Avârifü’l- Maârif’te beyân buyrulduğu üzere: “Ma’rifet ya’nî ilâhî bilgi icmâl olarak bilineni ayrıntılanmış sûretlerde zorlanmadan açıkça bilmekten ibârettir.” Eğer ilim ve zekânın sürüklemesi ile uzun araştırmalar ve incelemeler neticesinde bilinirse ona “öğrenme” derler. Bundan dolayı ma’rifet ya’nî ilâhî bilgi söylenemeyen ve yazılamıyan vicdânî bir husûstur. Fakat ma'rifetin başı ilimdir. İlimsiz ma'rifet muhâl ve ma‘rifetsiz ilim vebâldir.
Şimdi rubûbiyyete ya’nî rabblığa ma‘rifet sâlikte vicdânî bir husûs olduğu için ledünnî ilimdir. Ve ledünnî ilimde ma’sûmluk vardır. Ona vehmin musallat oluşu yoktur. Fakat ledünnî olmayan ilim dâimâ vehmin musallat oluşu altında bulunduğundan muhafazalı ve ma‘sûm değildir. Çünkü binlerce felsefeci ilim yüzünden dalâlete düşmüştür. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “ve edallehullâhu alâ ilmin” ya’nî “ve Allah onu ilim üzere dalâlette bıraktı” (Câsiye, 45/23) buyrulur.
İşte bu önbilgiden anlaşıldığı üzere (Sav) Efendimize tâbi’ olanların rubûbiyyete ma’rifetleri, müşehher ma’sûmluk ilmi ile süslenmiş ve bezenmiş olur. Ve meleklerde tercîh olmayıp onlar me’mûr oldukları şeyde ma‘sûm olduklarından Hak tarafından kendilerine aktarılan ilim onların tesbîhi ve zikridir. Kendilerine ledünnî ilimler hîbe edilen kimselerin halleri de melâike-i kirâmın hallerine muâdil bulunduğundan, onların ilmi meleğin Rabb’ine tesbîh ettiği ve zikrettiği şey olmuş olur.
“Ve inâyet ehli hazret tatlılıklarından perhîz eyledi.”
“Hazret tatlılıkları”ndan kasıt dünyâ ve onun geçici mülküdür. Çünkü dünyâ mutlak vücûdun beşinci tenezzül mertebesi ve bütün mertebelerin en birarada toplanmışı olduğundan tatlılığı ve acılığı toplamıştır. Ve ni’metler içinde yaşama ve azâb ve kötü ve iyi karışıktır. Ve bu şehâdet mertebesinin ilâhî tertîbât ve donanımları gâyet güzel ve şirindir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Züyyine lin nâsi hubbuş şehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil musevvemeti vel en’âmi vel harsi, zâlike metâul hayâtid dünyâ” ya’nî “İnsanlara, "kadınlara, oğullara, kantar kantar biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere olan sevgiden oluşan" şehvetleri (aşırı düşkünlükleri) güzel gösterildi. Bunlar, dünyâ hayâtının menfaatleridir” (Âl-i İmrân, 3/14). Ve Mesnevî-i Şerif’te Hz. Mevlânâ (ra) bu âyet-i kerîmeye işâreten buyururlar. Mesnevî:
Tercüme: “Hak Teâlâ “Züyyine lin nâsi…” âyet- i kerîmesinde beyân buyurduğu üzere âlem görünme yerlerini ve özellikle kadını güzellik ile bezemiştir. Hakk’ın bezediği şeyden nasıl kurtulabilirler? Hak Teâlâ hazretleri “ve ceale minhâ zevcehâ li yeskune ileyhâ” ya’nî “ve sükûn bulması için ondan onun eşini kıldı” (A’râf, 7/189) âyet-i kerîmesinde buyurduğu şekilde, Havvâ’yı Âdem’in sükûn bulması için hálk etmiş olduğundan, Âdem Havvâ’dan ne vakit ayrı olur? Âlem o kâinâtın efendisi (sav) Efendimiz hazretlerinin latîf kelâmından mest olurken, o Hazret, Âişe-i Sıddîka (r. anhâ) vâlidemize hitâben: “Kellimînî yâ Humeyrâ” ya‘nî “Ey rengi penbe ve beyaz olan, söyle de dinliyeyim!” buyururlar; ve onun dağıttığı şeker sözlerden zevk edici olurlar idi.”
Şimdi dünyâ ve onun geçici mülkü ilâhî bezeme ile bezenmekle berâber onun hakkında “e radîtüm bil hayâtid dünyâ minel âhireti, fe mâ metâul hayâtid dünyâ fîl âhireti illâ kalîl” ya’nî “Âhiretten (vazgeçip) dünyâ hayâtına mı râzı oldunuz? Dünyâ hayâtının metaı (malı, faydası), âhiretten daha azdır” (Tevbe, 9/38) buyrulmuş ve (Sav) Efendimiz de “Dünyâ uyuyan kimsenin rü’yâsı gibidir” buyurmuş olduğundan Nebiyy-i zî-şâna tâbi’ oluşlarının kemâlinden dolayı, inâyet ehli zümresine dâhil olan zâtlar “ezhebtüm tayyibâtiküm fî hayâtikümüd dünyâ” ya’nî “(Ey kâfirler) Siz dünyâ hayâtınızda güzel şeylerinizi tükettiniz” (Ahkâf, 46/20) âyet-i kerîmesine uygun olmak üzere şehâdet mertebesinin tatlılıklarından elini çekmek ve yüz çevirmek ve onun acılığına tahammül buyurmuşlardır.
Bundan sonra Allah Teâlâ senin sırrını hakîkatlere ulaştırmak ile tahakkuk ettirsin; ve seni kendisine sabah ve akşam secde edenlerden kılsın! Şimdi ben hacmi latîf, cüssesi çok büyük, faydası çok, ledünnî ilimden ve adnânî lâkablardan çıkarılmış olup kendisine şüphe ve tahmin dâhil olmayan İmâm-i Mübîn’de İnsan Memleketinin Islâhı Hakkında İlâhî Tedbîrler olarak isimlendirilen bu küçük kitâbı ortaya çıkardım. Ve o, hikmetlerin tedbîri ve ilâhî düzen üzere olup münkariz olmayan mülkün tedbîri hakkındaki tevhîdden bir Önsöz’ü ve bir Önbilgi’yi ve yirmi bir bölümü içinde bulundurmaktadır. Ve onun şanında beyânın işâretleri karışık olarak garîb geldi. Onu özel ve genel ve en aşağı çukurda olan ve kendisini saygı ve ikrâm kuşatmış olan kimse okuyabilir. Ve insanların her birisi meşreblerini bilir. Ve onda seçkinler için düşünülmüş işâretler ve avâm için açık bir yol vardır. Ve o, tasavvufun lübâbı ya’nî içi ve şeref ve lütuf hazretini, öğrenmenin sebilidir. Ulaşmış ve sâlik onunla hırslanır. Ve tâbi’ olan ve mâlik ondan hazzını alır. İnsânî hakîkati ve onun diğer hayvânât üzerine mevkiinin yüksekliğini beyân eder. Ve o insan ihâta edici âlem cinsinden bir kısaltmadır. Çünkü o, kesîf ve basîttan oluşmuştur. İmkânda onun menşeinin evvelinde ve başlangıçlarında ona verilmeyen bir şey yoktur. Nihâyet kemâl gâyesi üzere açığa çıktı. Ve Celâl ve Cemâl arasında berzahlarda zâhir oldu. Şimdi cömertlikte cimrilik ve kudrette de noksan yoktur. Bu delil ve burhân ile önde gelen akıl sâhibleri indinde sâbit oldu. Ve işte bunun için ba‘zı imâmlar, imkânda bu âlemden daha güzeli yoktur, dedi. Ve Allah Teâlâ bizi ma’sûmluk ile ve hikmetin latîfi île desteklesin! Çünkü O ni‘met feyz edici ve rahmeti herşeyi kuşatmıştır. (10)
Ya‘nî, ey okuyucu, buraya kadar bahsedilen rabbânî ma’rifetleri zekâ ve kavrayışınla anladıktan sonra Allah Teâlâ senin sırrını bunların hakikatlerine ulaştırmak ile seni bu ma’rifetler ile tahakkuk ettirsin! Ve seni sabah ve akşam secde edenlerden kılsın! Çünkü tahakkuk müşâhede makâmıdır. Ve işitmekle görmek arasında çok büyük bir fark vardır. Ve bu müşâhede, kendi nefsinde olan şeyi müşâhededir. Bundan dolayı hıbret ya’nî tecrübe etme ve zevkî ve vicdânî ilimdir. Mesnevi:
Tercüme: “Kıyâmet ol, kıyâmını gör! Her şeyi görmek için bu şarttır.”
Kulun “sabah ve akşam secde edenlerden” olması salât-ı dâim ya’nî dâim olan namaz içinde bulunmasıdır ki, “Ellezîne hüm alâ salâtihim dâimûn” ya’nî “O kimselerki işte onlar dâim namaz üzeredirler” (Meâric, 70/23) ve “Ve lillâhi yescüdu men fis semâvâti vel ardı tav’an ve kerhen ve zilâlühüm bil guduvvi vel âsâl” ya’nî “Yerdekiler ve göktekiler ve onların gölgeleri, sabah akşam, isteseler de istemeseler de Allah'a secde ederler” (Ra‘d, 13/15) âyet-i kerîmelerinde işâret buyrulmuştur. Ve salât-ı dâim odur ki, insan nefis kirlerinden soyutlanarak ve onun sıfatlarından uzaklaşarak müşâhede ehli olan ulaşmışlar sınıfına dâhil olduğunda, onun rûhu salât içindedir. Çünkü müşâhede rûhun salâtıdır. Onlar müşâhedelerinin devâmında nefisten ve sıfatlarından ve görüşlerinde olan mâsivânın hepsinden gâib olurlar.
Ve “sabah” rûh güneşinin doğmasıyla nefsânî sıfatlar karanlığının yok olmasıdır.
Ve “akşam” nefsânî sıfatların gereklerinin istilâsıyla rûh güneşinin örtülmesidir.
“Kâmillerin hâli tecellî ve örtünme arasıdır” dedikleri budur. Onlar da noksanlar gibi nefsânî sıfatların gerekleri olarak yiyip içerler ve uyurlar ve evlenirler. Fakat kâmiller ile noksanlar arasındaki fark yukarıda îzâh edilmiş ve Mesnevî-i Şerif’in beyitleri de konulmuştur.
Kâmiller bütün görünme yerlerinde Zâhir’i müşahede edip görünme yerlerini onun gölgesi bilirler. Bundan dolayı onlar sabah ve akşam isteyerek secde edenler sınıfına dâhildirler. Noksanlar ise bunun aksinedir. Onlar Zâhir’den gâfil olup görünme yerlerini müşâhede ederler; ve onları ayrı ve bağımsız vücûtlara sâhip zannederler ve vehmederler. Fakat “fe eynemâ tüvellû fe semme vechullâh” ya’nî “Artık ne tarafa yönelirseniz Allah’ın vechi oradadır” (Bakara, 2/115) âyet-i kerîmesi hükmünce nereye yönelirlerse yönelsinler, hakikatte yine Hakk’a yönelmiş olurlar. Ya'nî onların istekleri Hakk’ın mâsivâsına yönelmek olduğu halde, hakikatte isteklerinin tersine olarak Hakk’a yönelmiş olurlar.
İsteme ve istememenin esâsı ise ilim ile cehâletten başka bir şey değildir. İlim ile cehâletin bir çok mertebeleri vardır ki, burada ayrıntılı olarak anlatılması uzun olur.
Şimdi salât, Hakk’a yönelmektir. Kâmiller gerek rûhun doğuş vakti olan sa- bahda ve gerek onun nefsânî sıfatlar ile örtülmesi zamânı olan akşamda hep isteyerek Hakk’a yönelmiş oldukları için dâim salât içindedirler. Şeyh-i Ekber (ra) bu kitabın okuyucusuna bu şerefli mertebeye ulaşmak için duâ buyururlar.
Daha sonra cenâb-ı Şeyh buyururlar ki: Ben gayb tarafından hâricî vücûtta açığa çıkışı latîf ve ma'nevî cüssesi çok büyük ve faydası çok ve ledünnî ilimden, ya'nî Allah indinden hîbe olunan ilimden ve adnânî lâkablardan ya'nî ulaştığım makâmın gereği olan meşrebden, çıkarılmış olup kendisine şüphe ve tahmîn dâhil olmayan “İmâm-ı Mübîn”de, ya'nî ilmî ilâhî sûretler mertebesinde, İnsan Memleketinin Islâhı Hakkında İlâhî Tedbîrler ismi verilmiş olan ve görünüşte şekli küçük olan bu kitabı ortaya çıkardım.
Bilinsin ki, ilâhî isimlerin ve sıfatların sûretlerinin birdîğerinden ayrılmış olarak ostay çıktığı ilk mertebeye “vâhidiyyet ya’nî birliksellik mertebesi” derler. Bunlar ilmî sûretlerdir. Âlemin kalbi mesabesinde bulunan Levh-i Mahfûz’a inen her bir sûret bu mertebeden gelir. Bu mertebede sâbit olan her bir sûrete “sâbit ayn” derler ki, varlık âleminde açığa çıkan sûret onun yansımasından ve gölgesinden ibarettir. Ve sâbit ayn gölgenin sâhibidir. İlmî ilâhî sûretlerde aslâ değişim olmadığı gibi sâbitlikleri de kat'îdir. Varlık âleminde açığa çıkan her bir şeyin hakikati ve sâbit ayn’ı bu âlemde mevcûttur. “Ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mubîn” ya’nî “Ve herşeyi İmâm-ı Mübîn'de saydık” (Yâsîn, 36/12) âyet-i kerîmesinde buna işâret edilir. Evliyâullâhın kâmillerinin bakışları sâbit ayn’lar âlemine olduğundan onların ilimi alışlarına şüphe ve tahmin dâhil olamaz.
Şimdi buna “Ümm’l-Kitab” da derler. Ve her sûret buradan levh-i mahfûza ve levh-i mahfuzdan misâl âlemine ve misâl âleminden de şehâdet âlemine iner.
Hz. Şeyh (ra) bu kitabı aynen Ümmü’l-Kitab’dan aldıklarını ve bundan dolayı içeriğine şüphe ve tahminin dâhil olmadığını beyân buyururlar.
“Ve o hikmetlerin tedbîri ve ilâhî düzen üzere olup münkariz olmayan mülkün tedbîri hakkındaki tevhîdden bir Önsöz’ü ve bir Temhîd’i ve yirmi bir bölümü içinde bulundurmaktadır. Ve onun şânında beyânın işâretleri karışık olarak garîb geldi; ilh...”
Ya‘nî bu kitap hakîmlerin sözleri ile Hak Teâlâ hazretlerinin beyân buyurduğu düzenden bahsedilmek sûretiyle yazıldı. Ve onun şânında ve hâlinde bir gariplik vardır. Ve o gariplik de bir takım hakîkatlerin ibârede işâret sûretiyle açığa çıkarılmasıdır. Bundan dolayı onda gizleme ve ifşâ karışıktır.
Bu kitabı, Zü’l-celâli ve’l-ikrâm hazretlerine yakın olan seçkinler okuduğu zaman onda bulunan zâhiri işâretleri anlar. Ve en aşağı çukurda, ya’nî bilgisi aşağının en aşağısında, olan sıradan kişiler okuduğu zaman, onda bulunan açık bir yolu görür. Sonuç olarak insanların her bir sınıfı meşreblerine göre bir ilim hâsıl ederler. Ve o tasavvufun lübâbı, ya‘nî içidir. Ve tasavvufun içi Allah Teâlâ hazretlerine sadâkat ile yönelmektir.
Ve bu kitap şeref ve lütuf hazretini, öğrenmenin sebilidir. Ya‘nî ilâhî isimlerin ve sıfatların görünme yerlerinde açığa çıkışının esaslarını ve geçerli hükümlerini ve isimlerin lütuflarını ve görünme yerlerinde açığa çıkanın kim olduğunu derin düşünme ve tefekkür yolu üzere bilmenin ve anlamanın yoludur ki, bu öğrenme sebebiyle gerek ulaşmış ve gerek sâlik olanlar ilâhî muhabbete hırsın kemâliyle girişirler.
Bu kitaptan mâlik, ya'ni hüküm sâhipleri, ve tâbi’ olan, ya‘nî hükme tâbi‘ olan kimseler, hazlarını alırlar. Ya‘nî mâlik ne için hükmettiğini ve tâbi’ olan ne için hükme tâbi‘ olduğunu bilir ve anlar.
Ve bu kitap insânî hakîkati ve insanın diğer hayvânât üzerine üstünlük sebebini açık bir şekilde bildirir. Ve insan ihâta edici âlem, ya‘nî melekût ve mülk âleminin tamâmı cinsinden bir kısaltma ve bir özettir; ve o tamâmın bir numunesidir. Çünkü o insan kesîf ve basîtten oluşmuştur. Ve kesîfi mülk âlemine ve basîtı melekût âlemine karşılıktır.
İmkânda, ya‘nî imkân dâhilinde olan ve izâfî varlıklar âleminde, onun menşeinin evvelinde ve başlangıçlarında, ya‘nî onun vücûda getirilmesinin başlangıcında, kendisine verilmeyen bir şey yoktur. Çünkü “Muhakkak Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” ve “Rahmân sûreti üzere hálk etti” gereğince Hak Teâlâ hazretleri Âdem’i bütün sıfatlarına ve isimlerine görünme yeri olmak isti‘dâdı ile hálk etti. Çünkü “Allah” ve “Rahmân” isimleri birer toplayıcı isimdir. Nitekim buyrulur: “Kulid’ullâhe evid’ur rahmân” ya’nî “De ki: “Allah diye çağırın veyâ Rahmân diye çağırın” (İsrâ, 17/110). Bundan dolayı Âdem, bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların görünme yeri olan varlık âleminin özeti olduğundan onun toplayıcı olmadığı bir şey yoktur.
İşte insan bu sebeple sonuçta kemâl gâyesi üzere açığa çıktı. Ve Celâl ve Cemâl arasındaki berzahlarda zâhir oldu. Çünkü onun hakikati Hakk’n vechi ve mutlak zât olup aslâ helâk olucu değildir; bu yönü Cemâl’dir. Ve taayyünü ise Hakk’ın mâsivâsı denilen izâfi vücûd olup helâk olucudur; ve Hakk’ın vechinin örtüsüdür; bu yönü de Celâl’dir. Bundan dolayı insan Cemâl ve Celâl arasında berzahtır. Ve “berzah” iki cihete yüzü olan şeye derler. İnsan fertlerinden her bir ferd bu isti'dâd üzere mahlûktur. Fakat insân-ı kâmil bu hakîkati zevkan ya’nî bizzât yaşayıp idrâk ederek vücûdunda ârif olur. Ve noksan insân ise cehâleti ve gafleti sebebiyle kendi kıymetini bilemeyip vücûdunda gizli olan hazîneyi keşf edemez.
Şimdi bu kitabı tefekkürün kemâli ile okuyanların ilâhî feyizlere mazhar olmaları kuvvetle muhtemeldir. Çünkü cömertlikte cimrilik yoktur. Ve mutlak Cevâd (Çok Cömert) hazretleri dâima tecellîdedir. Ve onun açığa çıkan kudretinde aslâ âcizlik söz konusu olamaz. Kul tecellîyi kabûl etme isti‘dâdını gösterdikten sonra ilâhî feyizler dâimâ hâzırdır. Bu hakikat önde gelen akıl sâhipleri indinde delîl ve burhân ile sâbit bir şeydir. Bu konudaki delîl ve burhân varlık âleminde his ile görülen ilâhî tecellîlerdir ki, bu hakikat aşağıdaki beyitte îzâh buyrulmuştur:
Halkın isti'dâdına bağlıdır feyz eserleri
Nîsan ayından sadef inci, yılan kapar zehiri
Ve işte bunun için ba‘zı imâmlar, ya‘nî tahkîk ehlinin büyüklerinden ba‘zıları, imkân dâhilindekiler âleminde bu şehâdet hazreti mertebesinden daha güzeli yoktur, demişlerdir. Çünkü şehâdet âlemi gâyet eşsiz güzel düzendir; çünkü Rahmân görünme yeridir. Ve rahmânî tecellîde Celâl ve Cemâl; ve tatlılık ve acılık; ve gam ve sevinç; ve gülme ve ağlama vb... gibi zıtlar karışıktır. Bundan dolayı şehâdet âlemi en topludur; âhiret âlemi ise daha geniştir, daha toplu değildir. Çünkü cemâlî ve celâli mazharlar orada karışık olmayıp ayrılmıştır. Ve bu şehâdet âleminin taayyünü açığa çıkmalarına müsâit olmayan cemâlî ve celâlî görünme yerleri âhiret âleminde açığa çıkabilir. Nitekim buyrulur “ferîkun fîl cenneti ve ferîkun fîs saîr” ya’nî “Onların bir kısmı cennette ve bir kısmı alevli ateştedir” (Şûra, 42/7).
Mâdemki bu âlemde Celâl ve Cemâl karışıktır, böyle olunca Allah Teâlâ hazretleri bizi ma’sûmluk ile, ya‘nî cemâl himâyesi ile ve hikmetin latîfi ile desteklesin! Çünkü bu âlemde Hak sûretinde bâtıllar ve ilaç sûretinde zehirler vardır. Eğer ilâhî ma’sûmluk olmazsa, Hakk’a yöneleyim derken insan dalâlete düşer. İbâdet içinde dalâlete düşen bir çok ibâdet ediciler vardır. Ve aynı şekilde hikmetin maddiyyât âlemine isâbet eden kısımları vardır ki, evhâm ile karışmış olduğundan insanı dalâlete düşürür. Fakat Hak Teâlâ hazretlerinin “ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ” ya’nî “ve kime hikmet verilmişse böylece ona çok çok hayır verilmiştir” (Bakara, 2/269) buyurduğu hikmet ilâhî vâridâtlardan olduğundan latîftir.
Şimdi bir kimse sadâkat ile Hakk’a yönelirse, ni'met feyz edici ve rahmeti herşeyi kuşatmış olan Hakk’ın maddî ve ma‘nevî ni'metleri ve feyizleri ve rahmeti o kimseye ulaşır.
KİTÂB ÖNBİLGİ
Allah Teâlâ seni tâate muvaffak etsin! Bilesin ki, muhakkak Allah Sübhânehû ve Teâlâ sübhân olan zâtı vitr ya’nî tek olmaklıkla münferid olmak için âlemi şef’iyyet ya’nî çift olmaklık içinde meydana çıkarmayı murâd etti. Bundan dolayı Vâhid, Ferd ismi sâbit oldu. Ve Efendi köleden ayrıldı. (11)
Ya'nî ey okuyucu, Allah Teâlâ seni tasavvufun özü olan bu hakîkatleri anlayıp hazmetmeye ve bu doğru anlayış neticesinde zevkan ya’nî bizzât yaşayarak kulluğunu idrâk edip o kulluğun gerekleri olan ma'rifetullâha ve tâate muvaffak etsin!
Çünkü çok kimseler Hz. Şeyh-i Ekber’in beyân buyurduğu hakîkatlerden ve ilâhî bilgilerden ürküp onları inkâr ederler. Ve birtakım kimseler de anladıklarını zannedip kulluğun gerekleri olan tâatten ayrılmakla dalâlet vâdîsine düşerler. Bu hakîkatler ve ilâhî bilgiler kıldan ince ve kılıçtan keskin bir sırât-ı müstakimdir. İlâhî yardım rehber olmadıkça akıl ayağının kayması korkusu bulunduğundan cenâb-ı Şeyh (ra) okuyucuya duâ ettikten sonra buyururlar ki; “Allah Sübhânehû ve Teâlâ sübhân olan zâtının vitr olmaklıkla ferd olması için âlemi şef’iyyet ya’nî çift olmaklık içinde meydana çıkarmayı murâd etti.”
Bilinsin ki, vücûd iki nevi'dir: Birisi “hakîki vücûd,” diğeri “izâfî vücûd”dur. Hakîki vücûd bütün kayıtlardan ve izâfelerden münezzeh olup Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin özüdür. Ve hakîki vücûdu idrâk etmek mümkün değildir. İzâfî vücûd ise hakîki vücûdun isimleri ve sıfatları dolayısıyla taayyününden ve kayıtlanmasından ibâret olup bu vücûd idrâk edilir. Âlemin ve âlemdeki eşyânın vücûdu gibi. Onun için hadîs-i şerifte “Allâh’ın zâtını tefekkür etmeyiniz. Ancak Allah’ın sıfatlarını tefekkür edin” buyrulmuştur.
“Hakîki vücûd” kendi mertebesinde isimlerden ve sıfatlardan ve bütün niteliklerden mukaddes ve münezzeh ahadiyyet ya’nî teklik zâtından ibârettir. Hakîki vücûdun, hakîkat-i muhammediyyeden ibâret olan vahdet ya’nî birlik mertebesine tenezzülü meşiyyet ya’nî irâde ile değildir; belki bu tenezzül onun zâtî gereğidir. Örneğin gark hâlinde bulunan bir insanın uyanıklık hâline gelmesi kendisinin irâdesiyle değildir; belki onun zâtî gereğidir.
Ve “vahdet ya’nî birlik mertebe”si ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesi olup bu mertebe bütün isimleri ve sıfatları toplamıştır. Hakîkî vücûdun, bu mertebenin altında olan “vâhidiyyet ya’nî birliksellik,” “ervâh ya’nî rûhlar” ve “misâl” ve “şehâdet” mertebelerine tenezzülü irâde iledir. Ve vahdet ve vâhidiyyet mertebelerine tenezzülde gayrılık bağıntısı yoktur. Gayrılık bağıntısı ile vücûdun zuhûru, rûhlar mertebesinden başlar. Nitekim “e lestü birabbiküm” ya’nî “Ben, sizin Rabb’iniz değil miyim?” (A‘râf, 7/172) hitâbı rûhlar mertebesinde olmuştur. Ve Rab ile merbûb ya’nî Rabb’i olan bu mertebede ayrılmıştır.
Şimdi hakîkî vücûd ahadiyyet ve vahdet ve vâhidiyyet mertebelerinde gayrılık bağıntısından münezzeh olan vitriyyetle, ya‘nî teklik ile, münferiddir. Merbûbiyyetin ya’nî Rabb’i olmaklığın tahakkuku gayrılık bağıntısını hâiz bulunan izâfî vücûda bağlı olduğundan, vitr ya’nî tek olan hakîkî vâhid vücûd tenezzül ile şef’iyyetle ya’nî çift olmaklıkla açığa çıktı. Ve bu tenezzül latîfin en latîfi olan hakîkî vücûdun kesîflik mertebesine tenezzülünden ibârettir. Nitekim Ebu’l-Hasen Gûrî hazretleri buyurur:
“Tenzîh ederim şu en celil ve a’lâ zâtı ki, nefesini (nefsini) latîf kılıp ona Hak dedi ve nefesini (nefsini) kesîf kılıp ona da hálk edilmişler dedi.”
Vücûdun ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesinden vâhidiyyete, ya‘nî ilmî sûretler mertebesine; ve daha sonra rûhlar mertebesine tenezzülü irâde ile olduğundan cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) “Allah Sübhânehû ve Teâlâ sübhân olan zâtı vitriyyetle ya’nî teklikle münferid olmak için âlemi şef’iyyet ya’nî çift olmaklık içinde meydana çıkarmayı murâd etti” buyurur. Çünkü vitriyyet ya’nî teklik, şef’iyyet ya’nî çiftlik ve münferidlik çokluk karşısında tahakkuk eder. Çünkü eşyâ zıddı ile belli olur.
İşte bu çokluk ve çift görünen izâfî vücûtlar karşısında ulûhiyyet zâtı için Vâhid ve Ferd isimleri sâbit olur. Ve Efendi ile köle, ya‘nî Mevlâ ile kul, bir diğerinden ayrılır. Hakîkî vücûdun ismi ulûhiyet mertebesinde “Seyyid ya’nî Efendi” ve “Mevlâ”dır. Ve çift olmaklık mertebesi olan rûhlar ve misâl ve şehâdet mertebelerinde isimleri dolayısıyla taayyün ettiği ve kayıtlandığı sûretlerde “kul”dur. Nitekim bu mertebelere işâret olarak Hz. Mısrî buyurur:
Bilinmez nişânsızdır, bulunmaz nıekânsızdır
Heman ancak sana kuldur, senin ehl ü ıyâlindir
Ve her mertebenin bir hükmü vardır. Şerîat kulluk mertebesinin zâtî gereği olduğundan şerîatın devre dışı bırakılması, hakîkatlerden ve ilâhî bilgilerden cehâlettir ve kâfirliktir. “Efendi” hakîkatiyle “kul”un “ayn”ıdır. Ve kul taayyünü ile Efendi’nin gayrıdır. Bunun varlıklara dönük örneği şöyledir:
Buhar yoğunlaşınca bulut olur. Ve bulut yoğunlaşınca su olur. Ve su donarak yopunlaşınca buz olur. Buhar kendi hakîkatiyle buzun aynıdır; ve buz taayyünü ile buharın gayrıdır. Buhar her mertebeye indikçe ve yoğunlaştıkça başka bir isim ile isimlenir. Ona bulut, su ve buz denemez. Ve bunların hakîkatleri aynı olduğu halde kendilerine buhar denemez. Ve suyun hizmetini buz göremez.
Allah Teâlâ sizi nefislerinizin hakîkatlerine vâkıf etsin! Ve hikmetinin latîfinden ve san'atının garîbinden sizlere emânet verdiği şeye sizi vâkıf kılsın! Allah Teâlâ’nın:
“Ve hüvellezî meddel arda ve ceale fîhâ revâsiye ve enhâren, ve min küllis semerâti ceale fîhâ zevceynisneyni yugşil leylen nehâre, inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn” (Ra’d, 13/3) ya‘nî “O Allah Teâlâ arzı döşedi. Ve onda dağlar ve nehirler ve semerelerin her cinsinden kıldı. Ve onda iki kısım çiftler kıldı. Geceyi gündüz ile örter. Muhakkak bunda tefekkür edenler için alâmetler vardır” mübârek sözüne vâkıf olduğun vakit, bu âyet hakkında fikir ve i'tibâra başladın. İnsanı semerelerin içinden bir semere gördün. Semerelerin gelişmesi gibi gelişir; ve onlardan alındığı gibi, ondan da faydalar alınır. Daha sonra insan o semerelerin nakşı gibi nakşa başlar. Daha sonra onların ihtiyarlığı gibi ihtiyarlar. Daha sonra onların ölmesi gibi ölür. İnsan o semerelerin doğurması gibi doğurur. O semerelerden tohum alınır, ekilir, o semerelerinin hâlinin misli oluncaya kadar. Onda onun gibi tâzesi yeniden olur. Şimdi ba'zen onlardan alındığı gibi insandan da alınır. Ve ba'zen terk olunup bu belirlenmiş semerenin nesli kesilir. Bunun gibi insan da doğmada ve üremede bu gerçekleşen şekil üzeredir. Bundan dolayı biz ona bir şecere ya’nî ağaçtır dedik. Şimdi onun hemşîresi nerededir ki, onun sebebiyle fikir ve i'tibâr olarak onun çift olmaklığı ve onun üzerine bu âyetin mutlaklığı geçerli olsun? Bundan dolayı biz insanda vücûdun hikmetini ve onun diğer hayvan üzerine üstünlüğünü tetkîk ettik. Ve sırlarını ve hikmetini ve latîfliğini teftiş eyledik. Ve onları ayn’larıyla ihâta edici en büyük âlemde kadem kadem gördük. Harfen harfen ve ma'nen ma'nen onun karşılıklı oluşu zâil değildir. Biz gûyâ ki onu, o bulduk. Muhakkak ihâta edici en büyük âlem bir olan semeredir. Ve diğer semere ise insandır ki, en küçük âlemdir. Bunun üzerine Kitâb-ı âzîzden bir tenbîh aradık. Nurlu âyetlere vâkıf olduk.
“Ve fî enfüsiküm, e fe lâ tubsirûn” ya’nî “Ve kendi nefslerinizde de (âyetler) vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zâriyât, 51/21)
“Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâki ve fî enfüsihim” ya’nî “Âyetlerimizi âfâkta ve enfüste onlara göstereceğiz” (Fussılet, 41/53),
“Ve mâ halaknes semâe vel arda ve mâ beynehumâ bâtıla” ya’nî “Ve gökyüzünü, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri bâtıl olarak hálk etmedik” (Sâd, 38/27),
“E fe hasibtüm ennemâ halaknâkum abesen” ya’nî “Öyleyse Bizim, sizi boş yere hálk ettiğimimizi mi zannettiniz?” (Mü’minûn, 23/115),
“yetenezzelul emru beynehunne” ya’nî “emir onların arasından durmaksızın iner” (Talâk, 65/12) o âyetlerdendir. (12)
Hz, Şeyh (ra) yüksek eserlerini okuyup inceleyen hakîkate susamışlara duâ edip “Allah Teâlâ sizi nefislerinizin hakîkatlerine vâkıf etsin!” buyururlar. Çünkü hakîkat yolunun yolcusu nefsini bilmedikçe Rabb’ini idrâk edemez. Nitekim “Men arafe nefsehû fakad arafe Rabbehu” buyrulmuştur. Ve Hz. Şeyh “Men arafe nefsehû fakad arafe Rabbehû” yüce kelâmını başlı başına bir risâlelerinde tefsir ve îzâh buyurmuşlardır ki, bu risaleye Ahadiyye Risâlesi de derler. Ve nefsin hakîkatine vâkıf olmak, kâmil bir mürşidin seyr ü sülûk ettirmesi ve sülûk esnasında sâlike açılan hallerin anlatılması ile mümkün olur. Ve bu konuda tefekkür ve tedbîrli olmak sâlikin en mühim vazîfesidir.
Ve ikinci duâ olmak üzere de: “Hikmetinin latîfinden ve san'atının garîbinden sîzlere emânet verdiği şeye sizi vâkıf kılsın” buyururlar. Çünkü kendi vücûdunu idrâk eden insan “Ben neyim?’' diye düşündüğü zaman, kendisini sûret ile ma‘nânın bir arada olmasından oluşmuş bulur. Ma'nâsı hayat, ilim, sem’, irâde, kudret, kelâm ve tekvin gibi bir takım küllî ya’nî bütünsel sıfatlar; ve sûreti de bu sıfatların görünme yerleri olan a'zâ ve organlarıdır. Çünkü insanın cisim sûreti olmasa hayat; ve kulağı ve gözü olmasa sem‘ ve basar denilen ma'nâlar açığa çıkmaz idi. Şimdi Hak Teâlâ’nın “hikmetinin latîfi” insana emânet verdiği bir takım sonsuz ma’nâlardır. Ve “san‘atının garîbi” de cisminin tamâmıdır ki, her bir a'zâsını yerli yerinde hálk etmiştir. Anatomi ilmine vâkıf olanlar onun garîpliklerine hayran olurlar.
Şimdi sen Allah Teâlâ’nın Ra'd sûresinde olan,
“Ve hüvellezî meddel arda ve ceale fîhâ revâsiye ve enhâren, ve min küllis semerâti ceale fîhâ zevceynisneyni yugşil leylen nehâre, inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn” (Ra’d, 13/3) ya‘nî “O Allah Teâlâ arzı döşedi. Ve onda dağlar ve nehirler ve semerelerin her cinsinden kıldı. Ve onda iki kısım çiftler kıldı. Geceyi gündüz ile örter. Muhakkak bunda tefekkür edenler için alâmetler vardır”
mübârek sözünü okuyup ma'nâsına vâkıf olduğun zaman, bu âyet-i kerîme hakkında tefekküre ve ibret almaya başladın. Çünkü yeryüzü üzerinde mevcûd olan taayyün etmiş sûretlerin hepsi yeryüzünün semereleri cinsindendir. Ve yeryüzünden mahlûk olan insan da o semerelerin özel bir türüdür.
Semereler nasıl gelişip büyüme bulursa insan da öylece gelişip büyüme bulur. Ve o semerelerden nasıl bir takım faydalar hâsıl olursa, insandan da öylece faydalar alınır. Daha sonra o semerelere bulaşan noksan gibi, insana da noksan bulaşır. Zamânın geçmesiyle meyve nasıl buruşur, suyu çekilir ve ihtiyarlar ise, insan da öylece buruşur ve teni gevşer ve ihtiyarlar. Sonra da onun çürümesi ve ölmesi gibi ölür ve çürür.
Ve aynı şekilde insan, o semerelerin kendi benzerini doğruması gibi, üreme yolu üzere kendi benzerini doğurur. O semerelerden tohum ve çekirdek alınıp ekildiği ve onun hâline benzeyen, onun gibi bir tâzesi peydâ olduğu gibi, insanın da nutfesinden kendi hâline benzeyen, onun gibi bir tâze insan ortaya çıkar. Ve aynı şekilde semerelerin ba'zısının tohumu ekilmeyip terk olunduğu zaman nesli kesilir. İnsanın da nutfesi kadının rahmine ulaşmazsa nesli öylece kesilir. İşte doğmada ve üremede insan da semerelerin şekli üzere olduğundan biz ona bir “şecere ya’nî ağaç”tır dedik.
Şimdi âyet-i kerîmede “İki kısım çiftler kıldık” buyruluşu yönüyle onunla berâber bir anadan süt emen hemşîresini aramak lâzım geldi. Çünkü biz onun hemşîresini bulur isek, onun sebebiyle fikir ve i'tibâr olarak onun çift oluşu ve onun üzerine bu âyet-i kerîmenin mutlaklığı geçerli olur.
Şimdi onun hemşîresi nerededir?
Onun hemşîresi ihâta edici en büyük âlemdir. Çünkü ihâta edici en büyük âlem bir olan semeredir. Ve onun çifti olan diğer semere ise insandır ki, en küçük âlemdir. Çünkü biz insanda olan vücûd hikmetini, ya’nî delîllerin esaslarını ve oluşumunu; ve onda bulunup açık ve gizli olan husûsları ve onun fiillerini ve te’sîrlerini tetkîk ettik. Bunların hepsini akla hayret veren şeyler bulduk. Onda olan üstünlüklerin başka mahlûklarda olmadığını gördük. Ve hakîkat ehli indinde sâbit olan sırlarını ve hikmetini ve latîfliğini teftîş ettik.
Ve insanda olan bu şeylerin aynını ihâta edici en büyük âlemde kadem kadem gördük. Harfen harfen ya‘nî sûret olarak ve ma‘nâ olarak bunlar devâmlılık üzere birdiğerine karşılık olur. Biz gûyâ ki en küçük âlem olan insanı aynen ihâta edici en büyük âlem bulduk. Bundan dolayı “ihâta edici en büyük âlem = insan olan küçük âlem” olmakla bunlar birdiğerinin benzeri olan bir çift semere oldular.
Bu tefekkür ve i’tibâr üzerine, acabâ bizim bu hükmümüze uygun olan ve bu hakikati bize beyân eden Kur’ân âyetleri var mıdır? diye araştırdık. Aşağıdaki nurlu âyetlere vâkıf olduk.
“Ve fî enfüsiküm, e fe lâ tubsirûn” ya’nî “Ve kendi nefslerinizde de (âyetler) vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zâriyât, 51/21) …………..
Bu âyet-i kerîmelerin birer birer tefsir edilmesi burada uzun anlatımları gerektirir. Yalnız “yetenezzelul emru beynehunne” âyet-i kerîmesini tefsir etmek maksâdı îzâh etmeye yeter. Âyet-i kerîmenin tamâmı budur:
“Allâhüllezî halaka seb'a semâvâtin ve minel ardı mislehünne, yetenezzelül emru beynehünne li ta'lemû ennallâhe alâ külli şey'in kadîrun“(Talâk, 65/12J. Ya‘ni “Hâlik-ı Zü’l-celâl hazretleri öyle Allah’dır ki, yedi gökleri ve yerden de onların benzerini hálk etti. Onların arasına emr indirdi. Tâ ki Allah Teâlâ’nın her şeye kādir olduğunu bileler.”
Bilinsin ki, yedi gök ile yerin tamâmı bizim güneş sistemimizi teşkil etmektedir. Bunların tamâmı ihâta edici en büyük âlemdir. Bunların tâmâmı mutlak vücûdun delili ve âyeti olan bir olan semeredir.
Şimdi Hak Teâlâ hazretleri bu bir olan semerenin benzerini yeryüzünden hálk buyurdu ki, o da küçük âlem olan insandır. Ve insan mutlak vücûdun celâ kemâli ya’nî mutlak vücûdun bütün ilâhi ve varlıksal işlerde ezelen ve ebeden zuhûru ve isticlâ kemâli ya’nî mutlak vücûdun kendisini, bu işler dolayısıyla müşâhede edişi için tam bir ayna olmak üzere hálk edilmiştir. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) bu konudaki ayrıntıları Fusûsu’l-Hikem'de Âdem Fassı’nda beyân buyurmuşlardır. Bundan dolayı insan ilâhî sıfatlar üzere mahlûktur.
Ve “hayat”tan sonra ilâhî sıfatların fazîletlisi “ilim”dir. İnsan-ı kâmilde zâhir olan ilim bağıntısının derecesi mahlûk olan diğer fertlerde yoktur. Onun için âyet-i kerîmede “li ta'lemû ennallâhe alâ külli şey'in kadîrun“ ya’nî “Tâ ki Allah Teâlâ’nın her şeye kādir olduğunu bileler.” (Talâk, 65/12) buyrulmuştur. Çünkü insan ilâhî ma’rifet ya’nî bilgi için vâr edilmiştir. Ve ma‘rifetin dayanağı ilimdir. İlimsiz ma‘rifet düşünülebilir değildir. Ve mâdemki ihâta edici en büyük âlem mutlak vücûddan açığa çıkan bir semeredir; ve küçük âlem olan insan da o en büyük âlemden çıkan bir semeredir; Bundan dolayı her ikisinin arasında işlerin bağlantılarının olacağı açıktır.
“Yetenezzelül emru beynehünne” ya’nî “Onların arasına emr indirdi” (Talâk, 65/12) mübârek sözüyle bu bağlantılara işâret buyrulur. İşte nûrlu âyetlerden olan bu âyet-i kerîme insanın ihâta edici en büyük âlemin benzeri ve onun çifti olarak yerden mahlûk olduğunu ve aralarında işlerin bağlantılarının bulunduğunu göstermeye yeterlidir.
Dostları ilə paylaş: |