c) E r i u g e n a :
Johannes Scottus Eriugena (810-877?) hristiyan skolastik felsefesinin ilk temsilcisidir. Dokuzuncu asrın ortalarında yaşamış, aslen irlanda'n, sonradan Fransa'ya geçmiş bir hristiyan papazdır. Kel Şarl diye bilinen Fransa Kralı II. Charles (823-877) m himayesindeki Palâtina Akademisi'ni yönetmiştir.
Zamanın hristiyan düşünce seviyesinden çok üstün görüşlere sahip olan Eriugena kader münakaşalarına da katılmış ve bu yüzden kilisenin sempatisini kaybederek azizlik mertebesine yükselememiştir. Hatta kilise akaidine aykırı fikirler taşıdığı gerekçesiyle eserleri 1225'de Paris'te yakılmıştır.102
Kader üzerine yazdığı De Divina Praedestinatione (ilâhîtakdir) ve De Divisione Natural isimli tabiat felsefesi meşhurdur ve bu eserleri 1681'de yeniden neşrolunmuştur.
Eriugena'ya göre «kâinat Allah tarafından yaratılmıştır. Yine ona dönecektir. Yaratma, merkezleri aynı olan bir «ahenkli dâireler» hey'et-i umumiyesidir ki burada yayılan, kendi kendini anlatan, genişleyen ilâhî mâhiyetle, kendi üzerine kıvrılmak, toplanmak, tekrar Allah'a dönmek isteyen âlem, yahut dâire çevresi, durmaksızın birbirleriyle karşılaşırlar, însan ilminin gayesi, eşyanın ilk sebeplerinden nasıl çıktığını ve bunların nasıl cinslere, cinslerin nevilerine ayrıldığını tam olarak bilmektir. Bu şekilde anlaşılan ilme «dia-lektik» adı verilir ve bu da «fizik» ve «etik»e ayrılır. Hakiki dialektik sofistlerinki gibi insan muhayyilesinin veyahut aklımızdan g şici bir arzusunun eseri değil fakat her ilmin ve her sanatın yaratıcısı (L'auteur) tarafından eşyanın bizzat mahiyetinde temeîlendirilmiş olan bir şeydir. En yüksek noktası olan ilim ve hikmetle, insan ruhu, tabiatın üstüne yükselir ve Allah'ın aynı olur. Allah'a bu dönüş, umumiyetle tabiat için, insanda; insan için İsa'da ve hristiyanda; hristiyan için, hikmet ve ilim zihniyeti vasıtasıyla, onun Allah ile olan tabiatüstü ve zatî birleşmesindedir. Nasıl ki herşey Allah'tan geliyorsa gene herşeyin Allah'a dönmesi mukadderdir. Necat için «önceden takdir edilme», fakat «kullî takdir edilme» (predestination üniverselle) vardır...Düşmüş bütün melekler, düşmüş bütün insanlar, bir kelime ile bütün varlıklar Allah'a döneceklerdir. Cehennem azapları sadece manevîdir. Faziletin Allah'ı görmek veya vasıtasız olarak bilmekten başka mükâfatı, günahın vicdan azabından başka cezası yoktur. Cezalarda keyfî olan birşey yoktur. Bunlar ilâhî kanunun menettiği hareketlerin tabîî neticeleridir.»
Eriugena bir vahdet-i vücut felsefesi yapmaktadır. Bu anlayış içinde Allah'ın ilmi ve fiillerini bakınız nasıl izah etmektedir; «Halk (yaratma) Allah'ın bir «işrak»ından ibarettir. Allah herşeyi görmüş ise onu daima yapmış demektir. Çünki Allah'ın bir şeyi görmesi fiilinden önce olmaz, fiille birlikte olur. Yaparken görür, görürken yapar. Allah herşeyin cevheridir. Bu şeyler Allah'ın dışında bulunamazlar. Bütün şeylerin gerçeği ancak Allah'tır. Aslında gerçek olarak ve bil-nassa o olmayan hiçbirşey yoktur. Allah ile yaratığı iki şey değil, yalnız bir vücut ve o olarak düşünülebilir. Zira yaratık Allah ile bulunabildiğinden tarifi imkânsız bir harika gibi görünür. Onunla, görülmeyen görülür, anlaşılmayan anlaşılır, gizli ve aşikâr bilinmeyen bilinir. Sureti olmayan belli bir suretle zata ait olanların üstündeki zâtı olanlar, tabiatın üstündeki tabîî şeyler, hasılı her şeyde fail, kendi eseri olarak tecellî eder. «Bizim hayatımız Allah'ın hayatıdır. İnsanda Allah'ı bilmek bir ilham işi, Allah'ın insanda tecellîsidir.103
Johannes Scottus Eriugena'da daha önce Saint Augusti-nus'ta gördüğümüz koyu bir dînî fatalizmin bir ölçüde yumuşadığı müşahede edilmektedir. Cezaların ilâhî kanunun me-nettiği hareketlerin tabîî neticesi olduğunu ifade etmesi, kişinin ferdî sorumluluğunu, onun serbest hareketleriyle te-mellendirmesi manasına gelmekle birlikte yine de «küllî takdir edilme» şeklinde de olsa necat için «önceden takdir edilme» yi kabul etmiş olması, kayıtsız mutlak bir hürriyet anlayışının bulunmadığını göstermektedir. Allah'ın görmesi, dolayısıyla ilmini fiille birlikte, fiil anında kabul etmesi, kaderi inkâr eden Mu'tezile gibi düşündüğü intibaını vermekte ise de her şeyde esas failin Allah olduğu, hatta bizim hayatımızın Allah'ın hayatı olduğu ifadesi Eriugena'nm kaderciliğini gösterebilecek bir başka örnektir. 104
d) Saint Anselme:
Scottus Eriugena'dan sonra, bir rahipten ziyade, gerçek bir filozof vasfım haiz olan Saint Anseîme (1033-1109) dikkatleri çekmektedir. Aoste'da doğmuş ve Cantorbery başpiskoposu olarak aynı şehirde ölmüştür. 105
Saint Anselme çağında düşünceleri itibariyle ikinci Augustinus olarak isimlendirilmiştir. Ortaçağın en büyük hris-tiyan skolastik filozofu olan Saint Anselme, Allah'ın varlığı konusunda bilâhare Descartes (1596-1650), Spinoza (1632-1677), Leibniz (1646-1716), Hegel (1770-1831) gibi filozoflar tarafından da benimsenmiş olan «Burhân-ı vücûdî» (Onto-lojik delil) nin mucidi olarak kabul edilmektedir. 106Halbuki Saint Anselme'den bir buçuk asır önce yaşamış olan İslâm filozofu el-Fârâbî (339/950) de bu delilin unsurları mevcut bulunmaktaydı. 107Saint Anselme, felsefeyi bir îman açıklaması olarak tarif etmektedir. «Anlamak için îman ediyorum» diyordu. Ona göre anlamak için inanmak mecburiyeti vardır. Ama inanılan şeyi anlamak için de çaba sarfetmek gerekir. İnanca baş-yeri vermemek, kendini beğenmişliktir, fakat sonra da akla başvurmamak savsaklıktır. 108
Saint Anselme de Saint Augustinus gibi âlemin yoktan var edildiğini kabul etmektedir. Ona göre yaratılmadan önce eşya Allah'tan ayrı olarak kendileri için var değillerdir, îşte içinden çıkarıldıkları yokluk budur. Fakat Allah için ve Allah'ta fikir halinde ezeli olarak vardırlar. Yaratılmalarından önce vardılar, şu manada ki yaratıcı onları önceden görür ve var olmalarını önceden takdir eder. 109
Saint Anselme'ye göre şahsi ve değişen her irâdenin üstünde devirlere ve âdetlere göre kader, adalet, şeref, vazife adını alan mutlak, değişmez, bozulmaz bir irâde gerçeği vardır. 110
Görülüyor ki Saint Anselme de muakkibi olduğu Saint Augustinus gibi mutlak, kayıtsız bir hürriyet anlayışına çok uzak bulunmaktadır. O da tipik bir hristiyan kaderciliği içinde görünmektedir. 111
e) Aquino'lu Saint Thomas:
Napoli yakınlarında Aquino'da 1225 (1227) de bir kontun oğlu olarak dünyaya gelen Saint Thomas Paris-Kolonya arasında yaptığı ilmî seyahatlerin birinde 1274'de ölmüştür. Saint Dominieus (v. 1264) tarikatına girmiş olan Saint Thomas, Aristo'nun büyük sarihlerinden Albertus Magnus (Büyük Albert, 1200-1280) un talebesi olmuş ve arapçadan lâ-tinceye çevrilmiş eserlerinden Aristo'nun fizik ve metafiziğini okumuştur.112
Saint Thomas, bir hristiyon-katolik filozofu olarak Allah'ın ilmi ve iradesi konusunda şöyle düşünmektedir: «Allah'ın ilmi, nazarî ve itibarî değil, apaçık ve anîdir. Allah'ın hem kendine ve hem de başkasına taalluk eder. Bu sade umumi ve mücerred bir tarzda değil, bütün varlıkların kemalini kendinde topladığı için, kudsi ve yüksek bir tarzda biliştir. Bütün müşahhas şeyleri oldukları gibi, diğer bütün eşyayı bildiği aynı fiille bilir. Allah'ın ilminde küllî mefhum tecrid ile husule gelmiş birşey değil, bilakis cüz'îlerin mebdei olarak vardır. Bundan dolayıdır ki Allah cüz'îleri de görür. Allah'ın kendi seviyesinin altındaki küçük şeyleri, eşyanın cü-zü'lerini bilmesi Aristo'nun zannettiği gibi ona bir nakısa değildir. Allah'ta iki türlü ilim vardır. Bunlardan biri görme, diğeri de idrak ilmidir. 113
Allah'ın irâdesi de vardır. Çünki irâde idrakten çıkar. Hayra yönelmek iştiyak ve arzudan başka birşey değildir. Lâkin arzunun ilgilendiği şey, hissî olduğu zaman, hissi arzu, aklî olduğu zaman aklî arzu denilir ki irâde de budur. İrâde dahî esas itibariyle Allah'ın kendisinden ibaret ise de nazarî olarak tecrid yoluyla farkına varılır. 114
Saint Thomas'a göre Allah'ın irâdesi zarurîdir ama bu zaruret mutlak bir zaruret değildir. Burada biri mutlak, diğeri de şarta bağlı olmak üzere zarureti ikiye taksim etmektedir. (Meselâ filân oturuyor, kazıyyesi şart ile zarurî bir kaziyyedir. Çünkü oturmuş olmak şartı ile o kişinin ayakta durma ihtimali önlenmiştir. Fakat bir mutlak, bir zaruret değildir, îşte sonra olan şeylere nazaran Allah'ın iradesi de böyledir.) . Allah'ın bir «önce gelen irâdesi» bir de «sonraki irâdesi» diye iki irâdesi vardır. Önceki, aslî ve mutlak irâdedir. Sonraki ise fer'î iradesidir, tlâhî irâde kayıtsız bir irâde değildir. Allah'ın hürriyeti, arzu ve keyif ile bir manaya gelmez, zaruretle aynı şeydir.115
Saint Thomas şu görüşüyle de insan hürriyetine temel aramaktadır: «Allah kendi lutfuyla tabiata dahil eşyaya bizzat fail bir illiyet verdiği oranda tabiatın cereyanı ve insan az çok muhtariyete sahip olur. Böylece tabiatın cereyanı sırasında tesadüflere ve hür irâde ile Allah'ın dünyayı idaresi keyfiyetini telif etmek mümkündür. 116
«İnsan irâdesi de Allah'ın iradesiyle, ilâhî akıl vasıta-l sıyla Allah'ın hikmetine bağlanmıştır ve irâde hür olarak seçebilir. Lâkin kararı ilmine dayanarak verir. 117 Nasıl zekâ nın kendi kendisi olmaktan çıkmadan uzaklaşamıyacağı bi: prensibi (akıl) varsa, böylece irâdenin de hür olmaktan çık madan ayrılamıyacağı bir prensibi vardır: İYİ İrâde zarurî olarak iyiye doğru gider. Fakat şehvet fenaya doğru gider ve böylece irâdenin neticelerini felce uğratır. Kaynağı kayıtsız hürriyet veya seçme hürriyetinde değil, fakat şehvette olan günah buradan gelir. 118Keyfî olan «önceden takdir» (predes-tination arbitraire) değil, «ahlâkî önceden tayin» (predeter-mination morale) vardır. Çünki bizzat Allah'ın irâdesi akla tabidir. 119
Görülüyor ki Saint Thomas, seleflerinden çok farklı bir istikamette determinizmden kurtulmak ve insan hürriyetine bir temel bulmak için çaba safretmektedir. Nitekim bu görüşleriyle determinizmi Allah'a teşmil etmiş ve böylece seleflerinin ve bilhassa Saint Augustinus'un düştüğü koyu kadercilik (fatalizm) ten kurtulmak istemiştir. Ne var ki Allah'ın irâdesi konusunda söyledikleri mantıkî esaslarla izah ve is-batı pek mümkün olmayan, sağlamlıktan yoksun, tutarsız görüşlerdir.120
İnsan hürriyetini böyle çürük bir ilâhî irâde anlayışına dayandırmış olması ise selefleri gibi onu da netice itibariyle meselenin açmazına düşmekten kurtaramamıştır.
«Önceden takdir» (predestination arbitraire) değil de «ahlâkî önceden tayin» (predetermination morale) vardır, demesi ise insan hürriyetini temellendirecek mahiyette görünmemektedir, îyi istikametindeki davranışların, irâdenin zarurî yönü olarak kabul edilmesi, buna mukabil sonucu günah olan davranışların şehvete bağlanması anlayışının, «insan iradesinin hür olarak seçtiği» görüşü ile nasıl telif edilebildiği ise izaha muhtaçtır.
Netice itibariyle Saint Thomas'ın da bütün çabalarına rağmen kayıtsız gerçek hürriyetin inkârına yol açan determinizmden kurtulamadığını söylemek mümkündür. 121
2. Hürriyet Probleminin Çözümünde Ortaçağ Düşüncesinin Karakteristiği :
Saint KlĞmens (?-220) ve Origenes (185-254) ile başlayan patristik ortaçağ felsefesi Johannes Scottus Eriugena (810-877?) nm marifetiyle skolastik haline gelmiş ve bir hris-tiyan ilahiyat mektebi halinde devam etmiştir. Saint Thomas (1225-1274) ile skolastik felsefe doruk noktasına ulaşmış ve hatta aynı zamanda inhitata da başlamıştır. 122Bu süre zarfında hür düşünceden ziyade hristiyan dînî inançlarının kayıtlan altında düşünme esas olduğundan ilkçağdaki kadar serbest ve çeşitli fikirlerle karşılaşmak mümkün olamamaktadır. Bir ölçüde plâtonist ve neoplâtonist görüşlerin yanında bilhassa skolastik devirde Aristo (384-322) dan kaynaklanan fikirlerin hristiyanlıkla bağdaştırılma gayreti altındaki kompozisyonlarını görmekteyiz.
Ortaçağ boyunca ilkçağdaki manasıyla bir filozoftan ziyade bir «teozof» (ilâhiyatçı-din felsefecisi) olarak isimlen-dirilmeleri daha uygun olan düşünürler umumiyetle Allah'ın varlığının isbatını ve sıfatlarını felsefe ile izah ve isbat gayreti içinde çaba sarfederlerken felsefenin umumi meseleleri ile de meşgul olmak zorunda kalmışlardır. Bu meyanda gerek Allah'ın ilmi ve gerekse irâde ve kudreti gibi sıfatlarla meşgul olurken mesele kendiliğinden kader meselelerine, kulun irâdesi ve hürriyeti konularına intikal etmiş ve sonuçta örneklerini gördüğümüz gibi azçok farklarla koyu bir kadercilik (fatalizm) anlayışına, hürriyetin inkârına yol açan determinizm anlayışına müncer olmuştur. Allah'ın ilmi, irâdesi, kudreti ile insanın irâdesi ve hürriyeti ilişkisine insanın yapısı itibariyle sıyrılamıyacağı zaman perspektifinden baktık-j lan içindir ki, ilkçağda olduğu gibi, açmazdan kurtulama inanmışlardır.
Skolastiğin sonlarını temsil eden Saint Thomas'da gördüğümüz hür irâde anlayışı meyli ortaçağ sonlarında gide rek daha fazla taraftar toplamağa başlamıştır. Bunda Sain^ Thomas'ın sağlığında kurulan dört Paris Fakültesi'nin büyülj ölçüdeki tesiri ile ilahiyatın dışında felsefenin müstakil ola! rak ele alınmaya başlaması rol oynamıştır. Serbest düşüncenin bu sonucu doğuracağı zaten daha önceleri de serbest düşünceleriyle kendini gösteren Abelard (1079-1122) gibi kilise tarafından aforoz edilerek yakılan filozoflarda belirmişti. Nitekim Abelard: «Allah en yüksek derecede iyi ve mükemmel varlık olduğundan bütün hareketleri zaruridir, Çünki bir şeyin yapılmasının iyi olduğu yerde yapılmaması fenadır. Ve aklın emrettiğini yapmayan kimse onun menettiğini yapan kimseden daha az kabahatli değildir123demek suretiyle determinizmi Saint Thomas gibi Allah'a teşmil etmek suretiyle insan hürriyetini temellendirmek istiyordu. Ama «nasıl Allah'ın hareketlerini akıl tayin ediyorsa, biz mahlûkların fiillerini de ilâhî irâde tayin ediyor124demek suretiyle de tenakuza düşüyor ve bütün hareketlerimizin failini Alîah olarak gösteriyordu.
Ortaçağda hür irâdeyi üstün tutan serbest düşünüşün ilk gerçek temsilciliğini îrlanda'lı Johannes Duns Scotus (1270-1308) yapmaktadır. Ferde ve hürriyete önemli yer veren bir görüşe sahiptir. Şöyle demektedir: «Akıl karşısında irâde önde gelir ve üstünlüğü vardır ve irâde ruhun kuvve-i asliyyesidir.125
«Ve Allah gibi insan da hürdür. Hürriyeti ondan almamıştır. O, sûrî hürriyete (formel) maliktir. Yani isteyebilir veya istemeyebilir, maddî (materiel) hürriyete mâliktir. Yani «A»' yi isteyebilir, yahut «B» yi isteyebilir. (Seçme hürriyeti, yahut kayıtsız hürriyet)». 126
Duns Scotus hür irâde anlayışını çağımızın bazı İngiliz düşünürlerinin bile halâ tercih ettikleri bir tarzda tecrübeyi çıkış noktası kabul ederek psikolojik açıdan dile getirmiştir. Duns Scotus'a göre «taakkul-i evvel» (tasavvur) (das erste denken) ruh ile haricî eşyanın birleşen faaliyeti ile, yani haricî eşyanın intibalarıyla meydana gelir. İşte bu ilk (taak-kul) gayr-i muayyen ve müphemdir. Onun muayyen ve sarih bir şekil alması ancak irâdenin bu müphem tasavvurlar üzerine dikkatini yöneltmesi ona daha kesinlikle şekil vermesi ve şiddetini artırması sayesindedir. Aksi takdirde daha zayıf olur ve nihayet kaybolur. Tasavvur faaliyeti ancak irâdenin yardımcısı ve tesadüfi bir illettir. Karar vermek irâdeye düşer».127
«Hür irâde, temayüllerini aşabilecek güce sahiptir. Hür irâde o derece serbesttir ki Allah'ın hidayet ve tevfiki bile ancak ona yardımcı olabilir, onu zorlayamaz. Haz ve elem duyguları da irâdeyi belli bir yönde zorunlu olarak yönledi-remez. Sadece irâdenin faaliyetinde ona eşlik eder. Hattâ irâde, aklî zincirlemenin, tasavvurların mekanik zincirinin de dışındadır. Çünkİ eğer bunlara bağlı bulunsaydı bu takdirde insanların hürriyeti ve sorumluluğu yok olurdu. 128
Görüldüğü gibi ortaçağın sonlarında başlayan serbest düşünce, Duns Scotus'un diliyle, insana hiçbir kayıt tanımayan irâde hürriyeti nisbet etme yoluna girmiştir. Ne var ki yine de dînî inançlarının etkisinde, Allah'ın irâdesini anlatırken Duns Scotus ilâhî irâdeye de öncelik ve üstünlük tanımakta ve şöyle demektedir: «Ferdin hür iradesiyle (ihtiyar) (liberum arbitrum) her seferinde yeni bir vakıa meydana geldiği gibi Allah'ın irâdesi de «aslî vakıa» dır. Eğer irâde Allah'ın «künhünü» (mahiyetini) teşkil etmeseydi onun küllî kudreti hakikatte olduğu gibi sınırsız olamazdı. Böylece âlem, Allah'ın hür iradesiyle yaratılmıştır. Allah, onu tamamen başka türlü de yaratabilirdi. Necat için de böyledir. Allah onu Hristos'un vasıtasıyla olmaktan başka bir tarzda da sağlayabilir.129
İşte bu ifadeleriyle de iki asır önce Abelard'm düştüğü tenakuzdan kurtulamamıştır. Dînî inançların gerektirdiği
sınırsız, kayıtsız ve küllî bir ilâhî kudret ve irâde anlayışıyla serbest düşüncesinin ittiği kayıtsız hür insanî irâde anlayışını nasıl telif ettiği hususu açık kalmaktadır. Ortaçağın koyu kaderciliğinden sonra sadece bir imân &
olarak görünen ve mantık kaideleriyle izah ve isbat edilemeyen bu ikili hür irâde anlayışı, giderek, Allah'ın hür irâdesini ve hatta Allah'ı inkâra kadar varacaktır. Aristo'nun kilisece yapılan şerhlerinden değil kendi eserlerinden incelenmeğe başlanması, skoİastiğin yıkılması sonucunu doğurmuş, bunun yerine; «hürriyet taraftarlarının» yine Aristo'nun ama gerçek Aristo'nun fikirlerine dayanarak, putperestliğe kadar varan serbest biri düşüncenin yayılmasını sağlamıştır.
Bu dönemde hürriyet ve hür irâde problemi tamamen! «tecrübe» çıkış noktasından hareket edilerek ele alınmış ver böylece bu konuda gerçek bir «Empirisme» hâkim olmuştur. Ockham'h William (1300-1350), Johannes Buridan (?1300-1358?), Petrus Pompcnatius (1462-1525) gibi isimler bu yoldan hür irâde konusunda yaptıkları incelemelerle şöhret kal zanmışlardır.
Hareket noktalan aynı olan bu düşünürler de sonuçta selefleri gibi, birbirlerinden farklı görünümde neticelere ulaşmışlardır.
Nitekim Ockham'lı William «gerçek mahiyeti bizce bilinemeyen ruhun iki çeşit faaliyet tarzı vardır: İrâde ve müdrike. İrâdenin duygular ve temayüller ile bir arada bulunması tedkik mevzuudur. înkân mümkün olmayan hür irâde vakıası da tecrübeyle sabittir. Bizim ihtiyarımız, dış şartlara bağlı değildir»130derken hür irâdeyi bir vakıa olarak var kabul ettiği halde Johannes Buridan insan hürriyetinin varlığını kabul etmiyor ve şöyle diyordu: «İrâdeyi, zihnî temayüller ile duyguların temayüllerinden ayrı mütalaa etmek lazımdır. İrâde zihin tarafından harekete geçirildiğine veya tamamen müstakil olarak (liberum arbitrum) karar verdiğine göre ya tesir altında kalan (müteesir-münfail) veya müessir (fail) dir. Bu sonuncu şekilde olan ve münhasıran tearuz (opposition) dan ibaret bulunan hürriyetin bize verilmesinden maksat" bizim bu sayede gâî bir nizam olan hakikî ahlâk hürriyetine erişebilmemizdir.» 131 Daha açık bir ifade ile söylemek gerekirse, «insanın seçmesi iyiler arasında en iyi görünene yönelir. 132
Buridan'ın bu görünene mukabil Petrus Pomponatius, «Kader Hakkında» (Du destin) isimli kitabında Allah'ın ezelî ilmi (prescience) ile ilâhî hikmet «önceden takdir» ile «ahlâkî hürriyet» doktrinlerinin ihtiva ettikleri tenakuz üzerinde âdeta memnun olarak uzun uzun duruyor. Ona göre: «eğer önceden Allah herşeyi emrediyor ve görüyorsa, demek ki biz hür değiliz, eğer biz hür isek, demek ki Allah, hareketlerimizi Önceden görmüyor ve zekâ bakımından yaratılana tabi bulunuyor. Bizzat Aristo halledilmesi insan aklının kudretini aşar görünen bu mühim meselede tenakuza düşmektedir. Ne olursa olsun mantık determinizm tarafındadır. 133
Böylece Petrus Pomponatius maddeci bir anlayışla insan hareketlerini kayıtsız hürriyete yer vermeyen bir determinizme bağladığ? halde Allah hakkında da kilise tarafından hiç tasvib edilmeyen çok lakeyd bir görüşü benimsiyor.
İşte ortaçağın tarihî seyri içinde ister koyu kadercilik devirleri olsun, isterse, insana sınırlı veya sınırsız hür irâde tanımaya çabalayan serbest düşünce devirleri olsun, düşünürler; problemin çözümünde ya inkâra ya da fikri tenakuzlara düşmekten kendilerini kurtaramanıışlardır. açısından hürUyet prooıeiunım tıpkı ilkçağ gibi bi t açmaz içinde bulunduğunu söyleyebiliriz. 134
C. Yeni ve Yakınçağda:
Umumî hatlarıyla hristiyanlığm belirlediği hristiyan ortaçağ felsefesinin giderek serbest düşünüşe dönüşmesi ve hatta zaman zaman Allah'ın veya bazı sıfatlarının İnkârı ile sonuçlanan görüşlerin ortaya çıkması felsefe tarihinde yeni bir devrin intikali olarak ele alınmaktadır. Siyâsî tarihte 1453 İstanbul'un fethi ve 1517 reform hareketlerinin başlaması gibi kesin tarihlerle başlatılan yeniçağın düşünce tarihinde bu ölçüde belli noktalardan başlatılması mümkün değildir, insan düşüncesinin birkaç yüzyıldan bu yana uğradığı değişikliklerle geldiği nokta, buna paralel olarak, siyâsî, içtimâi ve iktisadî hayattaki gelişme ve farklılaşmanın kazandığı boyutlar Rönesans kültürünün ve buna bağlı olarak da felsefesinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Eski ile yeninin şiddetli çarpışmaları ve buna rağmen hayret edilecek şekilde birbirleriyle bağdaşarak meydana getirdikleri yepyeni kompozisyonlara sahne olan Rönesans felsefesi, ortaçağın teolojik karakterini terkederek her türlü bağlılıktan âzâde sadece tecrübe ve akim rehberliğinde yeni yeni hakikatler aramağa başlamıştı.
Ortaçağda bariz vasıf olarak görülen kendi içine kapanıklığın ve monotonluğun yerini ilkçağda olduğu gibi çok renklilik ve çeşitliliğe bıraktığı yeni ve yakınçağ felsefesinde sistem sahibi filozoflarının yine de başlı başına müstakil olduklarını söylemek mümkün değildir. Herbir filozofun düşüncesinde ta ilkçağdan, ortaçağdan gelen fikirlerin yanında birbirlerinden de açıkça etkilendiklerini gösteren unsurlar vardır.
Umumi felsefe tarihi içinde hürriyet problemi üzerinde kafa yormuş yeni ve yakınçağ filozoflarının teker teker görüşlerini sıralamak tezimizin plânını çok aşacağı gerçeğinden hareketle daha önceki çağlarda yaptığımız gibi burada da belli başlı filozofların probleme ilişkin fikirlerinden örnekler vermekle yetineceğiz. 135
1. Yeni ve Yakınçağın Bellibaşlı Filozoflarına Göre Hürriyet Problemi: a) Descartes:
Yeniçağ felsefesinin kurucusu olarak telâkki edilen Ren üescartes (1596-1650), Touraine eyaletinin Lahey şehrindej dünyaya gelmiş ve aristokrat bir çevrede yetişmiştir136
Felsefî düşüncelerini geliştirirken serbest düşünce seçmiş olmakla beraber kiliseye de hep saygılı olmuştu. 137
însan ruhu ve varlığı üzerinde çalışmalar yapan Descarj tes'e göre madde âleminde herşey matematik kesinlik ve za] ruretlerle meydana gelir. 138
Halbuki insanda bulunan ruh insan hareketlerinin
sebebidir. İnsan hareketleri ruh ve «ben» (moi) dediğimiz bir iç prensipten, hareket ve itme merkezinden kaynaklanmaktadır.139
Düşünme, insan ruhunun, dolayısıyla varlığının .lelili-dir, «Cogito ergo sum» (Düşünüyorum o halde varım) közü ile Descartes bu gerçeği ifade etmiştir. 140
Cismin kendine mahsus, ruhun da kendine mahsus kanunları vardır. Cisim zarurete tabidir, ruh hürdür. 141 Şu kadar var ki ruh, beyin aracılığı ile beden üzerinde tesirler icra eder, bedenin de ruh üzerinde tesirleri vardır. 142
Descartes'e göre Jrâde, his, karar verme, istek, hareket... ruhun arazlarıdır. 143
Görülüyor ki Descartes'e göre hürriyet ruhî varlık alanında ortaya çıkan bir fenomendir. Bu öyle bir fenomendir ki, «bizi yaratanın herşeye gücü yetse de, hatta bizi aldatmaktan zevk duysa bile, yine kendimizde bir hürriyetin varlığını duymaktan geri kalmayız. Bu öyle bir hürriyettir ki, onunla biz istediğimiz zaman iyice bilmediğimiz şeylere inanmaktan sakınmak suretiyle aldanmamızın önüne geçebiliriz. 144
Descartes, hürriyet fenomenini temellendirmek için zamanı, geri çevrilemeyen ve bir keyfiyet olan zamanı Allah'a j tevdi ettiğinden, insanın bütün ruhî hallerinin ezelden berîj verilmiş olduğunu, insanda hiçbir yaratmanın olmadığını ka# bul etmek zorunda kalmıştır. Bu sebepten ötürü, Descartes insanda seçme fiillerini yöneten mekanik bir «ben» (le moi) görüşünü de kabul ederek hürriyeti temellendirmeğe çalışmıştır. (Yani yapmak veya yapmamaktan birini benim seçtiğime inanıyorsam hürüm demektir). Halbuki mekanik bir ben görüşü ile hürriyetin temellendîrilmesi şöyle dursun, tam aksine, hürriyetin inkâr edilmesine gidilir.145
Netice itibariyle hürriyeti bir seçme hürriyeti şeklinde ele alan Descartes bunu da inanca bağlamak suretiyle determinizmin vardığı sonucu red ve İnkâr etmiş olmamaktadır. 146
b) S p i n o z a :
Baruch d'Espinoza (1632-1677) Hollanda'da Portekizli bir Yahudi ailenin çocuğu olarak doğmuş ve ailesinin isteği üzerine haham olmak üzere ilâhiyyât tahsil etmiştir. Ama serbest ve felsefî düşünceyi seçen Spinoza havra tarafından aforoz edilmiş ve La Haye'de zulüm görerek fakirlik içinde Ölmüştür. 147
Hayatı boyunca Allah sevgisi İle dolup taşmış, bu düşünce ile Descartes ve Saint Augustinus'u incelemiş, bunların görüşlerini mistik bir anlayışla birleştirip uzlaştırmayı denemiştir. 148
Vahiy, kehanet, mucize gibi konuları işlediği Tractus Theologica-PoHticus isimli eseri ile ve bilhassa Ethica more geometrico demonstrata gibi eserleri meşhurdur.
Spinoza'ya göre Allah ve kâinat kelimeleri bir tek ve aynı şeyi gösterirler. Geometrinin şekilleri için mekân ne ise, tek tek nesneler için de Allah odur. Mekân geometrik şekillerin varoluşlarının şartıdır. Nasıl mekân olmadan geometrik şekiller bir hiç iseler, nesneler de Allahsız bir hiçtirler.149
Cevher bir tan'î olduğundan ve hiçbir şeye tâbi bulunmadığından, yalnız kendi kendini tayin etmek itibariyle mutlak olarak hürdür. Onun hürriyeti, dıştan gelen zorlama (contrainte) ile değil içten gelen «zaruret» ile aynı manaya gelir. Zaruri olarak tesir etmek, kendi kendini tayin etmek-Ut. Yani fiiller, keyfî olarak rastgele değil mahiyetinin belirlediği şekilde olur. Zorlamak, tesir etmek, kendisine rağmen yabancı bir illet tarafından tayin edilmektir. Daire için yarıçapların eşit olması ne kadar zaruri ve tabu ise, Allah'ın da tesir etmesi ve yaptığı şekilde tesir etmesi o kadar zaruridir. Daire, daire olduğu için yarıçapları birbirine eşittir. Cevher, cevher olduğundan tavırlar altında var olmakta devam eder. Fakat o hürdür. Çünki yabancı hiçbir illet değil, yalmz kendi tabiatı onu değişmeye mecbur ediyor. Mutlak hürriyet aynı zamanda dıştan zorlamayı ve keyfîyi (I/arbit-raire) imkânsız kılar. 150
Kâinattaki bütün olup bitenler zaruri olarak determine edildiklerinden Spinoza'ya göre «bir şeyi zorunsuz dememiz bizim bilgi eksikliğimizden başka birşey değildir». Bu yüzden «insanlar da kendi irâdelerinin şuuru ve yakın bilgisi olduğu için, kendilerini hür sanıyorlar. Fakat bu bir yanılmadır, çünki insanların kendilerini hür sanmaları, istemelerinin sebebini bilmemeleri yüzündendir».151
Allah'tan zaruri olarak çıkan ve onun sıfatı olan madde ve ruh birbirlerine paraleldir. Buradan «fikirlerin düzen ve bağlantısı, nesnelerin düzen ve bağlantısının aynıdır. Buna karşılık nesnelerin düzen ve bağlantısı da fikirlerin düzen ve bağlantısının aynidir. Öyle ise, ruhta fikirlerin düzen ve bağlantısı, bedenin duygulanışlarının düzen ve zincirlemesine göre belirleniyorsa, bedenin duygulanışlarının düzen ve bağlantısı da ruhta, nesnelerin düşünce ve fikirlerinin düzen ve bağlantısına göre belirlenir.» Demek ki madde ve ruhun paralelliği dolayısıyla onların tavırları da birbirine paraleldir.» Şu ve bu fiil ile belli olan herşey, Allah tarafından belli edilmiştir. Allah bir şeyin tesirini belli etmezse o şey kendi kendine belli olmaz... Allah tarafından şu veya bu fiil ile gerektirilen ve belli edilen şey, kendi kendini belli etmemeyi yapamaz. Münferit birşey, bir illet tarafından, o da diğer bir illet tarafından, sonsuzluğa kadar bu şekilde gerektirilip belli edilmedikçe geçip gidemez. Allah'ın meydana getirdiği şeylerin, başka bir tarzda, başka bir düzende olması mümkün değildir.» însan irâdesi de rüzgârı, yağmuru, bulutlan İdare eden kanunlar kadar sabit kanunlar tarafından İdare edilmektedir.152
Bu ifadeleriyle apaçık bir determinizm sergileyen Spinoza'ya göre, madde alanında meydana gelen bir olay ruh alanında bir karşılık bulduğu gibi, ruh alanmda meydana gelen bir olay da madde alanında bir karşılık bulmaktadır. Böyle bir görüş ise, kâinatta tesadüfün olmadığını, her olayın her şuur halinin zaruri olarak başka bir olay, bir şuur hali tarafından determine edildiğini ifade eder. Madde alanındaj «hareket veya sükûn halinde bulunan cisim, bir başka cisim1 tarafından ve böyle sonsuzca hareket veya sükûnla gerekti rilmiş olmalıdır. Demek ki Spinoza'da fikirlerin düzen vt bağlantısı, nesnelerin düzen ve bağlantısının aynı olduğundan madde alanında olup biten bütün olaylar zaruri olarak determine edilmiştir. Çünki ruhta mutlak, ya da hür bir irâde yoktur. Fakat ruhun ya şu ya da bu şeyi istemesi hep birer sebep ile gerektirilmiş olup o da başka bir sebeple gerektirilmiştir. 153
Görülüyor ki Spinoza da hürriyetimizi insanın içinde aramaktadır. însanın dış dünya ile bağlantılı olarak düşündüğü zaman zaruretlerin dışında hiçbir gerçek bulmadığı halde, insanın da hür olduğuna inandığını bir vakıa olarak kabul etmekte ve bu hürlüğü «ruhun kendi kendini belirlemesi» sadece kendi «özbelirlenimi»ne (determinatia) uyması olarak temellendirmektedir. Ona göre «hür bir ruh, kararlarını aklî düşüncesinden çıkarır. Tutku durumunda insan köledir, düşünme durumunda hürdür. Gerçek bilgiden başka birşey olmayan fazilet, hem kuvvet hem de hürlüktür. Allah bilgisi, bilginin düşüncenin, dolayısıyla faziletin doruğudur. O halde bu bilgi ve bu fazilet, insanı tutkularının köleliğinden kurtarıp hürriyete ulaştırır».154
Bu ifadelerle Spinoza, insan hürriyetini ruhî bir vakıa olarak ele aldığını ortaya koymaktadır. Bu yönüyle de Des-cartes'in vardığı sonuçtan farklı bir sonuca ulaşmış olmamaktadır. 155
c) L e i b n i z:
Gcttfried Wilhelm Leibniz (1646-1716) Almanya'nın Le-ibzig şehrinde bir hukuk profesörünün joğlu olarak dünyaya gelmiş ve çok erken gelişme göstererek daha çocuk denecek bir yaşta, 15 yaşında, eski ve yeni felsefenin başlıca eserlerini okumuştur. Jena Üniversitesi'nde hukuk ve felsefe tahsil etmiş, Alldorf Üniversitesi'nde «felsefe ile hukukun ilgileri» konulu bir doktora tezi ile tahsilini tamamlamıştır. 156
Skolastiği de çok iyi öğrenmiş olmasına rağmen kendisi başlı başına bir ilim adamı ve filozof olarak görüşler ortaya koymuştur. Leibniz'e göre tabiatın hakiki atomları ve eşyanın unsurları olan «monad»lar yaratılmış şeylerdir. Bunlar ortadan kaldırılamazlar, fakat bir mucize onları yok edebilir. Kâinatı idare eden ahenk, Allah'ın Önceden kurduğu, «ezelî âhenk»tir157
Kâinatta matematik kesinlikte bir mekanizm hüküm sürer. Bu mekanizm belli bir gayeyi gerçekleştirmek içindir. 158Mekân, metafizik bir gerçek değil, bir görünüş (fent men) tür. Başlı başına bir gerçek olmayıp monadların ti savvurlannı düzenleyen bir formdur. Mekân gibi 2aman da başlıbaşına bir gerçek değildir. O da monadlardaki tasavvurların dizilişinden, bu tasavvurların birbiri ardından gelmesinden meydana gelir. Mekân «bir'arada bulunuşun», zaman ise; «ardarda gelişin» formudur. Mekân içindeki «hareketler» de esasta, gerçek metafizik arazların sadece bulanık olan birer tasavvurudurlar. Asıl gerçek temel monadlar-da olup bitenlerdir. Mekân, zaman, hareket, değişme, bütün bunlar görünüşlerdir. Ama hareketlerin temeli yine de monadların İçindeki değişikliklere geri gittiğinden, mekân içindeki hareketler de «zorunlu» kanunlara bağlıdırlar.159
«Allah mahlûklarda bulunan bütün şeyler için hakîki ve tam bir illettir. Allah'ın öd türlü irâdesi vardır: Biri fiilden önceki irâdedir ki, her hayıra yönelir. Bu irâde ile «Allah her hayrı, hayır olduğu için murad eder». Bir de sonradan gelen nihâî (sonuncu) irâde vardır ki Allah hayırları birbiriyle kıyaslayıp bunları ancak birbiriyle uyuşmaları ve birleşme halinde en büyük hayrı husule getirebilmeleri bakımından İrâde eder. îşte şer bu en büyük hayrın gerekli şartlarından biri olur. Bu sebeple Allah, hayrı daha önce, şerri de daha sonra olarak İrâde eder.»
«Tabii şer ile ahlâkî şerri birbirinden ayrı mütalâa etmek lâzımdır. Tabîî serde Allah'ın nisbî olarak irâdesi vardır. Ahlâkî serde İse, Allah'ın irâdesi değil, müsaadesi vardır.»
«Mahlukta vukua gelen ve gerçekleşen ne varsa hepsi Allah'tan gelir ve hatta Allah'ın müdahalesi olmadan cereyan edemez. Bu müdahaleye «maûnet» (tevfik) adı verilir. Ve her hadise için bu maunet bulunmalıdır».160
Allah'ın irâdesi ve yaratması açısından kul için gerçekte hiçbir hareket serbestisi tanımayan Leibniz, ruh ile beden arasındaki bağlantıyı da «ezelî ahenk» teorisi ile açıklamaktadır. Ona göre Allah, yalnız beden ile ruhu değil, bütün varhkları, sürekli bir ahenk içinde bulunacak gibi düzenlemiştir.
«Ezelî ahenk» (harmonie preetablier) düşüncesi monad-ların tasavvurlannı sıkı bir determinizme, kesin bir zorunluluğa bağlamaktadır.
Bundan dolayı, insan ruhu için kayıtsız bir hürriyet mevzubahis olamaz. Leibniz sisteminde her cevher veya mo-nad Spinoza'nın «yegâne cevher» i ile aynı manada hürdür. Yani kendinden başka hiçbir kuvvet tarafından tayin edilmiş değildir. Fakat yabancı herhangi bir zarurete tabi olmamakla beraber, bundan dolayı kendi öz tabiatından müstakil, kendi kendine karşı hür değildir. İşte bu anlayışı Leİbniz'in bağlandığı determinizm göstermektedir. Yalnız bu determinizm muhtar (autonome) determinizmdir. Yani kendi kendinden ve önceki hareketlerinden başka ruhun hareketlerini hiçbir şey tayin edemez.161
Leibniz, zamanın mahiyetini anlayamadığından onu bulanık bir idrak saymış ve insan hürriyetini «hareketlerimizin sebebini anlamak»162 olarak temellendirmeğe çalışmıştır. Çün-ki Leibniz'e göre her monad, Allah'ın önceden kurduğu düzene göre davranır. «Fakat böyle bir finalizm ise, tersine çevrilmiş bir mekanizmden başka birşey değildir.» Zira burada da tıpkı mekanizmde olduğu gibi her şeyin ezelden beri verilmiş olduğu, her monadın «evrende, geçmişte, şimdide ve gelecekte ne olup biterse hepsini ifade ettiği»163 ileri sürülür. Böylece de zamanın yaratıcı rolü ortadan kaldırılmış olur. Artık kâinatta «önceden bilinmeyecek hiçbir şey, hiçbir îcad, hiçbir yaratma yoksa, zaman ödenilen şey burada lüzumsuz demektir. Zamanın yaratıcı rolü yoktur demek de İnsan hürlüğü yoktur demektir. 164
Netice olarak Leibniz de hürriyeti, insanın içinde bir vakıa olarak görmüş ve bunun izahına çalışmıştır. Hürriyetin insan dışında bir gerçeğe bağlı olup olmadığı konusunda ise, kesin bir determinist görüş sergilemiştir. 165
d) Locke:
John Locke (1632-1704), hür düşünceli bir ailenin çocu-j ğu olarak İngiltere'nin Bristol şehrinde dünyaya gelmiş ve Splnoza ile aynı yıllarda yaşamıştır. Aile çevresinin de tesiri ile skolastik terbiyeden hoşlanmaz olmuş, ilâhiyâtçılığı meslek olarak seçme arzusu, bu serbest düşünce temayülü karşısında yavaş yavaş sönmüştür. Daha önceki filozofların aksine matematik tahsili yerine, kimya ve tıb tahsil etmiştir.166
Onun sahip olduğu hür düşünce ile kimya ve tıp tahsilinin kazandırdığı nosyon, yepyeni bir düşünce tarzı ortaya çıkarmış ve böylece hayatının büyük bir kısmı 17. yüzyılda geçmiş olan bu filozof 18. yüzyılda yaygınlaşıp taraftar toplayan «aydınlanma felsefesi»nin öncüsü olmuştur. Locl£e ile yeniçağ felsefesinin tenkit çağı olan ikinci devresi başlamış bulunmaktadır. 167
Locke'a göre basit fikirler bize ya birtek duyu organından, veya birden fazla duyu organından (sensation), yahut iç deneyden (reflection), veyahut da bunların hepsiyle birlikte gelirler. 168
Bir tek duyu organından gelen basit fikirler, sertlik, renk, koku, ışık, ses, ısı gibi tasavvurlardır. Birden fazla duyu organından gelen fikirler ise, dokunma-görme ikilisinden mekân, şekil, hareket ve sükûn tasavvurlarıdır.
îç deney (reflection) den gelen basit fikirler, düşünme irâde ve hareket etme kudreti tasavvurlarıdır.
Hem duyu organları ve hem de iç deneyin birlikte verdiği basit tasavvurlar ise haz, acı, varlık, birlik, kuvvet ve zaman süresi tasavvurlarıdır. 169
Ruh bu basit fikirleri edinirken tamamen passiftir. Ruh bu basit fikirlerden; bunları birbirlerine bağlama, düaenle-me ve soyutlama yoluyla mürekkep fikirleri imal eder. Meselâ, mekân tasavvurunu biz görme ve dokunma duyularına dayanarak elde ederiz. Sayı ve zaman tasavvurlarını da, tasavvurların «ardarda oluşunu bize yaşatan iç deneyin (ref-lection) yardımıyla» meydana getiririz. Basit tasavvurları, yani küçük mek£n aralıklarını, zaman aralıklarını, birimleri yan yana koymakla, birbirine bağlamakla «mekân», «zaman» ve «sayılar serisi» tasavvurlarına varırız. «Sonsuzluğu» tasavvur edebilmemiz de buna dayanır. «Kuvvet», «hareket», «bileşik renkler ve formlar» tasavvurları da bu çeşit mürekkep fikirlerdir.170
Zihnimizin, hususi bir fikri karşısında bulundurmak veya uzaklaştırmak, yahut bedenin bir kısmının hareketini bu kısmın sükûn haline tercih etmek ve bunun aksini yapmaktaki kudreti üzerinde düşünerek «irâde» fikrini elde ederiz. İrâde zaruretin değil, fakat tazyik (zorlama) nın zıddıdır. Hürriyet, irâdenin bir vasfı değildir. Bu bir kuvvet veya melekedir. Hürriyet bîr başka melekedir. O şekildeki bir insana irâdenin hür olup olmadığını, normal bir kuvvetin başka bir kuvveti, veya bir melekenin başka bir melekeyi haiz olup olmadığını sormaktır. Hür bir irâdeden bahsetmek, sür'atli bir uykudan veya dörtgen bir faziletten bahsetmek gibidir. Biz istemek hususunda hür değiliz. Ona dikkat ettikten sonra iktidarımız dahilinde olan bir şeyi istemek yahut istememekte hür değiliz. İrâdeyi zihin tayin eder ve zihin de saadet arzusu tarafından tayin edilir. 171
Bütün faziletlerin kaynağı görülen hür irâde bazı hareketleri yapmak yahut yapmamak, devam etmek veya etmemek meîekesidir. Amellerimiz hal-i hazırdaki durumdan hoşlanmamak suretiyle oluşur. Arka arkaya düşünmeden (reflection) başlar. Aklî hükme ve karara müncer olur. Amellerimizin en derin âmili insanlardaki mutluluk meylidir. Allah hakiki mutluluğu ayrılmaz bir tarzda fazilete bağlamıştır. 172
Locke'un buraya kadar arzettiğimiz fikirlerinden açıkça görüldüğü gibi, filozof, determinist bir görüşe sahiptir. Zaman ve mekân tasavvurlarını kesin bir muayyeniyet içinde ruhta meydana gelen bir olay tarzında ele almakta ve netice itibariyle zamanı da mekanlaştırmaktadır.
Ruhî bir olay1 olarak görülen zamanın ve buna bağlı olayların (irâde gibi) dış dünyanın etkisinde belirlendiğini kabul etmek ise, mutlak hürriyetin açıkça inkârıdır. 173
e) H u m e :
İngiliz materyalist felsefesinin ampirist filozofu îskoç-ya'lı David Hume (1711-1776) klasik bir tarihçidir. O Locke gibi tecrübeyi esas alan tenkitçi (criticiste) ve pozitivist bir yol tutmuş olduğundan onu da Locke ile aynı kategoride mütalâa etmek lâzımdır.174
Hume'a göre bütün fikirlerimiz, ihsaslardan çıkar. Bun-; ların birbirlerini belirli bir sıraya göre takip ettiklerini mü-; şahede ettiğimiz zaman, aralarında «benzeyiş gibi, «za-j man», «mekân», «yakınlık» ve «illiyet» gibi bağların bulunJ) duğunu zannederiz ve inanırız. Gerçekte böyle bir bağ sÖJ konusu değildir. Bunlar sadece bir arada bulunurlar. 175
Hume, burada determinizmi kabul etmez göründüğü hal-| de, ahlâk ve tarihte mutlak bir determinist görüşe sahip olmuştur. Ona göre insan hareketlerinin zarurî prensipleri vardır. Bütün milletlerde ve bütün asırlarda insan hareketleri büyük bir benzerlik gösterirler. İnsan tabiatı, prensiplerinden ve tabîî yürüyüşünden şimdiye kadar asla uzaklaşmamıştır. Aynı sebepler daima aynı gidişi doğururlar. Aynı vakıalar aynı sebeplerden çıkarlar. 176
Hume, asırlarca devam eden hürriyet-zaruret münakaşalarını bir kelime münakaşası olarak ele almaktadır. Ona gör re zaruret hakkındaki tasavvur, yukarıda da söylediğimiz gibi tecrübeden doğar. Tabiatta olayların daima birbirini takip ettiğini devamlı surette müşahedemiz sonunda bu birbiri ardınca oluşu idrak etmemiz bizde bunları birbirine bağlama alışkanlığı oluşturur, trâde ve ahlâk sahasındaki zaruret, hareketlerin, bu hareketlerin sebepleri, durumlar ve karakterlerle düzenli bir bağlılığından ibarettir. Hürriyet ise irâdenin kararlarına uygun olarak yerine göre hareket ,etmek veya etmemek gücüdür. Bu manadaki hürriyet biraz önce söylenen zaruret ile bağdaştırılabilir. Çünki hürriyet «zorlama» (taz-yik-icbar) nın zıddıdır. Zaruretin zıddı değildir. Böyle olmasaydı hürriyet=tesadüf olurdu.177
Görülüyor ki Hume, mutlak determinist bir anlayış içinde, insan hürriyetini zaruretle aynı manada ele almakta ve böylece aslında gerçek hürriyeti inkâr etmiş olmaktadır. Zarurete bağladığı insan hürriyeti ile, Allah'ın mutlak ilmini ve mutlak irâdesini telif etmenin veya bu konuda müdafaalar yapmanın felsefenin gücünü aşan bir saha olduğunu söylemektedir. Ona göre felsefenin, dolayısıyla akim görevi, normal hayatı incelemekten ibarettir. 178
f) Kant:
Alman felsefesinin büyük simalarından İmmanuel Kant (1724-1801,4) tenkitçi-rölativist (criticiste) felsefesiyle ün yapmıştır. Doğduğu şehir olan Koenigsberg'in üniversitesinde mantık, ahlâk, metafizik, matematik, kozmoğrafya, coğrafya tahsil etmiş ve aynı üniversiteye profesör olmuştur. Leibniz ve Hume'un tesiri altında kalmış ve nihayet müstakil bir felsefe ortaya koymuştur. 179
Kant'a göre bilgimiz, duyu bilgileriyle düşünce bilgilerinin beraber çalışmasından çıkmaktadır. Düşünce bilgisinin olduğu gibi, duyu bilgilerinin de doğuştan (a priori) saf unsurları vardır. Bu a priori saf unsurlar «zaman» ve «mekân»-dır. Bunlar duyu bilgisinin oluşması için gerekli şartlardır. Mekân ve zaman, akim her türlü tecrübeden Önce gelen ilk idrakleridir.180
Herkes zaman ve mekânı gördüğünü, mekân ve zamanı tıpkı muhtevaları gibi idrakin mevzuları olduğunu sanır. Fa kat hakikatte mesele, göz nasıl kendini göremezse, bunla: da kendi kendilerini göremezler. Aynanın ona gösterdiği ha yal, artık gözün kendisi değildir. Biz herşeyi mekânda görü yoruz. Her şeyi zamanda idrak ediyoruz. Fakat muhtevalarından ayrı olarak ne bizzat mekânı görebiliriz, ne de oluşu idrak edebiliriz. Her idrak mekân ve zaman fikirlerini ihtiva eder. Ve eğer biz a priori olarak bu fikirlere malik olmasaydık, eğer akıl onları bütün idraklerinden önce meydana getir-meseydi, eğer bunlar ilk ve terkedilemez şekiller gibi önceden var olmasalardı, duyu bilgileri hiçbir zaman teşekkül edemezlerdi. 181
Düşünce tecrübenin üstüne yükselmeye kalkınca İster istemez antinomi (çelişki-tenakuz) lerle karşılaşır. Bizi ani tinomi karşısında bırakan dört prensip vardır ki bunlar da priortdirler:
1. Her hadise zamanda ve mekânda yer alan bir kem- i miyetdir. Bu prensip «atom» nazariyesini imkânsız kılar.
2. Her hadisenin keyfiyet bakımından belirli bir muhevası ve belirli bir şiddet derecesi vardır. Bu prensip «boşluk» (hâlâ) düşüncesini imkânsız yapar. Buradan da kâina- j tın başlangıcı ve sınırı münakaşası .çıkar.
3. Nisbet bakımından bütün hadiseler, birbirlerine İlli yet bağlarıyla bağlanmışlardır. Bu prensip tesadüf düşünce- i sini imkânsız kılar. Neticelerle sebepler arasındaki karşılıklı etkilenme vardır. Bu da kader (fatum) fikrini imkansızlaştı- j nr. Buradan hürriyet problemi ortaya çıkar.
4. Cihet bakımından mekânın ve zamanın kanunlarına uyan her hadise mümkün, yokluğu bu kanunların kaldınlmasını gerektiren her hadise zaruridir. Bu da mucize fikrini imkânsızlaştırır.
Bu prensiplerin ilk ikisi ((devamlılık kanunu», diğer ikisi de «illiyet kanunu»nu teşkil ederler.182
Biz burada Kant'ın antinomiler - içinde sadece hürriyet problemini doğuran antinomiyi ele alışım göstereceğiz.
Kant'a göre âlemdeher hadisenin zaruri sebeplere bağlı olarak meydana geldiği görüşünü isbat eden olaylar kadar, Dunun aksini de aynı açıklık ve kesinlikle gösteren olaylar ardır. Yani «herşey zaruri bağlılıktır, hürriyet ancak bir /enimden ibarettir» görüşünü gösteren zaruri vakıalar yanında hür vakıalar, hür sebeplerin varlığını gösteren vakıalar da vardır. O halde bu durum karşısında insan hürriyeti ne demektir?
însan hürriyeti ancak irâde hürriyeti olarak ahlâkî bakımdan ele alınmalıdır.
İrâde, aklın düştüğü antinomilerden kurtulmuştur. îman ile müttefiktir. Ahlâkî ve dînî inanışların anasıdır. 183
Melekelerimizin başında ve eşyanın en yukarısında bulunan akıl değil irâdedir. Zekâ gibi irâdenin de kendine mahsus karakteri, iptidâi şekilleri, hususî'kanunları vardır. Buna «pratik akıl» adı verilir. Burada artık «teorik akıl»ın an-tinomileri yoktur. Pratik kesinlikler vardır. Ahlâkî kanun, teorik aklın düşündüğü şekildeki fizikî kanundan tamamiyle başkadır. Fizikî kanun, kendisine karşı durulamayan ve mukadder bir şeydir. Ahlâkî kanun mecbur etmez, mükellef kılar. Şu halde hürriyeti gerektirir. Nazarî olarak hürriyet isbat edilemezse de bu, irâde için en küçük bir şüpheye bile yer vermez. O, pratik aklın bir postulatıdır. 184
însan iki dünyaya bağlı olan bir varlıktır. Bir yandan fenomenler dünyasına (hissedilen, duyulan dünya), diğer yandan «numen) dünyasına (düşünülen dünya) bağlıdır. însan bedeni, güdü ve temayülleri, psişik motifleri ile fenomenler dünyasmdadır. Ama bir yandan da sebepler zincirini kendiliğinden (spontan) başlatmak gücündedir. İnsanın tabîî sebepler zinciri dışında birşeyler yapabilmesi, insan hayatındaki gereklilik (sollen) vakıasından doğmaktadır. Bu yüzden iki çeşit hürriyetten söz etmek gerekir:
1. Kozmolojik hürriyet (sebepler zincirini kendiliğinden başlatmak gücü).
2. İrâde hürriyeti (duyarlığın bütün tesirlerinden kurtulmuş olmak ve insanın sebeplilikten başka birşey olan «gereklilik» (zaruret) kanununa bağlı olması).185
Fiillerimizin zamanda ve mekânda meydana gelmesi bakımından determinizm sözkonusudur. Çıktıkları kaynak itibariyle ise, indeterminizm vardır ve hürdür. İşte Kant'ta iki prensip çarpışmaktadır. Teorik yönüyle Kant, «tabiatın sıkı bir sebeplilik bağlantısı olmalıdır, yoksa sağlam bir tabiat bilimi olamaz» derken, ahlâkçı yönüyle de, «insan hür olarak yaratılmıştır, tabiata bağlı olan bir tarafı olsa bile yine hürdür, çünki insanın karşısına bir gereklilik çıkıyor, ona birtakım ahlâkî talepler yöneliyor, o bunları yerine getirebilecek durumda olmalıdır, bunun için de hür olması lâzımdır» demektedir. Böylece Kant'a göre hürriyet, «tabiatın üstüne yükseliş» demek olmaktadır. 186
Buraya kadar verdiğimiz bilgilerden açıkça görüldüğü gibi Kant, zamanı bilginin a priori bir şartı saymış ve bu yüzden, zamanın yaratıcı mahiyetini görememiş ve epistemo bir prensip olarak determinizmi benimsemiştir. Bunun; sonucu olarak da insan hürriyetini reel dünyanın dışına, numen âlemine çıkarmış, böylece hürriyeti pratik akim bir postülatı olarak ele almıştır. Bu sebepten, Kant'm ortaya koyduğu hürriyet anlayışı anlaşılmaz bir duruma girmiştir187 Kant'm hürriyeti bir îmân olarak ele alması, gerçek hürriyetin inkârından başka birşey 188
g) Jean Paul Sartre:
Günümüzde büyük kitleleri taraftar olarak toplamış bulunan, 20. yüzyıl Fransız filozofu Jean Paul Sartre (1905-1980) «varoluşçuluk» (Existencialisme) felsefesinin kurucusudur. Her türlü dînî ve ahlâkî bağlardan syrılarak hür ve serbest bir hayat anlayışını benimseyenler tarafından tutulan Sartre, Paris'te felsefe tahsil ettikten sonra muhtelif şe-. hirlerde öğretmenlik ve yazarlık yapmış ve bu arada politika ile de ilgilenmiştir. Hürriyet felsefesi diye tavsif edilebilecek felsefesini, bu konudaki eserleri yanında çıkardığı dergi ve romanlarıyla destekleyip oluşturmuştur.189
Sartre herhangi bir metafizik förüşe bağlı değildir. Allah'a da inanmaz. Ona göre «insan iç hayatının zamanlı oluş hareketine dönmekle kendi hür varlığım tanır. însan seçimleriyle hürdür. Hürriyet, insan varlığının kendisidir. İnsan hür hareketleriyle kendini nasıl yaparsa öyle olur. Allah inancı insan hürriyetinin feda edilmesine sebep olur. Çünki bu inançla tamlık ve ölümsüzlük iddiasına kalkar. Halbuki insanın hür varlığı sınırlı, eksik ve geçicidir. İşte bu tezad dolayısıyla Allah olma manâsına gelen Allah inancına bağlanmak sonunda, insanın, kendi hür varlığını kaybetmesine sebep olmaktadır. 190
Sartre'a göre «varoluş (existence), öz (essence) den önce gelir.» Bu şu demektir: «însan ilkin varolur, kendi ile karşılaşır. Dünyada ortaya çıkar da ancak ondan sonra kendi kendini tanımlar. Özünü ortaya kor.» Onu tasarlayacak bir form ..bulunmadığına göre, demek ki bir insana ait bir tabiat maddesi de yoktur. İnsan kendini nasıl anlıyorsa öyledir. Hatta yalnız öyle değil, nasıl olmak istiyorsa «varoluştan sonra» kendini nasıl görüyorsa bu varoluşa doğru atılıştan sonra kişiliğinin nasıl olmasını istiyorsa öyledir. 191
însan kendi kendini nasıl yaptıysa öyledir. Başka türlü değil. Başka bir deyişle hüküm, kader yoktur. İnsan hürdür. İnsan hürlük demektir.192
İnsan hürdür. Hür olmaya mahkûmdur. Çünki o kendini kendisi yaratmış değildir. Öte yandan yine hürdür. Çünki bir kere yeryüzüne atılmış olarak yaptığı herşeyden sorumludur. 193
Sartre'a göre varlık ve bu arada insan varlığı, «insan bilgisinin bağlı olduğu kategoriler, tayinler ve tariflerin dışında bağlantılar ve keyfiyetlerde aslî ifâdesini bulur.» Gerçi varlık fenomen yüzlerinin bütünüdür. Fakat bu bütünlük insanın herhangi bir fenomen görüşünde anlaşılamaz. Her fenomen kendi sınırlarını aşan ve sınır dışı bulunan öteki fenomenlere bağlantılıdır. Varlık, fenomenüstü olan bu ilkel yönüyle «kendi başına varlık» (en soi), mukabili bir «kendisi için varlık» (pour soi) tır.
Kendi başına varlık mükemmel varlıktır. O, bütün halinde, değişmez ve kendi kendine tamdır. Oluştan yoksundur. Aşağı yukarı objelerin cansız dünyasına denktir. Hiçbir iç ve hiçbir dış yüze sahip değildir. Ne kendisiyle, ne de kendii dışında herhangi bir şeyle bağlantı belirtir. Herşeyden çok! mutlak imkân olmasıyla karakterize edilir. Varlığının sebeb: yoktur. Tamlık ve ölümsüzlükten yana kendisi için düşünü len her şeye fazlasıyla sahiptir. Yaratılmamış, varlığının se bebi bulunmayan başka bir varlıkla birleşmeyen «kendi ba sına varlık» tam ölümsüzlük için istenenden daha fazladır «Kendisi için varlık», esas itibariyle donuk değil akıcıdır. Yapısı bakımından eksik olmasıyla karakterize edilir. «Kendi başına varlık» nasıl cansız ve katı olan objektif dünyanın aşağı yukarı dengi ise, «kendisi için varlık» da insan şuurunun varlığına denktir. Ancak bu iki varlık ontolojik sıra bakımından farklıdırlar. «Kendibaşına varlık», «kendisi için varlık.»tan önce gelir. İkincisi menşe' itibariyle öncekine bağlıdır. «Kendisi için varlık», «kendi başına varlık olmadan anlaşılamaz ve orijinal bir yokluk hareketi ile «kendibaşına varlıktan türetilmiştir... «Kendisi için» in varlığı, bir yokluk tavrıyla «kendi başına» dan çıkarılan iğreti bir varlıktır. Yokluğun kaynağı bilinemez ve sır olarak kalır.194 Varlığın bu şekilde izahından sonra Sartre, özellikle insan varlığının izahına geçer ve şu soruyu sorar: İnsan varlığı ile ilgili yokluğu hasıl eden şey nedir?
Bu soruya verdiği cevap «hürriyet» dir.
Burada sözü edilen hürriyet, insan tabiatına bağlı bir özellik değil, insan tabiatının kendisidir. İnsanın varlığı ile hürriyeti arasında hiçbir fark yoktur. Hürriyetin şuuruna «sıkıntı» (anxiety) ile varılır. «İnsanın kendi hürriyetinin şuuruna ermesi sıkıntı ile olur. Yahut daha iyisi, sıkıntı varlık şuuru olarak hürriyetin habercisidir. Sıkıntı vasıtası ile hürriyet kendini ve kendi sorusunu açığa çıkarır.» Buna göre, yokluk, hürriyet ve sıkıntı arasında içice bir bağlantı bulunur. Bunlar insan varlığının birbirine sıkıca bağlı ayırd edici özellikleridir. 195
Sartre, zamanı geçmiş ve geleceğin «şimdi» de birleştiği, bir vecd duygusu birliği olarak anlar. Bu zaman anlayışında, geçmiş hâlâ reei ve gelecek existencial manâda önceden reeldir. Bununla beraber geleceğin öncelik hakkı da yoktur. Zamanın hiç bir bir yönü ötekilere tercih edilemez. Çün-ki bunlardan herhangi birisi olmadan ötekiler var olamaz. Eğer bunlardan birine daha fazla önem vermek gerekirse, bunu «şimdi» ye tanımak daha doğru olur. Geçmiş, «ben» in varlığının bölünmez bir parçasıdır. Bir tek devrede malik olduğun şey değil şimdi tanışıklık kurduğun şeydir. Geçmiş; hiçbir zaman benim şimdimden ayrılmaz. İnsan kendi geçmişine her zaman bağlıdır. Fakat o aynı zamanda geçmiş olarak kendinden geldiği ve gelecek olarak kendisine yöneldiği, durmayan bir hareketin içine düşünceye kadar geçmişinden ayrı bulunur...
Bu sırada bir «kendibaşıria» haline gelen geçmişin aksine «şimdi», «kendisi için» i tam manasıyla temsil eder. Şimdi varlığın yüzünde daimî bir kaçış hareketidir. Şimdi, olduğu varlıktan bir kaçış ve olacağı varlığa doğru bir kaçış ifade eder. «Kendisi için» şimdide kendinin dış tarafında bir varlığa sahiptir. (Kendi Önünde ve kendi arasında). O kendinin geçmişi idi, bundan sonra geleceği olacak. Şimdi olarak kendisi için olduğu şey (geçmiş) değil, olmadığı şey (gelecek) tir. Gelecek, «kendisi için» in olması lâzım geldiği bii varlık yönüdür. Gelecek, bir kimsenin malik olduğu mücer-red bir mülkiyetten çok, olduğu (existencial) özelliğidir'. Gelecek, benim sübjektifliğimi kuran eksikliktir. Geçmiş, nasıl olay özelliği için temel hazırlarsa, gelecek de öylece imkân için temel hazırlar .Gelecek «şimdi» de «kendisi için»imin tasarladığı imkânlar içindeki niyetidir. O, kronolojik bir tarzda sıralanan henüz gelmemiş şimdilerin serisi değil, dünü çok, benim varlığımla ilgili geniş imkânları içinde bulunduran bir alandır ve daima yolculukta bulunan bir «kendisi için» olarak «ben» i tarif eder.196
Sartre'm bu karmaşık zaman anlayışı dikkatle incelendiği takdirde açıkça görülecektir ki, Sartre için bir gerçek zaman söz konusu değildir. Ona göre zaman, kişinin benliğini tarif eden bir mefhumdan ibarettir.
Sartre, irâdeyi de tamamen insana maletmekte ve şöyle demektedir «İnsanlar ne olmak isterlerse hep onu olacaklardır». «Bir işe girişmek için bir umuda bağlanmak gerekmez».197
Sartre'a göre kişi, karakterini kendisi yapar. Meselâ korkak bir adam korkaklığından sorumludur. Onun bu hali ne korkak bir yürek, bir ciğer, bir beyin taşımasından, ne de şöyle veya böyle fizyolojik bir yapıda olmasından ileri gelmektedir. Bu korkaklık, onun düpedüz kendi hareketleri ve davranışları ile yaratılmıştır. Netice itibariyle korkak kendini korkak yapan, yiğit de kendini yiğit yapan adamdır. Korkağa artık korkak olmamak, yiğite de yiğitlikten çıkmak imkânı açıktır. Önemli olan tam bir bağlanıştır. 198
Böylece tam bir irâde serbestliği ve gücünü dile getiren Sartre, kaderi de inkâr etmektedir. Ona göre «insan ta baştan (ezelden) hazır yaratılmış değildir. O kendi kendini yaratır. Ahlâkını seçerek yaratır.» Şartların baskısı, onu bir «seçim yapmaya» zorlar. Biz insanı kendini seçişine, bağlayışına göre tarif ederiz. Bizi sebepsiz, gerekçesiz seçim yapmakla suçlamak saçmadır.199
Filozof, buradan irâde ile hürriyet ilişkilerini açıklama çabasına girer: «Hürriyet, irâde ile ilgisinde olay özelliği ile ilgisinde ve nihayet sorumlulukla ilgisinde münakaşa edilir.» Ona göre «irâde, hiçbir zaman hürriyetin şartı değildir.» O, «sadece hürriyetin psikolojik bir tezahürüdür.» «İrâde, kendine irâde olarak tesir edebilmek için orijinal bir hürriyet temeline ihtiyaç duyar. îrâde, düşünceli kararla meydana getirilir. Daha ziyade hürriyet tarafından kendisi için meydana getirilen saikler ve hedefler kompleksi içinde açığa çıkar. Daha açıkçası hür olan, irâde değildir. Hür olan insandır. îrâde, sadece insanın ilk hürriyetinin bir görünüşüdür.
Olay özelliği ile olan ilgisinde hürriyet, hâlin sebebidir. Hal, durum, içinde duygusuz olayların eziciliği ile hürriyetin yardımını ayırdetmek imkânı bulunmayan şüpheli fenomendir. Bu hal, hürriyette görülen paradoksun sebebidir. Ve bu durum ancak hürriyet vasıtasıyla mevcut olur. Herbirinde hürriyet ve olay özelliğinin birbiri içine girdiği beş durum yapısı vardır:
1. Benim yerim.
2. Benim geçmişim.
3. Benim çevrem.
4. Benim arkadaşım.
5. Benini ölümüm.
Hürriyet, olay özelliği içine girinceye kadar insan kendisine karşı tamamen sorumludur. Ben kendi sorumluluğumdan başka herşeyden dolayı sorumluyum. Ben hürüm, fakat hürriyetimi tamamen kaldırmak hususunda hür değilim. Ne derece hürsem o derece ayıplanırım. İşte hürriyetim nisbe-tinde karşılaştığım bu durdurma hareketi benim olay özelliğimin manasıdır. Böyle olmakla beraber, olay özelliğinin bilgi konusu olmaması, imkân ihtiva etmesi dolayısıyla sorumluluk yüklenmeliyim. Sonuç şu ki benim olay Özelliğim yahut vazgeçirüişim tamamiyle kendime karşı sorumlu olduğum ölçüde ayıplamşımdan ibarettir.200
Sartre'ın varlık, zaman, irâde ve hürriyet anlayışında tutarsızlıklar görülmektedir. Zamanı .insanın içinde bir şuur hali olarak ele alması, onun gerçek zamanı kabul etmediğini göstermektedir. Bu ise zamanın yaratıcı rolünün inkârı ve dolayısı ile gerçek ve mutlak hürriyetin inkârı sonucunu doğurur. Buna rağmen insanın mutlak hürriyete sahip olduğu iddiasındadır.
Bir yandan insanın kendini oluşturmasından dolayı sorumlu olduğunu ifade ederken, «şartlarının baskısının onu bir seçim yapmağa zorlaması» m kabulü ve hatta seçimi- % mizin sebepsiz, gerekçesiz olmasıyla suçlanmamızın saçma- i lığını belirtmesi bir türlü itirafa yanaşmadığı deterministi bir temayülün ifadesinden başka birşey değildir.
Zaten hürriyetin ve hele irâde hürriyetinin psikolojik! bir tezahür olarak nitelenmesi, insanın mutlak hürriyeti anlayışı ile gerçekte bağdaştınlamaz veya en azından bu anla| yış insanın mutlak hürriyetini temellendiremez.
İnsanın var olmak arzusunun herşeyin temeli olduğuj gün bu gün, saat bu saat, dem bu dem, çıkış noktasından haf reketle her çeşit ahlâkî bağı ve Allah'ı inkâr eden bir f el sefenin sahibi olan Sartre; bir taraftan bu felsefesinin gereği olan mutlak insan hürriyetini açıklamaya çalışırken di~m ğer taraftan bu konunun izah edilemezliğini de görmüş ve bunun kaynağının bilinemezliğini vs" bir sır olarak kalacağım itirafa mecbur olmuştur. 201
Nitekim bu itiraf, aynı görüşü paylaşan Fransız filozofu Gabriel Marcel (1889- ) de çok daha net olarak ifadesini bulmuştur.
Marcel'e göre «hürriyet, problem alanından çok, sır alanında kendini belli eder. Hiçbir zaman bir dış hareketler serisiyle hürriyete erişilemez. «Ben» kendi içine döndüğü, sadakat ve sadakatsizlikten yana liyakatinin farkında olduğa zaman, hürriyetini elde eder. Hürriyet, sübjektif mahiyetini bu sadakat ve ihanet hareketleri ile kendini belli eder.202
Marcel, hürriyetin bu karakterini «bir problem olarak hürriyet, objektif bir surette gözetlenebilen bir psikolojik durumlar serisi olmaktan daha öteye gidemez. Bir sır olarak hürriyet ise, benim iç hayatımın yapıcısıdır.» ifadeleriyle belirtmekle de yetinmez, onun bir îmân olduğunu söyleyecek kadar da ileri gider. 203
İşte, günümüzün eh yaygın felsefesi olan existencialismin baş sözcüsü Jean Paul Sartre da hürriyet probleminin çözümünde açmazlardan kurtulamamış; problemin çözümünde en büyük engel gibi gördüğü Allah inancını inkâr etmesi bile, onu başarıya ulaştiramamıştır. 204
2. Hürriyet Probleminin Çözümünde Yeni ve Yakınçağ Düşüncesinin Karakteristiği:
Rene Descartes (1596-1650) ile başlattığımız yeniçağ felsefesi, çağımızda Jean Paul Sartre (1905-1980) ile devam etmektedir. Ortaçağın dînî manâdaki koyu kaderciliğinden (fatalizm) sonra gözlerini müşahedeye ve tecrübeye açan yeni ve yakınçağ düşünürleri, insan hürriyetini, umumiyetle bir vakıa olarak ele almışlar ve kendi düşünce yapılarına göre açıklamalarda bulunmuşlardır.
însanın madde varlığının birinci plânda tutulduğu, maddenin dışında hiçbir gerçeğin kabul edilmediği materyalist düşüncenin moda ve hâkim olduğu devirler olmuştur. Bu görüşü temsil edenler de irâde ve hürriyet konusunda kendi açılarından birşeyler söylemişlerdir.
Günümüzde materyalist felsefenin en büyük dayanaklafından biri olan Charles Danvin (1809-1882), insanı biyolojik açıdan ele almış ve «hayat mücadelesi» ile «tabiî ayıklanma» prensiplerine dayadığı «tekâmülcülük» görüşünü ortaya koymuştur. Darvvin'e göre bugün fıtrî olarak kabul ettiğimiz içgüdüler başlangıçta böyle değildi. Bunlar hayat mücadelesi ve tabiî ayıklanma sonucunda İkinci tabiat haline gelen irsî alışkanlıklardan başka birşey değildir. Bu olaylarda eşyadaki zaruretler tabiîdir. 205Böylece Darwin de determinist bir anlayış içinde davranışlarımızı tabiî sebeplerin zaruri sonuçlarına bağlamaktadır.
Zamanında bir ara büyük taraftar toplamış bulunan Pozitivizmin kurucusu Auguste Comte (1798-1857) da «organik ve hayvanı hayat kanunları, inorganik tabiatın kanunlarıyla beraber gerek hayata doğrudan doğruya tesir ederek, gerek cemiyetin içinde geliştiği fizik şartları tayin ederek insan cemiyetine tesir ederler»206 demek suretiyle, gerçek hürriyetin inkârı demek olan determinist görüşünü ortaya koymuştur.
Çağımızda bir hayli taraftarı bulunan ve Nicolai Hart-mann (1882-1950) m temsil ettiği «bedbinlik felsefesi (Pesi-misme) ne göre, irâdenin aslı çabalama (cehd) dir. Bu ise bir elemdir. İrâde etmek, elem duymaktır. Halbuki vücut, irâdeden ibarettir. O halde her hayat bir elemdir. İrâde ve onun aslı olan çabalama, mübrem bir susuzluğa benzer. Hayat, vücut için yenilgi ile biteceği kesin olarak belli bir dö-ğüşten ibarettir. İrâde icabı olmadan daima elem duymak, sürekli boğuşmak ve sonunda da ölüm... îşte gezegenimizin çamuru parçlanıp dağılıncaya kadar asırlar boyunca hayat hep budur.207
Pesimistierin bedbinliği bir tarafa bırakılırsa hayat mücadelesi dediği şeyden pek farklı olmayan zaruretlere bağladıkları irâde anlayışı ile de hürriyeti telif etmek mümkün değildir.
Bu bölüm içinde sadece birkaç örnek vermekle yetindiğimiz felsefî düşüncede Descartes, Spinoza, Locke gibi düşünürler hürriyeti, insanın yaşadığı bir' vakıa olarak ele almışlardır. Leibniz, Hume ise mutlak determinist bir görüş içinde izahlar ile uğraşırlarken Kant, ve Jean Paul Sartre da içinden çıkılmaz karmaşık izahlardan sonra, neticede, hürriyetin bir îmân olduğunu ifâde etmişlerdir.
Bütün bunlar bize açıkça göstermektedir ki, yeni ve yakınçağ düşüncesi ne ölçüde maddeci ve inkarcı görüşleri temsil etmiş olursa olsun, ilk ve ortaçağların düştüğü açmazdan kurtulamamışlardır. Neticede gerçek ve mutlak hürriyetin insan dışındaki gerçeklerle temellendirilmesinin akim gücü ve sınırı dışında olduğunu ve bu konunun bir sır olarak devam edip gideceğini itirafa mecbur kalmışlardır.
Bölüm içinde isimlerine temas edilmeyen düşünürlerin bu konudaki görüşleri ya Örneklerini verdiğimiz görüşlerle paralellik arzetmekte veya bunlardan birkaçını telif eder, eklektik mahiyette görünmektedir. Vardıkları sonuçlar bakımından diğerlerinden farklı hiçbir özellik göstermeyen bu görüşleri teker teker saymakta bir fayda mülâhaza etmediğimiz İçindir ki bu kadarla iktifa ediyoruz. 208
Dostları ilə paylaş: |