Onuncu şart “vera‘”dır ve onun kaynağıdır ve onun mürâcatı onadır. Çünkü şerîat onun ridâsı ve hakîkat izârıdır. Ve şartlar bu halîfe hakkında tamamlanmış oldu ve onun halîfeliği geçerli oldu; ve imâmlığı da bağlandı.
Hz. Şeyh (ra) halîfeliğin halk edilişe dönük olan altı şartını yukarıda beyân buyurduktan sonra, sonradan kazanılır olan dört şartını beyâna başlayarak buyururlar.
Bu sonradan kazanılır olan yedinci şart “necdet” ve sekizinci şart “kifâyet”tir. “Necdet” aslâ korkmaksızın yiğitlik ve kalb kuvveti ve gayret ile durmadan çok çalışmak ve sebât ya’nî dayanıklı olmak demektir. Halîfenin idâre işinde bu sıfatta olması lâzımdır. Ve bu sıfat bulunmazsa idâre çarkı zayıf döner ve sonuç bozuk olur. Ve bu sıfat sonradan kazanılır. Çünkü çok çalışarak kazanılan maharet ile kuvvet bulur. Örneğin deniz yolculuğuna alışık olan kimse korkar. Fakat üzerinde devamlı çalışmakla bu korku gider. Ve aynı şekilde hiç savaş görmemiş olan bir kimse son derece korkar; fakat savaştıkça alışır. Korku gidip yerine cesâret gelir.
Sekizinci şart “kifâyet”tir. Bu da idâre kudretidir ki, uzun süre devamlı çalışmakla oluşan bir sıfattır. İdâre işinde yeni olan bir kimsede tabi’ki kifâyet olmaz.
İşte bu iki sıfat rûhların ezelî sıfatlarındandır. Rûhun necdet ve kifâyetine delîl istersen, bak gör ki, Allah Teâlâ mü’min kullarına kâfirler ile savaş esnâsında sıkıldıklarında onlara yardım etmeyi murâd ettiği vakit, latîf rûhlar olan melekleriyle yardım eder. Ve bu yardım husûsunu Kur’ân-ı Kerîm’de “Muhakkak ben size bin melek ile peyderpey yardım ediciyim” (Enfâl, 8/9) ve “Onları kendisinden bir rûh ile destekler” (Mücâdele, 58/22) buyurdu. Çünkü latîf olan rûhlar bir sûrette sûretlendikleri zaman, onların o sûretleri, cismânîlerin sûreti gibi yırtılma ve kapanma kabûl etmez. Bundan dolayı onlarda ölüm korkusu; tabi'ki cesâretli olurlar. Ve me’mûr oldukları işte kifâyetleri vardır. Çünkü irâdeleri ve kuvvetleri Hakk’ın irâde ve kuvvetidir. Ve kendi irâdeleri olmadığından Hak Teâlâ onlar hakkında “lâ ya’sûnallâhe mâ emerehüm” (Tahrîm, 66/6) ya‘nî “Allah Teâlâ’nın emrettiği şeye isyân ve muhâlefet etmezler” buyurmuştur. Beşerde irâde olduğundan onlardan Hakk’ın emrine muhâlefet çıkar, bundan dolayı beşer hakkında işlerin idâresinde kifâyet ve kifâyetsizlik söz konusu olabilir.
Dokuzuncu şart “ilim”dir. Ve ilim Âdemî sıfatlardan olup çalışarak kazanılır. Ve bu sıfat, isimlerin hepsini öğrendiğinde, ilk olarak Âdem (as)da gözüktü. Bundan dolayı âdemî fertlerin her birinin rûhunda bu sıfat halk ediliş yönünden mevcûttur. Fakat taayyün âleminde rûhunda sâbit olan bu sıfatın parlaması için çalışmak lâzımdır. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri “Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ” ya’nî “Ve insan için, çalışmasından başkası yoktur” (Necm, 53/39) buyurur. Ve bu sıfatın varlığı insanda açık ve âşikâr bulunduğu için onun ayrıntılı olarak beyânına gerek yoktur.
Onuncu şart “vera‘”dır. “Veri’” (râ harfinin kesriyle) “ittikâ eden” demektir. Hak Teâlâ’nın haram kıldığı şeylerden sakınmak ve haram olduğundan şüphe edilen şeylerden kaçınmaktan kinâyedir. Ve “vera‘” ve “ittikâ” halîfenin feyiz kaynağıdır. Ve halîfenin bütün işlerinde mürâcaat edeceği makam vera‘ ve takvâdır. Çünkü şerîat halîfenin ridâsıdır; ve onun beşerî ayıplarını örter; ve üstüne giydiği elbisedir. Ve hakîkat onun gömleğidir ki, ridâsının altındadır. Ve bu hakîkat izârı, beşeriyyete hâs olan ikilik ayıbını örter. İşte halîfe hakkında gerekli olan on şartın sayılması ve îzâh edilmesi tamamlandı. Bu şartları taşıyan zâtın halîfeliği geçerli ve imâmlığı da bağlanmış olur.
Ve biz ikisinin arasında, kendisi için savaşlar ve fitneler olan sebebin anlatımına döneriz. Şimdi ben derim ki, bunda sebep, bu insânî mülk üzerinde efendilik talebidir. Bundan dolayı ikisinden birinin onun üzerinde efendiliği sâbit olduğu zaman, onun kurtuluşuna ve ikâmesine çalışır ve ona yakınlığını himâye eder ve alâmetlerini yükseltir. Ve onu kendisi için hayâl ettiği veyâ bildiği şey gereği üzere iki yurtta onun helâkini gerektirecek sebeplerden men‘ eder. Ve bil ki, her bir helâke sürükleyici husûstan onun kurtuluş sebebi hâriçten bir da’vetçinin emrine onun itâatidir ki, ona “şerîat” denir. Rûh onu âriftir. Çünkü o onun cinsindendir. Ve hevâ câhildir. Şimdi hevâ onun için kurtuluşu kendi tarafında hayâl eder. Oysa rûh muhakkak kurtuluşun kendi tarafında olduğunu bilir. Bundan dolayı anlaşmazlık ortaya çıkar ve ayrılık gerçekleşir. Ve buna da'vet eden iki emîrin hakîkati farklıdır. Şimdi ne zamanki da’vetçi hâriçten gelir, bu emrin neticesine bakarak kendisi için iki netîce bulur: Birisi helâk ve diğeri kurtuluştur. Bundan dolayı onlardan her biri, ilâhî hikmetin ve onun hakîkatinin gerektirdiği şey dolayısıyla, kurtuluş yolunu talep etti ve helâk edici şeylerden sakındı. Ve eğer her biri terk etmiş ve özür beyân etmiş ise, onların delîllerinden bir delîli vardır. Lâkin ismi Celîl olan Hak Teâlâ’nın “İşlediğinden suâl olunmaz, onlar suâl olunurlar” (Enbiyâ, 21/23) ve “Bunlar cennete mahsûstur, ve kayırmam yoktur. Ve bunlar cehenneme mahsûstur ve kayırmam yoktur. Ve kalem kurudu” buyuruşu yönüyle onları apaçık kuvvetli delîliyle halleder ve kat’i olarak sonuca bağlar.
Ya‘nî biz rûhun yardımcısı olan “akıl emîri” ile “hevâ emîri” arasında, ne sebepten dolayı savaşlar ve fitneler olduğunun anlatımına döneriz. Şimdi ben derim ki, bu kavgaların ve fitnelerin sebebi bu insânî mülk üzerinde efendilik talebidir. Bundan dolayı akıl ve hevâdan birinin insânî mülk üzerinde efendiliği ve hükmünü geçirmesi sâbit olduğu zaman, onun kurtuluşuna ve onu bulunduğu hâl içinde kâim kılmaya çalışır ve kendisinin ona yakınlığını ve bağlılığını himâye ve muhafaza eder. Ve efendiliğin ve hükmetmesinin alâmetlerini ve nişanlarını yükseltir. Ve o alâmetleri gören kimse bilir ki, bu insan üzerinde akıl ve hevâdan birisi gâliptir.
Ve hevâ kendisi için hayâl ettiği ve akıl da yakînen ya’nî kesin bir şekilde bildiği şey gereği üzere, o insânî mülkü dünyâda ve âhirette onun helâkini gerektirecek sebeplerden men’ eder. Örneğin hevâ hayâl eder ki, şerîat âlemin düzeni içindir. Bundan dolayı akılsal ölçülerin bozulmaması şartıyla şarâb içmekte ve karşısındaki zorlamaksızın zinâ gibi hayvânî hazları yapmakta bir zarar yoktur. Ve aynı şekilde oruç nefsin dikbaşlılığını kırıp halkın hukûna tecâvüzünü engellemek üzere onu zayıf kılmak içindir. Halkın hukûkuna riâyet ettikten ve nefsi terbiye ettikten sonra oruçla nefse eziyet vermenin anlamı yoktur. İşte hevânın buna kıyaslanabilecek bin türlü hayâlleri vardır ki, insânî mülkün kurtuluşunun bunlar ile olabileceğini hayâl eder. Bunlar onun hakîkate aykırı olan hayâlleridir. Ve helâkı gerektireceğini zannettiği ve hayâl ettiği bu sebeplerden onu men’ eder.
Fakat işlerin hakîkatini bilen akıl der ki, şerîat yalnız âlemin düzeni için değildir. Belki dünyâda ve âhirette helâk olmaktan kurtuluşa sebeptir.
Dünyâda kurtuluşa sebeptir. Çünkü şerîat çerçevesinde nefse hayvânî hazları bir sınır ve kayıt içerisinde verilir. Kötü yönde kullanım derecesini bulup nefis helâk olmaz. Çünkü hayvana fazla yem verilse çatlayıp helâk olur.
Ve âhirette kurtuluşa sebeptir. Çünkü âlemin zâhirinde olan ilâhî teklîf bâtında var etmek içindir. Şerîat hükümlerine uymakla sâlih amel işleyen kimselerin bu amelleri âhiret âleminin bünyevî oluşumları gereğince güzel sûretlerde gözükür. Ve sâlihler bu güzel sûretlerle ni’metler içinde olur ve yaşarlar. Ve nebîler (aleyhimü’s-selâm) ve evliyâ (kaddesallâhü esrârahum) hazretleri her türlü kötü hallere meyletmeyeceğinden emîn oldukları nefisleriyle şerîat hükümlerine son derece riâyet ettiler. Ve takvâ âhiret azığının hayırlısıdır. İşte aklın da buna kıyaslanabilir bir çok bildikleri vardır ki, insânî mülkün kurtuluşunun bunlar ile olabileceğini yakînen bilir. Ve bu helâk olma sebeplerinden onu men‘ eder.
Ve bil ki, her bir helâke sürükleyen husûstan insânî mülkün kurtuluş sebebi kendisinin hâriçten bir da’vetçinin emrine onun itâat etmesidir ki, o da’vetçinin emrine de “şerîat” denir. Rûh bunu ariftir. Çünkü o şerîat rûhun cinsindendir. Çünkü şerîatın doğrudan doğruya çıkış yeri Hak'tır. Ve yukarıdaki şerhlerde îzâh edilmiş olduğu üzere rûhun da çıkış yeri doğrudan doğruya Hak’tır. Gerçi hakikatte hevâ da Hak’tan çıkmakta ise de onun çıkışı doğrudan doğruya değildir; arada bir çok vâsıtalar vardır. Bundan dolayı hevâ vâsıtalar perdesi arkasında bulunuşu yönüyle şerîat cinsinden olmadığı için câhildir.
Şimdi hevâ insânî mülk için kurtuluşun kendi tarafında olduğunu hayâl eder ve öyle zanneder. Oysa rûh muhakkak kurtuluşun kendi tarafında olduğunu yakînen bilir. Böyle olunca akıl ile hevâ arasında anlaşmazlık ortaya çıkar ve ayrılık gerçekleşir. Ve kurtuluşa da‘vet eden iki emîrin, ya‘nî akıl ile hevânın hakikatleri farklıdır. Şimdi da’vetçi hâriçten geldiği vakit, bu da'vet işinin netîcesine bakarak kendisi için iki netîce bulur: Birisi helâk ve diğeri kurtuluştur.
Bilinsin ki, ilâhî emir ikidir:
Birisi irâdî emir, diğeri teklîfî emirdir. İrâdî emir, kulun sâbit ayn’ının isti‘dâd ve kâbiliyyetine göre saâdet ve şekâveti hakkında Hakk’ın irâdesidir. Bu yön kader sırrına bağlanır. Ve teklîfî emir Nebî (as)ın Hak tarafından getirdiği şerîattır ki, apaçık delîl için saîd olana ve şakî olana eşit seviyeden tebliğ edilir. Karşı gelenler teklîfî emre karşı gelmiş ve irâdî emre uygun hareket etmiş olurlar.
Da'vet esnâsında kendilerine usanç gelmemesi için kader sırrı nebîlerden (aleyhimü’s-selâm) örtülüdür. Onlar da’vetlerinin netîcesine bakarlar. Ve karşı gelenlerin sonunun helâke ve uyanların sonunun da kurtuluşa olduğunu görürler. Çünkü irâdî emir gereğince sonu helâke çıkanların, da'vet edildikçe Ebû Cehil gibi şekâveti artar. Bundan dolayı nebîler (aleyhimü’s-selâm) bu hususta doktorlara benzerler. Doktor sonu kesin olarak ölüme çıkacak bir hastayı tedâvî ettikçe hastalığı daha da şiddetlenir. Bu bahsin ayrıntısı Fusûsu’l-Hikem’de Ya'kûb Fass’ındadır. İşte bu hakîkate dayalı olarak akıl ve hevâdan her biri ilâhî hikmetin ve kendilerinin hakîkatlerinin gerektirdiği şey dolayısıyla kurtuluş yolunu talep etti; ve helâklardan sakındı. Ve hiç şüphe yok ki saîd olanın helâki şekâvette ve kurtuluşu saâdettedir. Ve şakînin helâki de saâdette ve kurtuluşu şekâvettedir. Ve aklın tarafında saâdet ve hevânın tarafında şekâvet vardır. İlk bakışta garîp görünen bu hükmün hakîkatini cenâb-ı Şeyh (ra) biraz aşağıda îzâh buyururlar.
Şimdi akıl ve hevâdan her biri diğerinin gidiş yolunu terk etmiş ve kendi gidiş yolunda özür beyân etmiş ise, onların delîlinden, kuvvetli bir delîli vardır ki, o kuvvetli delîller de sâbit ayn’larının isti'dâd ve kâbiliyyetidir. Ve Hak Teâlâ hazretleri sâbit ayn’lara kendi kâbiliyyetleri ve isti‘dâdlarına göre vücûd feyzi verdi. Onlara kendi tavır ve gidiş yollarında zorlamada bulunmadı. İsti‘dâd lisânlarıyla ne istemiş iseler onu ihsân etti. Bundan dolayı Celîl ismi olan Hak Teâlâ’ya “Niçin vücûd feyzi verdin ve niçin istediklerini ihsân ettin?” diye soru sorulmaz. Belki soru isti‘dâd lisânı ile saâdeti bırakıp şekâveti talep etmiş olanlara yönelir. İşte bu hakîkate dayalı olarak Hak Teâlâ “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hüm yus’elûn” ya’nî “İşlediğinden suâl olunmaz, onlar suâl olunurlar” (Enbiyâ, 21/23) ve “Bunlar cennet içindir; ve kayırmam yoktur. Ve bunlar cehennem içindir ve kayırmam yoktur” buyurur. Ne zamanki âhiret âleminde Hak Teâlâ herkesin sâbit ayn’ını kendisine açar, o kimse görür ki, saîd ise saâdeti kendinindir; ve şakî ise şekâveti yine kendinindir. İşte bu sâbit ayn’ların açılması Hakk’ın apaçık kuvvetli delîlidir ki, onların terklerini ve i'tirâzlarını bu kuvvetli delîl ile halleder ve kat’i olarak sonuca bağlar.
Şimdi biz deriz ki, muhakkak rûhun hakîkati nûrdur ve hevânın hakîkati ateştir. Ve onlardan her biri kendi vücûdunda vecihlerden bir vecih ni’metlenir. Çünkü o, onun nefsî sıfatıdır. Ve yoksa eğer kendisi hakîkatinin ateş olduğunu yakîn olarak bilse, onunla azaplanır. Ve muhakkak fâil, eğer onda kurtuluş tahakkuk etse bile, nûrun vücûdunun mahalline kaçış talebi için buna kādirdir; lâkin onu câhil kıldı. Şimdi her biri kendi makâmına da'vet etti. Bundan dolayı ateş ateş ile azaplanmaz. Belki ateş nûr ile azap duyucu olur. Nitekim pislik böceği gül kokusuyla zarâra uğrayıcı olur. Şimdi nûr ile azaplandığı zaman, bu insânî mülkün de aynı şekilde nûr ile azap duyucu olduğunu hayâl eder. Böyle olunca o, ebeden nurdan hâriç olmayı talep eder. Ve onu ondan hâriç tutmaya sebep olan fiiller ile ondan engeller. Ve o da şehvetlerdir ki, ateş onunla örtülmüştür. Kim ki onlara erişti, muhakkak ateşe erişti. Ve nûrdan ibâret olan rûh da aynı şekilde bunun benzerini talep eder. Şimdi onlardan her biri bu insânî mülkün eriştiren sebeplerinde kendi cemâatine bakar. Bundan dolayı onun üzerine onları tasarruf edici kılar. Ve ona onlar ile hîle eder. Ve ikisinin indinde onun donandığı veyâhut bu vasfın sâhibi için mülk olan bir vasıf ile vasıflandığı sâbit olduğunda, onun üzerine istilâ edici olur. Böyle olunca fitneler ve savaşlar olur. Ve onlardan her biri kendi nefsine bakmayı terk etseydi; ve şerîat getiriciden ibâret olan hâriçten bu da’vetçiye baksaydı; ve ben hâriçten bir da’vetçi buldum ki, onun doğruluğu ve ma’sûmluğu sâbittir; kurtuluş onun dediği şeydedir ki, o da budur; ve helâk onun dediği şeydedir ki, o da budur, diye idi teslîm ve boyun eğmenin gerçekleşmesinden dolayı fitne kalkar ve mülk kurtuluş cemaâti içinde olur idi. Lâkin bu, ancak hevâ yok olup gittiği zaman geçerli olur. Çünkü o muhâlefetin aynıdır. Eğer yok olursa o da yok olur. Lâkin bunda Allah Teâlâ’ya mahsûs acâip bir tedbîr vardır ki, dilediği kimseyi ondan perdeler ve dilediği kimseye de onu açar. “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hüm yus’elûn” (Enbiyâ, 21/23) ya‘nî “İşlediği şeyden ona suâl olunmaz ve onlar suâl olunur.” Ve apaçık kuvvetli delîl onun içindir. “Ve lev şâe rabbüke le cealen nâse ümmeten vâhideten” ya‘nî “Eğer Rabb’in dileseydi, insanları tek bir ümmet kılar idi.” “Ve lâ yezâlûne muhtelifîn” (Hûd, 11/118) ya’nî “Onlar dâima muhteliftirler.” ”İllâ men rahime rabbüke” (Hûd, 11/119) ya‘nî “Rabb’inin rahmet ettiği kimseler hâriç.” Ve onlar cem' ehlidir. Ve onları bunun için halk etti, tâ ki vücûdda isimleri açığa çıksın. Ve Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola irşâd eder. Ve hamd, Rabbü’l-âlemîne mahsûstur.
Ya'nî biz deriz ki, muhakkak rûhun hakîkati nûrdur. Çünkü Hak’tan vâsıtasız olarak zuhûr etmiştir. Ve Hak Teâlâ hazretleri “Allâhu nûrus semâvâti vel ard” (Nûr, 24/35) ya'nî “Allah Teâlâ göklerin ve yerin nûrudur” buyurur. Ve hevânın hakîkati ateştir. Çünkü vâsıtalı olarak zâhir olan tabîat âlemindendir. Ve aşağıların en aşağısı olan tabîat âlemi ise cehennemdir ve ateştir. Çünkü fıtrî kesîfliğiyle, latîf olan aslından uzaktır. Ve rûh ile hevâdan her biri vecihlerden bir vecih ile kendi vücûdunda ve varlığında ni’metler içinde olurlar. Çünkü rûhun nefsî sıfatı nûr olduğu gibi, hevânın nefsî ve zâtî sıfatı da ateştir. “El-cinsü meal cinsi” ya’nî Cins cinsiyle berâberdir” hükmünce her biri kendi cinsi ile ünsiyet edip ni’metler içinde olur. Ve hem-cinsinin dışında birşeyle ünsiyet edemez, azap çeker. Nitekim münâfıklar ve kâfirler mü’minin huzûrunda olmaktan ve sohbetinden eziyet duyarlar.
Ve eğer hevâ kendi hakîkatinin ateş olduğunu bizzât hakîkatini yaşayarak ve tecrübe ederek yakînen bilse onunla eziyet çekici olurdu. Fakat kendi hakîkatinde ve sıfatında gark olmuş olduğu için bunu idrâk edemez ve yakînen bilemez. Belki kendi tavrında meşrebinde yaşar.
Ve mutlak fâil olan Hak Teâlâ, nûrun mevcûd olduğu mahalde kurtuluş tahakkuk etse bile, ateş mahalline kaçış talep etmesine kādirdir. Lâkin hevâya nûr mahallinde kurtuluş olduğunu bildirmedi. Onu hâl olarak ve yaşantı olarak câhil kıldı. Böyle olunca akıl ile hevâdan her biri kendi makāmına da'vet etti. Bundan dolayı ateş kendi cinsi olan ateş ile azap duymaz. Belki ateş nûr ile azap duyar. Bunun örneği zâhir âlemde mevcûttur. Pislik böceği gül kokusuyla zarâra uğrar ve azap duyar.
Şimdi hevâ nûr ile azap çekici olunca bu insânî mülkün de kendisi gibi nûr ile azap çektiğini hayâl eder. Ve böyle hayâl edince de o hevâ ebeden nûrdan hâriç olmak ister; ve insanî mülkü de nûrdan hâriç tutmaya sebep olan fiiller ile o nûrdan engeller. Ve o fiiller de şehvetlerdir ki, ateş o şehvetler ile örtülmüştür. Kim ki şehvetlere erişti, muhakkak ateşe erişti. Ve nûrdan ibâret olan rûh da, aynı şekilde insânî mülkü hâriç tutmaya sebep olan fiiller ile o ateşten engeller. Ve onlar da nefse fenâ gibi gözüken ilâhî emirlerdir ki, cennet onlar ile örtülmüştür. Kim ki bu fenâ gibi gözüken ilâhî emirleri tercih etti, muhakkak nûru ve cenneti tercih etti.
Şimdi rûh ile hevâdan her biri bu insânî mülkü kendi makāmlarına eriştiren sebeplerde kendi cemâatine bakar. Bundan dolayı o insanî mülk üzerine cemâatini musallat kılar ve ona onlar ile hîle eder. Ve rûh ve hevâdan birinin indinde, o insânî mülkün donandığı veyahut onlardan birinin sâhip olduğu bir vasıf ile vasıflandığı sâbit olunca, artık onun üzerine istilâ edici olur. Ve birinin istilâsı üzerine diğeriyle fitneler ve savaşlar çıkar.
Ve akıl ve hevâdan her biri kendi nefsine ve nefsinde hâsıl olan yaşantıya bakışı terk edip de şerîat getiriciden ibâret olan bu da’vetçiye baksaydı; ve “Ben hâriçten bir da'vetçi buldum ki, onun da'vetinde doğruluğu ve ma’sûmluğu sâbittir; kurtuluş benim zevkimde değil, belki onun dediği şeydedir ki, o da budur; ve helâk onun dediği şeydedir ki, o da budur” diyeydi; teslim ve boyun eğme sebebiyle fitne kalkar ve insânî mülk kurtuluş cemâati içinde bulunurdu. Lâkin bu hâl, ancak hevâ yok olup gittiği vakit sâbit olur. Ve hevâ bulundukça bu hâlin oluşması mümkün değildir. Çünkü o hevâ muhâlefetin aynıdır. Ya'nî mâdemki ilâhî emir ve bu ilâhî emri tebliğ eden bir da’vetçi vardır, elbette hevâ buna muhâlefet eder. Ve kendisi bilhassa buna muhalefet için mahlûktur. Çünkü ilâhî ilimde sâbit olan hakîkati, bu muhâlefeti gerektirir. Eğer hevâ yok olursa fitne de yok olur, gider.
Lâkin bu insânî mülkte fitne ve savaşın olmasında Allah Teâlâ’ya mahsûs acâip bir tedbîr vardır ki, o acâip tedbîrden dilediği kimseyi perdeye düşürür ve onun hakîkatini bildirmez; ve dilediği kimseye de onu açıp bildirir. Ve bu tedbîri Hak Teâlâ niçin ba’zılarından saklar ve ba’zılarına açar? diye soru sorulmaz. Çünkü bu tedbîrden ba’zılarının perdelenmesi ve bunun ba’zılarına açılması onların sâbit ayn’larının gereğindendir. Ve ilâhî tecellîler kulun isti‘dâd ve kâbiliyyetine göredir. Çünkü Hak Teâlâ hakîmdir ve hakîm her şeyi yerli yerine koyana derler. Bundan dolayı Hak Teâlâ bu acâip tedbîri kâbiliyyeti olmayanlara açmaz, onlardan saklar. Böyle olunca isti'dâda göre ihsân eden Hak Teâlâ’ya soru yöneltilmez. Belki soru noksan isti‘dâdların sâhiplerinedir. Onun için Hak Teâlâ “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hüm yus’elûn” (Enbiyâ, 21/23) ya‘nî “İşlediği şeyden ona soru sorulmaz ve onlara soru sorulur” buyurur. Ve aynı şekilde “fe lillâhil hüccetül bâligah“ ya’nî “artık apaçık kuvvetli delîl Allah’ındır” (En’âm, 6/149) buyurur. Çünkü her bir kulun sâbit ayn’ının kâbiliyyet ve isti'dâdı Hak Teâlâ hazretlerinin kudret elinde apaçık kuvvetli delîldir. Şâyet bir kimse Hakk’a "Niçin beni böyle yaptın” diye soru sorarsa, Hak Teâlâ ona, onun hakikatini açıverir. Ve bu açılım netîcesinde o kul görür ki, kendinin böyle olması yine kendinden imiş ve Hak Teâlâ tarafından zorlama olmamış. Belki zorlama kendisine yine kendisinden olmuştur.
Ve yine Hak Teâlâ bu hakîkate işâreten “Ve lev şâe rabbüke le cealen nâse ümmeten vâhideten” ya’nî “Eğer Rabb’in dileseydi, insanları tek bir ümmet kılar idi” (Hûd, 11/118) buyurur. Çünkü Hak Teâlâ’nın irâdesi ilmine ve ilmi de ma'lûma ya’nî bilinene tâbi‘dir. Ve “malûm ya’nî bilinen” kulun sâbit ayn’ıdır. Ve sâbit ayn’lar Kâbız ve Bâsıt; ve Dârr ve Nâfi‘; ve Hâdî ve Mudill gibi karşılıklı ilâhî isimlerin gölgeleridir. Şimdi mâdemki isimler muhteliftir, elbette onun gölgeleri de muhtelif olur. Ve ma‘lûmât ya’nî bilinenler muhtelif olunca Hakk’ın ilmi de muhtelif olur. Ve sâbit ayn’lar muhtelif olunca ma‘lûmât ya’nî bilinenler de muhtelif olur. Ve Hakk’ın ilmi muhtelif olunca ilâhî irâde de muhtelif olur.
İbâredeki “lev” ya’nî “eğer” “imtinâ’ ya’nî olumsuzluk” içindir. Ya‘nî Hak dileseydi, insanları ihtilâflardan pâk, tek bir ümmet kılardı. Ancak eşyânın hakîkatleri muhtelif olduğu için, bunu dilemek imkânsız olduğundan, dilemedi. “Ve lâ yezâlûne muhtelifîn” ya’nî (Hûd,11/113) “Onlar dâimâ muhteliftirler.” Ve bu ihtilâftan Rabb’inin rahîmsel rahmetiyle rahmet ettiği kimseler müstesnâdır; çünkü onlar cem‘ ehlidir. Bunlar bir takım insân-ı kâmillerdir ki, bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların görünme yeridirler. Bundan dolayı her bir kâmil bu isimlerin cem‘iyyetine görünme yeri olmaklık i‘tibârı ile birdiğerinin aynıdır. Gerçi (Sav) Efendimiz müstesnâ olmak üzere, bunlarda da bu cem'iyyet içinde bir ismin hükümlerinin üste çıkışı var ise de, kâmiller arasındaki birlik ve aynılık, isimlerin cem‘iyyeti bakış açısındandır; yoksa hakîkatte aynılık yoktur; çünkü tecellîde tekrâr yoktur.
Ve Hak Teâlâ bütün mahlûkları izâfî vücûdlar âleminde muhtelif isimlerinin hükümlerinin açığa çıkması için halk etti. İşte bu hakîkate dayalı olarak yeryüzünde sâkin olan muhtelif milletlerin bir olmasına çalışan “Bâbîler” ile benzerlerinin, bu hususta harcanmış olan himmet ve gayretleri anlamsızdır. Ve bunun oluşacağını mümkün görmek hâlin hakîkatine câhil olmaktan kaynaklanmaktadır. Bu anlattığımız sözler Kur’ân âyetlerinden alınmadır ki, onları Hak söyler; ve Allah Teâlâ söylediği vakit hakkı söyler ve doğru yola irşâd eyler. Bundan dolayı biz “Duânın en üstünü el hamdu lillâhi’dir” hadîs-i şerîfi gereğince bu ilâhî bilgiye erişmekten dolayı Rabbü’l-âlemîne hamdın hakîkati ile hamd ederiz.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Yalnız İmâma Mahsus Olan İsim ve Onun Sıfatları ve Halleri Beyânındadır
Muhakkak imam, ancak dörtten biri olur. Âlemde ilâhî hikmet geçerlidir ki, muhakkak onun üzerinde yalnız halîfeye tahsîs edilmiş bir isim vardır. Onun dışında hiç bir kimsenin onunla isimlendirilmesine yol yoktur; tâ ki zikrolunduğunda diğerlerinden ayırt edile ve biline. Ve onu halîfe yapan kimseye tâbi oluşundan dolayı kelime, âdet oluşu üzere, kendisinden imâmın dışında birini ve müşterek oluşu sebebiyle, bin bile olsa, onun isimlerinin geri kalanından onun üzerine anlaşılmayı vermez. Ve onu halîfe kılan Allah Teâlâ’dır. Çünkü Hak Sübhânehû “ilâhiyyet” ismine mahsûstur. Hattâ biri “Allah” dediği zaman bu söylediğinden, Fâil Sübhânehû’dan başkası anlaşılmaz. Görmez misin? Onun ”a’budûllâhe” ya’nî “Allah’a ibâdet ediniz” (Nisâ, 4/36) sözü indiği zaman, “Allah” nedir? demediler.Ve ne zamanki onlara “uscudû lir rahmâni” ya’nî Rahmân’a secde edin” (Furkân, 25/60) denildi, “Rahmân” nedir? dediler. Biz deriz ki bu imâma hangi ismin mahsûs olduğuna bakarız, ve onu ona onu söyleriz. Şimdi biz Allah Teâla’nın “Ve iz kâle rabbüke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeten” (Bakara, 2/30) ya‘nî “Zikret şu vakti ki, Rabb’in meleklere yeryüzünde ben bir halîfe kılıcıyım, dedi” sözünde onu isimlendirdiği bir şeyin gayrını bulmayız. Ve Hak Sübhânehû bir zamân içinde ondan ikiyi men' eyledi de, bunu “İki halîfeye bîat olduğu vakit diğerini katlediniz” sözüyle kat’i olarak sonuçlandırdı. Şimdi ikisinin irâdesi birlikte olsa bile iki idâreci arasında mülkün idâmesi geçerli olmaz. Hak Teâlâ “Lev kâne fîhimâ âlihetün illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/ 22) ya‘nî “Yerde ve gökte Allah’dan başka ilâhlar olsa idi, yer ve gök fesâda uğrar idi” buyurdu. Çünkü muhakkak iki halîfeden biri, diğerinin yasakladığı şeyin aynı ile emreder. Oysa onlardan birinin emrine uymak lâzımdır. İki emre uymak mümkün olmadığından, eğer terk ederlerse cezâya çarptırılırlar. Ve eğer onlardan birine itâat ederlerse, diğeri onları cezâya çarptırır. Ne zamanki birine itâat ettikleri şeyin nefsiyle diğerine âsî olurlar, şimdi âsî oldukları kimse onları cezâya çarptırır. Bundan dolayı kendisine itâat ettikleri kimse üzerine onların yardımları zorunlu olur. İşte bu savaşlar ve fitneler sebep olup mülkü idâreden başka işlerle meşgûl eder. Böyle olunca savaşlar çıkar. İşte bunun için tek bir halîfe üzerine kat’i ve kesin olarak haber verdi.
Dostları ilə paylaş: |