بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم
أَجْمَعِينَ وَصَحْبِهِ وَآلِهِ مُحَمَّدٍ سَيِّدِناَ عَلَى وَالسَّلاَمُ وَالصَّلاَةُ الْعَالَمِينَ رَبِّ لِلّهِ اَلْحَمْدُ
İNSANIN GÜNLÜK MANEVİ GIDALARI
Mevlâ’nın emirlerinde birçok hikmet, maddi ve manevi pek çok menfaat olduğunda asla şüphe yoktur. Bedenin belli gıdalara ihtiyacı olduğu gibi ruhun da ibadet etmeye, manevi gıdaya ihtiyacı vardır. Beden ve ruhtan ibaret olan insanoğlu, yaratılışının bu iki cephesine aynı ölçüde özen göstermesi gerekir. Ruhun en önemli gıdası, sağlam bir iman ve huşu ile yapılan ibadettir.
İbadetler imanen güçlenmeyi ve ahlâken olgunlaşmayı sağlar. İbadetle beslenen iman ağacının meyvesi güzel ahlâktır. İbadete devam eden kimsenin kalbinde iman nuru parlar, Allah korkusu ve sorumluluk duygusu yerleşir. Kul, ibadet sayesinde kötü düşüncelerden, günah kirlerinden arınır. Ahlâk ve fazilet sahibi olgun bir mümin haline gelir. Dünyanın maddi bağlarından kurtularak ruhen yükselir ve önündeki engelleri ortadan kaldırarak ebedi saadet yurduna ulaşır.
İnsanın karnı gibi, kalbinin de günlük gıdaya ihtiyacı vardır. Gıdası verilmeyen kalp, zayıflar ve ölür. Kalbi öldüren şeylerin başında, devamlı işlenen günahlar gelir.
Günah, dinimizin haram kıldığı, “yapmayın, yanaşmayın, terk edin” dediği bütün kötü işlerdir.
Günah, hoş olmayan, sonuçları kötü olan bütün fiiller ve sözlerdir. Buna göre kişinin yaptığı iş, sonuç itibariyle ona vebal yüklüyorsa, ceza almasına sebep oluyorsa o iş günahtır. Günah, Allah'ın, insanlardan kimin daha güzel amelde bulunacağını ortaya çıkarmak, onları imtihan etmek için tesis ettiği koruluktur, insanın, bu koruluğa yaklaşmaması istenmiştir.
Günahlar, Kur'an, Sünnet ve önceki âlimlerin açıklamasına göre "büyük/kebâir" ve "küçük/sagâir" diye ikiye ayrılır. Bu nedenle yanlış fiillerin bir kısmına büyük günah, bir kısmına da küçük günah denmiştir.
Büyük günah, dinimizce açıkça yasaklanan ve yapanlara Allah'ın dünyada ceza koyduğu, ahirette ise azap ve ateş vaat ettiği işlerdir. Büyük günah, kesin ifadelerle yasaklanan haramların karşılığıdır.
Günah, işlenen suçun büyüklüğü ve işleyenin sorumluluğu nisbetinde derecelenir. Bir günahın “büyük günah” sayılması kimi zaman onun sürekliliğinden kimi zaman da kötü neticelerindendir.
Büyük günahların hangileri olduğu konusunda farklı görüşler vardır. Bunların sayısını sınırlamak oldukça zordur. Farklı hadislerde farklı rakamlar verilmektedir. Günahın büyüklüğü biraz da o günahın işlendiği ortama göre ortaya çıkabilir. Ayrıca küçük günahta ısrar etmek onu büyük günah haline getirir. Âyet ve hadislerde büyük günahlar birçok yerde zikredilmiştir.
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) büyük günahları "el-mubikât" yani "mahvedici" diye nitelemiştir. Çünkü bunlar kesinlikle yasaklanan şeylerdir. Kim onları bilerek, ısrarlı bir şekilde işlerse, şüphesiz ki o kişi Allah'ı yeterince sevmiyor ve O'ndan çekinmiyor demektir.
Allah Resûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem), "Yedi helâk ediciden kaçının!" diye buyurdu. Sahabiler, 'Ey Allah'ın Resûlü! Bunlar nelerdir?' diye sordular. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem), "Allah'a şirk/ortak koşmak, sihir/büyü yapmak, Allah'ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, evli, namuslu ve hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlara zina isnad etmektir."1
Günahları büyük ve küçük diye ikiye ayırmak Kur'anî bir ifadedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de
"Eğer yasakladığımız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir makama yerleştiririz" 2 buyrulmuştur.
Şüphesiz, büyük günahların en büyüğü Allah'a şirk koşmaktır. Şirk koşanın küfre düşeceği açıktır. Diğer büyük günahları işleyenlere "fâsık" denilmiştir. Onlar günahın haramlığını inkâr etmedikleri müddetçe müslümandırlar ve onlar için tövbe kapısı açıktır.
İmam Kurtubî (rh.a) şöyle demiştir: "Kitap, Sünnet ve ümmetin icmâı ile büyük günah olarak adlandırılan veya onu yapana şiddetli ceza bildirilen yahut had uygulanılan ya da şiddetli bir şekilde sakındırılan her günah büyük günahtır. Buna göre bir günahın büyük günah olabilmesi için Kur'an ve hadislerde hakkında lânet, azap veya tehdit bulunması gerekir.’’3
Küçük günah, büyük günahların alanı veya tarifi dışında kalan, yani hakkında bir ceza bulunmayan, cehennem ateşi ile de tehdit edilmeyen günahlardır. Büyük günahı işlemeye karar vermek ya da işlememek şartıyla henüz o günahın başlangıç noktasında bulunmak da küçük günah grubuna girer. Ancak küçük günah işlemekten çekinmeyen ve ona devam eden ya da o günahla birlikte Allah'a karşı büyüklenen, İslâm'ın yasaklarını hafife aldığı için büyük günaha düşer ve âyette sözü edilen aftan yararlanamaz.
Tövbe veya iyi amellerle silinebilen küçük günahlar, çeşitli nedenlerle büyük günaha dönüşür. Nitekim Hz. Peygamber'in (sallallâhü aleyhi ve sellem); "Hiçbir küçük günah yoktur ki küçük (önemsiz) görüldüğü halde büyümesin. Hiçbir büyük günah yoktur ki tövbe/istiğfar edilerek küçülmesin."4
Başka bir hadiste ise göze önemsiz görünen günahlardan açıkça sakındırılmaktadır: "Ey Âişe, göze önemsiz gibi görünen günahlardan sakın! Çünkü bu günahlar için, Allah tarafından görevlendirilmiş bir görevli vardır."5
Küçük günahları önemsememek, bunlarda ısrar etmek, insanı büyüklerini yapmaya hazır hale getiren psikolojik ve ruhî bir değişikliğe uğratır.
Küçük günah hakkında sakındırıcı kesin bir tehdit, lânet, cehennem ateşi gibi unsurların olmamasına bakarak aldanmamalıdır. Çünkü sayılan sebeplerden ötürü, büyük günaha dönüşmesi daima mümkündür. Bu bakımdan günahın küçüklüğüne değil, kendisine karşı gelinen Allah'ın azametine bakarak, günahlardan sakınmamız lazımdır.
Gavs-ı Sânî (k.s) hazretleri şöyle buyurmuştur: ’’Üç tane küçük günah işleyen bir büyük günah işlemiş gibi olur. Ona gelen feyzi keser. Sofiden ervah ayrılmaz, fakat sofiye manevi yardım yapamaz. Elektrik olup da şartelin açık olmaması gibidir.’’
Gavs-ı Sânî (k.s) hazretleri şöyle buyurmuştur: ’’Bu hizmetleri yaparken de kendinizi günahlardan muhafaza edeceksiniz. Yoksa su ateşi nasıl söndürüyor, yok ediyor, günahlar da sevapları yok ediyor.”
Menkıbe
Bir adam, Hasan-ı Basrî’ye (rh.a) gelerek:
“Ey Ebû Said! Ben yattığımda gece ibadete kalkmayı istiyorum. Abdest suyumu da yanımda hazır bulunduruyorum. Ama kalkamıyorum. Bunun sebebi nedir?” der. Hasan-ı Basrî cevaben buyurur ki: “Ey kardeşimin oğlu, günahların seni bağlamaktadır.”6
Sûfilerden birisi anlatıyor: Kürz b. Vebre'nin yanına vardım, ağlıyordu:
"Neye ağlıyorsun, yakınlarından birisinin ölüm haberi mi geldi?" diye sordum;
"Hayır, daha kötüsü!" dedi.
"Dayanamadığın bir acın, ağrın mı var?" diye sordum:
"Hayır, ondan da acı!" dedi.
"Öyleyse neyin var?" diye sorunca:
"Kalbimin (feyiz) kapısı kapandı, üzerine perde çekildi. Dün gece okumam gereken hizbimi (Kur'an ve zikrimi) okuyamadım. Bu da ancak işlemiş olduğum yeni bir günahtan dolayı oldu." dedi.7
BEŞ VAKİT NAMAZ
Diğer en önemli manevi gıda ise beş vakit namazdır. Beş vakit namaz kalp için hava ve su hükmündedir. Namazsız insan manen ölüdür. Allah Teâlâ ayet-i celilede şöyle buyuruyor:
وَاسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلَاةِ وَإِنَّهَا لَكَبِيرَةٌ إِلَّا عَلَى الْخَاشِعِينَ
"Sabrederek ve namaz kılarak (Allah'tan) yardım dileyin. Şüphesiz namaz, Allah'a derinden saygı duyanlardan başkasına ağır gelir"8
İslâm'ın beş temel şartından biri olan namaz, diğer şartlar arasında kelime-i şehadetten sonra en faziletli olanıdır. Kur'ân-ı Kerîm'in birçok ayetinde namazın fazilet ve önemine işaret edilerek, kılınması emredilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın bu emrini yerine getirmek için, her müslümanın beş vakit namazı kılması dinî bir görevdir. Çünkü şuurla kılınan bir namaz, nefse darbe vuran keskin bir kılıç, günahların affına vesile olan Rabbânî bir ikramdır.
Namaz, dinin direği olması yönüyle ibadetlerin şeref ve faziletçe en üstünüdür. Şükrün yerine getirilmesinde de büyük önem arz etmektedir.
Bütün bunların yanında, imana şahitlik eden, kulu Allah Teâlâ’ya yaklaştıran, insanı her türlü kötülükten alıkoyan ve kişinin cennete girmesine vesile olan yine namazdır. Şu halde namazın, dünya ve ahirete yönelik sayısız hikmet ve faydası vardır.
Bu nedenle Allah dostları namaza büyük önem vermişlerdir. Kendilerinden nasihat isteyenlere ilk nasihatleri, "Namazlarınızı kılın, onu ihmal etmeyin" olmuştur.
Gavs-ı Sâni hazretleri (k.s) bir sohbetinde,
"Tarikat, şeriatın üstünde kurulmuş takva makamıdır. Şeriatsız tarikat olmaz. Bir evin yapımında temelde kullanılan demir ve beton eksik olursa bina sağlam olmaz, çabuk çöker. Tarikatın temeli de şeriattır. Temeli sağlam olmayan tarikat ehli de çabuk yoldan çıkar. Bir kişinin müslüman olması için ilk önce kelime-i şehadet getirmesi gerekir. Ondan sonra imanın şartlarını kabul etmesi gerekir. Ondan sonra da İslâm'ın beş şartını yapması lazımdır. Bunlardan hac, zekât, oruç belli şartlara bağlanmıştır. Ama namaz, âkil-bâliğ olan herkesin üzerine farzdır. Herkesin her şartta yapması gereken bir ibadettir. Yapılmazsa çok büyük cezası vardır. Bazı âlimlere göre beş yüz, bazı âlimlere göre yetmiş bin yıl cezası vardır. Kişi hasta olsa, hareket edemeyecek olsa bile ima ile de olsa, namazını kılmak zorundadır"9 demiştir.
Beş vakit namazını kılmayan bir kimse, içinde bulunduğu hali iyi mülahaza etmelidir. Unutmamalıdır ki, şeytan [aleyhillâne] Allah Teâlâ’nın bir tek emrini yerine getirmediği için huzurdan kovulmuştur. Buna göre, namaz kılmayarak günde beş defa Allah'ın emrini yerine getirmeyen kimsenin durumunu varın siz düşünün...
Hasan-ı Basrî (rh.a.) bir sözünde, "Ey âdemoğlu, namazın senin yanında bir önemi yoksa sana dininden başka neyin değerli olabilir ki! Oysa namaz kılmayan kimse, Allah Teâlâ katında en değersiz kimsedir."10 demiştir.
Kim, yüce Allah'ın katında değersiz bir kimse olarak anılmak ister ki? Elbette hiç kimse bunu istemez. Ancak insanın nefsin arzu ve isteklerine uyarak namazını terk etmesi onun, Cenâb-ı Hak katında basit bir kimse olarak anılmasına sebebiyet vermektedir.
Günümüzde ise, üzülerek söylemek gerekir ki, toplumun büyük bir kısmı ya hiç namaz kılmadığından veyahut hakkıyla kılamadığından dolayı sosyal huzursuzluk başını alıp gitmiş, insanlar birbirlerinin malına, canına, namusuna göz diker hale gelmiştir.
Şu halde bir kimse, içinde yaşadığı toplumun huzur ve refahını istiyorsa öncelikle kendisi namazlarını şartlarına uygun olarak kılmalı, ardından da aile fertlerine namaz kılmaları yolunda telkinlerde bulunmalıdır. Bu aile reisinin en başta gelen görevidir.
Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) Ebû Hureyre'ye (r.a), "Ey Ebû Hüreyre, aile efradına namaz kılmalarını emret! Çünkü (böyle yaparsan) Allah sana ummadığın yerden rızık verir"11 buyurmuştur.
Kısaca, Allah'ın sevgi ve rızasını kazanmak başta olmak üzere, toplumun huzur ve refahı için “”Müslümanım” diyen herkesin namaz kılması ve insanlara namaz kılmanın önemini anlatması gerekmektedir.
Devrin mana sultanının bir sohbette buyurduğu gibi, denizin ortasında gemi batsa, bir mümin tahta parçalarına tutunarak hayatta kalma mücadelesi verseydi, yine o vaktin namazından mesul olacaktı. Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanan kâmil bir mümin, böyle durumlarda bile ‘’namazım, namazım’’ diyecek, ima ile mi kılsam, işaretle mi kılsam diye sancısını çekecekti.12
Kelime-i şehadet getirerek iman dairesine giren her Müslüman, İslâm'ın beş şartından biri olan namazı kılmakla yükümlüdür. Oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmek de namaz gibi İslâm'ın şartlarındandır. Ancak bunların yerine getirilmesi belli şartlara bağlanmıştır. Oysa namaz böyle değildir. O aklî dengesi yerinde olmayan kimse dışında bulûğ çağına eren her müslümana farzdır.
Menkıbe
Hazreti Hüseyin (r.a.) henüz süt emmekte idi, hastalanmış ve sabaha kadar uyumamıştı... Sabaha doğru biraz uyur gibi olmuş, Hazreti Fâtıma (r.anha) validemiz de vakitten istifade ederek, sabah namazını kılıp yatmışlardı. Mescid-i Şerif’te sabah namazını kıldıran Resulü Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, âdeti üzere kızı Fâtıma'nın saadetli evine teşrif etmişlerdi. Hazreti Fâtıma'yı uyur vaziyette görünce; onu sabah namazını kılmadan yatmış sanarak:
“Ey kızım Fâtıma, Peygamber kızıyım diye sakın namazı terk etme! Beni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, namazını vaktinde kılmadıkça; cennete gireceğini zannetme!” buyurarak namazın hiçbir surette ihmal edilemeyeceğini dikkati çekmişlerdir.
3
Ondan sonra Hazreti Fâtıma (r.anha) validemiz: “Canım babacığım, sabaha kadar uyumadım... Sabah namazını kılıp da yattım...” deyince, Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Müjdeler olsun sana ey kızım Fâtıma, Ahirette böyle sıkıntılar görmeyeceksin,” buyurdular.
ZİKİR
Kalbin en gerekli gıdalarından biri de zikirdir.
Zikri emreden pek çok ayet ve hadis mevcuttur. Zikrin faydaları, sevabı ve fazileti konusunda bu kadar ayet ve hadisin gelmesi onun mümin için bir hayat sebebi olduğunu gösteriyor. Zikirle kalplerini ihya eden Allah dostları, zikrin nimetlerini ve faydalarını bizzat müşahede ettikleri için onu bütün insanlara şiddetle tavsiye etmişlerdir. Kul kalbi ve dili ile ne kadar zikir çeker ve buna devam ederse o derece İlâhî ikram ve müjdelere ulaşır. Allah dostları iman ve namazdan sonra en fazla, zikrin üzerinde durmuşlardır.13
Kainatın Efendisi Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Her hangi bir toplum yalnız Allah rızasını niyet ederek bir arada toplanıp Allah’ı zikrederlerse, gökten bir münadi, “Bağışlanmış olduğunuz halde yerinizden kalkın, doğrusu Allah sizin günahlarınızı sevaba çevirmiştir.’ diye nida eder.”14
Yine Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) bir keresinde buyurdu ki; “Kıyamet günü Allahu Teâlâ ‘Şimdi mahşer halkı, kerem sahibi kimlerin olduğunu görürler.’ buyurur.”
Bunun üzerine; “kimlerdir bunlar Ya Resulullah” denilince, Resul-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Mescitteki zikir meclislerinin adamlarıdır.” diye cevap verdi.15
Zikrin asıl manası, gönülden masivayı çıkarıp, Mevla'yı sevmektir. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeye masiva denir. Zikir, nefsi ezip Yüce Rabbi yüceltmektir. Zikir fikrin meyvesidir. Fikir de muhabbetin eseridir. Muhabbet ise Allah vergisidir. Sevgisiz insan yoktur. Her insanın bir şeye muhabbeti vardır. Önemli olanda bu muhabbeti Allah'a yöneltmektir. Bu da zikir ile olur.
İmam-ı Gazali (rh.a.) şöyle demiştir: ‘’Bir mümin, çarşıyı veya işyerini özlediği kadar, ibadeti ve zikir meclislerini de özlemelidir. Allah’a âşık olan müminlerin eli işte iken kalbi zikirde, aklı ahirette, gözü yeni bir hayır ve hizmettedir. Bir kusur işlerse hemen tevbe etmelidir. Çarşı pazarda tavsiye edilen zikirleri çokça söylemelidir. Gafil kimsenin manen ölü, zikredenin ise diri olduğunu bilmelidir.’’
Muaz bin Cebel (r.a.), Allah’ın Resulü’nden (sallallâhü aleyhi ve sellem) duyduğu son sözün şu olduğunu anlatıyor: “Allah Resulü’ne sordum: Allah’a hangi amel daha hoş gelir? Buyurdu ki; “Dilin, Allah’ı anmakla ıslanmış olarak ölmendir” 16
Adamın biri Resul-i Ekrem’e; “Şer’i hükümler çoğaldı. Bana sıkı sıkıya sarılacağım birini söyle” dedi. Resul-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Dilinden Allah’ın zikrini eksik etme, dilin daima onunla yaş olsun” buyurmuştur.17
İmam Şaranî Hazretleri (k.s.) diyor ki: ‘’Burada dilin yaş olmasından maksat, gafil olmamaktır. Çünkü kalp gafil olursa dil kurur ve yaş olmaktan çıkar.’’18 buyurmuştur.
Gavs-i Bilvanisî (k.s) şöyle derdi: “Nakşibendîlikte esas; zikir ederek kalbi ıslah etmektir. Nakşibendî amelinin tamamı kalbin çalışması içindir. Çalışmaya başlayan kalb, tıpkı saat gibidir. O sahibi başka işlerle meşgul olsa bile, çalışmasına devam eder. Bundan dolayı insanın her anı ibadetle geçer.” 19
Zikirler farklı faydaları ve neticeleri olan ilaçlar gibidir. Ehil olmayan kimse kalbe ilaç olacak zikri seçerken yanılabilir, uygulamada yanlışlık yapabilir, sayıyı karıştırabilir.
Ancak kâmil bir mürşidin terbiyesine giren kimse bu tür durumlarda yalnız değildir. Kamil mürşid, manevi hastalıklarda mütehassıs doktordur. O, hangi manevi hastalığa ne tür zikrin ilaç olacağını bilir.
Gavs-ı Sânî (k.s) buyurmuşlar ki: ‘’Virdlerinizi sağlam çekin, ara vermeyin. Bir çekip bir çekmemek kalbi tahriş eder. Nasıl ki doktorun verdiği ilacı bir alıp bir almazsanız faydası olmaz. Bu da öyledir. Virdini bir gün çekmeyen sûfî doksan gün geriye gider. Yani üç ay önceki hali ne ise o hale döner. Bir de ne az ne fazla, verilen sayıda çekmek lazım. İlacı az alırsanız faydası olmaz, çok alırsanız zararı olur.’’
Menkıbe
Bir adamın gözü ağrıyormuş. Bir baytara giderek,
“Beni tedavi et” demiş.
Baytar da hayvanların gözüne sürdüğü ilacı bu adamın da gözüne sürmüş.
Adamın gözü kör olmuş; hâkime gidip şikâyet etmiş.
Hâkim, “Hiçbir ceza ve diyet lazım gelmez. Çünkü eşek olmasaydın, baytara gitmezdin” demiş.20
Zikir gafletle çekilmiş olsa bile yine de terk edilmemelidir. Allah'ın (c.c) ihsanı boldur. Gafletle zikre devam edenin kalbine huzur verebilir. Huzurlu zikirden de fenaya yükseltebilir.
Zikirde kalbin huzurlu değil diye tamamen zikri terk etme. Çünkü zikirsiz gafil olmak, zikrin içinde gafil olmaktan daha kötüdür. Umulur ki Allah (c.c) seni gafletli zikirden uyanık zikre, uyanık zikirden huzurlu zikre ve ondan da masivadan gaybet zikrine yükseltebilir. Bu Allah'a (c.c) hiç zor değildir.
Bediüzzaman Said Nursî hazretleri Mesnevi-i Nuriye'de, sofinin mesleğinin zikir olduğunu, nefsin çirkinliklerinden sıyrılıp ahlâk-ı hamideye geçmeye sebep olacağını bildirmektedir:
"Ey aziz olan kimse, bil; zikreden adamın İlâhî feyizleri çeken muhtelif mânevî güzellikleri (latifeler) vardır. Bunların bir kısmı kalp ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı ise şuursuzdur. Gaflet ile yapılan zikirler bile, bu ilâhî feyizden mahrum kalmazlar."
Onun için kardeşler, tasavvufta sofi illâ zikir sahibi olmalıdır ki Allah'ın feyzini çeksin.21
Menkıbe
Bir gün bir sofi Gavs-ı Sani (k.s) hazretlerine dedi ki;
Kurban biz ilerleyemiyoruz, ne kadar zikir yapıyoruz vücudumuz uyanmıyor, gafletteyiz nasıl yapacağız?
Gavs-ı Sani (k.s) elini bastonun üzerine koydu ve dedi ki; Sofi
1- Bir insan nazar-ı haram yaparsa, ne kadar zikir yaparsa ona fayda vermez
2- Bir insan, yirmi dört saat dünyayla meşgul olursa, alışveriş, insanlarla oturup kalkarsa, o insanın kalbi ne kadar zikir yaparsa fayda vermez.
3- Bir insanın ailevi huzuru yoksa bu insan da ne kadar zikir yaparsa kalbine fayda vermez.
4- Bir insan günah işlese bu insan ne kadar zikir yaparsa yapsın fayda yoktur. İnsan bu dört şeyi yaparsa, ne kadar zikir yaparsa yapsın fayda vermez. Terk ederse fayda verir.
Şeytanı kalbimizden, işimizden, evimizden, ailemizden, çocuklarımızdan, soframızdan uzaklaştırmak istiyorsak, bunun tek yolu ihlâsla zikirdir.22
Gav-sı Sânî (k.s) hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Zikir kalbin gıdasıdır; gıdasını almayan kalp zayıflar, sonra ölür. Kalp ancak zikir ile beslenir, kuvvetlenir, tatlanır, manen hayat bulur. Haramlar ve işlenen günahlar ise, şeytanın gıdasıdır. İşlenen günahlar, insanın kalbini zayıflatır; onun düşmanı olan nefsi ve şeytanı kuvvetlendirir. Bu nedenle, insanın içinde kalp, nefis ve şeytan devamlı mücadele halindedir.’’
Kays b. Haccac adında bir veli de şöyle demiştir:
Şeytanım bana, ‘senin yanına geldiğim zaman besili hayvanlar gibiydim. Şimdi kuş kadar kalmadım’ dedi.
Kendisine “Bu nasıl oldu?” diye sorduğumda şöyle dedi ki: “Zikrullah ile beni erittin!”23
Büyüklerimiz de ‘’Virdini çekmeyen, derdini çeker.‘’ buyurmuşlardır.
Kısacası, Allah Teâlâ'yı zikir kalbin hayatıdır, tadıdır, ilâcıdır, gıdasıdır, cilâsıdır. Zikirsiz kalp zayıflar, hastalanır, kararır, kapanır, katılaşır, sonunda ölür. Bu halden yüce Allah'a sığınırız.24
İlim, sohbet, dua, sevgi, selam, hayırlı amellerin hepsi kalbi besler. Sahabe-i Kiram (r.a) imanlarını takviye için sohbet ve zikir meclisleri kurardı.
Sohbet beraberlik demektir. Halk dilinde sohbet deyince vaaz ve nasihat türü konuşmalar anlaşılır. Dinimizde ise dille yapılan nasihatten çok, aynı mecliste bulunmak, yan yana durmak, kalplerle kaynaşmak, sözden çok davranışlarla anlaşmak, halden anlamak, hal ve tavırlarla birbirini etkilemek, içten içe dertleşmek, gönülden gönüle haberleşmek kastedilir.
Sohbet, müridin terbiyesi için en tesirli yollardan birisidir. Sohbet, Ashabı Kiram’ın sanat ve mesleğidir. Sohbet, Nakşibendî yolunun esası ve temelidir.
Habib-i Kibriya (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, bütün dünyada İslâm’ın şaşırtıcı bir hızla yayılmasıyla neticelenen hizmetini, sohbetle insanları yetiştirerek başlatmıştı. O’nun sohbetiyle terbiye olan ve en şerefli nesil olma lütfuna eren bu insanlara Ashab-ı Kiram denilmektedir ki, bu ifadenin bir manası “sohbetle yetişenler, olgunlaşanlar”dır.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere bir araya gelirse, melekler onların etrafını kuşatır. Allah’ın rahmeti onları kaplar, üzerlerine sekinet iner ve Allah Teâlâ onları yanında bulunanlar arasında zikreder.”25
Allah’ı zikretmek, O’nu anlatmak, Resulü’nün sünnetinden ve yolundan gidenlerden bahsetmek ne büyük lütuf! Sohbet meclislerinde, hadis-i şeriften de anlaşılacağı gibi, akıl ile izah etmekte zorlanacağımız manevi işler cereyan eder. İnsan ruhunun ihtiyacı olan manevi gıdalar ikram edilir, kalpler huzur bulur. Meleklerin teşrif ettiği ruhanî bir meclis kurulmuş olur.
Salih insanlarla dost olmak ve beraber bulunmak konusunda pek çok ayet ve sahih hadis mevcuttur.
“Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olunuz”26 ayeti, Allah dostları ile beraberliğin ve sohbetin temelini oluşturur.
Göz gönlün penceresidir, kulak kalbin habercisidir. İnsan devamlı gördüğü ve işittiği şeylerin esiridir. Bunun için Cenab-ı Hak, “Sakın zalim ve günahkâr kimselere yaklaşmayın, yoksa size de ateş dokunur”27 buyurarak, kötülerle aynı mecliste olmak bir yana, onlara yakın olmanın bile nasıl kötü sonuç vereceğine dikkat çekmiştir. “Kalpleri birbirine benzedi”28 ayeti de aynı fikri paylaşan ve aynı atmosferde yaşayan insanların benzer tavırlar sergilediğini göstermektedir.
İnsan bir kimse ile beraber olmaya devam ederse, önce onun haline rıza gösterir, sonra onun tarafına meyleder, peşinden kendisini taklit eder. Bütün bunlar sohbet ve beraberliğin sonuçlarıdır. Hz. Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz: “İnsan arkadaşının dini ve gidişi üzeredir; bunun için herkes kiminle arkadaşlık ettiğine iyi baksın”29 buyurarak insanın, insanı nasıl etkilediğine dikkat çekmiştir.
Nakıs olanlar, kâmil insanlara baka baka önce noksanlıklarını görürler. Sonra güzelin ne olduğunu öğrenirler. Peşinden iyiliği sever, iyi insan olmaya niyetlenirler. Güzel olan çeker, kuvvetli olan etkiler. İnsan fıtratı gördüğüne meyleder. İyileri gören kimsenin kalbinde iyi duygular yeşerir, kötülerle oturup kalkanın içinde ise kötülükler beslenir.30
İnsan, ya hak ya batıl yoldadır. Herkes, fıtrat ve sıfat olarak önceki nesillerden kimlere benzediğini, kimlerin hal ve ahlakı üzere gittiğini, düşünüp halini değerlendirmelidir. Onların başına gelenler, takipçilerinin de başına gelir.
Fakih Ebü'l-Leys (r.ah) der ki: Senedleriyle bize kadar ulaşan bir rivayete göre, Şehr b. Havşeb (rh.a.) demiştir ki: Bir rivayete göre, Lokman (a.s) oğluna şu tavsiyede bulunmuştur:
"Oğlum! Şayet Allah'ı zikreden bir topluluk görürsen sen de onların arasına katıl. Zira eğer sen âlim isen, bu davranışınla ilmin sana fayda verecektir. Eğer cahil isen, onlar sana bir şeyler öğretecektir. Umulur ki, Allah Teâlâ onlara rahmetiyle nazar eder ve sen de bu rahmetten nasiplenirsin. Eğer Allah'ı zikretmeyen bir topluluk görürsen onların arasına karışma, onlarla birlikte oturma! Eğer onların arasına karışırsan, âlim isen, bu yaptığınla onlardan hiçbir fayda göremezsin. Yok, eğer cahil isen daha da sapıtırsın. Bununla beraber şayet Allah Teâlâ onlara gazabını indirirse, sen de bundan nasiplenirsin."
Kıssa
Süfyan b. Uyeyne (r.a) şöyle diyor:
İnsanlar bir yerde toplanıp, Allah Teâlâ’dan bahsettiklerinde, şeytan ve dünya oradan uzaklaşırlar. Şeytan dünyaya derki;
“Bu insanların ne yaptığını görüyor musun?” Dünya; “Şimdi onlara yaklaşma. Birbirlerinden ayrıldıkları zaman, ben onları tek tek yakalar sana teslim ederim.” der.
İslâm ahlâkını öğrenmek, birbirleriyle kardeşlik kurmak, ayrılığı, tefrikayı bertaraf etmek için bir araya gelip sohbet eden müminlere melekler dahi gıpta ederler.
Seyyid Abdülkadir-i Geylani (k.s) hazretleri şöyle buyurmuştur: ‘’Allah dostlarıyla salihlerle beraber ol. Onların sohbetlerinde bulun. Böylece Allah’ın onlara olan yardımı sayesinde sen de güçlenirsin. Sen de onların gözü ile görürsün. Allah da tıpkı onlarla övündüğü gibi seninle de övünür.‘’ 31
İmam-ı Rabbani (k.s.) der ki: “Gönül dalgınlığının ilacı; gönlünü Allah Teâlâ’ya vermiş olanların sohbetidir.”
Eğer bu sohbetler iyi değerlendirilirse, insanlar süflilikten kurtulur, yüksek derecelere kanat açarlar.
Sohbetin bu önemi sebebiyle büyükler, “yolumuz sohbet üzerinedir” buyurmuşlardır. Dolayısıyla, sohbeti terk eden, büyüklerin tarif ettiği yolu terk etmiş olur. Ayrıca sohbet müekked bir sünnet olduğunu da bilmemiz gerekir.32
Hâce Alâeddin Attâr (k.s.) hazretleri son hastalıkları sırasında dostlarına şu vasiyeti yapmıştır:
“(Din hususunda) gelenek ve görenekleri terk ediniz. Halkın âdet edindiği şeylerin tersini yapınız. Birbirinizden razı olunuz. Nebî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelişi, beşeriyetin çirkin âdetlerini kaldırmak içindir. Birbirinize destek olunuz. Kendinizi öne çıkarmayıp kardeşinizi nefsinize tercih ediniz. Her işte azimet yolunu takip ediniz ve mümkün oldukça o yoldan ayrılmayınız. Sohbet sünnet-i müekkededir. Bu sünnete sürekli uyunuz. Gerek fert, gerek cemaat olarak sohbet sünnetini terk etmeyiniz. Eğer bu söylenen işler üzere istikametten şaşmazsanız benim bütün ömrüm boyunca kazandığımı sizler bir nefeste elde edersiniz. Böyle yaparsanız ahvaliniz daima terakki eder. Şayet bu sıfatları terk ederseniz kesinlikle perişan olursunuz.” 33
Menkıbe
Ashab-i Kiram’dan Ebu Vakid el-Leysî (r.a.) anlatıyor:
Bir gün mescitte bir grup insanla beraber Efendimiz’in (s.a.v.) huzurunda bulunuyorduk. O esnada üç adam kapıda göründü. Biri içeri girmeden gitti. Diğer ikisi ise girip Efendimiz’in (s.a.v.) yanına kadar geldiler. İçlerinden birisi, halkada gördüğü bir boşluğa oturdu. Diğeri ise, yer kalmadığı için ve kimseyi de rahatsız etmemek düşüncesiyle halkanın hemen arkasına oturdu.
Bir müddet sonra Resul-i Ekrem (s.a.v.) sohbetinin bir yerinde şöyle buyurdular:
“Size şu üç kişinin halini anlatayım mı? Halkaya oturan birincisi Allah Teâlâ’ya sığındı. Allah da onu himayesine aldı.
İkincisine gelince o kimse Allah’tan hayâ etti, edebe sarıldı. Allah Teâlâ da o kulundan hayâ etti; onu azabından emin kıldı.
İçeri girmeyen diğerine gelince; o, bu meclisten yüz çevirdi. Allah da ondan yüz çevirdi.”34
Kulun gün içinde şu dört ameli yapması müstehaptır: Oruç tutmak, sadaka vermek, hastaları ziyaret etmek ve cenazeye katılmak. Bu, müridlerin yoludur. Onlar bu tür işlere büyük bir istekle koşarlar. Bir hadiste, bu amelleri yapan kimsenin günahlarının affedileceği bildirilmiştir. Başka bir rivayette ise: “O kimse, cennete girer.”35 buyurulmuştur. Yalnız üçünü veya ikisini yapabilen kimselere, güzel niyetlerinden dolayı hepsini yapmış gibi sevap verilir.
Kul namazları cemaatle kılmayı hiç bırakmamalıdır. Özellikle ezanı işittiğinde veya mescidin civarında bulunduğunda, namazlarını hep cemaatle kılmalıdır.
Saîd b. el-Müseyyeb şöyle demiştir: “Beş vakit namazı cemaatle kılan kimse, karaları ve denizleri ibadetle doldurmuştur.”
Ebu’d-Derda (r.a), yemin ettiği pek duyulmadığı halde şöyle demiştir: “Allah’a yeminle söylerim ki, şu üç amel Allah’ın en çok sevdiği işlerdendir. Sadaka vermek, cemaatle namaz kılmak üzere mescide gitmek ve insanlar arasını ıslah etmeye çalışmak.”
Sonuç olarak müminlerin kemâlâtı Allah'ın dinini yaşama derecelerine bağlıdır. Bu mesele seyr i sülûk olarak karşımıza çıkar.
İnsan bedeninin maddi gıdalara ihtiyacı olduğu gibi, ruhun da manevi gıdalara ihtiyacı vardır. Vücudun tesettürü nasıl elbise ile sağlanıyorsa, ruhun kirlerden muhafazası da manevi hayatımızın, letaiflerimizin temizliğine bağlıdır. Yani ellerimizin, gözlerimizin, dillerimizin temizliği, bir manada nefislerimizin terbiyesine, kalplerimizin temizliğine bağlıdır. Kalbi temiz olmayanın dilinden doğrular çıkmaz. Kalbini temizlemeyenin, nefsini arındırmayanın gözleri zinaya, kulakları gıybete yönelebilir. Çünkü nefis, hakikati ve kalpteki nuraniyeti söküp atmak ister.
Anlaşılıyor ki ruh bedene, beden de ruhun kemâlâtına bağlıdır. Ruhu asıl vazifesine yükseltebilmek ve kalbi yaradılıştaki ruhani sırlara ulaştırabilmek için bedeni terbiye etmek, kalbi arındırmak lazım gelir.
İnsanların dünyada ve ahirette saadet ve selamete kavuşması, kalbin temizliğine, nefsin tezkiyesine bağlıdır. Şuara Suresi'nde, "O gün ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah'a temiz bir kalple gelenler kurtulurlar." buyuruluyor. Bu temiz kalpten murad, masivadan arındırılmış kalb-i selimdir. Her birimizin kalbi var olmasına var ama Rabbimiz, her birimize kalplerimizi sağlam, temiz ve itminan olmuş bir kalbe çevirmemizi ferman buyurur. Onun için Allah Teâlâ peygamberleri birer kalb-i selim numunesi olarak ümmetlerine göndermiştir. İşte tasavvufun ve seyr i sülûkun bir anlamı da kalb-i selime kavuşmaktır.
Tasavvufta seyr i sülûk yapan kimselere mürid, salik, muhib, mürşid gibi makamlar verilir ki, bunlar kazanılmış olan meziyet ve kabiliyetlere göre bazı mertebeleri ifade etmek içindir. Mürid, irade eden, dileyendir. Hakiki müridin iradesi Allah'ın rızasıdır. Kul ne amel ederse etsin en son kavuşacağı makam, "Ey Rabbim! Sen benim maksudumsun. Ancak senin hoşnutluğunu isterim." halidir.
Allah Teâlâ, sadatların dua ve bereketiyle bizleri maddi ve manevi gıdalardan her daim nasipdar eylesin, niyetlerimizi kendi rızasına çevirsin inşallah. Âmin…
Dostları ilə paylaş: |