İRAN: ESKİ DOST YENİ DÜŞMAN
Prof. Dr. Tayyar ARI
11 Eylül sonrası değişen Amerikan politikasının temel hedeflerinden biri haline gelen İran’a karşı Washington’un sertleşen tutumu yeniden askeri operasyon tartışmasını gündeme getirmiştir. ABD, Irak için öne sürdüğü argümanların neredeyse aynısını şimdi İran’a karşı ileri sürerek bu ülkeyi izole etmeyi, dış dünya ile bağlantısını kesmeyi ve uygun yöntemleri devreye sokarak rejimi devirmeyi ve yerine kendi öngördüğü hükümet biçimini getirmeyi planlamaktadır. Washington’un İran için de öne sürdüğü temel argümanlar, kitle imha silahlarına sahip olmaya çalıştığı, teröre destek verdiği ve demokratik olmadığı iddialarına dayanmaktadır. 2003’te başlayan 2004’te biraz daha netleşen fakat özellikle Bush’un yeniden seçilmesi üzerine hızlanan İran üzerindeki Amerikan baskılarına özellikle Rusya ve Çin’in yanı sıra belli başlı Avrupa ülkelerinin de muhalefeti söz konusudur.
I
İran ile ABD arasındaki ilişkiler kesintili bir şekilde 1950’lerin başından beri devam etmekle beraber*, ilişkilerin gelişmesi esas itibariyle 1971’de başlamış ve iki ayaklı politikada İran’a ayrı bir önem verilmişti. Çünkü Sovyetler Birliği’nin olası saldırısına karşı güçlü bir İran, bu devleti, bir süre için de olsa, engelleyerek tampon işlevi görebilirdi. Ayrıca Şah iç veya dış tehditler karşısında bölge devletlerine yardım edebilirdi. Dolayısıyla, Batı için yaşamsal öneme sahip olan Körfez bölgesinin güvenliğini sağlamada İran’ın ayrıcalıklı bir yeri vardı ve bu nedenle ABD, İngiltere’nin çekilmesiyle birlikte bölgede ortaya çıkan güvenlik sorununu İran’a yapılacak askerî ve ekonomik yardımlarla çözümlemeyi amaçlıyordu.
1972’de Moskova zirvesinden dönerken Tahran’a uğrayan Başkan Nixon, Şah’a istediği silâhları alabilmesi konusunda sınırsız bir imkân sağlanacağını ve her türlü konvansiyonel silâhın verileceğini açıklıyordu. Bu açıklamadan bir yıl sonra ortaya çıkan enerji krizinin ABD-İran ilişkilerinde çok yönlü etkileri olmuştur. İran, petrol gelirlerinin büyük ölçüde artmasıyla birlikte, ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerden silâh alımını hızlandırmıştı. ABD’nin İran’a yönelik silâh satışı 1950’den 1971’e kadarki yirmi yıllık dönemde 1.2 milyar dolar dolaylarında gerçekleşirken, 1971-76 dönemi için bu rakamın 12 milyar dolara ulaştığı görülmektedir. Böylece İran, ABD’nin dünya genelindeki silâh satışı göz önünde bulundurulduğunda ilk sıraya yerleşmişti. Bu doğrultuda çok sayıda Amerikalı askerî ve sivil uzman ve danışman İran’a gelmeye başlamıştı. 1975’te İran’da bulunan Amerikalı askerî danışmanların 5,000’i geçtiği belirtilirken, 1977’ye gelindiğinde İran ve Suudi Arabistan’da bulunan toplam Amerikalı askerî ve sivil uzmanların sayısı 80,000’e ulaşmıştı. İran Devrimi’nin hemen öncesinde bu iki devletteki Amerikalı uzman ve danışmanların toplam sayısı 150,000’i bulmuştur.
Diğer taraftan, İran, Körfez bölgesinde güvenliği sağlama yönünde üstlendiği rolü gayet iyi yerine getirmekteydi. Nitekim İran, bir taraftan Dofar ayaklanmasının bastırılmasında Umman’a yardım ederken, diğer taraftan Irak’taki Sovyet yanlısı Baas rejimini yıkmak için Kürtlerin ayaklanmasını destekliyordu.
Şah, 1973-76 döneminde, Dofar ayaklanmasının bastırılması için Sultan Kabus’la anlaşarak bu ülkeye 3,000 dolayında asker göndermişti. 1975’te İran ile Umman, Körfez’de ortak tatbikatlar yapmak üzere askerî işbirliğini geliştirdiler. Öte yandan, Dofar ayaklanması sırasında Umman’a ABD, Pakistan, İngiltere ve Ürdün’ün yardımları söz konusu olurken, ayaklanma Sovyetler Birliği, Irak ve Güney Yemen tarafından desteklenmekteydi.
İran Devrimi sonrası Şah rejiminin devrilmesi ile birlikte Amerika’nın İran’daki varlığı da sona ermişti. Bu, ABD için hem stratejik, hem politik, hem de ekonomik bir kayıptı. Amerikan öncülüğündeki Batı çıkarlarının İran’daki etkisinin Devrim ile birlikte tersine dönmesiyle ortaya çıkan son durumda, gerek bölgede gerekse uluslararası sistemde güç dengesi Sovyetler lehine bozulmuş oluyordu. Zira İran’ın kaybı ABD için jeopolitik anlamda Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeleri yakından takip etme olanağının yitirilmesi anlamına da gelmekteydi.
Nitekim, 1979’da İran Devrimi ve Afganistan’ın işgali bölgedeki güvenlik sorunlarını bir anda arttırmıştır. ABD, Şah’ın düşmesiyle beraber istihbarat amaçlı çok sayıda üs ve tesisten mahrum kalmıştı. Yeni üslere gereksinim duyan ABD bunu Umman, Bahreyn ve BAE’nden sağladığı yeni üs ve liman kolaylıkları ile telafi etmeye çalışmıştı. Ayrıca Şah’ın düşmesi üzerine, Mısır da, ABD’ye Ras Banas’da iki yeni hava üssü ile Kızıl denizin kıyısında bir deniz üssü daha tahsis etti. İran, Sovyet tehdidini önlemeye yönelik bir müttefik olmasının sona erdiği yetmemiş gibi, Amerikan karşıtı politikaları dolayısıyla, bu defa bizzat kendisi ABD açısından yeni bir tehdit haline gelmişti. İran aslında yalnız ABD için değil, aynı zamanda tüm bölge ülkeleri için de bir tehdit oluşturmaktaydı. Bu durum, bölge ülkelerinin ABD ile askerî-siyasi dayanışmayı artırmalarını zorunlu hale getirmiştir.
Tüm bu gelişmeler olurken, 1990’ların başında meydana gelen iki gelişme pek çok şeyi değiştirmiştir: Sovyetlerin dağılması ve Irak’ın Kuveyt’i işgali. Bu gelişmeler ABD’nin bölgedeki askerî varlığının daha da artmasına yol açmıştır. ABD, Kuveyt’in işgaliyle başlayan süreç sonunda Suudi Arabistan, BAE, Umman, Kuveyt, Bahreyn ve Katar ile yeni üs ve liman kolaylıklarını içeren anlaşmalar imzalayarak bölgenin olanaklarından daha geniş biçimde yararlanma noktasına gelmiştir.
ABD’nin 1979’da İran’ın fonlarını dondurması ve 1980’de* diplomatik ilişkilerin kesilmesiyle iki ülke arasında gerginleşen ilişkiler, Körfez Krizi sonrasında başlatılan ve Clinton yönetimi tarafından formüle edilen “çifte çevreleme” (dual containment) politikası ve bunun bir uzantısı olan, Clinton yönetiminin 1995’te önerdiği İran ve Libya’ya ticaret yasağı koyan (ILSA) yasa ve İran’a ekonomik yaptırımlar uygulanmasını öngören 1996’daki De’Amato yasası ile devam etmiştir.
ABD ile İran arasındaki ilişkilerin gergin bir şekilde devam etmesi, İran’ın nükleer silâhlara sahip olmaya çalıştığı, Körfez’e yönelik tehdit oluşturduğu, bölgeye yönelik rejim ihracı politikası güttüğü, Orta Doğu barış sürecini engellemeye çalıştığı, Lübnan’daki İslâmi Cihad ve Hizbullah gibi örgütleri desteklediği, uluslararası terörizme ve terörist örgütlere destek sağladığı, ülke içinde otoriter bir yönetim biçimini sürdürdüğü ve ülke dışındaki rejim muhaliflerinin hayatları için tehdit oluşturduğu şeklindeki ABD iddialarına dayanmaktaydı. Nitekim, ABD 1984’te İran’ı uluslararası terörizmi destekleyen devletler listesine almıştı. Sonuçta, yukarıda ortaya konanların Amerikan politikasının arkasındaki gerçekleri yansıtıp yansıtmadığı tartışma konusu olmuştur. İran yönetimine göre ise ABD, İran’ı Körfez’deki hegemonyası önünde bir engel olarak görmekte; ayrıca İran, Amerikan yönetimlerinin Yahudi lobisinin telkinleriyle hareket ettiğini düşünmektedir.
Ambargonun İran ekonomisi üzerindeki etkilerine gelince, aslında bu durumun ABD açısından da olumsuz bir gelişme olduğunu söylemek mümkün. Amerikan sermayesinin İran’a girememesi ve bu ülkenin ABD dışındaki Batı sermayesiyle içice olması Washington yönetimini rahatsız etmektedir. Dolayısıyla ambargonun aynı zamanda Amerika’nın ticari çıkarlarına, ABD şirketlerine ve dolayısıyla ABD’nin kredibilitesine de zarar verdiğini iddia etmek mümkündür. Ayrıca İran’da altyapı yatırımlarının, elektrik santrallerinin bakım ve onarım işlemlerinin, yeni liman ve havaalanları ile demiryolu ve otoyol inşaatlarının sürdüğüne, telekomünikasyon hatlarının köylere kadar uzatıldığına, silâh sanayisinde kendine yeterlilik anlamında gelişmeler olduğuna, eğitim, bilim ve sağlık alanında uluslararası standartları yakalama yolunda ilerlemelerin yaşandığına dikkat çekmekte yarar var. IMF, Dünya Bankası ve BM Kalkınma Programı (UNDP) verileri de bunu desteklemektedir.
Bununla beraber şüphesiz, ambargonun İran ekonomisine olumsuz etkileri de olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Petrol alıcısı ülkelerle örneğin Çin, Fransa, Japonya, İtalya, Portekiz ve İspanya ile yapılan kontratların ancak belli iskontolar sağlanarak gerçekleşmesi, petrol çıkarma işlemlerinde kullanılan ve daha önce ABD’den alınan makine ve teçhizatların üçüncü ülkelerden daha pahalıya temin edilmesinin getirdiği maliyet yükü, dışarıdan silâh alımlarının düşmesi, IMF başta olmak üzere uluslararası finans kurumlarının İran’a borç verme konusunda artık çekingen davranmaları ve bu bağlamda İran’ın daha kötü koşullarla borçlanmasına yol açması gibi örnekleri çoğaltmak mümkün. Örneğin 1996’da Conoca ile yapılan kontratın (Basra Körfezi’nde petrol çıkarılması için) Amerikan yönetimince engellenmesi üzerine devreye Fransız Total şirketi girmişse de, Fransızlarla yapılan kontratın İran’ı tatmin edecek ölçülerde gerçekleşmediğine, ayrıca, Azerbaycan’ın konsorsiyumdaki kendi payının yüzde 5’ini İran’a verme girişiminin ABD baskısıyla engellendiğine dikkat çekmekte yarar var.
Dolayısıyla 1995’te ILSA ile başlatılan ve 1996’da De’Amato yasasıyla boyutları genişletilen ambargonun İran ekonomisi üzerinde olumsuz etkileri olmadığını ifade etmek elbette mümkün olmamakla beraber, ambargonun yaklaşık on yıllık etkilerine bakıldığında kamuoyu desteğinin azalmasına ve muhalefetin genişlemesine yol açmasına rağmen rejimi çökertecek boyutlarda bir etki doğurmadığı da bir gerçektir. Şüphesiz bu konuda rejimin uyguladığı baskı yöntemleriyle olası muhalefet hareketlerini önlemeye çalışması da etkili olmuştur. Örneğin 2003 Mayısında söz konusu olan ayaklanmaları bastırarak bir anlamda kontrol altına almayı başarmıştır.* Ancak, ABD’nin amacı da aslında kısa vadede bir askeri operasyon mümkün olmasa da rejimin giderek kendi muhalefetini doğurmasını ve muhalefetin radikalleşmesini sağlayacak süreci hızlandırmaktır. Şayet İran yönetimi ekonomik kalkınma, reformların uygulanması, liberalleşme gibi konularda radikal adımlar atmazsa tabanda başlayan bu muhalefeti önleyemeyebilir.
İran’a yönelik Amerikan eleştirilerinin temel noktasını oluşturan kitle imha silahları konusunda ise uluslararası toplumun Tahran yönetiminden beklentileri vardır. Diğer bir deyişle İran’ın yapması gereken bir başka şey de kitle imha silâhları konusunda uluslararası toplumla işbirliği yapma konusunda ortaya güçlü bir siyasi irade koymasıdır. İran’ın bu konuda ortaya koyacağı olumsuz bir tavır ABD’nin uluslararası ortamda ve BM’de elini güçlendirebilir ve İran’a karşı güç kullanmasına ilişkin bölgesel ve uluslararası alandaki kamuoyu desteğini arttırabilir. Gerçi İran’a karşı güç kullanılmasına veya ağır yaptırımlar uygulanmasına ilişkin bir BM kararının Rusya ve Çin engeline takılma olasılığı hâlâ yüksek düzeydedir.
İran üzerindeki Amerikan politikaları ile Irak’ın yeniden yapılandırılması arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Washington ve Tahran arasındaki krizin tırmanmasında etkili olacak bir diğer faktör de ABD’nin Irak’ta başarıya ulaşması ve Bağdat’ta istikrarın sağlanmasıdır. Her ne kadar bu konuda önemli adımlar atılmış ve 30 Ocak 2005’te seçimler yapılmış olsa da hâlâ Sünnilerin sürecin dışında kalması ve içerde devam eden kaotik ortam ve hızını kesmeyen direniş, Amerikan politikaları önünde ciddi engeller olarak durmaktadır. Kaldı ki Irak’ta iktidar paylaşımı konusunda henüz taraflarca üzerinde uzlaşma sağlanmış bir siyasi ve idari yapı oluşturulmuş değildir. Dolayısıyla iç savaş potansiyeli az da olsa bir olasılık olarak gündemi işgal etmeye devam etmektedir.
Irak’ın işgali ile birlikte Arap kamuoyunda yükselen Amerikan karşıtlığının Washington yanlısı rejimleri tehdit edecek boyutlarda olmamasına karşın, Kuveyt ve Suudi Arabistan’daki terör olayları enerji güvenliği sorusunu tekrar gündeme taşımaktadır. Ancak, ABD’nin ucu nereye kadar varacağı konusunda henüz bir netlik olmayan Filistin sorununun çözümü konusunda attığı adımlar bölgeden destek almasını sağlayacak girişimler olarak değerlendirilebilir.
Diğer taraftan, 1997’de yapılan seçimlerle halkın yüzde 70 desteğini alarak Cumhurbaşkanı koltuğuna oturan Hatemi’nin açık ve demokratik toplum vaadi halkta geniş bir desteğe dönüşmüşse de zaman içinde Hatemi’nin muhafazakarlar karşısında zayıf kalması ve demokratikleşme konusunda halkın beklentileri doğrultusundaki adımları atmaktan kaçınması popülaritesini oldukça azaltmıştır. Artık İran kamuoyunun Hatemi’den pek fazla beklentisi kalmamıştır. İran’da Ayetullah Humeyni ve Ayetullah Ali Hamaney yanlıları olarak bilinen muhafazakârların, sistemi denetim altında bulundurduklarını ifade etmek gerekir. 2005 Mayısında cumhurbaşkanlığı için yapılacak seçimleri de muhafazakarlara yakın bir adayın kazanma olasılığı yüksek.
Her şeye rağmen Hatemi gerek iç politika gerekse dış politikaya ilişkin daha liberal yaklaşımlarıyla İran’ın bölge ülkeleri tarafından tehdit olarak algılanmaması için önemli adımlar atmıştır. Bu bağlamda Hatemi’nin başkanlığında 1997 Aralığında Tahran’da yapılan 55 ülkenin katıldığı sekizinci İslam Konferansı Örgütü zirve toplantısında İran’ın, İslam ülkeleriyle ilişkilerinde yeni bir dönemi başlattığını ifade etmesi önemli bulunmuştur. İsrail ve Netanyahu yönetiminin barışa karşı politikalarıyla, ona bir türlü söz geçiremeyen ve bölgeye yönelik politikalarda çifte standart uyguladığı kanısı yaygın olan Clinton’ın politikasının gölgesinde gerçekleşen zirvede, İran’ın ve Hatemi’nin etkisi, zirve sonunda kabul edilen sonuç bildirgesinin üslubuna da yansımıştır.
Aslında 1997 Mayısındaki seçimleri Hatemi’nin kazanmış olması, İran dış politikası açısından, hemen herkes tarafından bir dönüm noktası olarak değerlendirilmişti. Çünkü Hatemi, uygarlıklar çatışması yerine uygarlıklar arası diyalogdan bahsetmekteydi. ABD’ye karşı kullandığı dile çok dikkat eden Hatemi’nin benimsediği farklı üslup, diğer ülkelerin İran’la ilişkilerini yeniden gözden geçirme fırsatı tanımaktaydı. Gerek 1997 Aralığındaki konuşmasında, gerekse 1998 Ocağında CNN’deki söyleşisinde, ABD’ye karşı son derece itinalı bir dil kullanmaya özen gösteren Hatemi, dostça ilişkiler kurulmasından söz etmekteydi. Bununla beraber muhafazakârlara göre, ABD ile mücadele İran devrim kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır. Ayrıca ABD’ye karşı olanlar 1953’te CIA’nin Musaddık karşıtı grubu destekleyerek onun devrilmesine yol açmasını, İran’ın kuşatılması politikasını, Bill Clinton tarafından İran’a ticaret yasağı getirilmesini, 1996’da De’Amato yasasıyla getirilen ekonomik yaptırımları ve son olarak da Başkan Bush’un İran ile ilgili açıklamalarını kullanmaktadır. Dolayısıyla bunlara göre ABD’nin amacı, İran’ı izole ederek ve böylece ekonomik anlamda çöküntüye uğratarak, İran’ın ABD açısından bir tehlike olmaktan çıkmasını sağlamak ve en nihayetinde de rejimi yıkmak olduğundan; bu ülkeyle ilişkileri geliştirmeye çalışmak gereksiz ve yararsız bulunmaktadır.
Amerikan ambargosuna rağmen İran doğal gazının geliştirilmesine yönelik, Total ile 1997’de yapılan 2 milyar dolarlık sözleşme ve 1999 Martında biri İtalyan ENI, diğeri Fransız ELF şirketinin İran hükümeti ile Basra Körfezi kıyılarında petrol arama konusunda imzaladığı 1 milyar dolarlık sözleşme, İran ile Batı Avrupa ülkeleri arasındaki ilişkilerin ABD ile ilişkilerden faklı bir düzlemde sürdüğünü göstermektedir. Özellikle ELF ve ENI şirketleriyle imzalanan kontratlar Amerika’nın İran’ı tecrit politikasına indirilmiş bir darbeydi. Nitekim Hatemi’nin 1997 Mayısındaki seçim zaferinden sonra, 2000 Şubat yapılan parlamento seçimlerinden de liberallerin galip çıkması, Clinton yönetimini İran’a karşı yürüttüğü politikayı gözden geçirmek durumunda bırakmış ve 1999 Nisanında aldığı bir kararla ilaç, gıda ve tıbbi malzemeleri ambargo kapsamından çıkararak, İran’a uygulanan yaptırımları gevşetmişti. Bununla beraber, Clinton yönetimi İran’ın terörizmi desteklediğini, Batı Asya’nın güvenliği için tehdit oluşturduğunu, kitle imha silâhlarına sahip olmaya çalıştığını ileri sürerek, bu ülkenin Amerika’nın güvenlik ve ekonomik çıkarları için hâlâ bir tehdit olduğunu düşünmekteydi. Hatemi yönetimi ise ilişkileri normalleştirmenin yollarını aramakta ve aradaki duvarları kaldırmaktan ve karşılıklı saygı temeline dayanan ilişkilerin kurulmasından söz etmekteydi. Ancak Amerikan dış politikasına daha müdahaleci ve agresif bir üslubun hâkim olmasına neden olan Bush yönetimindeki yeni muhafazakârların ve 11 Eylül’ün etkisi, iki ülke arasındaki ilişkileri ileriye götürmek bir yana, daha da geriye götürmüştür. İran’da 2004 seçimlerinde muhafazakarların güç kazanarak çıkması da ilişkilerin bu eksende gelişmesini hızlandıran bir başka etken olmuştur.
İran ile ABD arasındaki gerginlikte özellikle 11 Eylül sonrasında gündeme gelen Bush Doktrini çerçevesinde İran’ın kitle imha silâhlarına sahip ve uluslararası terörizmi destekleyen ülkeler arasında, dolayısıyla şer ekseni içinde değerlendirilmesiyle yeni bir aşamaya gelinmiştir.
İran, 1968 yılında Nükleer Silahların Yasaklanmasına İlişkin Konvansiyonu imzalayan, 1970 yılında bu paktı onaylayan ve ona bağlı kalacağını vurgulayan ülkelerden biri olmuştur. İran ayrıca Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın üyesi olup, nükleer silahların geliştirilmesini yasaklayan konvansiyon oluşturulmadan önce UAEA’nın tüzüğünü kabul etmiştir. İran, bunların dışında 1973 yılında UAEA’yla ikili anlaşmalar imzalayarak, nükleer faaliyetlerini bu ajansın gözetim ve denetimine bırakan ilk ülkelerden biri olmuş ve 1996’da da CTBT’yi imzalamıştır. İran, barışçıl amaçlarla olduğunu ileri sürerek, nükleer teknolojiye sahip olmak ve geliştirmek istediğini sıklıkla gündeme getirmektedir.1 Özellikle bu konuda, Buşehr ve Natanz reaktörleri dikkati çekmektedir. Bunlardan ilki, Rusya’nın yardımıyla inşa edilmekte olan ve daha ziyade nükleer enerji üretimine yönelik bir tesistir. Amerikalı yetkililer, İran’ın zenginleştirilmiş uranyum elde etmeye çalıştığını ileri sürmektedir. Zira zenginleştirilmiş uranyum, nükleer yakıt elde etmek için kullanıldığı gibi nükleer silah yapımında da kullanılabilmektedir.
İran, 1980-1988 İran-Irak savaşı esnasında Irak tarafından biyolojik ve kimyasal saldırıya maruz kalması üzerine, bu tür silâhlara da sahip olmaya çalıştığı doğrultusunda suçlamalara maruz kalmaktadır. İran 1973’te, Biyolojik ve Toksik Silâhlar Sözleşmesi’ni, 1997’de de Kimyasal Silâhlar Sözleşmesi’ni onaylamıştır. İran’ın ayrıca, 1,300 km menzilli Şahab-3 tipi balistik füzelere sahip2 olduğu ve 2,000 km menzilli Şahab-4 üzerinde de çalıştığı iddia edilmektedir. Bunun dışında, İran’ın, menzili 500 km’yi geçmeyen çok sayıda Scud tipi füzelere de sahip olduğu belirtilmektedir.
Diğer taraftan, İran’ın Buşehr, Natanz ve Arak’taki nükleer santralleri henüz inşa aşamasında bulunmaktadır. Bunlardan Rusya’nın yardımıyla inşa edilmekte olan Buşehr santrali 1000 MW’lık bir nükleer enerji santralidir. İranlılara göre bunun nükleer bomba yapımıyla bir ilgisi bulunmamaktadır. Nükleer enerjinin barışçıl amaçlar için kullanımı çerçevesinde faaliyet göstermesi öngörülmektedir. Rusya da zaten İran’a yönelik nükleer teknoloji yardımını, nükleer enerjinin barışçıl amaçlar için kullanımıyla ilgili olduğunu ileri sürerek, bu işbirliğinin arkasında olduğunu göstermiştir. Natanz’da inşa edilen santral da, İranlılara göre, nükleer silah elde etme ile ilgili değildir.
İlki 2003 Şubatında olmak üzere, ikinci defa Haziran ayında İran’ı ziyaret eden ve nihayet en son Eylül ayından itibaren de daha sıkı bir çalışma yürüten UAEA yetkilileri, İran’ın nükleer teknolojiyi salt barışçıl amaçlar doğrultusunda kullanmayı ve üretmeyi amaçladığı konusundaki kuşkularını dile getirmişler ve bu konuda İran’ı açık olmayan yöntemlerle nükleer silâha sahip olmaya çalışmakla suçlamışlardır. Bu gelişmelerin ardından İran, söz konusu uluslararası baskı karşısında, 10-11 Kasım tarihlerinde yaptığı açıklamayla, hem nükleer faaliyetlerini uluslararası denetime açmasıyla ilgili (UAEA’nın tüm tesislerde önceden haber vermeden denetim yapmasına olanak sağlayan) “Ek Protokolü” imzalamayı, hem de zenginleştirilmiş uranyum elde etme programına yönelik olduğu ileri sürülen söz konusu reaktördeki faaliyetleri durdurmayı kabul etmiştir. Ancak İran, 2005 Martına gelindiği halde NPT Antlaşmasının Ek Protokolünün onay işlemini henüz parlamentosundan geçirerek onaylamadığı için UAEA haber vermeden İran’daki tesisleri denetleyemiyor.
İran ile İngiltere, Fransa ve Almanya arasında 2004 Kasımında gerçekleşen müzakereler İran’ın barışçıl nükleer enerji elde etmesi amacını gerçekleştirirken zenginleştirilmiş uranyum elde etmemesi için alternatif çözümler geliştirmeyi amaçlamaktaydı. Avrupa üçlüsünün bu girişimi ABD tarafından dikkatle izlenmektedir. Avrupalılar, önerdikleri çözümleri İran kabul etmediği takdirde, ABD’nin İran'a yaptırımlar uygulanması için konuyu BM Güvenlik Konseyi'ne taşıma önerisini destekleyebilecekleri uyarısında bulunmaktadırlar. 2004 Kasımında taraflar arasında imzalanan Paris anlaşması İran'a ihtiyaç duyduğu nükleer yakıtın sağlanmasını ve yazılı olmasa da sözü verilen bir ticaret anlaşmasını kapsıyordu. Karşılığında ise İran'ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerini askıya alması isteniyordu. Sorun da bu noktada başlıyor. Çünkü İran, barışçıl amaçlarla nükleer enerji üretme hakkı olduğunu ve bundan asla vazgeçmeyeceğini ileri sürmektedir. Başta ABD olmak üzere bazı ülkeler ise İran'ın Suudi Arabistan’dan sonra yaklaşık 130 milyar varil petrol rezervleri ile zengin enerji kaynakları olduğunu vurgulayarak bu açıklamayı fazla ikna edici bulmadıklarını ifade etmektedirler.
II
Harry S. Truman’ın 12 Mart 1947’de Kongrenin ortak oturumunda yaptığı konuşmasıyla gündeme gelen ve kendi adıyla bilinen Truman Doktrini’yle, ABD, Savaş sonrası dönemde yalnızcılık politikasını tamamen terk ederek, global angajmanlık olarak nitelenebilecek olan politikanın da temellerini atmıştı. En az gelecek 40 yıla damgasını vuracak olan bu politika “özgür ulusların komünizme karşı desteklenmesi” biçiminde formüle edilmişti. Aslında Amerikan ekonomik ve politik çıkarları da Sovyet yayılmacılığına dur demeyi gerektirmekteydi. Zira, Savaştan yıkılarak çıkmış olan Avrupa’da onu durduracak bir güç kalmadığına göre ABD rahatlıkla Batı’nın global liderliğine soyunabilirdi. 11 Eylül olaylarından sonra gündeme gelen Bush Doktrini ise Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle tek başına kalan ABD’ye dünyanın liderliğine soyunma rolü vermekteydi. Bu seferki gerekçesi “özgür ulusları terör belasından” kurtarmaktı.
Nitekim George W. Bush, 27 Eylül 2001’de Kongre’nin ortak oturumunda şu mesajları vererek Bush Doktrini olarak anılacak olan Amerikan politikasının esaslarını belirlemekteydi: “Emrimizdeki tüm kaynakları, her türlü istihbarat aracını, her türlü hukuki yaptırımı, her türlü mali etkiyi ve gerekli her türlü silâhı kullanarak global terör şebekesini mahvedeceğiz. Teröristlerin mali kaynaklarını kurutacağız, birini diğerine düşüreceğiz, onları bir yerden bir başka yere kaçacakları ve sığınacakları bir yer kalmayıncaya kadar süreceğiz, teröristlere yardım eden veya onları barındıran devletleri takip edeceğiz. Dünyanın neresinde olursa olsun devletlerin bir karar vermesi gerekir: bizimle misiniz yoksa teröristlerle mi? Bugünden itibaren teröristleri barındırmaya ve desteklemeye devam eden bir devlet, ABD tarafından düşman bir rejim olarak dikkate alınacaktır...”
11 Eylül’de New York ve Washington’da yaşananlarla beraber hem dünya hem de Amerikan halkı ilk defa terörün bu denli büyük saldırılar yapabileceği gerçeği ile tanışmıştı. Devletlerin başlattığı ve hedefleri açık seçik belli olan savaşların ötesinde bir olguydu bu seferki. Sovyet tehlikesi sona erdikten sonra kendisine ortak tehdit tanımı yapamayan Avrupa ülkeleri ve ABD bu olaydan sonra, saldırının ortak değerlere yapılmış bir saldırı olduğundan ve tehdidin ortak olduğundan dem vurmaya başlamışlardı. Ne de olsa, terörist saldırıyı yapanlar Orta Doğu kökenliydi ve saldırının Batı’nın “demokratik değerlerine” yapılmış bir saldırı olarak nitelenmesi söz konusu olmuştu. Bu durumda, Doğu Bloğu’nun dağılmasından sonra, Batı toplumu tekrar ortak hareket edecek bir neden bulmuş oluyordu ya da en azından ABD’nin kendi amaçları doğrultusunda yalnız Batı toplumunu değil, gerekirse tüm uluslararası toplumu harekete geçirecek bir gerekçe doğmuştu. 1990’da Kuveyt’in işgalinden sonra bir araya gelemeyen uluslararası toplum tekrar terör karşıtı kampta buluşmuş oluyordu. O zaman 28 ülke bir araya gelmiş ve bir uluslararası koalisyon oluşturmuştu. El-Kaide’yi ve lideri Usame bin Ladin’i sakladığı için Afganistan’daki Taliban rejimine karşı düzenlenen saldırıda bu defa tam 40 ülke yer almıştı. Körfez Krizi’nde Irak’a karşı harekete geçmek için 165 gün beklenmişti; oysa 11 Eylül olayından 26 gün sonra, Afganistan’a karşı Amerikan öncülüğündeki uluslararası koalisyon güçlerinin saldırısı başlamıştı. Ayrıca Amerikan Kongresi’nde 1990’daki krizden farklı olarak Afganistan’a karşı güç kullanılmasına ilişkin hiçbir tartışma yaşanmamıştı.
11 Eylül ile birlikte Washington, artık tek başına hareket edeceğinin sinyalini veriyor ve kendi güvenliği söz konusu olduğunda global işbirliğinden kaçınarak çok taraflı girişimler yerine, tek taraflı olarak harekete geçmeyi tercih edeceğini açıklıyordu. ABD, terörizme karşı birlikte harekete geçme konusunda diğer devletlere bir çağrıda bulunmakta ve “ya bizimle berabersiniz ya da bizim karşımızda” diyerek, onları mutlak bir tercihe zorlamaktaydı. Her ne kadar Bush bir ara ağzından kaçırmış olsa da, Bush Doktrini’nin bir “uygarlık savaşı” veya “haçlı savaşı” olmadığı konusu üzerinde ısrarla durulmuştu. Bush’a göre, uluslararası terörizm izole edilmeli ve Taliban ve el-Kaide işbirliğindeki terör şebekesi çökertilmeliydi. Aslında söz konusu doktrin ne belli bir süreyi, ne belli bir bölgeye askerî müdahaleyi, ne belli sayıda askerî güç kullanılmasını, ne de belli büyüklükte gücün bir yerde konuşlanmasını öngörmekteydi.
Sovyetlerin dağılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Reagan, Clinton ve Bush döneminde ABD’nin politikası iki taraflı ve seçici angajmanlık olarak nitelenmekteydi. Ne tamamen tek taraflıydı, ne de tamamen çok taraflı işbirliğine dayalıydı. Demokratik değerleri, insan haklarını ve serbest girişimciliği savunuyor görünse de, ABD kendi ulusal çıkarına doğrudan bir saldırı olmadığı sürece herhangi bir çatışmaya karışmamaya (angaje olmamaya) özen göstermekteydi. George W. Bush ise, koltuğuna oturur oturmaz, ABD’nin yegâne güç olarak ortada kaldığını görünce, karşı konulamaz askerî ve ekonomik gücünü kullanarak, dünyanın tek merkezli olduğunu, sanki buna inanmak istemeyenlere de göstermek üzere harekete geçmişti. Beyaz Saray’ın yeni ekibi, yakın gelecekte değişmeyeceğini düşündükleri ABD’nin dünya liderliğine uygun olarak, dünya sorunlarına tek taraflı müdahale edebileceklerini düşünmekteydiler. ABD, 11 Eylül’den sonra artık tek taraflı hareket geçmeyi çok taraflı işbirliğine tercih ettiğini uygulamalarıyla da belli etmişti. 2001 Aralığında ABM (Anti Ballistic Missile: Füze Savar Füze) Anlaşmasından tek taraflı olarak ayrıldığını, Kyoto Antlaşmasını ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Sözleşmesi’ni ise onaylamayacağını açıklamıştı. Dışişleri Bakanı Powell, 2001 Aralığında yaptığı açıklamada ABD’nin kendi çıkarlarına hizmet ettiğini düşünmediği angajmanlardan çekileceğini duyurmuştu. ABD bundan sonra duruma ve çıkarına göre müttefiklerini yeniden kendi belirleyecekti. Gerekirse ve onlara ihtiyacı olmadığını düşünürse tek başına hareket edebilecekti. ABD bu bağlamda 1990’da Kuveyt’in işgali esnasında uluslararası meşruiyet peşinde koşarken Afganistan’ın işgali sürecinde böyle bir arayış içinde olmamıştı. ABD için bir tek yaklaşım söz konusu olmuştu: “Ya bizimlesiniz ya da teröristlerle.” ABD’nin söz konusu tutumu 2003’te Irak’ın işgali sırasında da böyle olmuştur. Nitekim, Güvenlik Konseyi’nde güç kullanılmasına izin veren bir kararın kabul edilmemesi ABD’yi engelleyememişti. ABD’nin uluslararası meşruiyet konusuyla artık ilgilenmediği ortaya çıkmıştı.
Bush Doktrini, 2002 Eylülünde kamuoyuna açıklanan Ulusal Güvenlik Stratejisi ile somutlaştırılmaktaydı. Diğer bir ifadeyle önleyici savaş ve önceden vuruş stratejisi adı verilen bu yeni politika aslında 2002 Ocağında Nükleer Durum Değerlendirmesi adı verilen raporda yapılan tespitlerle ortaya çıkmaya başlamıştı. Arkasından Bush’un 2002 Haziranında West Point’teki konuşmasıyla geliştirilen politikaya son şekli verilmiş ve nihayet 2003 Eylülünde kamuoyuna açıklanmıştır. Dünyanın değiştiğinden yola çıkılarak, tehdit ve güvenlik kavramlarını yeniden tanımlamak gerektiğini ifade eden Amerikan yönetimi, klasik caydırma stratejisinin artık yeni koşullarda, özellikle terör tehdidi karşısında anlamını ve geçerliliğini yitirdiğini ileri sürmekteydi.
ABD’nin yeni askerî stratejisinin temel unsurunu oluşturan önleyici savaş ve önceden vuruş stratejisine göre artık saldırıyı beklemeden, Amerika için tehdit oluşturan ülkelere karşı doğrudan harekete geçileceğine işaret edilmektedir. Bu politika bir anlamda özellikle kitle imha silâhlarına sahip olmaya çalıştığını ve terörü desteklediğini iddia ettiği Irak’tan sonra İran ve Suriye gibi Amerikan ulusal çıkarları için tehdit olarak nitelenen ülkelere karşı ABD’nin yasal olmayan güç kullanımına zemin hazırlamaktır. ABD, söz konusu ülkelere karşı başlatacağı bir savaş için BM’den herhangi bir karar çıkmasa bile doğrudan hareket geçmeye hakkı olduğunu düşünmektedir. Önleyici savaş ve önceden vurma stratejisinin temel mantığı, rakibi bir saldırı düzenlemeden harekete geçerek, saldırı kapasitesini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Amaç rakibe bir ilk saldırı fırsatı vermemek. Özellikle kitle imha silâhlarına sahip olan ve terörü desteklediği iddia edilen ülkelerin sahip oldukları bu kapasitelerle ABD’ye bir saldırı düzenleyebilecekleri ya da buna aracılık edebilecekleri ileri sürülmektedir. Bu strateji temelinde, “rejim değişikliği” hedef ülkeyi terörist devlet olma niteliğinden ve kitle imha silâhlarından arındırmaya dönük bir sürecin de başlangıcı olarak düşünülmektedir. Aslında buradaki temel felsefe, küresel güç olmayı ve emperyal çıkarları gerçekleştirmeyi öngören Amerikan politikasının çok iyi formüle edilerek pazarlanmasından başka bir şey değil. Diğer bir ifadeyle, ABD, iki kampa böldüğü dünyada Amerika ile birlikte hareket etmeyen, kapılarını Amerikan sermayesine kapatmış, Amerikan menşeli küresel kapitalizmle işbirliğini reddeden rejimleri ortadan kaldırmayı, değiştirmeyi ve dünyayı tek tipleştirmeyi amaçlamaktadır. Ancak ne rastlantı ki bu ülkelerin hepsi de Orta Doğu kökenli. Afganistan’dan sonra Irak işgal edilmiş, ondan sonra ise sıranın İran’a mı yoksa Suriye’ye mi geldiği tartışılmaktadır.
ABD’nin Irak’a ilişkin gerek kitle imha silahları konusunda gerekse terör bağlantısı konusundaki iddialarının boş çıkmasıyla geriye sadece Saddam yönetiminin insan hakları uygulamaları ve dolayısıyla Irak’ın özgürleştirilmesi gerektiği savı kalmıştır. Oysa insan hakları ihlalleri ve demokratikleşme kriteri esas alınmış olsaydı, bu müdahalenin Irak’tan önce başka ülkelere yapılması gerekirdi. Kaldı ki operasyon esnasındaki sivil can kaybı, operasyon sonrasında aylarca devam eden sorunlar, Ebu Gureyb’den dünya kamuoyuna yansıyanlar ve ABD’nin Irak’ta girişmiş olduğu sistematik yok etme kampanyası bu devletin asıl amacı konusundaki kuşkuları arttırmıştır.
III
New Yorker dergisinde 17 Ocak 2005’te yayınlanan, Pulitzer ödüllü Seymour Hersh imzalı bir makalede İran'ın ABD'nin terörle mücadelesindeki bir sonraki hedef olacağının ileri sürülmesi, ABD ile İran arasındaki zaten var olan gerginliğin bir anda artmasına yol açmıştır.
Bu makalede, ABD’li komandoların, geçen yazdan bu yana İran topraklarında potansiyel kimyasal ve nükleer hedeflerin yerini saptamak amacıyla gizli keşif operasyonları yürüttüğü ve amaçlarının 30 kadar tesis hakkında bilgi toplamak olduğu belirtiliyordu.
ABD Savunma Bakanlığı ise bu makalenin, yanlışlarla dolu olduğunu belirtmesine karşın olayı yalanlamak yerine, makaleyi sert bir dille eleştirmekle yetinmişti.
Bu arada Amerikan NBC Televizyonu’na konuşan Bush, sorunun diplomatik yollardan çözülmesini umduğunu, ancak askeri seçeneğin rafa kaldırılmadığını kaydederek bir taraftan İran’ın gizli şekilde atom bombası geliştirmeye çalıştığını iddia ediyor; diğer taraftan da İran’a karşı saldırı opsiyonunun dışlanmadığını ifade ediyordu. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney de 2005 Ocağında yaptığı açıklamada, İran'ın ABD'nin başlıca kaygılarından biri olduğunu ve ABD'nin İran'ın nükleer tesislerini yok etmek için inisiyatif kullanabileceğinden endişe ettiğini söylemişti.
Tahran hükümeti ise faaliyette bulunan Bandar Abbas uranyum tesislerinin nükleer silah geliştirmek için değil, enerji üretiminde kullanıldığını savunuyor ve Amerika Birleşik Devletleri’nin İran’a yönelik tehditlerini psikolojik savaş olarak nitelendiriyordu.
Diğer taraftan, ABD'nin İran'a yönelik askeri bir operasyona girişmesini zor bir olasılık olarak değerlendiren pek çok uzman gibi Heritage Foundation'ın askeri uzmanı James Carafano da “ABD'nin deniz ya da havadan İran'a yönelik nokta saldırılarında bulunabileceğini, böyle bir saldırının potansiyel kazançlarının, İran'ın Irak ve Afganistan'da konuşlanmış ABD birliklerinde yaratabileceği sorunların yanında solda sıfır kalacağını” ifade etmekteydi. Carafano’ya göre ''hemen hemen bütün ulusal kuvvetlerin kullanımı anlamına gelecek kitlesel bir seferberlik olmaksızın büyük çaplı bir başka kara operasyonu düzenlemenin olanaksız olduğuna dikkat çekmekteydi. Kaldı ki buna karar verilse bile Amerikan kuvvetlerinin hazır hale gelmesi aylar hatta yıllar alabilirdi. Zira ABD'nin Irak'taki 150 bin konuşlanmış askeriyle Irak'taki Sünni ayaklanmayı durdurmakta zorlanması ABD’nin yeni bir savaşı bu aşamada kaldırmasının zorluğuna işaret etmekteydi. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi'nden Anthony Cordesman da, ''İran büyük olasılıkla olabilecek her türlü şeye çok hararetli tepki verecektir ve bu da istikrarlı sonuçlardan ziyade istikrarsız sonuçlar doğuracaktır'' yorumunda bulunmaktaydı.
Öte yandan Rusya, ABD’nin İran’a karşı doğrudan askeri güç kullanma opsiyonundan söz etmesi üzerine nükleer ortağı olan İran'a destek çıkarak, İran'ın nükleer programının tamamen barışçıl amaçlarla olduğunu açıklamıştır. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, İran'ın gizli nükleer silahlanma programı olduğuna dair kaygıların gereksiz olduğunu belirterek, ''Durumun kontrol dışına çıkması ve İran'ın nükleer programının barışçıl doğasının değişeceğine inanmak için gerekli zemin yok'' ifadesini kullanmıştır. Lavrov, Tahran'ın nükleer programının tamamen barışçıl çerçevede kalması ve bu konuda soru işaretlerinin ortaya çıkmaması için Rusya ve İran arasında özel bir diyalog olduğuna da dikkat çekmiştir. Rusya, yukarıda da ifade edildiği gibi İran'ın Buşehr kentinde 1 milyar dolara mal olacak nükleer santralin ilk güç ünitesinin inşasını sürdürmektedir.
İsrail cephesinden yapılan açıklamada ise askeri müdahaleye kendilerinin değil, ABD'nin karar vermek zorunda olduğu ifade edilmiştir. Bu arada ABD'de yayımlanan New York Times gazetesi, ABD yönetiminin İran'ın balistik füze geliştirmesine yardımcı olan sekiz büyük Çin firmasına yaptırım uygulama kararı aldığını yazmıştır. Gazete, ABD yönetiminin yaptırım kararını “İran'ın silah programlarını yavaşlatma çabasının bir parçası olarak” nitelemekteydi.
Washington Institute for Near East Policy’nin başkan yardımcısı olan Patrick Clawson 12 Ocak 2005’te Washington Post’taki yazısında Bush yönetiminin ipleri Avrupa’nın ellerine bırakmakla akıllıca bir politika izlediğini iddia ediyordu. Clawson’a göre “şu an için Birleşik Devletler’in yapacağı en akıllıca iş, Avrupa’yı cesaretlendirerek Rusya ve Çin’in desteğini sağlamaktır”. Zira geçmişte İran, Avrupa’nın kararlılığı karşısında ikna edilmiş ve bazı konularda tavizler vermişti. Ekim 2003’te uranyum zenginleştirme projesini ertelemiş ve Kasım 2004’te Paris Antlaşması’nı imzalayarak Avrupa-İran görüşmelerinin başlamasına olanak sağlamıştı.
IV
Gerek Ocak başında gerçekleşen Dışişleri Bakanı Condolezza Rice’ın Türkiye’yi de içine alan Avrupa turu esnasında, gerekse Bush’un Şubat ayının son haftasında gerçekleştirdiği olağanüstü NATO zirvesi dolayısıyla Avrupa gezisi ve Putin ile yaptığı görüşmeler sırasında “İran’a askeri bir operasyon gündemimizde yok deseler de özellikle Bush, bir Amerikan başkanına asla, ‘asla böyle bir şey yapmayacağız’ dedirtemezsiniz” diyerek; askeri güç kullanımının opsiyonlar arasında olduğunu belirtmekten kaçınmamıştır. Bu durum hâlâ ABD’nin İran’a yönelik bir askeri opsiyonu devreye sokabileceğini düşünmemize neden olmaktadır. Ancak İran’ın Irak’tan ve Suriye’den farklı kılan özellikler arz ettiğini unutmamak gerekir. Zira, Irak’ın heterojen yapısı, özellikle Irak geleneğinde nüfusunun çoğunluğunu (% 60) oluşturmasına rağmen Şiilerin her dönemde iktidardan uzak tutulması ve Kürtlerin özellikle 1960’lardan itibaren Irak rejimiyle sorunlar yaşaması ve baskıya uğramaları bunların ABD işgaline sıcak bakmalarına yol açmıştır. Söz konusu kesimler işgal sonrasında yeni iktidar unsurları olacaklarını hesap etmişler ve ABD tarafından da bu yönde yaklaşık on yıldır hazırlanmışlar ve Washington’dan bu yönde hem parasal hem de örgütsel anlamda her türlü desteği almışlardır. Ayrıca Irak’ın 1980-88 savaşının arkasından giriştiği Kuveyt’i işgal macerası ve sonrasında karşılaştığı askeri operasyon ve yaklaşık 13 yıl süren ambargo, sistemi kırılgan hale getirmiştir. Bütün bunlara Saddam yönetiminin içerde uyguladığı baskıcı yöntemler ve komşu ülkelerle barışçıl ilişkiler geliştirememesi söz konusu Amerikan işgali karşısında kısa sürede çökmesine yol açmıştır. Bütün bunlara Irak’ın I. Dünya Savaşı sonrası oluşturulmuş bir devlet olduğunu ve bu açıdan köklü bir devlet geleneğine sahip olan İran’dan ayrıldığını da dikkate almak gerekir. Ayrıca İran, Irak’a göre çok daha homojen bir toplum görünümü sergilemektedir. Ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 85-90’ı Şiilerden oluşmaktadır. Etnik anlamda çok sayıda ulus bulunmakla beraber nüfusun yüzde 50’sini oluşturan Farslar ve yüzde 30’unu oluşturan Türkler Şii olmaları dolayısıyla bütüncül bir görünüm sergilenmesinde önemli rol oynamaktadırlar. Ülkede yaşayan diğer etnik gruplardan Sünni olan Kürtler kendi bölgelerinde kısmi yerel özerkliğe sahip bulunuyorlar ve II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında 1945’te Sovyet desteğiyle kurulan Mahabat Kürt devleti girişimi dışında rejimle önemli bir sorunları olmamıştır. Diğer etnik gruplardan Kuzistan bölgesinde yaşayan ve nüfusun yüzde % 4’ünü oluşturan Araplar ise İran-Irak Savaşı’nda bile Irak’a beklediği desteği vermek yerine İran’a bağlı kalmışlardır. Bunların dışındaki etnik gruplar, İran’ın bütünlüğü açısından tehdit oluşturacak bir potansiyele sahip bulunmuyorlar. Kaldı ki din ve mezhep unsuru Orta Doğu coğrafyasında halkların birbirleri ile olan ilişkilerinde önemli bir öğe olduğuna da ayrıca dikkat almak gerekir. Askeri açıdan da İran’ın coğrafya olarak genişliği ve genel itibariyle dağlık oluşu bir işgali zorlaştıran temel unsurlar arasında değerlendirilmelidir. Bunların dışında İran’ın stratejik konumu, Rusya ile stratejik ilişkisi ve Batı Avrupa ülkeleriyle derin ekonomik angajmanları, bu ülkeye karşı tek taraflı bir Amerikan müdahalesi karşısında önemli engeller olarak düşünülmelidir. Bütün bunlara karşılık ABD baskısının başarıya ulaşma şansının bulunmadığını söylemek de yanıltıcı olabilir. Zira Washington, kısa vadede doğrudan bir askeri müdahalede bulunmasa bile uygulanan baskı ve izolasyonun orta ve uzun vadede sonuç verme olasılığı oldukça yüksek. Zaman içinde izolasyon dolayısıyla ekonomik anlamda gerekli atılımların yapılamaması nedeniyle halkın refah düzeyinin bir türlü istenen noktaya gelememesi, demokratikleşme konusundaki beklentilerinin de karşılanmamasıyla birleşirse bu durum muhalefet hareketinin artmasına yol açabilir. Tam bu noktada mevcut siyasal iktidar demokratikleşme doğrultusunda bazı adımlar atarken, dışarıda da uluslararası toplumla birlikte hareket ederse yukarıda öngörülen tuzaktan kurtulabilir. Aksi takdirde gerek bölgeden gerekse uluslararası ortamdan giderek soyutlanan İran’ın bu durumu halk desteğini kaybetmesine yol açabilir. Ancak, İran kartlarını doğru oynarsa bu oyunu kaybetmeyebilir.
Dostları ilə paylaş: |