İlgisi dolayısıyla: Yeryüzü sâkinlerinde senelerden beri hayvânî nefsin ve yırtıcı nefsin hüküm sürdüğüne bakılırsa günümüzde “imâm”ın ve vezîrin gaib olduğu ve yalnız hüküm âlimlerinin geriye kaldığı ve onların da nasîhatlarının etkili olamadığı ve bundan dolayı Hz. Şeyh-i Ekber (ra)’ın Ankâ-i Muğrib ismindeki değerli eserlerinde ortaya çıkışına işâret buyurdukları “imâm”ın ve Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinin üç yüz altmış altıncı bölümünde beyân ettikleri vezirlerinin yakın bir zamanda ortaya çıkmaları beklenmektedir. (Vallâhü a'lem!).
Ve onlardan ba'zıları ona “dâirenin merkezi” ta‘bîr etti. Bu eserin yazarı der ki; Buna yükleyenler ne zamanki bu halîfenin mülkünde adâletine ve onun tamâmı üzerinde ta’kîp ettiği yolun ve hükümlerinin istikâmetine baktılar, onun sebebiyle adâletin varlığından dolayı ona “varlık dâiresinin merkezi” ismini verdiler. Ve onu ancak kürenin merkezine yüklediler ki, onların bakışı sâhibine eşit seviyede olarak noktadan çevreye çıkan her bir hattadır. Bunu adâletin gâyesi gördüler de bu ma'nâdan dolayı ona “dâirenin merkezi” dediler.
Seçkinler için bir sır vardır. O da budur ki, dâirenin noktası çevrenin vücûdunda asıldır. Ve her ne zaman varlığıyla veyâ farazî olarak bir küre takdir etsen, senin için bir nokta takdiri lâzımdır, ki o da onun merkezidir. Ve noktanın vücûdundan çevrenin vücûdu lâzım gelmez. Ve bu dâireden fâil olan vücûd pergel denilen âletin başıdır. Ve vücûdda dâire yoktur. “Allah Teâlâ mevcûddu; ve onunla berâber bir şey yoktu.” Ve pergelin iki bacağı lütuf olarak ve vücûda getirici olarak onun açılmış olan elleridir. Ve bacağın biri noktaya âittir ki, “gayb eli ve a’lâ olan melekût”tur. Ve bacağın biri de çevreye âittir ki, “mülk ve şehâdet âlemi” elidir. Şimdi biri “emr” için ve diğeri “halk” içindir. “Ve kânellâhu bi külli şey’in muhîtâ” (Nisâ, 4/126) ya'nî “Allah Teâlâ her şeyi ihâta edicidir.” Âyet-i kerîmede “ve kad halaktüke min kablü ve lem tekü şey’â” ya’nî “Sen bundan evvel bir şey değil iken ben seni hálk ettim” (Meryem, 19/9) buyrulur. Şimdi merkez eli, yönleri kat' eden hareketten pâktır. Ve çevreyi çizen eli ise hareketlidir. Bundan dolayı iyi düşün! Allah Teâlâ senin basîretini bu işâretler için nurlandırsın. Ben sana yolu gösterdim. Ve eğer halîfenin eserlerini teftiş etsem ve onun özelliklerini araştırıp tetkîk eylesem ve bu cinsten olan lakapları ona versem, onları büyük bir kitap içine alırdı. Diğer sonradan olanlar arasından onun şerefine ve güzîdeliğine ve bununla işâret etmesi için, bu az sözle çok şey anlatma dâiresinde bu kadarla yetindik.
Ve tahkîk ehlinden ba'zıları o halîfeye “dâirenin merkezi” ta'bîr etti. Bu kitabın yazarı olan Hz. Şeyh-i Ekber (ra) der ki: Halîfeye “dâirenin merkezi” diyenler, ne zamanki onun mülkünde adâletine ve mülkünün tamâmında ta'kîp ettiği yolun ve koyduğu hükümlerin istikâmetine baktılar, halîfenin vücûdu sebebiyle adâletin hâsıl oluşundan dolayı, o halîfeye “varlık dâiresinin merkezi” ta'bîrini yüklediler.
Bilinsin ki, cenâb-ı Şeyh (ra) bu kitabın Önsöz’ünde halîfe hakkında “Orta yol üzere olan medînesini ya’nî şehrini ma'mûr kıldı” buyurmuş idi. “Medîne”den kasıt, iniş ve çıkış mertebelerinin kesişme noktası olması i'tibârı ile, “şehâdet âlemi”dir. Ve halîfenin varlıksal vücûdu şehâdet âleminde taayyyün edip ulvî mertebelerden aldığını süflî mertebelere dağıtır ve taksîm eder. Ve bu dağıtma ve taksîmde küfür ve îmân ve iyileştiricilik ve bozgunculuk onun indinde eşittir. Nitekim yine Önsöz’de Hz. Şeyh (ra): “îmân eden ile küfreden kimse arasındaki alışı onun kabzasında eşit kıldı” buyurmuş ve bu konudaki îzâhlar şerh edilerek geçmiş idi. Şimdi mâdemki mevcûd olan ferdlere isti'dâdları dolayısıyla, isimlere âit verişlerden gerçekleşen her bir şey eşit seviyede halîfenin vücudundan kaynaklanmaktadır; o halde onu bir dâirenin merkezine yüklediler ve benzettiler. Ve tahkîk ehli, ne zamanki noktadan ibâret olan merkezden çevreye çıkan her bir hattın ve her bir yarı çapın, âit olduğu kavise eşit olarak çıktığını gördüler, bu çıkıştaki eşitliği adâletin gâyesi gördüler de bu ma‘nâdan dolayı o halîfeye “dâirenin merkezi” dediler. Çünkü adâletin bir ma'nâsı da “bir şeyi bir şeye eşit kılmak”tır.
Bu yüklemede ve benzetmede seçkinlere özel bir sır vardır. O da budur ki: Dâirenin noktası olan merkez, o dâirenin çevresinin oluşmasında ve vücûdunda asıldır. Ve her ne vakit sen bir kağıt üzerinde vücûda getirmek ve çizmek veyâhut kağıt üzerinde resmetmeyip de zihninde tasavvur etmek sûretiyle bir küre veyâ dâire farz etsen ve takdîr eylesen, senin için işin başında bir nokta takdiri lâzımdır ki, o nokta da o kürenin merkezidir. Çünkü geometri usûlü bunu gerektirir.
Ve her bir noktayı vücûda getirmekle veyâ farz etmekle mutlaka çevrenin vücûdu lâzım gelmez. Ya'nî her bir nokta mutlaka çevrenin merkezi değildir. Fakat her nerede bir dâire olursa mutlaka onun merkezi olan noktanın vücûdu lâzımdır. Şimdi geometri usûlü üzere bir dâire çizilmesinde fâil olan vücûd pergel dediğimiz âletin baş tarafıdır. Ve dâireyi çizmezden önce pergelin bacaklarını birleştirdiğimiz zaman, onu ikilikten kurtulmuş bir vücûddan ibâret görürüz ki, bu hal dâireyi çizecek fâilin vücûdu mevcûd olmakla berâber, henüz meydanda bir dâirenin mevcûd olmadığına işârettir. Bundan dolayı fâil vücûd olan Hak mevcûd olmakla berâber âlemimiz olan kürenin ve diğer âlem kürelerinin taayyünleri böylece yok idi. “Allah Teâlâ mevcûd olduğu halde onunla berâber bir şey yok idi.” Tahkîk ehli “El an kemâ kân” ya’nî “Şu an dahi yine öyledir” manâsını da ilâve ederler.
Bu ma‘nâ sırf vahdet-i vücûdu ifâde etmek içindir. Oysa burada Hz. Şeyh (ra) hem vahdeti ve hem de ikiliğin esâslarını ifâde etmek için pergel örneğini verirler. Çünkü taayyün âlemi ikiliği gerektirir. Şimdi taayyün etmiş olan vücûdlara göre pergelin bacakları açıldığı zaman, onun bir olan vücûdu iki ayak sâhibi olarak görünür ki, bu iki bacak lütuf olarak ve vücûda getirici olarak onun açılmış olan elleridir.
Ve bu iki bacaktan biri çizilecek olan dâirenin vücûdunun merkezi bulunan noktaya mahsûstur ki, “gayb ve a’lâ olan melekût eli”dir. Ve bacağın biri de çevreye mahsûstur ki, “mülk ve şehâdet eli”dir. Ya‘nî pergelin başı Hakk’ın vücûduna karşılıktır. Hakk’ın vücûdunda gizli olan isimlerin görünme yerlerinin vücûda getirilmesi için, o başa bağlı olan etken el ve edilgen el birdîğerinden ayrıldılar. Birlikten ikilik çıktı. “Gayb ve melekût eli” pergelin merkezde sâbit olan ayağı mesâbesindedir. Ve “mülk ve şehâdet âlemi eli” de pergelin hareketli olan ve çevresi dediğimiz eli çizen diğer ayağı mesâbesindedir.
Şimdi merkezde sâbit olan ayak çevreninin çizilmesini emreder. Ve diğer ayak ise merkezden çıkan bu emir üzerine çevreyi hálk eder ve takdir eyler. Bundan dolayı ayağın biri “emr” için ve diğeri “halk” içindir. Ve pergelin başı ise “emr” ve “halk”ı ihâta etmiştir. Nitekim âyet-i kerimede “Ve kânellâhu bi külli şey’in muhîtâ” ya'nî “Allah Teâlâ her şeyi ihâta edicidir” (Nisâ, 4/126) buyrulur. Ve aynı şekilde “ve kad halaktüke min kablü ve lem tekü şey’â” ya’nî “Sen bundan evvel bir şey değil iken ben seni hálk ettim” (Meryem, 19/9) buyrulur. Nitekim dâire evvelce mevcûd değil iken pergelin her iki ayağına hâkim olan baş, onu hálk etmiş ve takdîr eylemiştir. Şimdi pergelin merkez eli, fezâda mesâfeler kat’ etmeyip hareketten pâk ve sâbit bir halde durur. Ve dâirenin çevresini çizen el ise fezâda mesâfeler kat’ ettiği için hareket eder. Ve bu hareketten bizim âlemimiz ile sonsuz şehâdetsel âlemlerin taayyünleri vücûd bulucu olur.
Bundan dolayı bu verdiğimiz esâslar doğrultusunda iyice düşün ve tetkîk et! Allah Teâlâ senin akıl ve rûh ve kalb gözünü nurlandırsın da bu işâretlerden ne gibi şeyleri murâd ettiğimizi anla! Ben sana bu düstûru beyân etmekle derin düşünme yolunu gösterdim. Ve eğer halîfenin eserlerini teftiş ve onun özelliklerini araştırıp tetkîk eylesem ve bunlara benzeyen bir çok lakablarını söylesem büyük bir kitap yazmak lâzım gelirdi. Diğer sonradan olanlar arasından onun şerefine ve onun güzîde oluşuna işâret etmek üzere az sözle çok şey anlatma yoluyla bu kadarla yetindim.
Meselâ halîfeye “âlemin kalbi” lakabı da verilebilir. Ve “kalb” ma‘nâsına yüklendiğinde benzerliğin îzâhı budur ki, insan vücûdunun fiilleri ve hareketlerini ortaya getiren şey “hâtıralar”dır. Kalb kendisine ulaşan “hâtıra”yı aldıktan sonra o hâtıraların türüne göre beş duyudan her birerlerine onları dağıtır. Ve insan beş duyusunu kullanmak için a'zâlarını hareket ettirir. Örneğin kalb “Sağ tarafa bak!” der. İnsan başını çevirip o tarafta bakma duyusunu kullanır. Veyâhut kalb “Şu meyvenin lezzetine bak!” der. İnsan elini hareket ettirip o meyveyi ağzına alarak tadma duyusunu kullanır. İşte diğerleri de buna kıyaslanabilir. Şimdi hâlîfe de cenâb-ı Hak’tan ulaşan bir emri alıp duyular mesâbesinde olan meleklere verir. Ve melekler de a‘zâ mesâbesinde olan âlemin taayyünlerini gereğine göre harekete geçirir. Halîfenin buna benzer lakabları pek çoktur. İlâhî ârifler ma‘rifet kapasiteleri derecesinde onları bulup halîfeye yüklerler ve bu lakablarla yâd eylerler.
İKİNCİ BÖLÜM
Halîfenin Mâhiyyetine ve Hakîkatine Dâir Olan Söz Hakkındadır.
Halîfe ta‘bîr ettiğimiz bu “rûh” hakkında âlimler (r. anhüm) ihtilâf ettiler. Onlardan ba‘zıları ferd ya’nî tektir, boşlukta yer kaplayan bir cevherdir, dedi. Onun hayvânî cisim ile kâim olan hayâtın tersi ve ma'nevî sıfatları taşıyıcı olduğu şeklinde düşündüler.
Ve bir sınıf da yine düşündüler ki, muhakkak idrâkler mahallerine mahsûstur. Lâkin Allah Teâlâ onları cisme tutturdu. Ve onların devamlılığı rûhun devamlılığıyladır. Şimdi madde bedenin rûhu ayrıldığı zaman, onun gidişinden dolayı idrâkler de gider.
Ve bir sınıf da düşündüler ki, bedenin parçalarına teşebbüs etmiş olan bir latîf cisimdir ki, suyun yüne tahallülü (تخلل) veyâ tahallülü (تحلل) gibi ona tahallül etmiştir ve tahallül etmiştir; ve onun için madde bedenden ona hâs olan bir mahal yoktur.
Ve Abdülmelik b. Habîb dedi ki, o cismin sûreti üzerine olan latîf bir sûrettir. Cismin dâhilinde onun iki gözü ve iki kulağı ve iki eli ve iki ayağı vardır. Bedenden her bir uzva ve parçaya karşılık olarak onun benzeri vardır.
Ve işte bunların hepsi onun araz olmasını olmayacak bir şey gördüler.
Şimdi onlara, bundan engelleyen şey nedir? denildi.
Dediler ki: “Bizim indimizde bu, aslında uzak değildir. Lâkin “Muhakkak rûhlar ni’metlenici ve azâp duyucu olur; çünkü onlar bâkîdir” sözünde işittiğimiz bundan engelledi. Oysa bu iki sıfat arazın sıfatından değildir. Çünkü ni’metlenme, ma‘nânın ma'nâ ile kâim olmasını gerektirici olur. Bu ise akıllı olanların ekserisi indinde aklen olması muhâl olan birşeydir. Şerîat hükümleri ise muhâl ile gelmedi. Ve rûhun bâkî oluşu hakkındaki hadîs dahi aklın delîlini bozar. Eğer araz olsa, arazın bâkî olması mümkün olurdu. Çünkü arazlar her bir zamanda yenilenir. Ve bu söz üzerine, canlı için zamanların adedi sebebiyle, ya‘nî onun üzerine zamanları madde olması sebebiyle, adetlenmiş rûhlar olur idi. Oysa bunların hepsi bâtıldır.
Hz. Şeyh-i Ekber (ra) “halîfe” ta‘bîr edilen “küllî ya’nî bütünsel rûh”un mâhiyyeti ve hakîkati hakkında kerem sâhibi âlimlerin türlü ihtilâflarını beyân ederek buyururlar ki:
Bu âlimlerden ba'zıları o rûha, ferddir ve tektir, ya'nî bir ikincisi yoktur. Onun vücûdu yer tutucudur, ya‘nî fezâda bir yer işgal eder. Kendisi iki zamanda dâimi kalmayan araz türünden olmayıp, zamanlarda dâimi olan cevherdir, dedi. Ve böyle söyleyenler bu rûhun hayvânî cisim ile kâim olan hayâttan, ya'nî hayvanî rûhtan başka bir şey olduğunu ve hayat ve ilim ve sem' ve basar ve diğerleri gibi ilâhî ma’nevî sıfatları taşıdığını düşündüler.
Ve âlimlerden bir sınıf da idrâklerin mahallerine, ya'nî cisimde mevcûd olan dimağ, kalb, kulak ve göz gibi a'zâlara mahsûs olduğunu ve Allah Teâlâ hazretlerinin bu idrâkleri cismin bu gibi mahallerine tutturduğunu ve bu idrâklarin devamlılığının rûhun devamlılığı ile bulunduğunu ve rûh cesedden ayrıldığı vakit, bu rûhun gitmesi sebebiyle idrâklerin dahi berâberce gittiğini düşündüler.
Ve yine âlimlerden bir sınıf bu rûhun bedenin parçalarına bağlanan latîf bir cisim olduğunu ve su bir yüne veyâ yünden ma'mûl bir kumaşa nasıl nüfûz ederse ve dâhil olursa, o rûhun da öylece bedenin parçalarına nüfûz ettiğini ve dâhil olduğunu ve cisimde rûha mahsûs bir mahal olmadığını düşündü.
Ve âlimlerden Abdülmelik b. Habîb dahi dedi ki: Rûh cisim sûretinde bir latîf sûrettir. Cismin içinde bulunduğu halde, cisim gibi onun da iki gözü ve iki kulağı ve iki eli ve iki ayağı vardır. Bedenin her bir uzvuna ve parçasına karşılık olmak üzere o latîf olan sûrette de bu uzuv ve parçaların benzeri mevcûddur.
İşte bu beyânlardan anlaşıldığı şekilde bahsedilen âlimler rûhun araz olmasını olmayacak bir şey gördüler; ya'ni “rûh” araz türünden olamaz dediler. Şimdi bu beyânların sâhiplerine denildi ki:
Bundan, ya'nî rûhun araz olduğuna hükmetmekten engelleyen şey nedir?
Onlar cevâben dediler ki:
İşin aslında rûhun araz olması bizim indimizde uzak görülen bir şey değildir. İlâhî kudret indinde bu mümkündür. Velâkin (Sav) Efendimiz’in şerefli sözünde işittiğimiz ma'nâ bizi bu rûhu araz saymaktan engelledi. O hadîs-i şerîf de:
“Rûhlar ni’metlenir ve azab duyucu olur. Çünkü onlar bâkîdir” meâlindedir. Oysa bu iki sıfat, arazın sıfatından değildir. Çünkü rûh, araz olduğu halde ni’metlense ve azab duyucu olsa, ma'nânın ma'nâ ile ve arazın araz ile kâim olması lâzım gelir. Çünkü ni'met ve azâb birer arazdır. Bunların bağlanması için bir cevhere ihtiyaç vardır. Rûhun araz olduğunu kabûl edince bir araz diğer araz ile kâim olmuş olur. Bu ise akıllı olanların çoğu indinde aklen muhâl olan bir şeydir. Oysa şerîat muhâl olan bir şey getirmemiştir. Belki mümkün olan şeyi beyân etmiştir. Böyle olunca rûhun, arazın gayrı olması îcâb eder.
Rûhun bakası hakkındaki ikinci hadîs, ya'nî “onlar bâkîdir” sözü onun araz olmasına aykırıdır. Aklın delîli onu bozar. Çünkü rûh araz olsa, arazların bâkî olması mümkün olurdu. Çünkü arazlar iki zamanda bâkî kalmaz, her bir zamanda yenilenir. Ve rûh da araz olursa eğer her bir zamanda yenilenmesi gerekir. Ve bu şekilde de bu söze göre her bir canlı için zamanların adedince adetlenmiş rûhlar olması îcâb eder. Çünkü arazın maddesi, üzerinde bulunduğu zamanlardır, ya‘nî arazı ortaya çıkaran zamandır. Oysa bunların hepsi bâtıldır.
Ve o kimse ki onun cevher olmadığını düşündü, onun bunun üzerine delîli cevherin benzerliğidir. Şimdi eğer bir olan cevherin bir rûh olması câiz olsaydı, her bir cevher rûh olur idi. Ve delîl, akıl mes’elesinde bunun bâtıl oluşuna getirildi. Şimdi rûhun cevher olduğunu düşünen kimse, benzerlikten dolayı aklın cevher olmasını muhâl gördü. Ve cevher olması bâtıl olduğu zaman, cisim olması da bâtıl olur. Çünkü cisim iki ve daha fazla cevherlerden oluşan cevherlerdir.
Ve bir sınıf düşündü ki, o kendi nefsi ile kâim, boşlukta yer tutmayan sonradan meydana gelmiş bir cevherdir. Ve o İmâm Ebû Hamid el-Gazzâlî’nin onun hakkındaki sözlerinden biri olan bu sözdür. Ve o cismin dâhilinde değildir; ve ondan hâriç de değildir; ve ona bitişik de değildir; ve ondan ayrılmış da değildir; ve bu boşlukta yer tutmamasından dolayıdır ki, o da bitişiklik ve ayrı oluş için geçerli şarttır. Ve onlara onun bir şeyden veyâhut onun zıddından hâlî olmadığı beyânı ile i'tirâz edildi. Şimdi onlar dediler ki, ikisinden ârîdir. Onlardan her birinin vücûdu olduğu zaman, onun için şart kılınan bir şartlılık vardır. Bundan dolayı her ne zaman, şart ortadan kalkarsa ârî olma câiz olur. Nitekim sen mâdenler hakkında âlim değildir, câhil de değildir dersin. Çünkü ilmin veyâ zıddının kâim olması için geçerli şart ancak hayâttır. Oysa mâdenlerde hayât yoktur.
Şimdi buna araz olmasını engelleyen şey nedir? denildi.
Bundan dolayı ona cevher diyen ve araz olmasını iptâl eden kimsenin delîli ile delîl getirdi.
Ona boşlukta yer tutan bir cevherdir denildi. Bundan dolayı ona araz diyen boşlukta yer tutan cevher ve araz hakkında sonradan olmaklığına hasretme inancıyla berâber onun cevher olmasını iptâl eden kimsenin delîli ile delîl getirdi.
Ondan sonra onlara denildi ki: Boşlukta yer tutan bir cevher bâtıl oldu; ve araz olması da bâtıl oldu. Oysa o mevcûttur. Ve o Allah Sübhânehû ve Teâlâ değildir. Bundan dolayı sizin bu hasretmeniz bâtıl oldu.
Ve bir beşinci mevcût ortaya çıktı ki, o da bizim bahsettiğimiz şeydir. Ve biz bahsedilen söze ilmimiz olmakla berâber, Hak onların birisindedir diye bu sözlerin birini tercih etmedik. Çünkü halîfe kaçındı; ve bir şeyden kaçındığı zaman, ben de ondan kaçınırım. Lâkin biz bunu bu kitabın dışında anlattık. Biz dedik ki, ne zamanki onun vücûda getirilmesinin gerekliliği üzere bu halîfeyi vücûda getirdi, ona dedi ki: Sen aynasın ve mevcûtlar seninle bana bakar. Ve isimler ve sıfatlar bana sende zâhir olur. Sen kendi âleminde halîfe olarak kendi hakîkatin üzerine delîlsin. Onlar da senin verdiğin şey sebebiyle açığa çıkar. Benim nurlarım ile onlara yardım edersin. Ve benim sırlarım ile onları gıdâlandırırsın. Ve mülkte açığa çıkan her şeyin talep ettikleri sensin!
YANLIŞ ANLAŞILMA İHTİMÂLİNE KARŞI: Biz deriz ki, bu, zarar vermeyen ve şerîat rükûnlarından bir rüknu yıkmayan bir ihtilaftır. Çünkü her biri kendi mezhebinde onun hakkında, muhakkak o sonradan olmadır, dedi. Ve bu olduğu vakit, ancak murâd olan odur. Ve Allah Teâlâ hepsini muvaffak eyleye!...
Ya‘nî rûhun cevher olmadığını düşünen kimsenin delîli de cevherin benzerliğidir. Ya'nî o kimse fiilde ve özellikte rûh cevhere benzer midir, değil midir? Bu benzerliğe bakar da der ki: Eğer vâhid ya’nî bir olan cevherin bir rûh olması câiz olsaydı, her bir cevher rûh olurdu.
Ve akıl mes’elesinde, ya‘ni akıl cevher midir, değil midir? diye bahis konusu olan mes’elede getirilen delîl, aklın cevher olduğu davâsının bâtıl olduğunu orta koydu. Rûhun cevher olduğunu düşünen kimse, cevherler arasındaki benzerliğe bakıp o benzerliğin akılda olmadığını müşâhede ettiğinden, aklın cevher olmadığına hükmetti. Ve aklın cevher olması bâtıl olduğu zaman, cisim olması da bâtıl olur. Çünkü cisim iki veyâ daha fazla cevherlerin birleşmesinden oluşan cevherlerdir. Ya‘nî cisimler basît cevherlerin bir araya gelmesinden oluşan birleşik cevherlerdir. Şimdi akıl, bu delile göre cevher olmayınca, akla benzer olan rûh da böylece cevher değildir.
Ve bir sınıf da düşündü ki, rûh kendi nefsiyle kâim ve yer tutmayan, ya‘nî fezâda bir mahal işgâl etmeyen sonradan olma bir cevherdir. Ya‘nî kadîm olmayıp sonradan hâsıl olan bir cevherdir. Ve bu söz İmâm-ı Gazzâlî hazretlerinin rûh hakkındaki sözlerinden birisidir. Ve bu söyleme göre rûh cismin dâhilinde değildir; ve cismin hâricinde de değildir; ve ona bitişik değildir; ve ondan ayrı da değildir. Ve rûhun bu özellikleri yer tutmamasından, ya‘nî fezâda kendisine mahsûs bir mahall işgâl etmemesinden dolayıdır. Ve bu boşlukta yer tutuculuğunun olmaması da, rûhun cisme bitişikliği ve ondan ayrı oluşu için geçerli bir şarttır. Ya'nî mâdemki rûh fezâda kendisine mahsûs bir mahal işgâl etmemek özelliğini taşıyan bir cevherdir; şu halde onun bağlandığı şeyin dâhilinde olmaması ve bağlantısı dolayısıyla ondan hâriç de olmaması lâzım gelir. Bundan dolayı bitişme ve ayrı olma esasları için, boşlukta yer tutuculuğunun olmaması bu hükmü geçerli ve sâbit kılan bir şart olur. Nitekim bir odada beş mum yakılsa, beşinin ışığı da odanın her noktasına yayılır. Her birinin ışığı kendisine mahsûs, bir mahal işgâl etmez. Ve bu ışıklar ayrıca birer mahal işgâl etmek için birdiğerini engelleyici olmazlar.
Ve bu sözün sâhiplerine i'tirâz olarak denildi ki: Rûh bir şeyden ve onun zıddı olan diğer bir şeyden hâlî değildir. Ya‘nî biz rûha ilim ve cehâlet ve saâdet ve şekâvet gibi şeyler isnâd ederiz. İlim ve saâdet birer şeylerdir. Ve cehâlet ve şekâvet dahi onların zıddı olan şeylerdir. Bundan dolayı rûh bu ve benzeri şeylerden hâlî değildir.
Onlar cevaben dediler ki: Rûh işin aslında bu şeylerden ârîdir; ve o soyuttur. Rûha bir şey veyâ onun zıddı isnâd edildiği zaman o isnâd edilen şeyin vücûdu için şart kılınmış olan bir şartlılık vardır. Örneğin rûhâ saâdet isnâd edildiği zaman, onun geçerli şartı îmân ve sâlih ameldir. Ve onun zıddı olan şekâvet isnâd edilidği zaman, onun geçerli şartı da küfür ve kötü ameldir. Şimdi bu şartların vücûdu indinde rûha bir şey isnâd olunur. Ve her ne vakit şart ortadan kalkarsa, onun ârî ve soyut oluşu câiz olur. Nitekim emir ve yasakların geldiği yer şehâdet âlemi olduğundan saâdet ve şekâvetin şartları bu âlemde sâbit olur. Ondan evvel bu şartlar, ya‘nî îmân ve küfür sâbit olmadığından rûh soyut âlemdedir. Sonuç olarak rûha bir şey isnâd edilebilmesi için geçerli şart lâzımdır. Nitekim sen mâdenler hakkında, âlim değildir, câhil de değildir, dersin; ve mâdenlere ilim ve cehâlet isnâd edemezsin. Çünkü ilmin ve onun zıddı olan cehâletin kâim olması için geçerli şart ancak hayâttır. Mâdenlerde ise hayât yoktur. Ve şart bulunmayınca şartlılık da bulunmaz; bu bir genel kâidedir.
Şimdi bu sözü söyleyen ve bu delilleri getiren kimseye: Şu halde o rûhun araz olmasına mâni' olan şey nedir? denildi. O kimse bu soruya cevâben rûha cevher diyen ve onun araz olmasını iptâl eden kimsenin delilini getirdi ki, yukarıda bahsedilmiş idi.
Ve rûha boşlukta yer tutan cevherdir denildi. Bu defa da rûha araz diyen ve hem cevherin ve hem de arazın aklen ve naklen sonradan olduğuna inanmakla berâber, o rûhun cevher olmasını iptâl eden kimsenin delîli getirildi. Ya'nî rûhun araz olduğuna delîl getirenler cevher olduğunu iptâl ettiler. Ve cevher olduğuna delîl getirenler de araz olduğunu iptâl ettiler.
Bu delillerin getirilmesinden sonra, her iki sınıfa hitaben denildi ki: Rûhun boşlukta yer tutan bir cevher olması bâtıl oldu; araz olması da bâtıl oldu. Oysa o rûh mevcûttur. Ve, o araz ve cevher olmaktan münezzeh olan Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri değildir. Bundan dolayı kiminizin o rûhu cevhere ve kiminizin araza hasretmesi bâtıl oldu.
Ve bu îzâha bakarak bir beşinci mevcût ortaya çıktı ki, o da bizim bu kitabın başında bahsettiğimiz şeydir. Ve biz bahsedilen sözün hakîkatini bildiğimiz halde, en doğrusu şu sözdür, diye bu muhtelif sözlerden birisini tercih etmedik, Çünkü bu sözleri beyân ettiğimiz sırada halîfe olan “küllî rûh” onun îzâhından kaçındı. Çünkü bu kitabın mevzûu bu değildir. Ve birşeyden halîfe kaçındığı zaman, ben de ondan kaçınırım. Bu sebebden dolayı bu bahiste lâzım olacak îzâhları vermedim. Velâkin biz bunu bu kitabın dışında anlattık. Çünkü mevzûya uygunluk dolayısıyla izinli olmuş idim. Bu hakîr şerh edici dahi Hz. Şeyh-i Ekber (ra)’e tâbi’ olarak burada onların rûh hakkındaki yüce mezheblerini îzâh etmekten vazgeçti.
Biz deriz ki, ne zamanki Allah Teâlâ hazretleri o “küllî rûh”u ne sûretle vücûda getirmek gerekti ise o sûretle onu vücûda getirdi. Ona dedi ki: “Sen aynasın; ve mevcûtlar senin ile Bana bakar.” Nitekim demişlerdir. Beyt:
Bir aynadır âlem her şey Hak ile kâim
Muhammed aynasından Allah görünür dâim
“Ve isimler ve sıfatlar Bana sende zâhir olur.” Çünkü insân-ı kâmil, yukarıda geçen şerhlerde îzâh edildiği üzere bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların görünme yeridir. Sen kendi âleminde, ya'nî taayyünün âleminde Hakk’ın halîfesi ve vekîli olarak kendi vechine, ya‘nî kıblen olan hakîkatine delîlsin. Çünkü âlemin ve Âdem’in kesîf olan taayyünleri ve onlarda zâhir olan eserler latîf olan hakîki vücûdun ve onda gizli olan sıfatların ve isimlerin delîlidir. Onlarda, ya'nî mahlûklarda, zâhir olan şeyler benden sana gelen isimlere âit verişlerden onlara verdiğin şey sebebiyle zâhir olur. Benim nûrlarım ile onlara yardım edersin; ve Benim sırlarım ile onlara gıdâ verirsin. Ve mülk ve şehâdet âleminde açığa çıkan herbir şeyin talep ettikleri sensin. Çünkü sen hakikî vücûd ile izâfî vücdlar arasında çok büyük bir rûhsun. Onlar senden geçmedikçe bana ulaşamazlar. Bundan dolayı sen bu şekilde talep edilensin.
YANLIŞ ANLAŞILMA İHTİMÂLİNE KARŞI: Biz deriz ki, âlimlerin rûh hakkındaki bu ihtilâfları, zarar vermeyen ve şerîat rükûnlarından bir rüknu yıkmayan bir ihtilâftır. Çünkü her birisi kendi anlayışında rûhun sonradan olduğunu beyân ediyor. Ve rûh hakkında “bu sonradan olmadır” hükmü olduğu zaman, şerîat hükümlerinin murâdı sâbit olur. Bundan dolayı bu ihtilaf ile berâber âlimler esâsta müttefiktir. Ve Allah Teâlâ hepsini rûhun hakîkatine ulaşmaya muvaffak eylesin!
Dostları ilə paylaş: |