LONDRA, 07/05(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Observer'ın 06 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Peter Beaumont imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
İstanbul'un Beyoğlu semtindeki kalabalık İstiklal Caddesi'nde, Türkiye'nin 21. yüzyıldaki iç çelişkisi sahneleniyor. Biri orta yaşlı diğeri daha genç iki kadın, vitrininde tahrik edici şekilde iç çamaşırı sergileyen bir mağazadan çıkıyor. Her ikisi de, kendilerini İslamiyetin muhafazakar ve dindar tabakasından olduğunu ortaya koyan başörtüsü takmışlar ve uzun etek giymişler.
Şehrin merkezine onlarca kilometre uzaklıktaki varoşlarda, beş katlı bina büyüklüğündeki ilan panolarında, mankenler iç çamaşırı ve bikini teşhir ediyor. Başı kapalı kadınlar, ellerinde alışveriş çantaları ve çocukları, yarı çıplak kadınlara ilgisiz bir şekilde, bu reklam panolarının altından geçip gidiyor.
Türkiye 22 Temmuz'da, Türk Devletini geçen hafta etkisi altına alan tehlikeli siyasi ve anayasal krizi çözmek için ilan edilen erken seçimlerde oy kullanılırken, başörtüsü ile özgür ve modern kadın arasındaki tezat, ülkede yaşanan tartışmanın yine ön saflarındaki yerini alacak.
Bu, bir kez daha oldukça yanıltıcı olacak. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki ılımlı İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisinin bakanlarından Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığına atanıp atanmamasını konusunda, geçen birkaç hafta içinde yaşanan zıtlaşma, ülkenin dinsel olduğu kadar, sosyal nedenlere de bağlı olan derin fay hatlarına uzanıyor.
Bu, başörtüsü ve reklam panolarındaki resimler gibi sembollerin, modern Türk yaşamında gerçekler kadar önemli olduğunu gösteren bir kriz. "Cumhurbaşkanı kim olmalı" sorusunun tetiklediği bu son kriz, yargı, ordu, bürokrasi ve -şimdiye kadar- cumhurbaşkanlığını kontrolü altında tutan Türkiye'nin laik muhalefeti ile devletin gizlice İslamlaşmasına izin vermekle suçlanan AKP'yi karşı karşıya getirdi.
Türkiye'nin güçlü ordusu geçen hafta, Gül'ün ve başörtülü eşinin Ankara'daki Cumhurbaşkanlığı konutuna geçmelerini engellemek isteyen muhalefetin tarafında yer alarak, bu tartışmaya müdahale etme tehdidinde bulundu.
Ardından, ana muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi lideri Deniz Baykal'ın "çatışma riski" uyarıları arasında, muhalefetin Gül'ün seçilmesi için yapılan Meclis oturumunu boykot etmesinin ardından, Anayasa Mahkemesi oylamayı iptal etti.
Ancak gelişmelerin ardındaki gerçek bu kadar basit değil. Sorun, İslamiyet kadar siyasi güç ve sınıfla da ilgili. Basite indirgenmiş anlatım, bazı münasebetsiz gerçekleri gizliyor: Bu gerçekler arasında, Erdoğan'ın laikliğe açıkça verdiği destek, lider kadrosunun İslamcı damgasını reddettiği bir AKP ve AB üyeliğini elde etme ve yabancı yatırımları çekme amaçlı bir program yer alıyor.
Ancak bu çatışmayı körükleyen faktör, göründüğünden daha dünyevi. Bu, Türkiye'yi geleneksel olarak yönetmiş ve aynı zamanda laik olan varlıklı, iyi eğitim almış ve Batılılaşmış seçkinlerin, kentli yoksullar ile alt orta sınıfın oluşturduğu muhafazakar, dindar ve giderek güçlenen bir grup tarafından kenara itilme korkusu.
Türkiye'nin içinde bulunduğu çatışmanın açıklaması, büyük ve modern varoşlarda anlaşılabilir. Bazen kırsal kesimdeki köylerin tamamı, hızla inşa edilen apartman bloklarını işgal etmek için boşalmış. Eski Türkiye'ye rakip yeni bir Türkiye'nin yaşadığı bu bloklar, AKP gibi partilerin oy topladıkları seçim bölgelerini de oluşturuyor.
Zaman gazetesi yazarı ve Ankara'daki Orta Doğu Teknik Üniversitesi Profesörü İhsan Dağı, "Geçen haftalarda yaşadıklarımız, son derece anti-demokratikti. Karşımıza 'meclis AKP tarafından kontrol edildiği için cumhurbaşkanını seçemeyiz' diyen bir (laik) muhalefet çıktı" diyor. Türkiye'deki yerleşik düzen de bunu istemediği için, seçimin boykot edildiğini ve ordunun müdahale tehdidinin gölgesi altında oyunun kurallarını değiştirdiğini belirten Dağ, "Ancak kriz henüz yatışmadı. AKP, temmuz ayındaki genel seçimlerde oy oranını yüzde 30'dan yüzde 35'e, hatta yüzde 40'a çıkaracak gibi görünüyor. Bu da AKP'nin, Mecliste karar yeter sayısı için gereken 367 sandalyeye sahip olması ve Cumhurbaşkanlığına kendi adayını seçebilmesi anlamına geliyor" şeklinde konuşuyor.
Prof. Dağı, Türkiye'nin bir radikal İslamlaşma sürecinden geçtiği konusuna şüpheyle yaklaşıyor ve gerçek meselenin, bir zamanlar Türk ekonomisi ve siyasi hayatında yer alanların şimdi "görünürlüğü" kaybetmelerinin, kendilerini modern Türkiye'nin kurucusu Kemal Atatürk'ün fikirleriyle özdeşleştiren seçkinleri alarma geçirmesi olduğunu ifade ediyor.
Türklerin sadece yüzde sekizinin bir İslami devlet istediğini ve yüzde 22'sinin laikliğin tehlikede olduğunu düşündüğünü gösteren bir kamuoyu yoklaması gerçekleştiren TESEV adlı araştırma kurumunun savı şu: "İslamcı gruplar, Türkiye'nin siyasi ve sosyal modernleşmesinin bir parçası haline geldi, ancak merkez hala bu grupları dışlamaya çalışıyor. Başörtüsünün sosyal yaşamda giderek artan belirginliği dahi, kökenleri itibariyle dezavantajlı durumda olan Türk kadınlarının, Türkiye'nin sosyal hayatına daha iyi erişebilmeye başladıklarının bir göstergesi. Bu cumhuriyetçiliğe bir meydan okuma değil, tam terine onun bir zaferi."
Aynı araştırma, ankete katılanların varlık ve eğitim düzeyleri arttıkça, laikliğe karşı tehdit korkusunun da büyüdüğünü gösteriyor. Türkiye'deki İslamcı hareketler konusunda çalışma yapan ve bunların ülkedeki nüfuzları kendisini korkutan Dr. Nilüfer Narlı gibi laikliğin sadık savunucuları bile, meselenin, başörtüsünün giderek yaygınlaşmasından çok daha karmaşık olduğunu kabul ediyor.
İslamın, devlete yavaş yavaş nüfuz ettiği inancıyla endişelenmeye devam eden Narlı, dönüşümün dinsel olduğu kadar sosyal değişimden de kaynaklanabileceğini kabul ediyor ve "Burada asıl görmemiz gereken, alt orta sınıflardaki çeşitliliğin muazzam ölçüde genişlemesidir. Aileleri dini açıdan muhafazakar olan küçük ve orta ölçekli iş sahiplerinin, çok büyük oranda Anadolu'dan kentlere akın ettiğini gördük. Bu kişiler, (hükümetin seçilmesinden bu yana ortalama yüzde yedi oranında büyüyen) ekonominin canlılığından en fazla istifade eden kesimi oluşturdu" diyor. Narlı, dindar kadınların sosyal alışkanlıklarında da dönüşüm yaşandığına dikkat çekiyor ve şöyle diyor: "Eskiden başörtüsünü, kentli ya da kırsal yoksul tabakadan gelen kadınların taktığını görürdünüz ve bu, vücudu gizleyen uzun pardösülerden oluşan tek tip üniforma gibiydi. Şimdi ise, kadınların, makyajla birlikte başörtüsü taktığı ve vücuda oturan kıyafetler giydiği değişik stiller görüyorsunuz. İşte bu, giderek artan sosyal canlanmanın bir parçası."
Bunların hepsi, şu kritik soruda kilitleniyor: Türkiye İslamlaşıyor mu, yoksa bir zamanlar fakir ve kötü eğitim almış ailelerden gelen Müslümanlar modernleşiyor mu?
Bu, geçmişi siyasal İslama dayanan Abdullah Gül örneğine de yansıyan bir bilmece. 1995 yılında The Guardian gazetesine yaptığı, "laikliği sona erdirmek" istediği yönündeki açıklamasını, cumhurbaşkanlığına karşı olanlar yeniden gündeme getirdi. Ancak 1997 yılında ABD'nin Christian Science Monitor adlı günlük gazetesine verdiği demeçte Gül, "İslamcı başörtüsü ile mini etek giyenlerin el ele yürümelerini" hayal ettiğini söylemişti.
Ancak AKP, laiklik yanlılarını hiç telaşlandırmayacak bir politikaya daima bağlı kalmadı. 2005 yılındaki zinayı suç sayma girişimi, demokratik tartışmalarla engellendi. Türk siyasetinde adam kayırmacılık çok alışılmamış bir şey olmasa da, AKP'nin bütün önemli görevleri tekeline aldığı şüphelerine yol açan, Merkez Bankasına İslamcı bankacılık geçmişine sahip birinin beceriksizce atanma girişimi de hafızalarda yer etti.
Ancak bir başka soru daha kafaları kurcalıyor: 1960'tan bu yana, en son da 1997 yılında, dört hükümeti deviren, İslamlaşmaya karşı olduğunu açıklayan ve çekişmeli zamanlarda Türkiye'nin "kurtarıcısı" olduğuna inanan ordu, kendini müdahale etmekten alıkoyabilecek mi?
Robinson Crusoe Kitabevinde çalışan ve kendisini bir solcu olarak tanımlayan 25 yaşındaki Salih Ertürk, "Biz Türkler, yerine göre orduyu severiz, yerine göre de nefret ederiz. Ordunun karışmaya başladığını hissettiğimiz zamanlar, bundan hoşlanmıyoruz. Ancak hala ordunun bizi koruduğu yönünde yaygın bir duygu var" diyor.
Dostları ilə paylaş: |