Psikolojik Savaşın Rusya Ayağı
Eymür'ün, Hiram Abas'tan aktararak yazdıkları ve Sovyet taraftarlarının Aydınlıkçılara yönelttikleri "Maocu Bozkurt" suçlamalarıyla birleşiyor. Aydınlıkçılık aynı zamanda Sovyet sosyal emperyalizmine karşı mücadelenin adıdır.
Sovyet sosyal emperyalizmi Türkiye içindeki faaliyeti boyunca Aydınlıkçıları karşısında buldu. Sovyetlerin emperyalist karakteri' de ilk kez Aydınlıkçılar tarafından sergilenmişti. Tabii bu yüzden Sovyetler Birliği'nin psikolojik savaşıyla da karşı karşıya geldiler. Sovyet taraftarlarının yayınları olsun, radyoları olsun Aydınlıkçıları "Amerikancılıkla" suçladı. MİT ve CIA tarafından üretilen malzemeyi kendi malları olarak kullandılar.
Amerikancılarla, Sovyet sosyal emperyalizmi taraftarlığının Aydınlık düşmanlığı konusunda buluşmaları Aydınlıkçılığın Türkiyeli karakterinin, devrimciliğinin en büyük kanıtıdır. İki büyük emperyaliste karşı da tutarlı bir mücadele yürütülmüş olduğunun en önemli göstergesidir. Türkiye'nin, halkın düşmanları Aydınlıkçıları ve İşçi Partisi'ni de en tehlikeli düşman saymışlardır
Düşmanın itirafları: "MİT'İ Pasif Duruma Soktular"
Hem Hiram Aba s, hem de Mehmet Eymür, MİT Raporu olayı sırasında basına demeçler ve röportajlar vererek Aydınlık'ın Kontrgerilla'ya., MİT’e ve toplam olarak devlete karşı yürüttüğü mücadelenin nelere yol açtığını, nerelerde tahribat yaptığımda itiraf ettiler.
8-11 Haziran 1988 tarihleri arasında Sabah gazetesi'nde Güngör Mengi'nin Hiram Abas'la yaptığı röportaj çıktı. Röportaj boyunca Abas, Aydınlıkçıların kendisini nasıl teşhir ettiklerini, her yükselişi sırasında nasıl karşısına çıktıklarını anlatıp yakınıyor. Röportajın bir yerinde şöyle diyor: "Bunlar, 1978'de MİT hakkındaki yayınlarla MİT’i pasif duruma sokabildiler. "Güngör Mengi hayretle soruyor: "Başardılar mü" Deneyimli istihbaratçı ilk sözünün anlamını zayıflatmaya çalışsa da gerçeği tekrarlamak zorunda kalıyor: "Evet, sadece kısa bir süre için basardılar. Bunu kabul edebilirsiniz, başardılar." Hiram Abas şöyle devem ediyor: "Şimdi 1987-88'deki benim aktivitemi yöneltmek istediğim yerler, kurduğum daire, çalışmalar, Güneydoğu'da biraz terörün azalması ... Ve PKK faaliyetine bakarsanız , PKK faaliyeti Güneydoğu'da bir eylemdir, ama esas büyük faaliyet Avrupa'da ... Neticede herhalde yine sıkıntılar başlamıştır malum yerlerde ve bunun neticesinde Doğu Perinçek yine üzerime üzerime geldi."
Mehmet Eymür de hem i97S'deki Kontrgerilla kampanyasını, hem de "MİT Raporu" yayınını, gene o Rapor günlerinde gazetelere verdiği demeçlerde değerlendirdi. Eymür 1978 için şöyle diyordu: "Zamanın Başbakanı bile etkilenerek, Kontrgerilla- işkence edebiyatına kapılmıştı. MİT, polis pasifize edildi. MİT sorgulardan çekildi. Özel Harp Dairesi sıkı bir denetim altına alındı." Eymür'ün kendisinin de emekli edilmesiyle sonuçlanan "MİT Raporu" olayına ilişkin sözleri ise şöyleydi: "Bu son operasyon tam anlamıyla teşkilatı (yani MİT'i) bitirmiştir. Bu MİT'in çöküşüdür.)
MİT'çi Eymür: " Aydınlıkçılar Tetik Çekenden Tehlikeli"
Dahası var. Mehmet Eymür, Analiz kitabını Milliyet gazetesinde tefrika ettirdi. Gazete hukuki sorumluluktan kaçabilmek için sadece Doğu Perinçek adı yerine uydurma bir isim kullanarak Eymür'ün iftiralarını olduğu gibi yayımladı. Doğu Perinçek söz konusu yayına yanıt verdi. Bu yanıtlar 10 Haziran 1991 gününden başlayarak üç gün "CIA ve MİT içindeki adamlarının itiraflarından korkmayız", "CIA 'nın hedefiydik" ve " Abas ve Eymür Özal'ın hizmetindeydi" başlıklarıyla verildi. Mehmet Eymür, Perin-çek'in yazısına bir yanıt daha verdi. Milliyetin 14 temmuz tarihli sayısında çıkan bölümde Eymür aynen şunları söylüyordu: "Perinçek, 'Eymür , anılarında sadece Aydınlıkçıları dinmez bir kinle karşısına alıyor' diyor. Perinçek doğru söylüyor... Perinçek gibi Hiram Abas'ın Mahmut Diklerin, Ilgız Aykutlu'nun, Hulusi Sayın'ın, İsmail Selin’in, askeri polisi ve sivili ile daha nicelerinin ölümünde tetiği çekenler kadar ve hatta onlardan da daha fazla suçludur... Hizmet ettikleri yabancı güçlerin talimatıyla yalan haberler üretmiş, insanları teşhir etmiş, resimlerini, adreslerini yayınlamış ve onları tetiği çekenlere hazır bir hedef haline getirmişlerdir."
Eymür'ün bu son sözlerinde herkesin çıkarması gereken önemli dersler vardır. Bir, teşhir, yani halkın önüne çıkarma, yani Aydınlık'ın yaptığı iş tetik çekmekten çok daha doğru bir devrimci tutumdur. Psikolojik savaş aygıtına ve Kontrgerilla'ya çok daha ağır
darbeler indirmiştir. Kontrgerilla sabotajlar, suikastlar türünden silahlı eylemlerden tedirgin bile olmaz. Böyle eylemlerin devrimcileri tecrit ettiğini bilir. Hazırlıksızken ayaklanmaya, silahlı eyleme tahrik etmek psikolojik harbin ilkeleri arasındadır.
İki, sözde solcular Aydınlıkçıları "ihbarcılıkla" suçlarken, aynı suçlama bu kez Mehmet Eymür'den gelmektedir. Eymür de Aydınlıkçıların çeşitli MIT çiler ve askerleri teşhir ederek tetikçilerin hedefi yaptığını ileri sürüyor.
Üç, Eymür Aydınlıkçılara karşı "dinmez bir kin" duydukların söylüyor. Kuşkusuz bu sadece kendi özel duygusu değil, devletin genel yaklaşımını da ortaya koyuyor.
Eymür, Analiz kitabında da aynı düşünce ve duyguları sergiliyor. Orada Eymür, Mahir Çayanları katledildiği Kızıl dere olaylarını ve kendisinin katıldığı işkenceli sorgulara ilişkin anılarını da anlatıyor. Aydınlıkçılar dışındaki devrimcilere olabildiğince yumuşak bir dil kullanmaya özen gösteriyor. Aydınlıkçılar söz konusu olunca ise her türlü iftiraya başvuruyor. Zaten kitabı bunun için yazıyor.
Psikolojik Savaşın Emrindeki "Sol" >
Şimdi görmüş bulunuyoruz: Aydınlık ne yaptı? Kontrgerilla, MİT ve MHP ile mücadele eti, onları teşhir etti, devlet konusu da halkı bilgilendirdi, eğitti. Gazete olarak Aydınlık.
Düşünüldüğünde ilk akla gelen işte Kontrgerilla, MİT ve MHP'ye karşı yürütülen bu mücadeledir. Mücadelenin sonuçları bizzat o mücadeleye hedef olan örgütler tarafından itiraf edilmiştir.
Hiram Abas , "MİT’i pasifime ettiler" demiştir. Mehmet Eymür "Bu MİT 'in çöküşüdür" demiş ve eklemiştir. "Evet, biz Aydınlıkçılara dinmez bir kin besliyoruz."
Bu yazıda MHP'ye karşı yürütülen mücadeleye girilmedi. Ancak Kontrgerilla ve MHP'den hesap soralım" sloganıyla yürütülen büyük kampanyaları , Maraş Katliamı sonrasındaki yayınları, MHP'lilerin Aydınlık'ta çıkan itiraflarını o günleri yaşayanlar çok iyi hatırlayacaklardır.
MHP'ye karşı mücadelenin sonucunu Türkeş sıkıyönetim-mahkemesinde yargılandığı sırada dile getirdi. Türkeş şöyle dedi: "Savcılar, bizim hakkımızdaki iddianamelerini Aydınlık'tan yazdılar."
Peki "Sol" ne yaptı?
"Sol" olduğuna göre devlete karşı olması, Kontrgerilla'ya MİTe, MHP'ye karşı yürütülen mücadeleye sahip çıkması beklenirdi. Aydınlık'a. bir "teşekkür" sunması gerekirdi.
Öyle olmadı!
Tam tersine Sol'un bir kesimi hemen saldırıya geçti. Aydınlık'a. karşı saldırısını adeta "dinmez bir kinle" yıllar yılı sürdürdü. Üstelik bu saldırıda doğrudan doğruya Kontrgerilla ve MİT tarafından imal edilmiş malzemeyi kullandı. Aydınlıkla psikolojik savaş aygıtı arasındaki mücadelede devlete güç verdi. "Devrimci" olduğu ölçüde kendi bindiği dalı kesti. Türkiye devrim tarihindeki en önemli başarıları gözden düşürmeye çalıştı.
"İhbarcılık"ve "Devrimci Öldürdüler" İftirası
Aydınlıkçılara, "Solcu" kisve altında yöneltilen belli başlı iki iftira var. Biri özellikle son zamanlarda bol bol yazılıp çiziliyor, şudur: "Aydınlıkçılar Eylül öncesinde devrimcileri öldürdüler". İkinci İftiraya göre ise, "Aydınlıkçılar üstelik adreslerini de vererek devrimcileri devlete ihbar ettiler". Her iki iftiranın da somut hiçbir kanıtını bugüne kadar gösterebilen çıkmadı. Ne ihbar edilmiş bir devrimci gösteren var, ne de öldürülen bir insan!
"Devrimci öldürdüler" şeklindeki iftira, bütün diğer iftiraların da ne derece geçerli olduğunu derhal sergileyecek ölçüde akıl almaz niteliktedir.
Söyledikleri işi iftiracılar defalarca ve bizzat yapmışlardır. Hatta bir kısmı halen yapmaya devam etmekte, fikir ayrılığına düştükleri eski arkadaşlarını pusular kurup acımasızca öldürmektedirler. Bu eylemlerini de dergilerinde savunabilmektedirler. Ama en azından sosyalistlerin büyük bir kesimi için söyleyebiliriz, Sol içi tartışmalar artık ölümle bitmiyor. Belirli ölçüde ders çıkarıldı.
12 Eylül'den önce böyle değildi. Ve 12 Eylül öncesinde Sol içi fikir ayrılıkları nedeniyle solcular tarafından öldürülmüş devrimci sayısının 300'ün üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Evet üç yüz! Katliam boyutunda bir olaydır bu. Bu kan gölünün içinde Aydınlıkçılar tarafından dökülmüş bir damla kan yoktur. Bırakalım devrimci öldürmeyi kimse Aydınlıkçılar tarafından fikir ayrılığı nedeniyle incitilmiş bir karınca bile gösteremez. Tam tersine, Aydınlıkçı hareket ortaya çıktığı andan itibaren daima Sol içi şiddete karşı çıktı.
1970 öncesinde TİP içindeki tartışmalar sırasında beliren sorunları şiddetle çözme eğilimi Aydınlıkçılar tarafından derhal eleştirilmişti. O zamanlar başta Mahir Cayan olmak üzere, "Oportünizm emperyalizm demektir; oportünizme ve emperyalizme karşı mücadele aynı yöntemlerle yapılmalıdır; dolayısıyla oportünizme karşı şiddet uygulamak doğrudur" şeklinde bir görüşü savunanlar vardı. Bu görüşü uyguladılar da. Aydınlıkçılar bu tutuma karşı, "Oportünizmi açığa çıkaralım ve ideolojik mücadeleyle yıkalım" sloganını ortaya atmışlardı; yani fikrin ancak fikirle karşılanması gerektiğini savundular.
1970'ten sonra ise Aydınlıkçılar bütün sosyalistlere defalarca çağrılar yaptılar. Dediler ki, "Gelin hiçbir noktada anlaşmasak bile Sol içi tartışmada şiddet kullanılmayacağı, şiddet kullananın beraberce tecrit edileceği noktasında anlaşalım. Anlaşmamızı yazılı bir belge haline getirip topluma ve bütün devrimcilere açıklayalım." Kabul görmedi. O üç yüz kadar devrimci insanımızın yaşamına mal olan sürece Aydınlıkçılardan başka eleştiri yönelten, karşı çıkan olmadı. Bazıları bazılarını "oportünist" ilan etti, "Oportünist demek hain demektir" dedi ve vurdu. Vurdu ve "ajandı" deyip geçti. Devrimci kamuoyu bunları görmezden , duymazdan geldi, adeta onayladı. Bu onay, yeni insanların katledilmesiyle sonuçlandı.
Devrimci öldüren devrimci olamaz. "Devrimciyim" yaftasıyla devrimci öldüreni devrimciler halka teşhir etmezlerse; polis gelip devrimciyi öldürür, devrimciler de polisin cinayetini gizlemiş olurlar. Polisin hizmetkârı konumuna düşerler. "Devrimci" öldürmeyi hangi gerekçeyle olursa olsun savunan adam, sonunda polisin yanına sürüklenir. Ne fikir savunuyor olursa olsun, bir devrimciyi fikri yüzünden öldüren insanın kim
tarafından yönetildiği, ajan olup olmadığı araştırılmalıdır. Nitekim 12 Eylül öncesinde öyle kolayca devrimci kanı dökenlerin ne kadarı polisin ajanıydı araştırılması gereken bir konudur. Bunları araştırmak, hatta bunların hesabını vermek durumunda olanlar Aydınlıkçıları suçluyorlar, Aydınlıkçıları suçlama ittifakı yapabiliyorlar. "Devrimci" grup örgütlemeye çıktıkları ilk anda, en yakınlarındaki devrimciyi katledip, cesedini parçaladıktan sonra bir sandığa yerleştirenler; verecekleri ölüm cezalarını dergilerinde ilan ettikten sonra infaza geçenler, ele ele verip Aydınlıkçılıkta devrimci katilliği arıyorlar.
Aydınlıkçılar Devrimci Öldüreni Asla Korumaz
Aydınlıkçılar kimseyi öldürmediler. Meşru müdafaa, yani canını savunma durumu dışında kimseye el kaldırmadılar. Dergilerini satmaları engellendi, insanları saldırıya uğradı ve öldürüldüler.
Evet Aydınlıkçılar öldürmediler ama öldürüldüler. TİKP 'nin Gaziantep İl Başkanı Zeki On, Tunceli II Yöneticisi Adil Turan , Tunceli Nazimiye ilçe Başkanı Hasan Erkılıç, Kahramanmaraş İl Yöneticisi Mehmet Ongan, Kahramanmaraş'ta devrimci öğretmen İnan Özdemir, "Solcu" geçinenler tarafından katledilen Aydınlıkçılardan sadece birkaçıdır. Bu insanlar Türkiye'nin yetişdirdiği en iyi devrimcilerdi, yıllarca halka hizmet etmişlerdi; çoğu mesleklerini, okullarını, işlerini bırakarak profesyonel devrimcilik yapıyorlardı. Aydınlıkçılar bu cinayetler karşısında bile kan davası gütmediler. Ama katilleri halka teşhir ettiler.
"Aydınlık ihbar etti" diyorlar. Nasıl ihbar etmiş Aydınlık! Devrimci katillerini yazarak. Gazete vasıtasıyla polise bilgi vermiş. Öyle bir iftira ki, üç yaşındaki çocuk bile inanmaz, her türlü mantıktan yoksun. İhbar edecek adam bu işi neden gazetesine yazarak yapsın? Polisin telefonunu mu bilmiyor, yoksa bir polis karakoluna gitmeyi mi akıl edemiyor? Aydınlıkçılar herhalde "ihbarcılıkla suçlanmayı " çok istedikleri için gazeteleriyle açık açık yaptılar bu işi! Üç yaşındaki bir çocuğu inandıramayacak bir iftirayı imal ettiler, kendilerini bu iftiraya inandırmaya çalıştılar, Aydınlıkçıları halktan tecrit etmek şeklindeki psikolojik savaş taktiğinin hizmetine girdiler.
Aydınlık kimse hakkında polise bilgi vermedi. Aydınhk'ta. yazılanlar nedeniyle kimsenin başına bir iş gelmedi. Devletin, "Aydınlıkçı öldürülmüş şunu bir takip edeyim" diye bir derdi de olmadı. Devlet, devrimciler arasındaki o öldürmeli çatışmaları daima memnuniyetle izledi.
Ne istiyolardı Aydınlık'tanl
Bazıları kendilerine "devrimci" adını verecekler, sonra gelip Zeki Ön'ü, Adil Turan'ı Mehmet Ongan’ı, Hasan Erkılıç'ı İnan Özdemir'ı acımasızca kurşunlayacaklar, işkence yaparak öldürecekler; Aydınlıkçılar da madem ki kendine "devrimciyim " diyenler öldürdü, susalım oturalım diyecekler! Ne katili arayacaklar, ne olayın üstüne gidecekler. Hatta kuzu kuzu bekleyecekler ki, o "devrimci " yaftalı katiller başka devrimcileri de öldürsünler. İftiracılar Aydınlık'tan devrimci katillerini korumasını istiyorlar. Zeki Ön’ün partisi Zeki Ön'ü öldürenleri gizleyecek, isimlerini halka duyurmayacakmış; Katil, hem öldürme hakkına sahip olacakmış, hem de öldürdüğü devrimcinin partisi tarafından korunma hakkına! Devrimcilik tartışması mı yapıyoruz, cinayetçilik tartışması mı?
Aydınlık bu tür bir devrimciliği asla kabul etmedi. Devrimci öldüreni devrimci saymadı. Devrimci öldüreni hâlâ "devrimci" kabul eden zihniyetle daima mücadele etti. "İhbarcı" filan gibi iftiralara asla pabuç bırakmadı.
Aydınlık devrimci katillerini araştırdı. Ulaştığı bilgileri halka sundu. Çünkü en önemli yargı halkın yargısıdır, sonucu halkın kararı belirleyecektir.
Türkiye'nin bir kısım solcusu hâlâ geçmişten yeteri kadar ders çıkarmış değil. Hâlâ devrimcinin devrimci öldürmesini hoş görme zihniyetini yaşatıyor. Bu zihniyet yaşadıkça, kendi içine polisin elini kolunu sallayarak girmesine, tertiplere kurban edilmesine engel olamayacaktır. Bölünüp parçalanmalardan; halk yığınlarından tecrit olmaktan kurtulamayacaktır. .
Türkiye Solu'nun bir tek çıkış yolu vardır.Net olarak Aydınlıkçı tutumun haklılığını teslim etmek. Devrimciler arası şiddeti açıkça lanetlemek!
Tarihin İçinden Bulunup Çıkarılan Yalan
"Solcu" kisveli psikolojik savaşın son zamanlarda ısıtıp piyasaya sürmeye çalıştığı bir iftira var, gerçekten de çok öğretici. Diyorlar ki, 'Aydınlıkçılar 12 Kasım 1978 günü Turgut İpçioğlu adlı devrimciyi öldürdüler.' Doğru dürüst bilmiyorlar. O çocuğun soyadı "İpçioğlu" değil "İbçioğlu" idi. 12 Kasım 1978'de değil, 7 Kasım 7978'de öldürülmüştü Öldüren Aydınlıkçı değil, Dev-Sol'cu idi. Öldürenin adı Selçuk Öçmen'di. Selçuk Öçmen cinayetten çok kısa bir süre önce TKP taraftarlarının gençlik örgütü İGD'den ayrılıp Dev-Sol'a geçmişti.
Dev-Sol, İGD ve Devrimci Kurtuluş isimli örgütlerin üyeleri Bakırköy Lisesi'nde boykot yapmak istemişler, dışardan getirdikleri adamlarla boykot için öğrenciye baskı uygulamaya kalmışlardı. Aydınlıkçı öğrenciler zorbalara karşı çıkmışlar, bu saçma boykotun yapılmasını engellemişlerdi. Söz konusu üç grup olaydan bir gece önce İGD'lilerin denetimindeki Bakırköy Halkevi'nde bir toplantı yaparak Aydınlıkçı gençlerden intikam alma, gerekirse öldürme kararı almışlardı. Olay günü saldırganlar okul çıkışında, aralarında İbçioğlu da olduğu halde Aydınlıkçı Bayram isimli genci sıkıştırmışlar, itip kakmışlar daha sonra da silahlarına davranmışlardı. Bayram adlı devrimci olay yerinden kaçarken saldırganlar silahlarını ateşlemişlerdi. Selçuk Öçmen'in silahından çıkan kurşunlar İbcioğlu'nu bulmuş, onun ölümüne yol açmıştı.
İbçioğlu'nun öldürülmesi olayı o zamanki günlük Aydınlık tarafından bütün kanıtlarıyla açığa çıkarıldı. Aydınlık 9 Mart 1979 tarihli sayısında olayı ayrıntısıyla yazdı. Dev- Sol, İGD ve Devrimci Kurtuluş üyelerinin Aydınlıkçılara karşı kurdukları komplo sırasında birbirlerini vurdukları tanıklarla, katilin adı da saptanarak, olay krokileriyle kamuoyuna sunuldu. Birçok görgü tanığı olayı Aydınlık'a anlatmıştı. Ayrıca Dev-Yol'cu bir öğrenci kendi el yazısıyla Aydınlık'a bilgi vermiş, anlatımları teyple de kaydedilmişti. İnkâr mümkün değildi.
Dev-Sol, İGD ve Devrimci Kurtuluş örgütü o zaman da büyük gürültü koparmışlar, İbcioğlu'nun Aydınhkçılar tarafından öldürüldüğünü iddia etmişlerdi. Hem de nasıl? Duvarlara afişler asarak, toplantılar yapıp Aydınlıkçıları okullara sokmama kararı çıkartarak! Bu adamlar, yani iftiracılar, her türlü suçlamayı rahatlıkla yapabiliyorlar, İhbarsa ihbarda da bulunuyorlar ama ihbarcı olmuyorlar.' Tam tersine saldırdıkları insanlara "ihbarcı" damgasını basıyorlar.
Aynı tutumlarını şimdi de sürdürmektedirler. Geçtiğimiz haftalarda İTÜ'de Aydın-lıkçılara saldırdılar. Gerekli dersi alıp dağıldılar, olay sırasında bir arkadaşları yaralandı. Hemen kağıda kaleme sarıldılar, üstelik yaralandığını söyledikleri arkadaşlarının resmini de basıp, işte bakın Aydınlıkçılar yaraladı diye vaveylayı kopardılar. Aynı resim, aynı yazı Özgür Ülke gazetesinde de yer aldı. Aydınlıkçı gençler polis tarafından gözaltına alındılar. Her zaman hem suçlu hem güçlü olmak istemişlerdir. Kendi mantıklarına göre ihbarcıdırlar, ama ihbarcılığı başka yerde aramaktadırlar.
Bu tür solcu gruplar için insan yaşamının ve gerçeğin değeri yoktur. Kendi vurdukları arkadaşlarının anısı önünde olsun biraz düşünecek yerde, o ölümü istismar etme yolunu aramaktadırlar. Aydınlıkçıların "devrimci öldürdüklerine " dair örnek diye bulabildikleri on altı yıl önceki İbcioğlu cinayeti bile kendilerine aittir. O zamandan beri örgütten ayrıldı gerekçesiyle vurup öldürdükleri devrimcinin ise hesabı yoktur. Yalan ve cinayet zemininde birbirlerine sarılarak Aydınlıkçılığa karşı iftira savaşı yürütüyorlar.
Halka Karşı Şiddet
12 Eylül öncesinde bir kısım Sol yalnız kendi içinde değil, halka karşı da şiddet uyguladı. Bazı gruplar kendilerinde halktan insanları öldürme hakkı gördüler. İşi "faşisttir" diye nitelendirdikleri işçileri kurşuna dizmeye kadar götürdüler, üstelik kimin "faşist" olduğuna da kendilerine yakınlığına uzaklığına göre, gene kendileri karar verdiler. Bu cinayetlerden en ünlüsü İstanbul Ümraniye'de beş işçinin "MHP'lidirler "diye çalıştıkları taş ocağından çıkarılıp kurşuna dizilmeleri olayıdır.
"Öncü Savaş" halkın kahramanca eylemlerle örnekler yaratacak devrimcilere bakarak harekete geçeceği varsayımına dayanıyordu. Öncüler bazı eylemler yaptılar, ama halk kendilerin izlemedi. O zaman dönüp halkı suçladılar.
Aydınlıkçılar bu tehlikeye başından itibaren dikkat çektiler, uyardılar, devrimcileri kitle çizgisine çağırdılar. Devrimci çizgi halkın vicdanını esas alır. O vicdanın reddettiği eyleme girişmez. Marksizm insanları kafalarındaki fikirlere göre değil, ekonomik süreçlerdeki konumlarına göre sınıflandırır. İşçinin bilincini dönüştürmek, onu devrimci yapmak öncünün görevidir. Kafaları kırarak o kafanın içindeki fikirleri değiştirmek mümkün değildir. Halka şiddet uygulayan devrimci olamaz, devrimci kalamaz. Devrimciler halktan insan öldürüyor diye devlete bir zarar gelmez. Tam tersine devlet bu durumdan fazlasıyla memnun kalır. Böyle eylemler devletin çok işine yaramıştır. Halka şiddet uygulayan solculuk, devrimcileri halktan tecrit etti. .Tecrit olan devrimciliğin ise en iyimser deyimle devlete yem olmaktan öte varabileceği bir yer yoktur. Olaya konumuz açısından, yani psikolojik savaş ilkeleri ışığında baktığımızda ise bu tür solculuğun devrimciliği ezmekle görevli merkezlerin işini ne kadar kolaylaştırdığını görebiliriz. "Asiyi halktan tecrit etmek" psikolojik savaşın başta gelen amacıdır.
Aydınlıkçılar halka karşı şiddet uygulanmasına karşı çıktılar. Fikirleri yüzünden halktan insanları öldürenleri gene halkın önünde eleştirdiler. Aydınlıkçılar devlete ve hakim sınıflara karşı yapılan hiçbir eylemi, o an için yanlış bulsalar bile, teşhir etmediler; bu tür herhangi bir eylemin içindekiler hakkında hiçbir şey yazmadılar, Aydınlık'ın yayın ilkesiydi bu. Aydınlıkçılığın ölçüsü her zaman halkın çıkarları oldu. Aydınlıkçılar devrimciliği dâima halkın kazanılıp seferber edilmesi olarak anladılar.
Öğrenci Kimliği olan Herkese Öğrenim Hakkı
Şimdi unutuldu gitti ama, 12 Eylül öncesinde bir de şu veya bu grubu okullara sokmama politikası vardı. Kendini güçlü hisseden grup "Bu okula faşistler giremez" sloganıyla işe girişiyor, sonunda kendisinden olmayan herkese karşı terör uygulama noktasına varıyordu. Bu politika da, kendinde halka şiddet uygulama hakkı gören çizginin ürünüydü. Üstelik Türkiye çapında bir güç hesabına da dayanmıyordu.
Bugünkü düzen içinde devrimcilerin okullara kimin girip kimin giremeyeceğini sürgit belirlemelerine olanak yoktu. Bu çizgi, sonunda devrimci öğrencileri okullara gidemez duruma getirecekti. Doğru politika herkesin okullara özgürce gidebilmesini savunmaktı, gençlik yığınlarıyla devrimciler ancak bu temelde buluşabilirdi. Aydınlıkçılar bu görüşleri dile getirdiler, "Öğrenci kimliği olan herkese öğrenim özgürlüğü" sloganını ortaya koydular. O dönemde bu slogan yeteri kadar sınıfsal bulunmamış, hatta "Siz MHP'lilerin okuma özgürlüğünü savunuyorsunuz" şeklinde saldırıya uğramıştı. Zaman Aydınlıkçıların ne kadar haklı olduğunu gösterdi. Mesele şunun bunun özgürlüğünü ortadan kaldırmak değil, devrimcilerin özgürlüğünü koruyabilmek, geliştirebilmekti.
Bütün bu yanlış politika, uygulama ve eylemlerin sahipleri gerçek bir özeleştiri yaparak, Aydınlıkçılığın hakkını teslim etmek yerine, Aydınlıkçılığa saldırarak suçlarını örtmeyi tercih ettiler. Doğruları savunanları psikolojik savaş malzemeleriyle karalayıp "ajan" veya "muhbir" ilan ederlerse sorumluluklarının azalacağını sandılar. Bunun adı hatada ısrardır. Halktan kopuşu sürdürmektedir. Psikolojik savaşa kendini alabildiğine açmaktır.
Temel Soru: Kitleleri Kim Kazanacak?
İsterse solcu kisve altında yürütülsün Aydınlıkçıları ve İşçi Partisi'ni hedef alan iftira ve yalan kampanyalarının merkezinde daima CIA, MİT ve Kontrgerilla vardır. Psikolojik savaş aygıtı Aydınlıkçılığı stratejik düşman olarak belirlemiş, Aydınlıkçılara karşı mücadeleyi neredeyse doğasının parçası haline getirmiştir. İstediği kadar silahtan söz etsin, hatta istediği kadar silaha başvursun, kitleleri harekete geçirmeyi esas almayan bir solculuk psikolojik savaş aygıtları tarafından ciddiye bile alınmaz. Böyle grupları rejim olsa olsa ayağına batan dikenler olarak görür, bunların asla öldürücü bir darbe indiremeyeceğini bilir. Böyle grupları kolayca saf dışı bırakabilir. Sonuçta üstte kalarak halk kitleleri karşısında gücünü kanıtlamış olacağı için bu tür grupların varlığından, kendisiyle mücadelesinden hoşlanır bile.
Bizim bir kısım solcularımız devrimin nasıl bir iş olduğunu hiçbir zaman kavramamışlardır; yaşanmış devrimlerden ders çıkarmazlar. Burjuva devletleri ise, hele işte o "modern" denilen devletler bütün devrimlerin deneyimini ciddiyetle incelemişlerdir. O yüzdendir ki, psikolojik savaşın bütün teorisi bir tek soru üzerine kuruludur: Kitleyi kim kazanacak! Yöntemler farklıdır ama, kitleleri kazanan üstte kalacaktır.
Psikolojik savaş, kitleleri devrimcilerden uzaklaştırmak ve devletin yanında tutmak sorunuyla ilgilidir. Bu yüzdendir ki, kavgası Aydınlıkçılık ve İşçi Partisi'yledir. Çünkü İşçi Partisi kitle devrimciliğidir, bütün hesabını kitleleri kazanmak üzerine yapar, bütün eylemlerinde sadece bu ilkeyi gözetir. Stratejik olarak kazanması mümkün biricik devrimcilik de budur.
Psikolojik savaş aygıtının Aydınlıkçılık dışındaki şu veya bu grupla ilgili olarak uzun süreli hesapları, planları, tecrit kampanyaları yoktur. Onlar hakkında psikolojik savaş yürütmeye gerek duymaz, enerji harcamaz; onları birer polisiye olay düzeyinde ele alır. Bu durumun istisnası gösterilemez. Çünkü bu kadarı o grupları etkisizleştirmeye yetmektedir. Aydınlık söz konusu olduğunda yedi koldan kuşatmalar, yirmi dergiden ve gazete köşelerinden hücumlar söz konusudur. Aydınlıkçılık işte bu nedenle kendisine karşı yürütülen psikolojik savaş kampanyalarında devrimciliğinin kanıtını bulagelmiştir.
Dostları ilə paylaş: |