İnsan memleketiNİn islâhi hakkinda iLÂHÎ tedbîrler



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə24/45
tarix02.12.2017
ölçüsü2,72 Mb.
#33540
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   45

Ve eğer sana nebîden başkası söylerse, sen ancak bunu yakîn nûrunun muhafazâlı kitâb üzerine yayılmasından dolayı görürsün. Şimdi onun hakkında fiiline bakarsın, aleyhine hükmedersin. Bunda onun doğruluğu ile berâber kulaklar atar ve nefisler ondan sıkıntı duyar.

Şimdi zâhirî alâmetler bağlandığı zaman zayıf kalb ve hâtır “Mü’minin firâsetinden sakınınız” sözündeki şer'î delîlin kuvveti ile berâber buna sâkin olur. Ve bundan dolayı ba‘zı inanışlarla berâber ithâm edip, belki kâhindir, yâhut görüş ve zekâ sâhibidir, denir.

Ya'nî Allah Teâlâ sana rahîmsel rahmetiyle tecellî edip basîret gözünü yakîn nûru ile nurlandırsın! Bilesin ki, âlem genel sûrette iki kısımdır. Birisi hiss ile görülen âlemdir ki, ona “şehâdet âlemi” ve “mülk âlemi” denir. Ve diğeri hiss ile görülmeyen âlemdir ki, buna da “gayb âlemi” ve “melekût âlemi” denir. Ve bu kısımlandırma bizlere göredir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin indinde “gayb âlemi” yoktur. Belki bütün âlemlerin mertebeleri Allah indinde hâzır ve müşâhede edilirdir. Nitekim “âlimul gaybi veş şehâdeti, huver rahmânur rahîm “ ya’nî “Gaybı ve şehâdeti bilir. O; Rahmân'dır, Rahîm'dir” (Haşr, 59/22) buyrulmuştur.

Şimdi bizler açısından melekût âlemi şehâdet âleminin hareketlendiricisidir. Ve şehâdet âlemi, Allah Teâlâ hazretleri tarafından hikmet olmak üzere, melekût âleminin kahrında ve itâatı altındadır. Melekût âleminin bu tasarrufa hak kazanışı, kendi nefsinden ve zâtından değildir. Belki ilâhî tedbîrlerdeki hikmet bunu gerektirmiştir. Şehâdet âleminden hiç bir hareket ve sâkinlik ve yeme ve içme ve konuşma ve sessizlik çıkmaz, illâ ki gayb âleminden çıkar. Ve bu hükmün îzâh olarak beyânı budur ki;

Hayvânın hareketi ancak kast ve irâdeden kaynaklanır. Ve kast ve irâde ise kalbin amelinden olup his âleminde görülmez. Bundan dolayı bu kalb ameli gayb âlemi cinsindendir.

Ve hisle müşâhede edilen hareket ve onun benzerleri şehâdet âlemi cinsindendir. Ve bizim indimizde “şehâdet âlemi,” alışılmış olarak his ile, o şehâdet âleminin cinsinden her bir idrâk ettiğimiz şeydir. Ve “gayb âlemi” ise, alışılmış olarak hissimize gözükmeyen şeyde bizim şer'î haberle ve fikrî bakışla, ya‘nî basîret gözüyle idrâk ettiğimizdir.

Şimdi biz deriz ki, şehâdet âlemi nasıl zâhir gözü ile görülürse, gayb âlemi de basîret ve bâtın gözüyle görülür. Ve zâhir gözü karanlık olduğu ve önüne kesîf cisimler mâni’ olduğu zaman göremez; bunlar ona perde olur, ancak bu perdeler kalktığı zaman görür. Ve ancak bu mâni’ler kalkınca ve aydınlık hissedilebilir olan şeylerin üzerine yayılınca, göz görülen şeyleri idrâk eder. Bundan dolayı zâhir gözünün idrâki gözün nûruna ve güneşin ışığına veyâ diğer ışıklardan bir ışığa yakın olur.

Basîret gözü de his gözü gibidir. Ve o basîret gözünün perdesi, günahların işlenmesi sebebiyle kalbe bulaşan örtüdür; ve nefsânî şehvetlerdir; ve Hakk’ın vücûdunun gayrı olarak i‘tibâr edilen hissedilebilir sûretlere ilgi duymaktır; ve diğer bunlara benzeyen perdelerdir. İşte bunlar, basîret gözüyle melekût idrâki, ya‘nî gayb âlemi arasına perde olur.

Ve insan, kalbinin aynasına kastedip yönelerek, ona bulaşmış olan her bir perde ortadan kalkıncaya kadar, türlü mücâhedeler ve riyâzât ile onu parlattığı ve sildiği zaman, o kalb aynasının cilâsı gayb âlemine yayılmış olan nûr ile bir araya gelir; ve bu toplanma sebebiyle melekût ehlini yavaş yavaş görür.

Ve gayb âlemine yayılan o nûr, hissedilebilir şeyler âleminde güneş gibidir. Bu nûr indinde, basîret gözünün, ya'nî kalb gözünün nûru, ayırt etme nûru ile bir araya gelip gayb ile ilgili şeyler olduğu hâl üzere açılır. Şu kadar var ki, his gözüyle kalb gözü arasında ince bir fark vardır. O farkın beyânı budur ki:

Muhakkak his gözünü, ya‘nî bildiğimiz gözü, duvar ve aşırı derecede uzaklık ve aşırı derecede yakınlık ve kesîf cisimler perdeleyip, idrâki isteyen kimse ile idrâk edilecek olan şey arasına perde olur. Ve bu hâl his âleminde âdet olarak ortaya çıkan bir kusûr ve âcizliktir. Örneğin bakmak istediğimiz bir manzaranın önüne bir adam gelse, onun kesîf vücûdu gözümüze perde olur. Bakışımız o kesîflikten geçipte o manzarayı göremez. Bu görememe cisim gözü için bir kusûr ve âcizliktir. Fakat his âleminin âdeti böyledir. Ve nebî veyâhut velî ba‘zen bu his âleminin âdetini yırtar. Nitekim (Sav) Efendimiz “Ben sizi arkamdan görürüm” buyurdular. Oysa his âleminin âdeti bir insanın önünden gözleriyle görmesiydi. Arkadan görmek ise âdeti yırtmaktır. Ve zamânımızda parlak fikirlerin sahiplerinden olduklarını iddiâ eden bir çok câhiller bu âdeti yırtmayı inkâr ederler. Oysa bilimsel buluşlar bu ahmakların câhilce inkârlarına peyderpey cevap vermekte ise de, onlar bunun dahi farkında değildirler. Örneğin gözün önüne bir kesîf cisim gelince ilerisini görmemesi his âleminde bir âdet iken, röntgen ışınlarının keşfi bu âdeti bir dereceye kadar yırttı. Demek ki his âleminde olan âdetlerin ba'zı vâsıtalar ile yırtılması mümkün imiş. Şimdi bu âdetin yırtılması için daha bir çok gizli kalmış vâsıtalar vardır ki, onlar bu inkârcı câhillerin bilinmezidir.

Şimdi evliyâ hakkında açılımların başlaması, onların seyr ü sülûklarının başlarındadır. Ve muhakkak mürîde ilk önce açılan şey hissedilebilir şeyler âlemindendir ki, o mürîd gelmekte olan bir adamı görür; yâhut onu ne halde bulunuyorsa o hâl üzere görür. Oysa o mürîdin kendisi Mekke-i Mükerreme’de iken onu görüşünde, kendisiyle o görülen kimsenin arasında aşırı derecede uzaklık ve kesîf cisimler vardır. Ve örneğin kendisi Fas gibi Batı’nın en uzağında bulunduğu halde Ka'be’yi görür. Bu görüşe aşırı uzaklık ve kesîf cisimler mâni' olmaz. Bunlar ise âdet olarak his âleminde görüşe mâni' idiler. Aşırı uzaklık olduğu halde sesin işitilmesi de böyledir. Bu âdetin yırtılmasını inkâr eden dînsiz câhillere de, aynı şekilde en son bilimsel keşifler cevap vermektedir. Nitekim İstanbul ile Londra ve Pâris aralarında aşırı uzaklık bulunduğu halde telefon vâsıtasıyla İstanbul’da, oralardaki konuşmaları ve konserleri dinlemek mümkün olmaktadır. Ve ihtimâl ki çok yakın gelecekte uzak mekândaki bir adamı da diğer bir vâsıta ile görmek de mümkün olacaktır. Fakat bilimin vâsıtaları külfetli ve küçük bir tabîî ârıza ile bozulabilecek bir şeydir. Ancak yukarıda îzâh edilen kalb görüşü tabîî ârızlar ile bozulabilecek mâhiyette değildir. Hallerinin başlarında mürîdler indinde bu gibi âdet yırtılmaları çok olur.

Hz. Şeyh-i Ekber (ra) “Allah Teâlâ’ya hamd olsun, ben bunu bizzât yaşadım” ve kendi nefsimde bu gibi bir çok harikâlar oldu, buyururlar. Ve eğer kendisinden harikâlar ortaya çıkan mürîd, ilâhî inâyet ve nebevî verâset ile seçkin kılınmışlık ehlinden olursa, daha sonra bu hissedilebilir şeyler âleminden olan açılımdan ileriye geçip ve intikâl edip melekût ehlini yavaş yavaş görür. Ve eğer bu âdeti yırtma husûsu mürîdden kesilmeyip devâm üzere olursa, böyle kimselere tahkîk ehli terimlerinde “budelâ” ta'bîr edilir.

Bilinsin ki, “budelâ” yedi kimseden ibâret olup bunlar yeryüzünde ilâhî me’mûrdurlar. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) Fütûhât-ı Mekkiyye’in 198.bölümünün otuzuncu faslında bunlara “abdâl” diye de isim vererek buyurmuşlardır ki: “Hak Sübhânehû ve Teâlâ yeryüzünü yedi iklîm yapmıştır. Ve has kullarından yedi kimseyi seçmiştir. Ve onların adını “abdâl” koymuştur. Ve her iklimin vücûdunu o yedi kimseden biri ile muhafâza eder. Ben Mekke-i Mükerreme hareminde onlar ile bir araya geldim. Ve onlara selâm verdim ve onlar bana selâm verdiler; ve onlar ile konuştum.”

Ve eğer bu âdeti yırtma mürîde zaman zaman aralık ve fâsıla verirse, böyle olan kimse ya vâris veyâ feterât ya’nî fâsılalar sâhibi olan âbiddir.

“Vâris”den kasıt huy olarak ve irfân yönünden muhammedî kemâlâta nâil olan kimsedir. Ve bu saâdet sofrası zâtlar genellikle Allâh’n kullarını irşâd etmeye me’mûr olduğundan, vazîfesi dolayısıyla kendisine hârikâların devâmı lâzım değildir. İrşâd edilmeye isti’dâdlı olan zayıf kalbleri terbiye etmek ve tatmîn için, arasıra kendisinden âdetin yırtılması olur.

Ve “feterât sâhibi” olan âbidden kasıt da, henüz nûrânî perdelerden kurtulamamış âbid olan sâliktir ki, onda âdet yırtmaktan lezzet duyma vardır. Bu lezzet duymaya olan meyli dolayısıyla, âdeti yırtma kesildikten sonra yenisini gözleyerek çalışmasını ve ibâdetlerini arttırır. Bundan dolayı bu âdeti yırtma Allah tarafından kendisine bir şevk vâsıtası olur. Bu bahsedilen âdeti yırtma hissedilebilir şeyler âlemine âid olan kısımdır.

Basîret âlemine gelince ona perde yoktur. Çünkü gayb âlemi ile basîret gözü arasında mesâfe ve aşırı uzaklık ve aşırı yakınlık yoktur. Ve basîret gözünün perdesi ancak kalbi istilâ eden örtü ve gaflet ve kibirdir. Ve bu perdeler mücâhede ile kalktığı ve kalb aynası silinerek parladığı ve pastan temizlenip kendisine karşılık duran şeyin yansımasına isti’dâdlı bulunduğu zaman, gayb âleminin sûretleri âşikâr ve zâhir olur.

Lâkin bahsettiğimiz gibi, her ne kadar basîret gözü her bir şeye nüfûz eder ve ona her şey açılır; ve basîret âlemi için perde olmaz; ve basîret gözü gayb ile ilgili şeyleri müşâhededen kesilmez ise de, burada başka bir ilâhî perde olur. Bu perde de, nûrânî bir perdedir. Ya'nî bu perde vücûd hazretlerinde, ya‘nî mutlak vücûdun mertebelerinde, var olan gayb ile ilgili şeylerin üzerine “Cevâd-Cömert” ismi hazretinden yayılan, fakat bu gayb ile ilgili şeylerin hepsine umûmî olmayan nûrdur. Ya'nî basîret gözü nûrlanan bir kimse gayb âlemine baktığı zaman, gayb ile ilgili şeylerin hepsini birden müşâhede edemez. Ancak senin kalb aynan, son derece sâf ve parlak olmakla berâber, Allah Teâlâ sana gayb ile ilgili şeylerden ne kadarını göstermeyi dilemiş ise, onlardan sana o kadarı açılır. İşte bu hâl gayb âlemini müşâhededen basîret gözünün kesilmemesiyle berâber, o basîret gözüne Hak tarafından çekilmiş olan diğer bir perdedir.

Ve bu hâl, vahiy makāmıdır. Ve bu hâle delîlimiz kendimiz için bizim onu bizzât yaşamamızdır. Ya‘nî bu hâlin bizim nefsimizde oluşu ve bu hâli bizim bizzât yaşayarak bilişimiz yönüyle böyle hükmettik. Bu hâl ancak bizim kendimize delîl olur, başkalarına delîl olamaz. Ve bizim dışımızdakiler, ya'nî bu hâle bizzât yaşayarak vâkıf olmayanlar, için delîl Hak Teâlâ’nın“Kul….. ve mâ edrî mâ yuf’alu bî ve lâ biküm, in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyye” (Ahkâf, 46/9) ya'nî “Ey Habîbim, de ki: Ben benim ile ve sizin ile ne işlenir bilmem. Ben, ancak bana vahyolunan şeye tâbi' olurum” kavlidir.

Şimdi nebevî sâflık son derecede olmakla berâber, işlerin gayb ile ilgili husûsları Hak Teâlâ’nın kendisine bildirdiği ve açtığı kadar olursa, kendisine iğne ucu kadar yol açılmamış olan bir velînin hâli nasıl olur? Var kıyâs et!

Ve işte bu ancak ilâhî perdedir.

Ve bu ilâhî perde azîz Kitâb’da beyân buyrulmuştur. O da şu âyet-i kerîmededir. “Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu” (Şûrâ, 42/51) ya'nî “Allah Teâlâ’nın beşere söylemesi ancak vahiy ile, yâhut perde arkasından, yâhut bir resûl göndererek oldu. Şimdi o dilediği şeyi kendi izni ile vahyeder.” Ve âyet-i kerîmedeki “fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu”ya'nî “Dilediği şeyi kendi izni ile vahyeder” sözü, basîret gözünün müşâhededeki haddine işâret olduğu gibi “in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyye” ya’nî “Ben ancak bana vahyolunan şeye tâbi'yim” (Ahkâf, 46/9) sözü de aynı şekilde gayb âleminden kendisine açılan şeyin mikdârına işârettir.

Şimdi o muhterem zât açılan şeyin te’sîrini şehâdet âleminde görüp bu had ve mikdâr üzerine söz söyler de “Böyle olacak; ve böyle olmayacak; ve onun işinin âkıbeti bunadır” der. Bu verdiği haberlerin hepsi kendisine olan açılım mikdârı üzerinedir. Ve bu beyândan anlaşılır ki, evliyâullâhın şehâdet âleminde kıyâmete kadar gerçekleşecek olan olaylar hakkındaki haberleri ancak kendilerine olan açılım kadardır.

Ve işte bu basîret gözü açık olan muhterem zâtlara karşı bir ilâhî perdedir ki, kişi kalb aynasını parlatmada son dereceye mükemmel olsa bile bu perdenin kaldırılması delîl ile aklen olunamaz. Ya‘nî böyle bir kimse aklen ne kadar düşünürse düşünsün bu perdenin kaldırılmasını ma‘kūl gösterebilecek bir delîl bulamaz. Buna imkân olmamasının sebebi şudur ki, bu perde ancak sonu olmayan bilinenlere bağlı olan ezelî ilimdir. Ya‘nî ilâhî isimler ve sıfatlar sonsuzdur. Ve ilâhî ezelî ilimde sâbit olan bu isimlerin ve sıfatların ilmî sûretleri de tabi'ki sonsuzdur. Oysa i'tibârî gayrılık ile açığa çıkan kayıtlı vücûdda sınırlı bulunan her bir şey sonludur. Çünkü o vücûd bir sınır ve bir kayıt sâhibidir. Bundan dolayı o kayıtlı vücûdun basîret gözü, mutlak vücûdun mertebelerinin vecihlerinden her hangi bir vechi ile, o vücûdda dâhil olan şeyi keşfedebilir. Ya‘nî kayıtlı vücûd mutlak vücûdun bütün işlerini ihâta ile keşfedemez. Belki onda dâhil olan ilâhî işlerin vecihlerinden her hangi bir vechi keşfedebilir. Küllî ya’nî bütünsel bir ihâta ancak, bu işlerin sâhibi olan Allâh zü’l-celâl hazretlerine mahsûstur. Ve sonradan olma olan kulun ilmi Kadîm’in ilmini aslâ ihâta edemez.

Şimdi burada bir soru akla gelip denilir ki: Sen bu kitabın birinci bölümünde halîfeye “imâm-ı mübîn” demiş idin. Ve onun “imâm-ı mübîn”e hamledilmesi Hak Teâlâ’nın “ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mubîn” ya’nî “Ve herşeyi İmâm-ı Mübin'de saydık” (Yâsîn, 36/12) sözüne dayanmaktadır, demiştin. Şimdi bu delîle göre Hak Teâlâ’nın halîfe olan insân-ı kâmilde her bir şeyi saymış olması ve ondan hiç bir şeyi örtmemiş olması gerekmez mi?

Cenâb-ı Şeyh (ra) bu akla gelebilecek soruya cevâben buyururlar ki: Bu âyet-i kerîme bahsettiğimiz ilâhî perdenin olmayışına karşı bir delîl olamaz. Çünkü “külle şey’in”den kasıt, insân-ı kâmilin kendi zâtına âit toplayıcılığa mazhar olma sâhibi olduğuna işârettir. Yoksa ezelden ebede açığa çıkmış ve çıkacak olan ilâhî işlere vâkıf olacağına işâret değildir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) Fusûsu’l-Hikem’de Uzeyr Fass’ında buyururlar ki: “Ayn’ları Allah Teâlâ’dan başka bir kimsenin bilmesi muhâldir. Çünkü ayn’lar gaybın anahtarlarıdır ki, onları Allah Teâlâ’dan başka kimse bilmez. Ve ba'zen Allah Teâlâ bundan ba'zı işlere kullarından dilediği kimseleri vâkıf kılar.”

Şimdi Hak Teâlâ’nın ezelen ve ebeden tecellî edici oluşu ve insân-ı kâmilin ise öncelik ve sonralık ile kayıtlı oluşu yönüyle, sınırlının sınırsızı ihâtası mümkün değildir. Hak Teâlâ o insân-ı kâmile, sâbit ayn’lardan ancak dilediği şeyleri açar. Ve Allah Teâlâ ilâhî tecellîlerinin sonlu olmadığını “Allâh’ın kelimeleri tükenmez” (Lokman, 31/27) ve “Rabb’imin kelimeleri tükenmezden evvel elbette deniz tükenir” (Kehf, 18/109) âyet-i kerîmelerinde beyân buyurmuştur.

Ne zamanki bu son bulmanın olmayışı karar kıldı ve bizim için gayb âleminden keşfedilen şeyin sınırlı oluşu sâbit oldu; şimdi bu keşif makāmında olan kimseden her hangi bir şahıs hakkında, onun zâhiri üzerinde bundan, ya'nî onun sâbit ayn’ına bağlı olan gayb âleminden, bir şey zuhûr etse, buna “şer’î firâset” denir. Ve o keşfetme derecelerinin a‘lâsıdır.

Çünkü keşfetmenin dereceleri vardır. Ba'zıları misâl âleminden olur. Ve bu âlemden olan keşf muhakkak ve sâbit olmaz. Çünkü burada imhâ etme ve sâbit kılma vardır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Yemhûllâhu mâ yeşâu ve yusbit” ya’nî “Allah dilediğini imhâ eder, dilediğini sâbit kılar” (Ra‘d, 13/39). Ve sâlik bu misâl âleminde gördüğü bir şeyin oluşundan haber verdiği halde, o şey şehâdet âleminde açığa çıkmayabilir. Sâbit ayn’ların keşfi ise, aslâ değişmez; çünkü kaçınılmaz kazâdır.

Ve azîz Kitâb’dan bu keşfin hazzı “İnne fî zâlike le âyâtin lil mütevessimîn” ya’nî “Muhakkak bunda ibret alanlar için delîller vardır” (Hicr, 15/75) âyet-i kerîmesidir. Çünkü onlar için, ya'nî gayb âleminden olan şeyler için, histe alâmetler ve hissî ve zâhirî sûretler ile gayb âlemi arasında irtibât vardır. Çünkü “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere halk etti” hadîs-i şerîfinin bir ma‘nâsı da Âdem’in rûhu sûretinde ve rûhunun da sâbit ayn’ı sûretinde halk edilmiş olmasıdır. Ve “sûret”ten kasıt onun “ma‘nâ”sıdır.

Ve bu şer’î firâset hikmetlere âit firâsetin tersine olarak zevka ya’nî bizzât yaşamaya bağlı olan bir ilimdir. Ya'nî okumak ve ders almakla ve kitapları tetkîk etmekle öğrenilemez. Fakat hikmetlere âit firâset tecrübe ve âdete dayalı olduğundan eğitimle öğrenilebilir. Ve eğitimle öğrenilen bu hikmetlere âit fîrâset ba‘zen doğru olmayabilir. Oysa şer’î fırâset bu şânın ehli indinde, ya'nî şer’î firâset ehlinin indinde, onun yalanlanmasına yol olmayan bir firâsettir. Çünkü Allah Teâlâ’nın nûrudur; ve ancak eşyânın hakîkatlerine vâkıf olmayı verir. İşte şer’î firâset böyle olur. Ve onun hâsıl olma sebebi bizim yukarıda anlattığımız gibi, kalb aynasına cilâ vermektir.

Şimdi şer’î firâset, basîret gözünde perde olmaması sebebiyle, gayb âlemini müşâhededen ibâret ise de, Allah Teâlâ hazretleri ba'zen bu şer’î firâseti bildirdiği bir âlime, mevcûdların bâtınını gösterdiği gibi, o mevcûdların zâhirinde de alâmetler kılar. Nitekim harama bakmış olan bir kimseyi Hz. Osman (ra) efendimizin azarladığı haberi bize ulaştı. Azarlama esnâsında o kimse Hz. Osman efendimize hitâben: “Resûlullâh (sav) Efendimiz’den sonra vahiy mi geliyor?” dedi. Hz. Osman efendimiz cevâben: “Hayır, velâkin Resûlullâh (sav) “Mü’minin firâsetinden sakınınız çünkü Allâh’ın nûru ile bakar” buyurdular. Ben senin bu harâma bakışını gözlerinde gördüm” buyurdu.

Ve bu alâmetler ancak bir takım perdelerdir ki, Allah Teâlâ bu firâset sâhiblerine karşı zayıf kalblerin alıştırılması için ve bu kalblerin onlara meyletmesi için, diğerlerinin gözlerine diker. Çünkü eğer sana Nebî (as) dan başkası, ben ancak bu keşfettiğim şeyi, yakîn nûru muhafazâlı kitâb, ya'nî levh-i mahfûz, üzerine yayıldığı vakit gördüm; onda senin fiiline baktım ve aleyhine hükmettim, dese bu sözde söyleyenin doğruluğunu görmekle berâber, kulaklar atar ve ehemmiyet vermez; ve nefisler ondan sıkıntı duyar. Çünkü söyleyen sırf bâtınî hallerden haber verdi. Fakat bu haberler, zâhirî alâmetlere bağlandığı zaman, zayıf kalb ve hâtır “Mü’minin firâsetinden sakınınız” sözündeki şer’î delîlin kuvveti ile sâkin olur. Ya'nî bunu işiten der ki: “Bu zâtın haberi doğrudur; ve bu gibi bâtın hallerin keşfedildiğine dâir şer’î delîl de vardır.”

Ve işte bundan dolayı şer’î firâset sâhiblerine karşı ba'zı inanışlarla berâber, “Belki bu adam kâhindir, yâhut görüş ve zekâ sâhibidir. Benim bu hâlimi kehânet veyâ görüş ve zekâ ile bildi” diye onu ithâm eder.



TENBÎH

HİKMETLERE ÂİT VE Ş'ER'Î FİRÂSETİN KARŞILAŞTIRMASI

Anlatmak istediklerimiz hakkında bu bölümde bizim için bir şey daha kaldı ki, o da şer'î firâset ve hikmetlere âit firâset hakkında karşılaştırma ile iki nüshada tesbîtidir. Ve beyânı budur ki, muhakkak birisi çıkıp, ‘Sizin indinizde karşılaştırma vardır. Şimdi bu şer’î firâsetten kızılın ve mâvinin ve burnun büyük oluşunun ve gözün sürmesinin i’tidâlde oluşunun hazzı nerededir? diyebilir. Biz deriz ki, sen bir ârif sorusu sordun. Ve biz inşâallâhü Teâlâ senin sorunu kolaylıkla sana işin özünden anlatırız. O da budur ki, biz hikmetlere âit firâsete baktık. Onun erbâbını ve onu söyleyenleri ve onun hükmü ile kât’î hüküm verenleri iki tarafa ve vasata dönük gördük. Ve onlar, eşyâyı zemmedilmişler ve övülmüşler olarak kısımlara ayırıp, vasatta olanın hepsini hayır ve övülmüş kıldılar. Ve vasatın iki tarafındakileri zemmedilmiş ve şer kıldılar da şiddetli beyaz ve şiddetli mavi ve kızıl hakkında zemmedilmişten işittiğin şeyi söylediler. Ve o övülmüş değildir. Ve aynı şekilde şiddetli siyâh ve şiddetli sürmeli göz ve burnun ince olması bunun hepsi cidden zemmedilmiştir. Ve iki tarafın birisine tam bir meyille meyletmeyip, onların arasında i’tidâlde olan, hikmetlere âit firâsette daha önce geçen şey dolayısıyla övülmüştür.

Ne zamanki biz onları, bu eşyâyı bu derece üzerine sınırladıklarını ve kısa kestiklerini gördük, bu âlemde şuna baktık ki, güzellik ve çirkinlik nerede gözükür. Böyle olunca biz dedik ki, güzellik ve çirkinlik ancak şer'îata göre mevcûddur. Bizim için buna delîl mevcûd oldu. Ne zamanki biz muhakkak övmenin ve övülmenin ve zemmedilmenin şer'îata göre her hangi bir cihetten fiil üzerine olduğunu gördük. İki tarafı ve vasatı nasıl topladığımıza bakarız. Ve iki tarafı zemmedilmiş yapmaya ve i'tidâl mahalli olan vasatı da övülmüş kılmaya kastederiz.

Şimdi biz deriz ki, insan salt bâtınî olmaktan soyutlanmış değildir. O da bizim indimizde hâl ve fiil olarak sâdece tevhîd ile söyleyici olandır. Ve bu şerîat hükümlerinin devre dışı kalmasına sebep olur. Ve biz deriz ki, bu bizden uzaktır. Ve dîn kāidelerinden bir kāideyi yıkan her bir şey mutlak bir şekilde zemmedilmiştir. Allah Teâlâ bizi ve sizi bundan korusun!

Veyâhut insan salt zâhirî olmaktan soyutlanmayıp varlık gösterme ve teşbîhe sebep olma yönünden söz söyler. Şimdi bu da onun gibi şerîata göre zemmedilmişlere dâhildir.

Veyâhut sözden açılan ma’nâ üzere şerîat ile yürümekten soyutlanmış değildir. Adım adım şerîatı getirenin yürüdüğü yönde yürür ve şerîatı getirenin durduğu yönde durur. Ve işte bu vasattır. Ve onun için Allâh’ın muhabbeti bununla geçerli olur. Hak Teâlâ “fettebiûnî yuhbibkumullâhu ve yagfir leküm zünûbeküm” (Âl-i İmrân, 3/31) ya'nî “Bana tâbi' olunuz ki, Allah Teâlâ size muhabbet etsin ve günâhlarını affetsin!” buyurur.

Şimdi şerîatı getirene tâbi’ olmak ve onun yolunu yeterli bulmak kul için Allâh'ın muhabbetini geçerli kılar; ve günahları örter; ve dâimî saâdet hâsıl eder. Allah Teâlâ seni azîz eylesin!

İşte iki nüshanın karşılaştırma yönü budur.

Eğer birisi çıkıp derse ki: “Bu karşılaştırmayı kabûl ettik; ve o geçerlidir. Namaza ve cemâate hâzır olan ve sâkin bir şekilde duran adamı gördüğüm zaman ta'yîn üzere insanlardan onu nasıl ayırt edelim? Oysa o, bununla berâber ısrarlı bir münâfıktır.”

Biz deriz ki, bu konu ile ilgili daha önce bir yer geçti. Fakat yine de sorduğun şey üzerine bizim sana cevap vermemiz lâzım geldi. Ve beyânı budur ki, muhakkak sâkinlik ve namaza hâzır olmak ve onların benzerleri gayb âlemindendir. Ve onun kâfir oluşu onun sırrındadır. O da gayb âlemindendir. Ve bizim için şer’î firâset hâsıl olduğu zaman, kendi nefislerimizde onun kâfir olduğuna hükmeder ve onu bırakırız. Ve kelime-i tevhîdî söylediğinden dolayı, onun malı ve kanı şerîata göre muhâfazalıdır. Onun için bizim muâmelemiz bu tarz üzeredir. Ve bunun dışında bir şey ile mükellef değiliz.

Allah Teâlâ seni muvaffak eylesin! İşte şer’î firâset ve hikmetlere âit firâsetin özeti budur. Onları sana son derece açık bir şekilde îzâh ettim. Ve onların hâsıl olma sebepleriyle nefsinde amele ve onlara vâkıf olmakla ziynetlenmeye Efendi’miz Allah Sübhânehû muvaffak eder. Çünkü o buna kādirdir. Ve bununla zenginleştirir.

Ya‘nî bu sekizinci bölümde anlatmak istediklerimiz hakkında bizim için beyânı gerektiren bir şey daha kaldı ki, o da hikmetlere âit firâsette bahsedilen hallerin şer’î firâsete tatbîk edilmesi ve bunların iki nüshada karşılaştırılmak sûretiyle tesbîtidir. Ve beyânı budur ki: Birisi çıkıp:

“Sizin indinizde karşılaştırma usûlü vardır. Bundan dolayı hikmetlere âit firâsette bahsettiğiniz kızılın ve mâvinin ve burnun büyük oluşunun ve gözün sürmesinin i’tidâlde oluşunun şer’î firâsetteki hazzı ve karşılığı nerededir?”

diyebilir. Biz cevâben deriz ki:

“Sen bir ârife lâyık olan soruyu sordun. Ve inşâallâhü Teâlâ biz senin sorunu sana kolaylıkla özünden anlatırız. Ve o da budur ki: Biz hikmetlere âit firâsete baktık. Onun erbâbının ve onu söyleyenlerin ve o firâsete göre kat'î hüküm verenlerin, ifrât ve tefritten ibâret olan iki tarafa ve i'tidâlden ibâret olan vasata dönük olduklarını gördük. Ve onlar eşyâyı zemmedilmişler ve övülmüşler olarak kısımlara ayırıp, vasatta olanların hepsini hayır ve övülmüş saydılar. Ve vasatın iki tarafındakileri zemmedilmiş ve şer kıldılar da, pek beyaz ve pek kızıl ve mâvi hakkında zemmedilmişlik kısmından yukarıda işittiğin şeyi söylediler ki, o övülmüş değildir. Ve aynı şekilde pek siyâh ve pek kudretten sürmeli göz ve burnun ince olması bunun hepsi cidden zemmedilmiştir. Ve iki tarafın birisine tam bir meyille meyletmeyip, onların arasında i'tidâlde olan, hikmetlere âit firâsette daha önce bahsi geçtiği üzere övülmüştür. Ya'nî gözün siyaha meyilli kestâne renginde olması ve kudretten olan sürmesinin pek şiddetli olmaması ve burnun ne ince ve ne de kalın olmaması övülmüştür.

Ne zamanki biz hikmetlere âit firâset ehlinin bu eşyâyı bu değer ve derece üzerine, ya'nî ifrât ve tefrit ve i'tidâl üzere sınırladıklarını ve kısa kestiklerini gördük, bu sûret âleminde güzellik ve çirkinliğin nerede gözüktüğüne baktık. Bu bakış netîcesinde dedik ki, güzellik ve çirkinlik ancak şerîata göre mevcûddur. Ve vücûdun hakîkatinde güzellik ve çirkinlik yoktur. Çünkü güzellik ve çirkinlik sıfatları kesîf vücûdların gerekleridir. Ve vücûdlar ise müstakil olmayıp îzâfî olduklarından, onlardan açığa çıkan sıfatlar da yokluksal işlerdendir. Ve sûret âlemi, teklîf âlemidir. Bundan dolayı insan sûretinden açığa çıkan fiillerden şerîatın “güzel” dediği güzeldir; ve “çirkin” dediği de çirkindir. Böyle olunca, güzellik ve çirkinlik şerîata göre mevcûd olmuş olur. Nitekim cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu ma‘nâyı te'yîd edici olarak Fusûsu’l- Hikem’de Yûnus Fass’ında şöyle buyururlar:

“Şerîatın zemmettiği şeyin dışında zemmedilmiş yoktur. Çünkü şerîatın zemmetmesi hikmetten dolayıdır ki, onu Allah bilir; yâhut Allâh’ın bildirdiği kimse bilir.”

Şimdi mâdemki güzellik ve çirkinlik ancak şerîatın çizdiği dâireye göredir; o halde şerîatın ta‘yîn ettiği kâideler bizim için mevcûd bir delîl olur. Ve şerîat insânın fiillerinin ifrât ve tefrîtini zemmedilmiş ve i'tidâlini övülmüş olarak göstermiş olduğundan, biz insanın zâhirine bağlanan fiiller üzerine şerîatın verdiği bu hükmü, bâtına bağlanan şer’î firâset ile karşılaştırarak ve tatbîk ederek iki tarafı, ya'nî ifrât ve tefrîti; ve vasatı, ya'nî i'tidâli nasıl topladığımıza bakarız. Ve şer’î firâsette de bu iki tarafı ya’nî ifrât ve tefrîti zemmedilmiş ve i'tidâl mahalli olan vasatı da övülmüş yapmaya kastederiz de deriz ki:

İnsan salt bâtınî olmaktan soyutlanmış değildir. O da bizim indimizde hâl ve fiil olaran sâdece tevhîd ile söyleyici olandır. Ya'nî bizzât hakîkatini yaşayıp tadarak vahdet-i vücûdu idrâk etmiş olup bütün fiillerinde bu tada göre hareket eden kimsedir ki, ilâhî cezbelenmişlerdendir. Ve bu hâl şerîat hükümlerinin devre dışı kalmasına sebep olur. Çünkü şerîat ikilik yaşantısı üzerine dayanmaktadır. Oysa sâdece tevhîdi söyleyici olan kimselerin bakışında ikilik kalmamıştır. Söz olarak ve ilim olarak vahdet-i vücûdu idrâk etmiş olanların bu bahiste yeri yoktur. Ve biz deriz ki: Sırf bâtınî olup şerîatı devre dışı bırakmak çukuruna düşmek bizden uzaktır. Çünkü dîn kâidelerinden bir kâideyi yıkan her bir şey, mutlak bir şekilde zemmedilmiştir. Allah Teâlâ bizi ve sizi bu çukura düşmekten korusun! Çünkü bu his ve şehâdet âlemi, teklîf ve ameller yurdudur.

Veyâhut insan, sırf zâhirî olmaktan sıyutlanmayıp varlık gösterme ve teşbîhe sebep olma yönünden söz söyler. Ya'nî Hakk’ı sûretle kayıtlar ve sınırlar. İşte bu da sırf bâtınî olmak gibi şerîat tarafından zemmedilmiş şeylere katılmıştır.

Bu iki halden ilki “sırf tenzîh” ve ikincisi “sırf teşbîh” olmakla ikisi de şerîata göre zemmedilmiştir. Ve bunun birisi ifrât ve diğeri tefrîttir.

Veyâhut insan, kelâmdan açılan ma'nâ üzerine şerîat ile yürümekten soyutlanmış değildir. Şimdi o kimse Kur’ân ve Hadîs’e bakıp adım adım şerîatı getirenin yürüdüğü yönde yürür ve durduğu yerde durur. Ya'nî şerîatı getiren tenzîhden ne kadar beyân etmiş ise onu alır; ve teşbîhden ne tebliğ etmiş ise onu tebliğ eder. Bundan dolayı tenzîh ve teşbîh arasını birleştirir. Ve işte bu vasattır.

Nitekim Hz. Şeyh (ra) Fusûsu’l-Hikem’de Nûh Fass’ında beyân buyururlar:

Tercüme: “Eğer sen tenzîhi söyleyici olursan kayıtlayıcı olursun. Ve eğer teşbîhi söyleyici olursan sınırlamış olursun. Ve eğer bu iki husûs ile söylersen doğru yola sevk etmiş olursun; ve ilâhî bilgilerde imâm ve efendi olursun.”

Ve böyle kimse için bu tarz hareket ile Allâh’ın muhabbeti sâbit ve geçerli olur. Hak Teâlâ “fettebiûnî yuhbibkumullâhu ve yagfir leküm zünûbeküm” (Âl-i İmrân, 3/31) ya‘nî “Bana tâbi' olunuz ki, Allah Teâlâ size muhabbet etsin ve günahlarınızı affetsin!” buyurur. İşte bu âyet-i kerîmeye göre şerîatı getirene tâbi’i olmak ve onun yolunu yeterli bulmak, kul için Allâh’ın muhabbetini sâbit kılar; ve böyle bir kimseyi Allah Teâlâ sever ve onun günahlarını örter. Ve Allah Teâlâ’nın muhabbet ettiği kimse elbette dâimî saâdete nâil olur. Allah Teâlâ seni azîz etsin! İşte iki nüshanın, ya'nî hikmetlere âit firâsetin ve şer'î firâsetin, karşılaştırma yönü budur.

Eğer birisi çıkıp derse ki: “Pek a‘lâ, hikmetlere âit firâsetteki iki tarafla vasatı, ya'nî ifrât ve tefrît ile i'tidâli ve buna karşılık şer’î firâsetteki ifrât ve tefrît ile i'tidâli anladık ve kabûl ettik; ve onun sıhhati bakışımızda sâbit oldu. Fakat namaza ve cemâate hâzır olan ve kendisinde sükûnet bulunan bir adamı gördüğüm zaman, saâdet veyâ şekâvetini ta‘yîn etmek üzere insanların içinde onu nasıl ayırt edelim? Halbuki o bu şekilde zâhirde şerîatı getirenin yolu ile yetinmekle beraber, bâtınında ısrarlı bir münâfıktır. Bundan dolayı onun zâhirine bakarak verdiğim hüküm yanlış olacaktır.”

Biz cevâben deriz ki: Bu konudaki beyânlarımızında üstü kapalı olarak bir yer geçti. Çünkü biz bu bölümün başında dedik ki: “Herkese Allah Teâlâ yakîn nûrunu hîbe etmedi; ve onun basîret gözünden perdeyi izâle etmedi ki, şer’î firâset ehli ipinde dizilmiş olsun. Onun kullarından ona ancak seçkinler erer. Bu kitabımız ise hem seçkinler ve hem avâm içindir. Şer’î firâset sâhibi olmayanların istifâdesi için zâhir alâmetlere bağlı olan hikmetlere âit firâseti beyân ettik.”

Şimdi senin sorun bu sözlerde üstü kapalı olarak cevâplanmıştır. Fakat bu soruna daha açık bir cevap da vermemiz de lâzım geldi. O da budur ki: Muhakkak sâkinlik ve namaza hâzır olmak ve onlara benzeyen fiiller şehâdet âlemindendir. Ve onun kâfir oluşu, o kimsenin sırrındadır; o da gayb âlemindendir. Ve bizim için şer’î firâset hâsıl olup da onun sırrına vâkıf olduğumuz zaman kendi nefislerimizde onun kâfir olduğuna hükmeder ve onu kendi hâlinde terk ederiz; ve onun bâtınını ifşâ etmeyiz. Ve o kimse zâhirde kelime-i tevhîdî söylediği için, onun malını ve kanını şerîat gereği olarak muhâfaza ederiz. İşte zâhirde mü’min ve bâtında kâfir olan münâfık hakkında bizim muâmelemiz bu tarzdadır. Ve şerîata göre bunun dışında bir şey ile mükellef değiliz. Husûsî muamelelerimize gelince, onun bu hâli hikmetlere âit fîrâsette gösterilen zemmedilmiş huylar ile alâkadâr olacağından, görüşmek ve dostluk yapmak husûsunda da hikmetlere âit fîrâsetin gösterdiği düstûra göre hareket ederiz.

Allah Teâlâ seni zâhirde hikmetlere âit firâsete ve bâtında da şer’î fîrâsete muvaffak eylesin! İşte şer’î fîrâset ve hikmetlere âit firâsetin özeti budur ki, bunlar esâs düstûrlardır. Onları sana pek açık bir şekilde beyân ettim. Ve bu iki fîrâsetin hâsıl olma sebepleriyle nefsinde amele ve onlara vâkıf olmakla ziynetlenmeye Efendi’miz Allah Sübhânehû muvaffak buyurur. Çünkü Allah zü’l-celâl hazretleri her şeye kādir olduğu gibi buna da kādirdir. Ve bu iki firâseti sana ihsân ile zengin kılar.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   45




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin