hidâyet eden nûra bakar. Allah Teâlâ “yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu” ya’nî “Allah Teâlâ nûruna dilediği kimseyi hidâyet eder” (Nûr, 24/35) buyurur. Ve o yakîn nûrudur. Ve dîğer nûr hakkında da “yec’al leküm nûren temşûne bihî” ya’nî “Sizin için bir nûr kıldı ki, siz onunla yürürsünüz” (Hadîd, 57/28) buyurur. Onunla hidâyet eden nûr, O’na hidâyet eden nûra bitiştiği vakit, insan göklerin ve yerin melekûtunu müşâhede eder. Ve mahlûkât hakkında kader sırrının nasıl hükmettiğini bu göz ile görür. Ve o Hak Teâlâ’nın “nûrun alâ nûr” ya’nî “nûr üzerine nûr” (Nûr, 24/35) sözüdür.

Cenâb-ı Şeyh (ra) bu değerli kitâbı esâs i‘tibârı ile on yedi bölüm üzerine tertîb buyurmuştur. Ve on yedinci bölümde insana yüklenmiş olan sırların özelliklerini ve sâlikin ne gibi haller üzerine olması gerekeceğini ve büyük âlem ile küçük âlem olan insanda bu sırlara paralel olan şeyleri anlatmak gerekmiş olduğundan, bu on yedinci bölümü de beş kısım üzerine yazmıştır. Bu beş kısımdan her birine yazılmış olan hakîkatler ve ilâhî bilgiler aslında on yedinci bölümün esâslarına dâhil olmakla berâber, kitabın tamâmının ayrı ayrı birer bölümü sayılmaya ve i'tibâr edilmeye de lâyık olduğundan, kitabın on yedinci bölümünün bu birinci kısmı on sekizinci bölümü mesâbesinde olmuştur. Bu on sekizinci bölümde, aklın yakîn nûrunu kalb sâhası üzerine ne şekidle feyzlendirdiği beyân ve îzâh edilir:

Şimdi gerek akıl ve gerek yakîn nûru ve gerek kalb sâhası, his gözü ile görülebilecek maddî şeyler olmadığından anlatılacak olan bilgileri anlayışa yaklaştırmak için maddî bir örnek verilmesi gerekir. Çünkü misâl ile akledilen şey hissedilir olur. Şöyle ki:

Güneş parlak bir cisme karşılık olduğu vakit bu cisimden bir nûr yansır. Ve bu cisim kendisinden yansıyan o nûr ile, güneşe karşılık olmayan yeri ışıklandırır. Nitekim astronomi ilmine vâkıf olanlar bilirler ki, güneş dünyânın her hangi bir noktasından battığında o nokta karanlık olur. Ve bu karanlık noktaya karşılık gelen aya güneşin ışığı vurunca ayın yüzeyi aydınlanır. Ve ondan yayılan aydınlık dünyânın karanlık noktasına yansır. Dünyânın bu karanlık noktasında oturmakta olup güneşi görmeyi isteyen kimse, kendisine nûr yansımış olan dünyâya ve yüzeyi parlayan aya bakışını diksin. O güneşin vücûdunu keşfeder; ve onun vücûduna vâkıf olur. Ve bu tertîbden üç esâsı içine alan bir şekil peydâ olur ki, birinci esâs “güneş,” ikincisi “parlak cisim” ve üçüncüsü “yansıyan ışığın vurduğu karanlık yer”dir.

Bu örneği verdikten sonra bilesin ki, hayvânî nefsten bir nûr taşar. Ve bu nûr, rûhun bağlandığı ve hükmettiği kalb tarafından çıkar, cismin en uzak yerlerine kadar ulaşır. Ya‘nî hayvânî nefs ki, cisme kendi tercîhini kullanmak ile hareket veren kuvvettir, bunun makâmı kalbdir.

İnsânî rûhun ise bu hayvânî nefse kalbde, san'atın ele ve bakışın göze bağlantısı gibi, ta‘rîfe sığmayan bir bağlantısı vardır. Ve bu bağlantıya “büyük boşluk” ta‘bîr edilir.

Şimdi bu nûr kalbden taşıp cismin en uzak yerlerine, ya'nî parmakların ucuna kadar, ulaşır. Daha sonra bu nûr feleğin hareketi gibi yansıyıp beyne ulaşıncaya kadar yükselir. Bu nûrun bitişik olarak yayılması, ya'nî kesilmeksizin birbirine bitişik olarak gelişi, akla ulaşır ki, o nûrun kalbdeki basîret gözü üzerinde feyizlenme te’sîri vardır. Ya'nî akla ulaşmış olan o nûrdan kalbdeki basîret gözü feyizlenir.

Bu nûr basîret gözüne zâhir olduğunda, his gözü için maddî güneş gibidir. O basîret gözü “İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbun” (Kâf, 50/37) ya'nî “Kendisi için kalb olan kimseye bu Kur’ân’da nasîhat vardır” sözüne muhâtab olur. Demek ki, basîret gözü açılmamış olan kimseler bu hitâba ehil değildirler.

Burada his için ma'nâ yoktur. Ya'nî bu basîret gözü hissî bir şey değildir, belki ma'nevîdir. Şimdi şuâ' basîret gözünden kalb sâhası üzerine yansır. Bu yansıma, gözden çıkan şuâ'ın görülen şeylerin, ya'nî eşyâ sûretlerinin üzerine aksetmesine benzer. Böyle olunca o basîret gözü, ki bâtın gözüdür, melekûtun acâibine, ya'nî eşyânın bâtınlarının acâibine bakar.

Ve nûrların menşeinden çıkışı ve yansıması bitişik olarak geliyor olduğundan, bunun indinde kalbde ikinci bir ma'nevî göz daha açılır. Ve o göz yakîn gözüdür ki, yakîn nûruna bakar. Çünkü Allah Teâlâ’nın iki nûru vardır:



  • Nûrun birisiyle tabîat karanlığı içinde sırât-ı müstakîm görülüp yürünür.

  • Ve diğer nûr da, bu sırât-ı müstakîmde Hakk’a hidâyet eder. Çünkü her sırât-ı müstakîm üzerinde yürüyen mü’min Hakk’ın nûrunu müşâhede edemez.

İşte bu iki nûr için kalbde de iki göz vardır:

  • Birisi basîret gözüdür ki, o yakîn ilmidir; ve his gözünün hatâlarını gören ancak bu gözdür. Basîret gözüne bağlanan nûr hakkında “yec’al leküm nûren temşûne bihî” (Hadîd, 57/28) ya'nî “Sizin için bir nûr yaptı ki, siz onunla yürürsünüz” buyurur. Ve bu da yakîn ilmidir.

  • Ve ikinci göz yakîn gözüdür ki, Hakk’a hidâyet eden nûra bakar. Bu yakîn gözüne bağlanan nûr hakkında Hak Teâlâ “yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu” (Nûr, 24/35) ya'nî “Allah Teâlâ nûruna dilediği kimseyi hidâyet eder” buyurur. Bu nûr yakîn nûrudur.

Şimdi basîret gözünün nûru olan yakîn ilmi, yakîn gözünün nûru olan yakîn nûruna bitiştiği vakit, insan göklerin ve yerin melekûtunu, ya'nî bâtınlarını, muâyene ve müşâhede eder. Hak Teâlâ’nın açılmasını istediği kadar eşyânın hakîkatlerine ve sâbit ayn’lara bakıp mahlûkat hakkında kader sırrının nasıl hükmettiğini yakîn gözüyle görür. Ve bu zulmânî âlemde her bir kimsenin hakikatinin gereği olmak üzere, ne gibi fiiller ile meşgûl olacağını ve şakîyi ve saîdi bilir. Bu iki nûrun bitişmesinin delîli Kur’ân-ı Kerîm’de “nûrun alâ nûr” (Nûr, 24/35) ya'nî “Nûr üzerine nûr” sözüdür.

Nitekim (Sav) Efendimiz, ashâb-ı kirâmdan Hz. Zeyd’e:



  • “Yâ Zeyd, nasıl sabahladın?” buyururlar. Hz. Zeyd de şu cevâbı verir:

  • “Yâ Resûlallah, mü’min olarak sabahladım.” Server-i kâinât Efendimiz hazretleri:

  • “Her şey için bir hakîkat vardır. Senin îmânının hakîkati nedir?” buyururlar. Cenâb-ı Zeyd de:

  • “Nefsimi dünyâdan çektim; ve gündüz susuz oldum ve gece uyanık kaldım. Sanki bâriz olarak Rabb’imin Arş’ına bakarım. Ve sanki ni’metlenen ve lezzetlenen cennet ehline ve azâbta olan ateş ehline bakarım” dedi. Server-i enbiyâ (asv) Efendimiz:

  • “İsâbet ettin, Bundan dolayı sükût et!” buyurdular.

Ve cenâb-ı Mevlânâ (ra) efendimiz Mesnevî-i Şerîf’in birinci cildinde cenâb-ı Zeyd’in dilinden şöyle tefsîr ve beyân buyururlar:

Tercüme: “Bir sabah Peygamber Zeyd’e, ey safâlı arkadaşım, nasıl sabahladın? buyurdu. Hz. Zeyd “Mü’min kul olarak” dedi. Tekrâr buyurdular ki: “Eğer îmânın bâğı açıldı ise, hani nişânı?” Hz.Zeyd: “Ben günlerce susamış ve gece aşk ve yanmalardan uyumamıştım. Nihâyet gece ve gündüzden öyle geçtim, nasıl ki mızrağın ucu siperden geçer. Öyle ki o taraftan milletin hepsi birdir. Yüz bin sene ve bir sâat eşittir. Ezel ile ebedin birliği vardır. Aklın o tarafa tahkîk ve araştırma yolu yoktur.” Server-i enbiyâ Efendimiz buyurdular: “Bu yoldan, bu diyârın anlayış ve akıllarına lâyık armağan getirdin ise, getir bakalım!” Hz. Zeyd dedi: “Halk âsumânı nasıl görüyorlar ise, ben de Arş’ı ve arşa mensûpları görüyorum. Benim önümde sekiz cennet ve yedi cehennem , putperestin önündeki put gibi, zâhir oldu. Değirmende buğdayı arpadan tanıdığım gibi, halkı birer birer tanırım. Öyle cennetlik kimdir ve bigâne kimdir? Benim önümde yılan ve ay gibi âşikârdır.”

İşte cenâb-ı Zeyd (ra) “nûrun alâ nûr” (Nûr, 24/35) sırrına ulaşan saâdetlilerden olup kader sırrının halk üzerine nasıl hükmettiğini yakîn gözü ile görmüştür. Ve bu kitâbın yazarı cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) de bu sırra mazhar olmakla âlemde ileride olacaklar hakkında ilâhî izin ile bir çok bilgiler vermişlerdir. Şecere-i Nu'mâniyye’si ile Ankâ-yı Muğrib’i ve Muhâzaratü’l-Ebrâr ve Müsâmeretül-Ahyâr isimli eserlerindeki “Harâbü’l- büldân fi âhiri’z-zamân” bahsi bu keşiflerinin içerisindendir.

ONDOKUZUNCU BÖLÜM

On Yedinci Bölümden İKİNCİ KISIMdır

Yakîn gözünün İdrâkinden Engelleyen Perdeler;

Kalb gözünü Melekûtun İdrâkinden Engelleyen Perdeler Beyânındadır

Nûrların üç olduğunu daha zikretmiş idik: Hayât nûru, akıl nûru, yakîn nûru. Hayât nûruna gelince, o hayvânî nefs şuâ‘ının yansımasıdır. Onun illetleri üçtür. “Rân ya’nî karartı” ve “hicâb ya’nî perde” ve “akıl”dır. Ve onların hepsi Kur’ân’da zikredilmiştir. Ve onların maddeleri şehâdet âleminde beşeriyyetin zâhir sıfatlarıdır. İşte bu şehâdet mertebesinde kalbde oluşmuş olan hastalıklardır. Bu da ancak hayvânî emmâre nefs yönündendir.

Ve akıl cevherinden onun şuâ‘ının yansımasıyla kalbde oluşan nûra gelince, onun illeti gazabî nefstir. Onun bir ateşi vardır ki, kalbi pişirir ve yakar. Şimdi ondan kalbin üzerinde bir duman çıkıp akıl ve kalb arasına perde olur. Böyle olunca nûr maddesinin yükselmesi kesilir. Bundan dolayı kararır. Ve bu dumana perde ma’nâsına olarak gıtâ ve kinn ve gışâve denir. Eğer yoğunlaşırsa körlüğüne sebep olur. Velâkin sudûrdaki kalbi körletir. Ve burada sudûr kelimesinin kullanılmasında bir işâret vardır. Biz onu sana terk ettik.

Ve yakîn nûruna gelince, ki ondan öte bir emel yoktur. Şimdi onun illeti kalbde ihlâsın yokluğu ve övülmüş ve zemmedilmiş amellere bakmakla kalb kabz olup onunla yakîn gözü arasına perde olur. Eğer yüz çevirirse, elbette ondan perde kalkar; ve açılma gerçekleşir; ve nûrlara ulaşır; ve alâmetler ve acâibler zâhir olur. Ve bu bölümün hakîkati Hak Teâlâ’nın “Allâhu nûrus semâvâti vel ardı” (Nûr, 24/35) sözünden “ve men lem yec’alillâhu lehu nûren fe mâ lehu min nûr” (Nûr, 24/40) sözüne kadar nazar eden kimse hakkındadır. Burada nûrların karşılığında olan perdeler sana belli olur ki, “âyâtun li kavmin ya’kılûn” (Câsiye, 45/5) ya‘nî “Akleden kavim için alâmetler vardır.”

Ya‘nî bu bölüm, kitâbın on yedinci bölümünün bir parçası olan ikinci kısmıdır ki, kitâbın tamâmının on dokuzuncu bölümü mesâbesindedir. Ve bu bölüm bundan önceki bölümde îzâh edilen yakîn gözünü idrâkten yana engelleyen perdeleri ve kalb gözünü eşyânın bâtınlarını idrâkten yana engelleyen perdeleri beyân eder.

Önceki bölümde konuyu anlayışa yaklaştırmak için maddî bir örnek vererek nûrların üç olduğundan bahsetmiştik. Bu üç nûr;


  • Dışarıdan gelen güneşin ışığı;

  • Aya ulaşan güneşin ışığı sebebiyle ay yüzeyinde gözüken nûr;

  • Ayın yüzeyinden dünyânın karanlık noktasına ulaşan nûr idi.

Ve bunlara karşılık olarak insan vücûdunda da aynı şekilde üç nûr mevcûd idi ki;

  • Birisi hayvânî nefsten çıkan nûr;

  • Diğeri hayvânî nefsten çıkıp akla akseden nûr;

  • Üçüncüsü akıldan basîret gözüne ulaşan nûr idi.

Bundan dolayı insan vücûdunda biri “hayât nûru”, diğeri “akıl nûru” ve biri “yakîn nûru” olmak üzere üç nûr mevcûd olmuş olur.

  1. Hayât nûru:

Bu nûr hayvânî nefs şuâ'sının vücûdun bütün zerrelerine ve beyne ve ondan akla yansımasıdır. Onun engeli olan illetleri üçtür: Birisi “rân”, diğeri “hicâb” ve üçüncüsü “akıl”dır.

  • “Rân ya’nî karartı” günah işlenmesinden dolayı kalbde oluşan perdedir.

  • “Hicâb ya’nî perde” kalb aynasına varlık sûretlerinin tab’ olunmasıdır ki, gerçek talep edilenin görülmesine engel ve perde olur.

  • “Akl”ın engel olması, ilim nûrundan bir şey kazanamayıp kendi tahmînlerine tâbi' olmasından dolayıdır.

Şimdi hayvânî nefs güneşe; ve akıl aya; ve kalb dünyânın karanlık yerlerine karşılık tutulduğunda,

  • “Rân ya’nî karartı”nın varlığı hayât nûrunun tutulmasına;

  • “Hicâb ya’nî perde”nin varlığı akıl nûrunun kalbe yansımasına engel olan bir perdeye;

  • “İlimsiz aklın” varlığı da hayât nûru ile basîret gözü arasına perde olarak, aynı şekilde “tutulmaya” karşılıktır.

Nitekim dünyâ, güneş ile ay arasına perde olursa “ay tutulması”; ve ay, güneş ile dünyâ arasına perde olursa “güneş tutulması” gerçekleşir.

Ve aynı şekilde güneşin ışığı aya ulaştığı ve aydan dünyâya nûr aksettiği halde, nûrun aksettiği yerde bulunan insan her tarafı kapalı bir yerde bulunsa ayın nûrunu idrâk edemez.

Ve bu “rân ya’nî karartı” ve “hicâb ya’nî perde” ve “akıl” denilen engellerin hepsi Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilmiştir.

“Rân ya’nî karartı” hakkında Hak Teâlâ buyurur: “Kellâ bel râne alâ kulûbihim” ya’nî “Hayır, belki kalplerinin üzerini rân etti ya’nî kararttı” (Mutaffifîn, 83/14).

Ve “hicâb ya’nî perde” hakkında buyurur: “Ve izâ kara’tel kur’âne cealnâ beyneke ve beynellezîne lâ yu’minûne bil âhıreti hicâben mestûrâ” ya’nî “Sen Kur'ân'ı okuduğun zaman, seninle âhirete inanmayanlar arasına gizli bir hicâb ya’nî perde kıldık” (İsrâ, 17/45).

Ve “akıl” hakkında da buyurur: “Em tahsebu enne ekserehüm yesmeûne ev ya’kılûne, in hüm illâ kel en’âmi bel hüm edallu sebîlâ” ya’nî “Yoksa onların çoğunun, işittiğini veyâ akıl ettiğini mi sanıyorsun? Onlar sadece hayvanlar gibidir. Hayır, onlar yoldan daha da sapanlardır” (Furkân, 25/44).

Ve bunların maddeleri şehâdet âleminde beşeriyyetin zâhir sıfatlarıdır. Ve bu şehâdet mertebesinde kalbte oluşan hastalıklardır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Fî kulûbihim maradun, fe zâdehumullâhu maradâ” ya’nî “Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da bu sebeple onların hastalığını arttırdı” (Bakara, 2/10). Bu da ancak hayvânî emmâre nefs yönündendir. Çünkü bu şehâdet âlemine ayak basan her bir beşer ferdi âdet üzere emmâre nefs ile ortaya çıkar. Hak Teâlâ bu hakîkate “İnnel insâne le fî husrin” ya’nî “Muhakkak insan, gerçekten hüsrandadır” (Asr, 103/2) âyet-i kerîmesinde işâret buyurur.

Ve emmâre nefs mertebesi hayvâniyyet hâlinden ibârettir. Ve hayvâniyyet ise nefsânî hazzlara meyletmeyi gerektirir. Ve bundan dolayı insan nefsine ağır gelen ilâhî emirlere muhâlefet eder ve nefsine hoş gelen taraflara yönelir. Ve bunlar kalb için “rân ya’nî karartı” olur.

Ve aynı şekilde nefsine hoş gelen kadın, erkek, para, mevki’ gibi varlıksal sûretlere ilgi duyar ve muhabbet eder.Ve bu da kalb için “hicâb ya’nî perde” olur.

Ve karanlık akıl, ya‘nî “geçimlik akıl” ve “cüz’î akıl” da, kendi tavrının ötesinde olan işlerin bâtınlarını idrâk edemediğinden, şehâdet mertebesi ve beşerî sıfatların hükümlerinin dışına çıkamayıp “mâ hiye illâ hayâtuned dünyâ nemûtu ve nahyâ ve mâ yuhlikunâ illed dehr” (Câsiye, 45/24) ya'nî “Bizim ancak dünyâ hayâtımız vardır ki, biz ölürüz ve diriliriz. Ve bizi ancak zamân helâk eder” der. Nitekim tabîatçılar ve maddeciler ve diğer inkârcılar kendi cüz’î akıllarının hükmüne uyarak bu iddiâda bulunurlar. Ve cenâb-ı Mevlânâ (ra) Mesnevî-i Şerif’lerinde buna işâreten buyururlar:

Tercüme: “Her kimin kalbinde cüz’î aklının te’sîriyle şüphe ve dolaşıklık vardır, o kimse cihanda gizli bir felsefecidir. Zaman zaman i'tikâd gösterir; fakat cüz’î akıl engelinden kurtulamadığı için, o felsefe damarı onun kalbin yüzünü karartır.”


  1. Yüklə 2,72 Mb.

    Dostları ilə paylaş:
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   45




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin