* * *
“Hayâl hazînesi” ve “duyular” ve “fikir hazînesi” ve sâire hakkında burada biraz îzâhlar verilmesine lüzûm görüldüğünden Gülşen-i Râz kitabının sâhibi Mahmûd Şebüsterî hazretlerinin Mir’ât-ı Hakâyık ismindeki risâlesinden alınarak özet bilgiler verilecek:
Bilinsin ki, “nefis”te dört itibâr vardır ki, onlar da “tabîî nefs” ve “bitkisel nefs” ve “hayvânî nefs” ve “konuşan nefs” yâhut “insânî nefs”dir.
“Tabîî nefs” cismin parçalarına dağılmasına engel olup onları bir arada tutan bir kuvvettir.
“Bitkisel nefs” cismi üçlü ölçüye, ya‘nî uzunluğa ve genişliğe ve derinliğe doğru büyüten bir kuvvettir.
“Hayvânî nefs” cisme kendi tercîhi ile hareket veren bir kuvvettir.
Her bir nefse hizmet eden bir takım kuvvetler vardır. Ve tabîî nefs ile bitkisel nefs kendilerinin hizmetçileri olan bütün kuvvetler ile berâber hayvânî nefsin hizmetine mahkûmdurlar. Hayvânî nefsin de ayrıca kendisine mahsûs on iki hizmetçisi vardır ki, bu kuvvetlerin her birisi kendisine âit olan hizmetler ile meşgûldür. O on iki hizmetçinin beşi zâhir beş duyu ve beşi bâtın beş duyu ve ikisi de şehevî kuvvet ve gazabî kuvvettir.
Zâhir beş duyu: Görme, işitme, tadma, koklama ve dokunmadır.
Bâtın beş duyu: Müşterek his, hayâl, vehim, fikir ve hâfızadır.
“Konuşan” veyâ “insânî nefs,” bu kuvvetlerin kemâli veyâ i'tidâlidir.
Ve tabîî ve bitkisel ve hayvânî nefs bütün hizmetçileriyle berâber insânî nefsin hizmetine mahkûmdur. Bahsedilen on iki kuvvette hayvânî nefs ile insânî nefs müşterektir. Örneğin görme kuvveti hayvanda da ve insanda da vardır. Fakat hayvan gördüğü şekilleri ve renkleri ayrıntısıyla fark edemez, insan fark eder. Örneğin insan bir küre, bir prizma ve bir piramit şekillerini görse bunları ayırt edip vasıflarını bilir. Hayvan yalnız bir cisim görür. Ve aynı şekilde insan yeşil ve kırmızı, mavî ve sarı ve diğer renkleri görse vasıflarını bilir ve birdîğerinden ayırt eder. Ve hayvan bunları görürse de idrâk edemez. Bundan dolayı bu kuvvet insânî nefsde kâmil ve hayvânî nefsde noksandır. Diğer kuvvetler de buna kıyâs olunsun. Zâhir beş duyudan her birerlerinin hizmetleri bilindiğinden îzâhına gerek görülmedi.
Bâtın beş duyudan birincisi “müşterek hiss”tir. Müşterek hiss zâhir duyuların sonu ve bâtın duyuların başıdır, ve zâhir ve bâtın kuvvetlerin müşterek bağlantı yeridir. Vazîfesi gözlerin gördüğü sûretleri ve kulakların işittiği sesleri birleştirip bâtına yol verir, ya'nî bâtın duyuların kapıcısıdır.
İkincisi “hayâl”dir. Vazîfesi zâhir duyular ile bilinen şeylerin sûretlerini ve misâllerini zabtetmektir. Örneğin gözler bir şahıs veyâ bir şehri görür. Ve müşterek his onların sûretini hayâle ulaştırır. Ve bu sûret ve misâller orada muhâfaza edilir. O adam veyâ şehir gözden kaybolsa insan onu tekrâr göz ile görmeye muhtaç olmaksızın hayâl hazînesinde onu dilediği zaman müşâhede eder.
Üçüncüsü “vehim veren kuvvet”tir. Bunun vâzîfesi diğer kuvvetleri dalâlette bırakmaktır ve onların üzerine musallat olmaktadır. Varı yok ve yoku var gösterir. Cüz’î duyularla idrâk edilenlerden cüz’î ma’nâları da idrâk eder. Örneğin Zeyd’in sadâkatini ve Amr’ın düşmanlığını idrâk eder. Bu idrâkte ba'zen isâbet eder, ba‘zen de hatâ eder. Gördüğü ve görmediği şeyleri insan nefsine gösterir.
Dördüncüsü “fikrî kuvvet”tir. Eğer akla tâbi’ olursa ona “zâkire-i mütefekkire”; ve eğer vehme tâbi’ olursa ona “mütehayyile” derler. Bunun vazîfesi zâhir ve bâtın duyulardan “hâfıza kuvveti”ne ulaşan şeyleri müşâhede etmektir. Ve onların sûretlerinde ve ma’nâlarında sentez ve analiz ile tasarruf eylemektir. Örneğin sûretten sûreti ayrıntılandırır. Ba'zen sûreti sûret ile ve ma’nâyı ma‘nâ ile birleştirir. Bu kuvvete “kuvvet-i mutasarrife ya’nî tasarruf edici kuvvet” dahi derler.
Beşincisi “hâfıza kuvveti”dir. Vazîfesi zâhir ve bâtın duyulardan gelen her ma‘nâyı muhâfaza eder, zâyi’ etmez. Özetle hâfıza kuvveti levhe benzer. “Kuvve-i zâkire-i mütefekkire ya’nî akla tâbi’ olan fikir” onun okuyucusudur; ve “kuvve-i hayâliyye ya’nî vehme tâbi’ olan fikir” onun yazıcısıdır; ve “vehim veren kuvvet” âfâktaki ya’nî dıştaki şeytanın benzeri olup bu işi karıştırır. Ve “müşterek hiss” her taraftan akıp gelen nehirleri ve ırmakları birleştiren denize benzer.
Hayvânî ve insânî nefsde ortak olan on iki kuvvetten “şehevî kuvvet” hayvan veyâ insanı menfaat kazanmaya ve lezzet hâsıl etmeye meylettiren kuvvettir.
Ve “gazabî kuvvet” bu kuvvetin zıddı olarak hayvanı zararları def’ etmeye ve acının giderilmesine meylettiren kuvvettir.
Bu iki kuvvete zâhir ve bâtın duyuların hepsi veyâ ba‘zıları yardımcı olurlar. Bu iki kuvvetin aşırı çokluğu ve azlığı hayvânî sıfat; ve i‘tidâli ya’nî normâl hâli insânî sıfattır. Örneğin gazabî kuvvetin aşırı fazlalığı sonunu düşünmeden korkusuzca hareket etmektir ve aşırı azlığı ürkekliktir. İkisi de zemmedilmiştir. İkisinin ortası ve i‘tidâli yiğitliktir. Ve aynı şekilde şehevî kuvvetin aşırı fazlalığı hırs ve açgözlülüktür; ve azlığı donukluk ve soğukluktur. Her ikisi de zemmedilmiştir. İkisin arası iffettir ki, insânî nefse mahsûstur.
* * *
Daha sonra Hak Teâlâ hazretleri “halîfe” için nefsi vücûda getirdi ki, o onun “konuşan nefsi”dir ve “insânî nefsi”dir. Ve o nefis değiştirme ve temizleme mahalli ve emir ve yasağın karargâhıdır. Eğer bu konuşan nefs olmasa hayvânî nefs ile kalır ve hitâbı anlamak mümkün olmaz idi. Şimdi insânî nefs hayvânî nefs ile ortak olan kuvvetlere sâhip olduğundan ve yukarıda îzâh edildiği üzere hayvânî nefsde bu kuvvetlerin zemmedilmiş olan aşırı çokluğu ve azlığı bulunduğundan, insânî nefs bu aşırı çokluğun ve azlığın değiştirme ve temizleme mahallidir. Ve onların bu sıfatları bozulup yerlerine mu‘tedili ya’nî normâli gelir. Ve hayvânî kötü ahlâktan temizlenir. Bu da o nefsin emir ve yasak karargâhı olduğundan kaynaklanır. Çünkü kötülenmiş ve övülmüş şeyler emir ve yasaklar ile bilinmiştir. Bundan dolayı yasaktan kaçınmayanların ve emre uymayanların nefisleri hayvânî mertebeden insânî mertebeye gelemez. Onlar sûrette insan, sîrette hayvandırlar.
Hz. Şeyh-i Ekber (ra) nefsi “mübârek gece”ye benzetip: O mübârek gecedir ki, Hakîm’in emrinin her biri onda ayrılır. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Duhân sûresinde “Fihâ yufreku küllü emrin hakîm” ya’nî “Hikmetli işlerin hepsi onda (o mübârek gecede) ayırt edilir” (Duhân, 44/4) buyurur. Çünkü nefis zulmânî tabîî kesîflik içindedir. Ve Hakîm olan Hak Teâlâ hazretlerinin emir ve yasağı bu zulmânî nefsde ayırt edilmiştir. Ve nefsin hazzı ulvî âlemden, ya'nî ulvî mertebelerden, “Kürsî’dir. Ve Kürsî tabîat sahasıdır. Çünkü bütün şehâdetsel âlemlerin işlenmiş olduğu mahal tabîat tezgâhıdır. Nitekim âyet-i kerîmede Hak Teâlâ “vesia kursiyyuhus semâvâti vel ard” ya’nî “O’nun kürsîsi gökleri ve yeri kaplamıştır” (Bakara, 2/255) buyurur. Ve göklerin ve yerin var edildiği tabîat fezâsının sonsuz kapasitesi vardır. İşte âlemin numûnesi olan insânî nefs dahi bu tabîat tezgâhında dokunmuş ve var edilmiştir. Ve nitekim rûhun mahalli bu ulvî âlemden, ya'nî ulvî mertebelerden, “Arş'"tır. Ve Arş’a dâir olan ayrıntılar, halîfe olan “küllî rûhun” hakkında olan mevzû' terimlerin yukarıda beyânı sırasında bir nebze îzâh edildi.
Ve nefis “kerîme”dir, ya‘nî kız evlâddır; ve halîfenin kerîmesidir. Burada nikâhlı eşi kastedilir. Ve onun câriyesi değil, hurresi ya’nî hür kadınıdır. Ve İmâm Ebû Hâmid Gazzâlî hazretleri: “Muhakkak rûh nefsi nikâh etti; ikisinin arasında cisim doğdu” sözünde, nefsin halîfenin kerîmesi, ya'nî nikâhlı eşi ve hurresi ya’nî hür kadını olduğuna işâret etti. Ve Lübâbü’l-Hikme ismindeki kitabının başlarında rûhlara ve nefislere işâret olarak: “Rabb’imiz; ve ulvî babalarımızın ve süflî analarımızın Rabb’i” dedi. Çünkü “ulvî babalarımız” ta'bîri “rûh”a; ve “süflî analarımız” ta'bîri de “nefs”e dönüktür. Ve fiillerin hepsi, şehâdet âleminde rûh ile nefsin bir arada olmasından çıkar. Ve nefsin hareket ettiricisi rûhdur. Rûh olmasa nefis donuk bir halde bulunur. Fakat tasavvuf ehli kendisinde haz olan varlıklardan bir varlığa dönük her bir fiil üzerine “nefsî”dir, ya'nî “nefse mensûp”tur; ve “nefsin emrinden”dir, ya'nî “nefsin şânından”dır terimini koydular. Örneğin yeme hazzı varlık âlemine dönük bir fiil olduğundan nefse âit bir şeydir. Fakat nefsi yemeğe sevkeden şey hayattır. Hayat olmasa, yeme hazzı da olmaz. Böyle olmakla berâber bu hazza tasavvuf ehli “ruhî”dir demediler de “nefsî”dir dediler. Çünkü varlık âleminin gereğidir. Ve varlıksal diğer hazlar da buna kıyaslanabilir. Bu varlığa dönük olan fiil ister şerîat hükümleri gereği nikâh gibi övülmüş olsun, ister zinâ gibi zemmedilmiş olsun farketmez. İkisinin de kaynağı insânî nefstir. Çünkü yukarıda îzâh edildiği üzere, birisi şehevî kuvvetin i'tidâli ya’nî normal hâli olan “iffet,” ve diğeri aşırısı olan “hırs ve aç gözlülük”tür. Ve kendisinde nefsin hazzı olmayan her bir şey ve her bir fiil ancak Allah Teâlâ hazretlerine mahsûstur. O da rûhdur. Örneğin nefsin emre uymaktan ve yasaklardan sakınmakta hazzı yoktur. Nefis şehevî ve gazabî kuvvetini mutlaka kullanmak ister; onun hazzı bundadır. Ve namaz ve oruç gibi ibâdetten nefret eder. Çünkü onun bunlarda hazzı yoktur. Ve emre uymak ve yasaktan sakınmak rûhun emriyle hâsıl olur. Ve insanın üç nefsi vardır ki, “bitkisel nefs" ve “hayvânî nefs” ve “konuşan nefs”dir. Nitekim yukarıda îzâh edildi. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) tabîî nefs bitkisel nefsde mevcût olduğundan ikisini bir sayıp tabîî nefsten bahsetmedi.
Şimdi insan bitkisel nefsi sebebiyle mâdenlerle ve hayvânî nefsi sebebiyle hayvanlarla müşterektir. Ve konuşan nefsi sebebiyle bu iki mevcûddan, ya‘nî mâdenlerden ve hayvânlardan ayrılır. Ve bu nefis sebebiyle ona “insâniyyet” ismini vermek doğru olur. Ve onun sebebiyle melekûtta, ya‘nî semâvât ve arzın melekûtunda ayrılır. Ve o nefis bizim bahsettiğimiz “kerîme nefs”dir ki, o da halîfenin idâresi altındadır ve onun haremi içindedir.
Kitabın yazarı der ki: Daha sonra Allah Sübhânehû insan üzerine ni'metinin tamâmından ve nüshanın tamamlanmasından dolayı, bu memlekette yerine getirmesi için kuvvetli, kendisine itâat edilen, adamları çok ve tâbi’leri sayıca kuvvetli olarak bir emîr vücûda getirdi. Ve bunlar halîfeye karşıdır ki, ona hevâ” ismini verdi. Ve bir yardımcı vücûda getirip ona da “şehvet” ismini verdi. Şimdi o bir gün ordusu ve tâbi’leri içine çıkarak bostanlarının ba'zısında gezintiye çıktı. Ve halîfenin hurresi ya’nî câriye olmayan hür eşi olan nefis onun üzerine doğdu ve birdîğerini gördü. Ve onlardan her biri kendi sâhibine baktı. “Hevâ” ona âşık oldu. Bundan dolayı onunla bir araya gelme sebepleri hakkında hîle yaptı. Böyle olunca dâimâ ona geldi. Ve onun gönlünü almak istedi ve ona hazretini yaydı. Ve indinde olan şeyin en güzelini ona hediye etti. Ve emellere yönelik elçiler ve asılsız şeylerin elçileri onların arasında gidip geldi. Sonuçta ona meyletti. Ve ona boyun eğdi. Ve cebretmeyi ve ihsânı ona temlîk eyledi. Oysa halîfe bundan gâfildir. Ve onun yardımcısı olan akıl buna vâkıftır. Ve o, belki halîfe buna vâkıf olmaz ve nefis üzerinde olduğu şeyden geri döner diye bu husûsu idâre eder. Şimdi nefis kuvvetli ve kendisine itâat edilen iki emîrin arasında olur. Ve onu o da, çağırır, bu da çağırır. Ve hepsi Allah Teâlâ’nın izniyledir. “Kul küllün min indillâhi” ya’nî “De ki: hepsi Allah’ın indindendir” (Nisâ, 4/78) ve “Küllen numiddu hâulâi ve hâulâi min atâi rabbike” ya’nî “Bunları herkese veririz ve bunlar Rabb’inin verişlerindendir” (İsrâ, 17/20). “Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ” ya’nî “sonra ona (nefse) fücûrunu ve takvâsını ilhâm ettik” (Şems, 91/8) onun sözünün eseri hakkında “ve nefsin ve mâ sevvâhâ” ya’nî “ve nefse ve onu tesviye edene (andolsun)” (Şems, 91/7). Ve işte bunun için biz onu değiştirme ve temizleme mahalli yaptık. Şimdi eğer hevâya uyarsa değiştirme gerçekleşir; ve onun için “kötülük ile emmâre ya’nî emredici” ismi hâsıl olur. Ve eğer akla uyarsa temizleme gerçekleşir. Ve onun için şerîat hükümlerince “mutmainne” ismi geçerli olur. Ve bu emrin gerçekleşmesi latîf olan hikmet sebebiyledir ve acâib bir sırdır. O da budur ki: Muhakkak Allah Sübhânehû ve Teâlâ bu halîfeyi kemâl cinsinden bizim vasfettiğimiz şey üzere vücûda getirdi. Hak Sübhânehû bununla berâber ona kendisinin “fakîr” olduğunu ve onun için güç ve kuvvetin ancak Rab Teâlâ olan onun Efendi’si ile olduğunu bildirmeyi istedi. Şimdi bunun için ona muhâlif olarak vücûda getirdi ki, ona taklîd ettiği şeyde ona karşı çekişir. Ne zaman gördü ki, rûh çağırır ve nefis ona uymaz. Oysa ona “o senin mülkündür” denilmiş idi. Yardımcısına dedi ki: “Onun bana uymasına engel olan sebep nedir?” Böyle olunca akıl ona dedi: "Ey kerîm olan Efendi, senin karşında bir emîr mevcûddur ki, kuvvetli, kendisine itâat edilen, erişilmesi güç, erişilmeye değerdir. Ona “hevâ” denir. Verdikleri hemen verilen ve görünendir.” Ona yardımcısını gönderdi. Ona hazretini yaydı. Ve ona istediğini en kısa ve yakın zamanda çabuk olarak verdi. Bundan dolayı o onun da'vetine uydu ve ona boyun eğdi ve onun kahrı altında oldu. Ve ordularının ve tâbi’lerinin köyleri ona tâbi' oldu. Ve memleket erbâbından senin için, ancak senin hakîkatlerin ile tahakkuk etmiş olan ve sana tahsîs edilmiş olan devlet erbâbın kaldı. Ve işte o onu tahrîb etmek ve seni mülkünden çıkartmak için köşkünün önüne kadar geldi. Ve senin tahtını kuşattı. Helâk olmadan evvel çabuk çâresine bak!”
Kitabın yazarı der ki: Şimdi rûh, Allâhü Kadîm Sübhânehû’ya şikâyete döndü. Böyle olunca nefsinde ihtiyaç ve acz ve zillet ile onun ubûdiyyeti ya’nî kulluğu onun için sâbit oldu. Ve ayırım tahakkuk etti. Ve değerini bildi. Ve istenen de bu idi. Şimdi insan eğer hayır ve ni‘metlenme üzerine yaşasa, sıkıntıya düşünceye kadar, ömrü boyunca onun hakkında olan şeyin değerini bilmez. Bundan dolayı onu zarar dokunduğu zaman ni’metlenme ve hayırlar cinsinden kendi hakkında olan şeyin değerini bilir. Böyle olunca bunun indinde de Mün‘im’in değerini bilir.
Kitabın yazarı der ki; Ne zamanki rûh Rabb’ine şikâyet ile mürâcaat etti, Hak Sübhânehû nefsin ve onun arasında vâsıta oldu da ona buyurdu ki: “Yâ eyyetühen nefsül mutmainneh; İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh; Fedhulî fî ibâdî; Vedhulî cennetî” ya’nî “Ey mutmain olan nefs; Rabbi’ne dön, râzı olarak ve râzı olunmuş olarak; o zaman kullarımın arasına gir; ve cennetime gir” (Fecr, 89/27-28-29-30). Ne zamanki ona sesleniş geldi, vâsıtalar kalktı. Meyletti ve geldi ve iştiyaklı oldu.Bundan dolayı icâbet etti.Ve ilâhî inâyete döndü.
Kitabın yazarı (ra) buyurur ki: Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri ilâhî halîfe kılmaklığıyla vasıflandırdığı insan üzerine, bu cisim memleketinde lâzım olan her şeyi yerine getirmesi için, ni’metini tamamladı. Ve büyük âlemin nüshası olan bu küçük âlemi tamamladı. Ve ni’metini tamamlayıcı olarak ve bu nüshayı tamamlayarak cisim şehrinde bir emîr vücûda getirdi ki, o emîr kuvvetlidir, kendisine itâat olunur. Ve hizmetkârları çoktur; ve sayıca kuvvetlidir. Ve bu sayıca fazla olan tâbi’ler ve hizmetkârlar halîfeye karşı ve muhâliftir. Ve o emîre “hevâ” denilir. Ve Hak Teâlâ hazretleri o hevâ emîrine uygun olarak bir de yardımcı vücûda getirip ona “şehvet” ismini verdi. Şimdi hevâ emîri bir gün ordusu ve hizmetkârları içine çıkıp bostanlarının ve bahçelerinin ba'zısında gezintiye çıktı. Ve halîfenin nikâhlı eşi nefis, hevâ denilen emîre doğdu ve gözüktü; ve birbirini gördü; ve birdîğerine baktılar. Hevâ denilen emîr ona âşık oldu. Bu âşıklık üzerine hevâ nefis ile bir araya gelme sebepleri hakkında çâreye ve hîleye başvurdu. Bundan dolayı hevâ dâimâ onun yanına gelmeye başladı. Ve nefsin gönlünü almak istedi de onun önüne hazretini, ya'nî dünyevî lezzetleri yaydı. Beğendiklerini al! dedi. Nitekim hadîs-i şerifte “Dünyâ hazretlerin hoş ve tatlısıdır, dâimâ onlardan hediye eder” buyrulur ki, dünyâ bir takım hâzır ve hemen gerçekleşen lezzetleri içinde barındırır, demek olur. Ve hevâ kendisinde bulunan şeylerin en güzelini ona hediye etti ki, bunların esâsı ”Zuyyine lin nâsi hubbuş şehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil musevvemeti vel en’âmi vel harsi, zâlike metâul hayâtid dünyâ” ya’nî “İnsanlara, "kadınlara, oğullara, kantar kantar biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere olan muhabbetlerinin" şehvetleri süslü gösterildi. Bunlar, dünya hayâtının menfaatleridir” (Âl-i İmrân, 3/14) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan yedi şeydir. Onların en başında kadın vardır. İkinci olarak evlâd; daha sonra altın; ondan sonra gümüş; sonra atlar; ve sonra deve ve koyun ve keçi ve inek gibi hayvânlar; yedincisi ekinlerdir. Bunların dışında olan eşyâ bunların fer’lerindendir. İşte bu yedi şey dünyâ menfaatinin esaslarıdır. Ve bunlardan ekinler ve hayvanlar ve atlar, altın ve gümüş elde etmek içindir. Ve altın ve gümüşün elde edilmesi de kadına olan muhabbetten dolayıdır ki, ondan hem hoşlanılır ve hem de evlâd ve yeni nesil doğar. Ve bunların hepsi hevânın ve onun yardımcısı olan şehvetin tasarrufu altındadır. Ve hevânın nefse en güzel hediyesi erkek için güzel kadın ve kadın için de yakışıklı erkektir. Çünkü dünyevî lezzetlerin en büyüğü cinsel ilişkidir. Onun üstünde olarak nefsin meyledeceği diğer bir lezzet yoktur.
Şimdi şehvetin aşırı fazlalığından cisim şehri harâb olacağı gibi, her hangi bir beşerî topluluğu oluşturan kişilerin büyük çoğunluğunun şehvette aşırıya kaçmaları yüzünden o topluluk harâb olur.
Şimdi hevâ nefse âşık olunca onların arasında emellere yönelik elçiler, ya’nî istekleri ve emelleri tebliğ eden elçiler ve asılsız şeylerin elçileri, ya‘nî histeki lezzetli şeylerin elçileri gidip geldi. Örneğin hevâ nefse: Kumar oyna hem eğlenir ve hem de para kazanırsın ve zengin olursun. Ve zengin olunca falan kadına nâil olursun diye telkînler uygular. Ve aynı şekilde şimdi bahar mevsimidir. Cami‘ye ve dergâha kapanacağına biraz gezinti yerlerini dolaş! Hem havâ alır ve hem de güzelleri seyredersin, diye hisse âit türlü lezzetler tebliğ eyler. Sonuçta nefis kendisine sunulan bu hazları ve lezzetleri görüp hevâya meyletti. Ve ona boyun eğip, artık hevâ tarafından gerçekleşen her türlü aktarımları kabûl ederek icrâya başladı.
Ve hevâ emîri kendisine meyleden nefse cebretmeyi ve ihsânı temlîk eyledi ya’nî arttırdı. Çünkü herhangi bir kuvvetli emîr, isteklerini ya cebren veyâ ihsân yoluyla yerine getirir. Bundan dolayı kuvvetli bir emîr olan hevâ da isteklerini yerine getirmek için nefis üzerinde cebrîliğini ve ihsânı arttırdı. Oysa halîfe, hevâ ile nikâhlı eşi olan nefis arasındaki bu halden gâfildir. Fakat onun yardımcısı olan akıl buna vâkıftır. Ve o akıl, belki halîfe buna vâkıf olmaz ve nefis de bu yaptığı şeyden geri döner, diye bu husûsu gizler. Böyle olunca nefis kuvvetli ve kendisine itâat edilen iki emîrin arasında kalır.
Ve nefsi bir taraftan halîfe ve bir taraftan hevâ çağırır. Ve nikâhlı eşi olan nefsi, rûhun hevâya kaptırması ve nefsin böyle ikisinin arasında kalması hep Allah Teâlâ hazretlerinin izniyledir. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri “kul küllün min indillâhi” (Nisâ, 4/78) ya‘nî “Ey Resûlüm, her şey Allah Teâlâ indindendir, de!” “Küllen numiddu hâulâi ve hâulâi min atâi rabbike” (İsrâ, 17/20) ya‘nî “Hepsini bunlara biz imdâd ederiz. Ve bunlar senin Rabb’inin verişleri cinsindendir” buyurur. Ve aynı şekilde Hak Teâlâ buyurur: “Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ” (Şems, 91/8) ya‘nî “Hak Teâlâ nefse fücûru ve takvâyı ilhâm etti.” Ve onun bu sözünün eseri hakkında da “ve nefsin ve mâ sevvâhâ” (Şems, 91/7) âyet-i kerîmesinde nefis üzerine ilâhî yemîn olmuştur. Ya'nî “Nefis ve ona a‘zâ ve duyulardan tesviye ettiği şey hakkı için” demek olur.
Bilinsin ki, her bir nefis kendi sâbit ayn’ının gölgesi ve sâbit ayn’ı da bir ilâhî ismin gölgesidir. Bundan dolayı nefis gölgenin gölgesi olur. Şimdi sâbit ayn hangi ilâhî ismin gölgesi ise, o ismin hazînesinde gizli olan hükümler ve eserler bu varlık âleminde kendisinin gölgesi olan nefiste açığa çıkar. Çünkü gölge gölgenin sâhibine tâbi‘dir. Örneğin yuvarlak bir şeyin gölgesi yuvarlak; ve uzun bir şeyin gölgesi de uzun olur. Bu tabîî bir haldir. Böyle olunca her bir nefse fücûr ve takvâdan ilhâm olunan şey, kendi hakîkati olan sâbit ayn’ından ve ona da görünme yeri olduğu ismin hazînesinden gelir. Ve isimler ise isimlendirilenin “ayn”ı olduğundan bunların hepsi Hak Teâlâ tarafından gelir. Ba'zen bir nefsin hakîkati saâdet görünme yeri iken bu varlık âleminde çevresinin kendisine verdiği bir hal sebebiyle geçici olarak fücûra meyleder. Fakat görünme yeri olduğu ismin hükümleri ve eserleri üstün gelmekle ve kendisine takvâyı ilhâm etmekle fücûrdan takvâya döner. Ve aynı şekilde bunun aksi olarak bir nefsin hakîkati şekâvet görünme yeri iken, bu varlık âleminde çevresinin zaman zaman olan te’sîrlerine uyarak kendisinden takvâ açığa çıkar. Fakat sonrasında görünme yeri olduğu ismin hükümlerinin ve eserlerinin üstün gelmesi ve kendisine fücûru ilhâm etmesiyle takvâdan fücûra meyleder. Ve fücûrun en küçüğü küçük günahlar; ve ortası büyük günahlar; ve en büyüğü küfürdür. Ve takvânın en küçüğü farzları yerine getirmek; ve ortası farzlarla berâber nafi’leleri yerine getirmek; ve en büyüğü izâfî vücûdu hakîkî vücûdda fânî kılmaktır. Ve işte bunun biz nefsi fücûr ile değiştirme ve takvâ ile temizleme mahalli yaptık.
Şimdi eğer nefis hevâya uyarsa fücûr ile değiştirme gerçekleşir. Ve bu halde de o nefse “kötülük ile emmâre ya’nî emredici” ismi verilir. Ve eğer akla uyarsa takvâ ile temizlenme gerçekleşir. Ve ona şerîat hükümlerince “mutmainne” ismini vermek geçerli olur. Ve nefsin böyle kuvvetli ve kendisine itâat edilen iki emîrin arasında olması, Hak Teâlâ hazretlerinin latîf olan hikmeti sebebiyledir. Ve acâib bir sırdır. O sır da budur ki, muhakkak Allah Teâlâ hazretleri bu halîfeyi zâhiren ve bâtınen kemâl cinsinden bizim vasfettiğimiz şey üzere vücûda getirdi. Nitekim âyet-i kerîmede “ve esbega aleyküm niamehu zâhireten ve bâtıneten” ya’nî “Ve sizin üzerinize zâhiren ve bâtınen ni’metlerini tamamladı” (Lokmân, 31/20) buyurur. Ya'nî Hak Teâlâ hazretleri halîfeyi hayat, ilim, sem‘, basar ilh... gibi ma'nevî sıfatlarını taşımaya müsâit olarak halk eyledi ki, bunlar bâtın ni’metlerdir. Ve aynı şekilde duyular ve a‘zâ ve bunların eklerini ve gereçlerini kabûle müsâit olarak vücûda getirdi ki, bunlar da zâhir ni’metlerdir. Ve bunların hepsi kemâl cinsinden olan şeylerdir.
Şimdi böyle ilâhî ma‘nevî sıfatları taşıyıp kendisinin aslından gayrılık elbisesi ile açığa çıkan bu halîfe, kendi nefsinde kuvvet ve kudret göreceği ve bu görüş ile aslından perdeleneceği için Hak Teâlâ hazretleri o halîfeye işin aslında kendi nefsinin fakîr ve aslına muhtaç olduğunu ve kendisinde bulunan güç ve kuvvetin ancak yüce terbiyecisi bulunan kendisinin seyyidi ve efendisi ile mevcûd olduğunu bildirmeyi istedi. İşte bu maksad ile onun tasarruf edici olduğu cisim şehri içinde kendisine karşı ve muhâlif olarak vücûda getirdi ki, ona yüklemiş olduğu tasarruf kudretinde ona muhâlefet eder.
Ne zamanki halîfe olan rûh gördü ki, nefsi çağırır ve nefis onun da'vetine uymaz. Oysa rûha, o nefis senin mülkündür, denilmiş idi. Rûh nefsin kendi mülkü olmasıyla berâber da'vetine uymadığına hayret edip yardımcısına dedi ki: Bu nefis benim mülküm olduğu ve kendisini da'vet ettiğim halde niçin uymuyor? Bu uymasını engelleyen sebeb nedir? O soruya cevâben akıl rûha dedi:
“Ey kerîm olan efendi!”
Çünkü rûh halîfe olup kendisini halîfe kılanın aynıdır. Bundan dolayı kerem sıfatını da taşıyıcıdır. Akıl bu sebeple ona “kerîm” diye hitâb etti. Ve vücûd mülkünün tasarruf edicisi olduğundan “efendi” diye hitâb etti.
“Senin karşında bir emîr vardır ki, kuvvetlidir ve kendisine itâat edilendir; ve erişilmesi güçtür; ve nâil olduğu şeyler pek büyüktür. Ve o emîre “hevâ” denir. Verişlerini ve ihsânını duyulara gösterir ve hemen verir. Senin verişlerin gibi duyulardan gizli ve âhiret âlemi için sonraya bırakılmış değildir. Ve o emîr, nefse yardımcısı olan şehveti gönderdi. Ve onun önüne bu hemen olan algılanabilir lezzetlerin türlüsünü yaydı. Ve nefsin bu lezzetler ve hazzlar içinden beğendikleri şeyleri pek az ve pek yakın bir zaman içinde acele ona verdi. Nefis de böyle isteklerini çabuk veren hevâ emirinin da'vetine uydu; ve ona teslîm oldu ve onun kahrı altına girdi. Ve cisim şehri içindeki orduların ve tâbi’lerin köyleri ve kasabaları ona tâbi' oldu. Ve memleket erbâbından senin için ancak senin hakîkatlerin ile tahakkuk etmiş ve sana tahsîs edilmiş olan devlet erbâbın, ya‘nî kemâlî sıfatlar kaldı. Ve işte o hevâ emîri senin köşkün olan kalbin önüne kadar geldi. Onu tahrîb edecek ve seni mülkünden çıkaracaktır. Ve senin tahtını kuşattı. Helâk olmadan önce çabuk onu def’etmenin çâresine bak!”
Kitabın yazarı cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) buyururlar ki: Gayrılık elbisesiyle sonradan olmuş olan rûh, yardımcısı olan akıldan bunları dinledikten sonra kendisinin kadîm aslı olan Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerine şikâyete döndü. İşte bu şikâyeti sebebi ile, rûhun nefsinde ayrı ve bağımsız olmayıp aslına ihtiyâcı ve aczi ve zilleti ve aslı indinde ubûdiyyeti ya’nî kulluğu tahakkuk etti. Ve Hakk’ın samed oluşu ve rûhun muhtaç oluşu; ve Hakk’ın kudreti ve rûhun aczi; ve Hakk’ın izzeti ve rûhun zilleti; ve Hakk’ın efendiliği ve rûhun kulluğu birdîğerinden ayrıldı ve tahakkuk etti. Ve netîcede rûh kendi değerini ve derecesini bildi. Ve ilâhî istek de ancak bu idi. Bunun delîli his âleminde de açıkça gözükmektedir. Çünkü insan bütün ömründe türlü râhat ve ni‘met içinde yaşasa, aslâ Mün‘im’e ya’nî ni’metleri verene şükretmek hâtırına gelmez. Çünkü bu nimetlerin değerini bilmez. Ancak bunların zıddı olan elem ve azâba düştüğü zaman râhat ve ni‘metin değerini ve kıymetini bilir. Nitekim “Cefâyı çekmeyen âşık safânın değerini bilmez” demişlerdir. Ömrü boyunca hiç hastalık çekmemiş olan kimse sıhhatin değerini bilmez. Hastalık gelince sıhhatin geri gelmesine hasret çeker. Çünkü eşyâ zıddıyla belli olur. Bundan dolayı insan ni’metlere dalmış iken kendisine zorluklar gelince Mün‘im’in değerini bilip ona şükreder.
Kitabın yazarı (ra) buyurur ki: Rûh Rabb’ine şikâyet ile mürâcaat ettiği zaman, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri rûh ile nefis arasında vâsıta oldu. Ve koca ile karısının arasını bulmaya teşebbüs edenlerin vazîfesini üzerine aldı da nefse şöyle hitâb etti: “Ey mutmainne nefs, râzı olduğun ve râzı olunmuş olduğun halde Rabb’ine dön de benim kullarıma ve cennetime dâhil ol!” (Fecr, 89/28-29). Cenâb-ı Şeyh (ra) bu âyet-i kerîmeyi aşağıda gelecek ibârelerinde tefsîr buyururlar.
Ne zamanki nefse bu ilâhî sesleniş geldi, rûha meyletmesine engel olan vâsıtalar kalktı, o tarafa meyletti. Ve koşa koşa rûh tarafına geldi. Ve onda iştiyâk hâsıl oldu. Bundan dolayı Rabb’inin da'vetine uydu etti. Ve ilâhî inâyete döndü.
Dostları ilə paylaş: |