YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM
Ta’tîlci ve Temsîlci Gruplardan Her Biri Ta’tîl ve Temsîli Bir Arada Toplamışlardır
Ta’tîlci (Muattıl): Cehmiyye, Mu’tezile, Eş’ariyye ve benzerleri gibi Allah’ın isim ya da sıfatlarından herhangi bir şeyi reddedendir.
Temsîlci (Mümessil): İlk Râfızîler ve benzerleri gibi Allah’ı yaratıklarına her bakımdan benzetmek sûretiyle O’nun hakkında sıfatlar saptayandır.
İşin doğrusu her ta’tîlci aynı zamanda temsîlcidir. Her temsîlci de aynı zamanda ta’tîlcidir.
• Ta’tîlcilerin ta’tîli açıktır. Temsîli de şöyledir: O, sıfatları ispat etmenin teşbîhi gerektireceğine inandığından dolayı sıfatları ta’tîl etmiştir. İşte bundan kaçmak için sıfatları inkar etmeye başlamıştır. O halde önce temsîl etmiştir sonrada ta’tîl.
• Temsîlciye gelince bunun temsîli açıktır. Ta’tîli de üç bakımdandır:
1- Nassı, gösterdiği anlamdan başka bir anlama çevirmek sûretiyle, onunla sıfatı ispat ettiği nassın kendisini ta’tîl etmiştir. Çünkü nass, Allah’ın yaratıklarına benzediğini değil, kendisine yaraşır sıfatı olduğunu gösterir.
2- Allah’ı yaratıklarına her bakımdan benzettiği zaman “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şûrâ, 11), “O’nun hiçbir dengi yoktur” (İhlâs, 4) gibi Allah’ın yaratıklarına benzemediğini gösteren her nassı ta’tîl etmiş olur.
3- Allah’ı yaratıklarına benzettiği zaman, her bakımdan mükemmel olan Rabbi, eksik yaratıklara benzeterek Allah için gerekli olan kemâli (mükemmelliği) ta’tîl etmiş olur.
YİRMİİKİNCİ BÖLÜM
Selefin Kelâm İlminden Sakındırması273
Kelâm ilmi; kelâmcıların bulup geliştirdikleri, Kitap ve Sünnet’in getirdiklerinden yüz çevirmelerine neden olan yöntemlerle dinin inanç esaslarına ilişkin sonradan uydurdukları her şeydir.
Şüphe ve kuşkulara neden olduğu için, selefin kelâm ilminden ve kelâmcılardan sakındıran sözleri çeşitlilik göstermektedir:
-Nitekim İmam Ahmed şöyle demiştir:
“Kelâmcı (kelâm ilmiyle uğraşan) asla kurtuluşa ermez.”274
- İmam Şâfiî275 ise şöyle demiştir:
“Kelâmcılar hakkındaki hükmüm şudur: Hurma dallarından yapılmış çubuklarla ve terliklerle dövülmeli, sonra da aşiret aşiret, kabile kabile dolaştırılıp: ‘İşte Kitap ve Sünnet’i bırakıp da kelâm ilmine yönelenin cezası budur’ denilir.”276 277
Aslında kelâmcılar, bir yandan Allah’a tevbe etmeleri ve başkalarının onların görüşlerine uymalarını önlemek için, İmam Şâfiî’nin söylediği bu cezayı gerçekten haketmektedirler. Öte yandan da kendilerini, şaşkınlık kapladığından ve şeytan ayarttığından dolayı onlara rahmet ediyor ve acıyoruz. Bununla beraber onları sınadığı belâdan bizi koruyan Allah’a hamdediyoruz.
Öyleyse onlara iki açıdan bakmaktayız:
• Din açısından bakış: Bu açıdan baktığımız da onları terbiye ediyor ve görüşlerini yaymalarını önlüyoruz.
• Kader açısından bakış: Bu açıdan baktığımızda da onlara acıyor, onlar için Allah’tan kurtuluş diliyor ve bizi onların durumundan koruyan Allah’a hamdediyoruz.
Sapıtmalarından en çok korkulan kişiler, kelâm ilmine girip sonuna kadar varamayan yâni bu ilmin içyüzünü tam öğrenemeyenlerdir. Öyle ki, kelâm ilmine hiç girmeyen selâmettedir. Sonuna kadar varıp içyüzünü iyice öğrenen de, daha önce bazı büyüklerinin278 de başından geçtiği gibi sırf kelâm ilminin bozukluğunu anladığı için Kitap ve Sünnet’e döner. Asıl tehlike de doğru yoldan çıkıp işin gerçeğini (kelâm ilminin içyüzünü) anlayamayan kimse üzerinde kalır.
Yazar İbn Teymiyye (Allah kendisine rahmet etsin) bu fetvâsında (kitabında) kelâmcılardan bu konuyla ilgili olarak konuşanlardan pek çok söz naklettikten sonra şunu söylemiştir: “Gerçi Kitap, Sünnet ve selefin sözleri yanında başka sözlere ihtiyacımız yoktur. Fakat insanların pek çoğu; bazı kelâmcı gruplara mensup oldukları, başkalarına değil sadece onlara iyi niyet besledikleri ve bu konuda başkalarının eremedikleri gerçeklere onların erdiklerini sandıkları için, getirdikleri her ayetin ardından mutlaka onların sözlerinden bir şey de nakletmeyi gerekli görmüşlerdir.”279
Daha sonra şöyle demiştir: “Sözlerini naklettiğimiz kelâmcıların ve başkalarının, bu konu ve başka konularda dediklerinin hepsini söylüyor (kabul ediyor) değiliz. Fakat gerçek onu söyleyen herkesten kabul edilir.”280
Yazar (Allah kendisine rahmet etsin) bu sözleri nakletmesindeki amacını, kimden gelirse gelsin hakkın beyânı ve bu gruplara kendi önderlerinin sözlerinden delil getirilmesi olarak açıklamıştır. Allah en doğrusunu bilir.
YİRMİÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Allah’a ve Ahiret Gününe İman Konusunda Doğru Yoldan Sapan Gruplar
Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in, sahâbîlerinin ve onlara güzelce (ihsanla) uyan tâbiîn’in yolu, ilim ve amel bakımından dosdoğru yol üzeredir. Bunun böyle olduğunu ilim ve adaletle araştıran herkes bilir. Onlar Allah’a ve ahiret gününe (metafizik konulara) imanı en güzel şekilde gerçekleştirmişler ve bu yolun gerçekten hak bir yol olduğunu ikrar etmişlerdir. Onlar, işlerinde Allah için samimi oldukları gibi O’nun şerîatine (yoluna) de kesinkez uymuşlardır. Asla şirke, bid’ate, tahrîfe ve yalanlamaya sapmamışlardır.
Ancak onların yollarından sapanlar üç grupturlar: Tahyîl ehli (tahyîlciler), te’vîl ehli (te’vîlciler) ve techîl ehli (techîlciler).
• Tahyîl Ehli (Sembolistler: Hayallendirmeciler, Canlandırmacılar): Bunlar, filozoflar, Bâtınîler ve onların yolundan giden kelâmcılar ve başkalarıdır.
Bunların görüşlerinin gerçeği, Allah’a ve ahiret gününe imanla ilgili konularda peygamberlerin getirdikleri şeylerin, aslında fiilen gerçeği olmayan birtakım semboller (örnekler) ve hayallendirmeler (canlandırmalar) olmasıdır. Bu naslarla kastedilen sadece genelin ve insanların çoğunluğunun bunlardan faydalanmasıdır. Çünkü insanlara “sizin, büyük, güçlü, merhametli, kahredici bir Rabbiniz vardır, önünüzde de dirileceğiniz, dünyadayken yaptığınız işlerin karşılığını göreceğiniz bir gün vardır” vb. şeyler dendiği zaman, onlar arzu edilen yol üzerinde dosdoğru olurlar. Onlara göre bu inancın bir gerçeği olmasa bile yine de insanlara yararı vardır.
Sonra bunlar da (tahyîl ehli) yine kendi aralarında Aşırılar ve Aşırı Olmayanlar olmak üzere ikiye ayrılmışlardır:
Aşırılar, peygamberlerin Allah’a ve ahiret gününe imanla ilgili işlerin hakîkatlerini bilmediklerini, ilahiyat filozoflarından ve evliyâ sandıkları kişilerden bazılarının ise bu hakîkatleri bildiklerini ileri sürmüşlerdir. Yine bunlar, filozofların içinde, Allah’ı ve ahiret gününü, insanların en iyi bilenleri peygamberler olduğu halde, peygamberlerden daha iyi bilenlerin bulunduğunu ileri sürmüşlerdir.
Aşırı Olmayanlar ise, peygamberlerin, Allah’a ve ahiret gününe imanla ilgili işlerin hakîkatlerini bildiklerini (yâni bunların olmadığını) ancak insanların yararının gözetilmesi için gerçeği olmayan birtakım hayâli canlandırmalarda bulunduklarını ileri sürerler. Bunlar çoğunlukla en büyük ve en önemli konularda peygamberlerin yalanlarını içeren bir yolla insanların yararının gözetilip sağlanabileceği iddiasında bulunmuşlardır.
Buna göre birinci grup (aşırılar), Peygamberleri câhillikle, ikinci grup (aşırı olmayanlar) ise hainlik ve yalancılıkla suçlamışlardır.
İşte bu, tahyîlcilerin Allah’a ve ahiret gününe imanla ilgili konulardaki görüşleridir.
Amellere ilişkin görüşlerine gelince: Bunlardan kimi amelleri, herkesin (yapmakla) emredildiği gerçekler olarak kabul eder. Kimileri de amelleri seçkinlerin (hassanın) değil genelin (ammenin) emredildiği birtakım hayâli canlandırmalar ve semboller olarak görür. Nitekim namazı, kendi sırlarını bilmek, orucu kendi sırlarını gizlemek, haccı şeyhlerine sefer etmek (gitmek) v.b. şeklinde te’vîl ederler. Bu sapıklar, İsmâiliyye281 ve Bâtıniyye gibi sapık fırkalara mensupturlar.
Bunların görüşlerinin (ve sözlerinin) bozukluğu, duyu, akıl ve şerîat (din) yoluyla zorunlu olarak bilinmektedir. Bizler Allah’ın varlığı ve sıfatlarının mükemmelliğini gösteren sayısız ayetlere (deliller, belgeler, ibretler) tanık olmaktayız. Nitekim bir şiirde şöyle denilmiştir:
Her bir şeyde vardır, O’na bir ayet
O’nun (varlık) ve birliğine eder delâlet.282
Kâinatta cereyan eden bu düzenli olayların, hikmet sahibi, herşeye güç yetiren ve onları idare eden bir varlık olmadan meydana gelmesi mümkün değildir.
Bütün dinler ahiret gününe imanın gereğini söylemiştir. Allah’ın apaçık hikmeti de bunu gerektirir. Ahiret gününe imanı, büyüklük taslayan veya deliden başkası inkar etmez.
Tahyîlcilere cevap (reddiye) vermek için fazla bir söze ihtiyaç yoktur. Zaten insanların onlara karşı olan nefretleri açıkça bilinmektedir.
• Te’vîl Ehli (Te’vîlciler): Bunlar da Cehmiyye, Mu’tezile ve onların taraftarlarından oluşan kelâmcılardır. Görüşlerinin gerçeği (esası) şudur:
Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bildirdiği sıfat naslarının açık anlamı kastedilmemiştir. Tersine bunlardan asıl kastedilen, peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bildiği ancak akıllarıyla düşünüp bulsunlar diye insanlara bıraktığı açık anlamlara aykırı (mecâzî) anlamlardır. Onlar böylece nasların açık anlamlarını, açık anlamlarına aykırı (mecâzî) anlamlara çevirmeye uğraşırlar. Onların bundan amacı, akıllarını sınamak, sözü açık anlamından çevirerek dilin ender görülen şekillerine (şâz) ve garip anlamlarına indirgemek için harcadıkları çabadan dolayı çektikleri zahmetin karşılığında daha çok sevap alacaklarına olan inançlarıdır.
Oysa ki onlar, insanların en çok karışıklığa, en çok çelişkiye düşenleridir. Çünkü onların, te’vîli mümkün olan sözle, olmayan sözü ayırdedecek ve bununla kastedilen asıl anlamı belirleyecek sâbit bir kuralları yoktur.
Sonra onların ileri sürdükleri anlamların çoğu, konuşanın durumundan ve sözünün gelişinden, onun bu anlamı, onların te’vîl ederek belirledikleri anlamda kullanmadığı anlaşılır.
Bunlar kendilerini sünnetin yardımcıları olarak gösterir, Allah’ı eksikliklerden tenzîh perdesi arkasına gizlenirler. Oysa ki Allah-u Teâlâ, şüphelerini reddetmek ve delillerini suratlarına çarpmak sûretiyle onların perdelerini yırtmıştır.
Te’vîlcileri reddetmek için herkesten çok Şeyhu’l-İslâm (İbn Teymiyye) ve başkaları uğraş göstermişlerdir.283 Çünkü te’vîlciler, Sünnet yardımcıları olarak göründüklerinden dolayı doğal olarak insan, başkalarından çok onların sözlerine aldanabilir.
BÖLÜM
Te’vîlcilerin Ahirete ilişkin Naslar Hakkındaki Görüşleri
Onların bu konudaki görüşü, ahiretle ilgili naslara, herhangi bir te’vîle kaçmadan gerçeği üzere olduğu gibi iman etmektir.
Sıfatlara ilişkin naslarda te’vîlcilerin görüşü nasları gerçek anlamlarından, açık anlamlarına aykırı mecâzî anlamlara çevirmek olduğu için tahyîlciler onların üstüne üstüne gitmiş ve onları sıfat naslarında yaptıkları gibi ahiret hakkındaki nasları da te’vîl etmeye zorlamışlardır. Buna karşılık te’vîlciler de onlara şöyle cevap vermişlerdir: “Biz zorunlu olarak biliyoruz ki, Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-, ahiretin varlığını bildirmiştir. Üstelik biz ahiretin varlığına engel olan şüphenin bozukluğunu da biliyoruz. Buna göre ahiretin varlığını söylemek kaçınılmazdır.”
Te’vîlcilerin bu cevâbı, doğru bir cevap ve kesin bir kanıttır. Üstelik bu kanıt içerik olarak, te’vîlcilerin; ahiretle ilgili nasları te’vîl etmedikleri, tahyîlcileri de ahiretin varlığını ve onunla ilgili nasları gerçek anlamlarıyla ispat etmeye ve bunu söylemeye itip zorladıkları için onları savunmak gerektiğini gösterir. Çünkü kanıt bulunduğu, engel ortadan kalktığı zaman, kanıtın gösterdiği gerçek anlamın tespit edilip ortaya konması gerekir.
Ehl-i Sünnet, sıfatların varlığını ve onlarla ilgili nasların gerçek anlamlarıyla kabul edilmesi gereğini söylemeleri için, te’vîlcilere karşı, onların kendi kanıtı olan bu kanıtı kullanarak onlara şöyle demiştir: “Biz zorunlu olarak biliyoruz ki Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-, Allah’ın sıfatları olduğunu bildirmiştir. Üstelik biz Allah’ın sıfatları olmasına engel olan şüphenin bozukluğunu da biliyoruz. Buna göre Allah’ın sıfatları olduğunu söylemek kaçınılmazdır.”
Bu doğru bir zorunlu kılma, te’vîlcilerin ondan kaçmalarının mümkün olamayacağı kesin bir kanıttır. Çünkü ahiretle ilgili naslarda sözü gerçek anlamından çevirmeye engel olan kimsenin, ilâhî kitaplarda ahiretle ilgili naslara göre daha çok ve daha önemli olan sıfat naslarında da sözü gerçek anlamından çevirmeye engel olması gerekir. Eğer bunu yapmazsa, çelişkisi ve aklının bozukluğu açıkça ortaya çıkmış olur.
FASIL
• Techîl Ehline284 (Techîlciler: Câhil Görenler) gelince, sünnete ve selefe müntesip olduğunu söyleyenler arasında birçok techîlci vardır.
Bunların görüşlerinin hakîkati şudur: Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in sıfat naslarıyla ilgili bildirdikleri, anlamını peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bile bilmediği bilinmez şeylerdir. Buna göre peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- sıfatlar hakkında, anlamını bilmediği sözler söylemiştir. Bununla beraber onlara göre akıl, sıfatlar hakkında hüküm vermez. Onların bu sözleri, peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in, ashâbının ve selef imamların sıfatlar hakkında, aklî ve naklî hiçbir ilme sâhip olmamalarını gerektirir ki, bu sözlerin en bâtılıdır.
Techîlcilerin sıfat nasları hakkındaki yöntemi; bu nasların lafızlarını, olduğu gibi kabul edip anlamlarını Allah’a havale etmektir (bırakmaktır). Onların kimileri de çelişkiye düşerek şöyle derler: Sıfatlar açık anlamları üzere bırakılır. Ancak bununla beraber bunların açık anlamlarına aykırı olan, yalnız Allah’ın bildiği te’vîlleri (yorumları) de vardır.
Bu söz açık bir çelişkidir. Eğer bu naslarla kastedilen, açık anlamlara aykırı olan te’vîller ise ve bu te’vîlleri de sadece Allah biliyorsa, bunların açık anlamlarında bırakılıp kabul edilmesi nasıl mümkün olabilir ki?!
Şeyh (İbn Teymiyye) “el-Aklu ve’n-Nakl” adlı eserinde (c.1, s.121) tefvîzcilerin yöntemiyle ilgili olarak şunları söylemektedir:
“Böylece kendilerinin sünnete ve selefe uyduklarını ileri süren bu tefvîzcilerin (sıfatların anlamlarını Allah’a bırakıp, bunların anlamını yalnız Allah’ın bileceğini söyleyenler) sözlerinin, bid’atçilerin ve doğru yoldan sapanların sözlerinden daha kötü olduğu anlaşıldı.”285
Techîlcilerin kanıt olarak kullandıkları şüphe; selefin pek çoğunun Allah-u Teâlâ’nın: “Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve (kendilerine göre) onu te’vîl etmek için ondaki müteşâbih ayetlerin peşine düşerler. Halbuki onun te’vîlini Allah’tan başkası bilmez. İlimde yüksek dereceye erişenler ise, ‘biz ona inandık; hepsi Rabbimizin katındandır, derler’” (Âl-i İmrân, 7) ayetinde Allah lafz-ı celâli üzerinde durmaları olmuştur.
Ayete göre techîlciler, şüphelerini iki önerme üzerine kurmuşlardır:
1- Sıfat ayetleri müteşâbih286 ayetlerdendir.
2- Ayette söz edilen te’vîl, sözü (kelimeyi) açık anlamından, bu anlama aykırı olan anlama çevirmektir.
Buna göre sonuç şu olur: Sıfat ayetlerinin; açık anlamlarına aykırı, yalnız Allah’ın bildiği anlamları vardır.
Techîlcilere birkaç bakımdan cevap (reddiye) verilebilir:
1- Onlara şunu sorarız: Sıfat ayetlerine müteşâbih ayetler derken teşâbüh kelimesiyle neyi kastediyorlar?
- Acaba anlam benzeşikliğini, karışıklığını ve gizli kalışını mı kasdediyorlar?
- Yoksa hakîkat benzeşikliğini, karışıklığını ve gizli kalışını mı kasdediyorlar?
• Eğer ilk anlamı kasdetmişlerse -ki onu kasdetmişlerdir- bu durumda sıfat ayetleri bu gruptan değildir. Çünkü sıfat ayetlerinin anlamı açıktır.
• Yok eğer ikinci anlamı kasdetmişlerse, bu durumda sıfat ayetleri bu ikinci gruptandır. Çünkü sıfat ayetlerinin hakîkatini ve niteliğini Allah-u Teâlâ’dan başkası bilemez.
Buna göre sıfat ayetlerinin müteşâbih ayetlerden olduğu şeklinde bir söz genellemesinde bulunmak doğru değildir. Yukarıda da geçtiği gibi bu konuda ayrıntılı bir açıklama yapmak gerekir.
2- Onların “ayette söz edilen te’vîl, sözü açık anlamından, bu anlama aykırı olan anlama çevirmektir” şeklindeki sözleri doğru değildir. Ayetteki te’vîle verilen bu anlam, sonradan ortaya çıkmış yeni bir ıstılah (terim) olup, Kur’ân’ın kendi dilleriyle indiği Arapların ve sahâbenin bile bilmediği bir anlamdır. Onların bildiği şey, te’vîl kelimesinin iki anlama gelebileceğidir:
• Ya tefsîr demektir. Buna göre te’vîl ilim sahipleri tarafından bilinmektedir. Nitekim İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ şöyle demiştir:
“Ben onun te’vîlini bilen ilimde yüksek dereceye erişmiş kimselerdenim.”287
İşte seleften birçoğunun, geçen ayette “ve’r-râsihûne fi’l-ilmi: ve ilimde yüksek dereceye erişenler” lafzı üzerinde durması (duraklaması) buna bağlıdır.288
• Ya da bir şeyin hakîkati, âkıbet ve sonucu demektir. Buna göre Allah’ın kendiyle ve ahiret günüyle ilgili haber verdiği şeylerin te’vîli bizim için bir bilinmezdir. Çünkü bu te’vîl, hakîkat ve nitelikle ilgilidir. Bu ise bizim için bir bilinmezdir. Nitekim İmâm Mâlik ve diğerlerinin istivâ ve başka sıfatlar hakkında söylediği sözler bu anlamı doğrulamaktadır. İşte selefin çoğunluğunun, geçen ayette “Allah” lafz-ı celâli üzerinde durmaları (duraklamaları) da buna bağlanır.289 290
3- Allah, Kur’ân’ı düşünüp anlamak için indirmiştir. Bizi de Kur’ân’ın tamamını düşünüp anlamaya teşvik etmiş, sıfat ayetlerini istisnâ etmemiştir. Bir şeyi düşünüp anlamaya teşvik ise, o şeyin anlamına ulaşmanın mümkün olduğunu gösterir. Yoksa düşünüp anlamaya teşviğin bir anlamı kalmaz. Çünkü anlamına ulaşmanın mümkün olmadığı bir şeyi düşünüp anlamaya teşvik etmek boş ve anlamsız bir söz olur ki, Allah ve Rasûlü -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in sözleri bundan münezzehtir (uzaktır).
İşte istisnâsız Kur’ân’ın bütün ayetlerini düşünüp anlamaya teşvik, düşünmeyle sıfat ayetlerinin anlamına ulaşmanın mümkün olduğunu gösterir.
İnsanlar içinde bu anlamı anlamaya en yakın olan, Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- ve sahâbîleridir. Çünkü hem Kur’ân onların diliyle inmiştir, hem de özellikle dini konuların en önemlisi olan böyle bir konuda düşünüp anlamaya teşvik emrine en hızlı uyan insanlar onlar olmuştur. Nitekim Ebû Abdirrahmân es-Sülemî291 şöyle demiştir: “Bize Kur’ân okutan Osmân b. Affân,292 Abdullah b. Mes’ûd293 ve diğerleri: ‘Kendilerinin peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’den on ayet öğrendikleri zaman onlarda ilim ve amele dâir ne varsa hepsini öğrenmeden başka ayetlere geçmediklerini’ bize anlattılar.” Devamında Ebû Abdirrahmân şöyle demiştir:294 “Hem Kur’ân’ı hem de ondaki ilim ve ameli bir arada beraberce öğrendik.”295
Bununla beraber onların, dinin en önemli konusu olan sıfat naslarının anlamlarını bilmemeleri nasıl mümkün olabilir ki?!
4- Techîlcilerin sözleri, Allah’ın apaçık kitabı olan Kur’ân’da, onlarla gerçeği açıklamadığı içi boş, sadece hece ve ebced harfleri konumunda olan sözler indirmiş olmasını gerektirir. Bu ise Allah’ın, ondan dolayı kitap indirdiği ve peygamber gönderdiği hikmetine aykırıdır.
BİR UYARI
Yukarıda geçen açıklamalardan te’vîlin üç anlama geldiği anlaşılır:296
1- Tefsîr: Anlamın izah edilmesi ve açıklanması demektir. Bu yâni tefsîr anlamındaki te’vîl, tefsîr âlimlerinin çoğunluğunun kullandığı ıstılahtır (terimdir). Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in İbn Abbâs hakkında söylediği şu söz bu türdendir, yâni bu anlamda kullanılmıştır: “Allahım! Onu (İbn Abbâs’ı) dinde fakîh (anlayışlı) kıl ve te’vîli O’na öğret.”297
Zaten gerek sıfat ayetlerinde, gerekse diğer ayetlerde, bu anlam yâni te’vîlin tefsîr anlamında kullanılması, âlimler tarafından bilinen bir şeydir.
2- Bir şeyin varacağı hakîkat: Bu, te’vîlin, Kitap ve Sünnet’te bilinen meşhûr anlamıdır. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Onlar sadece onun (Kur’ân’ın) te’vîlini bekliyorlar.” (A’râf, 53)
“Bu hem daha hayırlı hem de te’vîl bakımından daha güzeldir.” (Nisâ, 59)298
Bu anlama göre sıfat ayetlerinin te’vîli, bu ayetlerin özü, içyüzü ve üzerinde olduğu hakîkat (gerçek) demektir ki, bunu Allah’tan başkası bilmez.299
3- Sözü açık anlamından, bu anlama aykırı (ters) bir anlama çevirmek: Bu, kelâmcılardan ve diğerlerinden geç dönem âlimlerinin kullandığı ıstılahtır (terimdir).
Bu anlamı taşıyan te’vîl, doğru ve bozuk olmak üzere iki çeşittir:300
• Doğru olan te’vîl, bir delile dayanan te’vîldir. Allah-u Teâlâ’nın “Kur’ân okuduğun zaman, kovulmuş (taşlanmış) şeytandan Allah’a sığın.” (Nahl, 98) buyruğunun: “Kur’ân okumak istediğin zaman...” anlamında te’vîl edilmesi gibi.
• Bozuk olan te’vîl ise delilsiz yapılan te’vîldir. Allah’ın arşına istivâsını; arşı istilâ etmesi, elini; kuvveti ve nimeti vb. şeylerle te’vîl etmek gibi.
FASIL
İbn Abbâs -Radıyallâhu anhumâ-’nın şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
“Kur’ân’ın tefsîri dört çeşittir: Arabın, dili nedeniyle bildiği tefsîr, hiç kimsenin bilmemesinden ötürü mazûr görülemeyeceği tefsîr, âlimlerin bildiği tefsîr ve Allah’tan başkasının bilmediği tefsîrdir ki, bunu bildiğini iddia eden yalan söylemiş olur.”301
Arabın, dili nedeniyle bildiği tefsîr: Bu, dildeki kelimelerin tefsîridir (açıklamasıdır). “Kur’”302, “nemârik”,303 “kehf”304 ve benzeri kelimelerin anlamlarını bilmek gibi.
Hiç kimsenin bilmemesinden ötürü mazûr görülemeyeceği tefsîr: Kulun inanç ya da amelle ilgili yapmakla yükümlü olduğu ayetlerin tefsîridir. İsim ve sıfatlarıyla Allah’ı bilmek, ahiret gününü, tahâret (temizlik), namaz, zekât vb. şeyleri bilmek gibi.
Âlimlerin bildiği tefsîr: Bilgisine ulaşmanın mümkün olduğu hükümlerin, âlimlerden başkasına gizli kalanlarıdır. Ayetlerin inme (nüzûl) sebeplerini, nâsih ve mensûhu, âmm ve hâssı, muhkem ve müteşâbihi vb. şeyleri bilmek gibi.
Allah’tan başkasının bilmediği tefsîr: Bu, Allah’ın kendi nefsine ve ahiret gününe dâir haber verdiği şeylerin hakîkatleri ve içyüzleridir. Çünkü bunların anlamını anlarız, ancak gerçek durumlarıyla ilgili hakîkati idrak edemeyiz. Örneğin biz, Allah’ın arşına istivâsının anlamını anlarız, ancak istivânın gerçek durumuyla ilgili hakîkati olan niteliğini (nasıl olduğunu) bilemeyiz. Yine bunun gibi, Allah’ın cennette bulunduğunu haber verdiği meyvelerin, balın, suyun, sütün ve öteki cennet nimetlerinin anlamını anlarız. Ancak bunların gerçek durumlarıyla ilgili hakîkati bilemeyiz. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Yaptıklarınıza karşılık olarak, onlar için hoşlanacakları ne nimetler (mutluluklar) saklandığını hiç kimse bilemez.” (Secde, 17)
İbn Abbâs -Radıyallâhu anhumâ-’da şöyle demiştir: “İsimleri dışında, cennette bulunan şeylerin (nimetlerin) hiçbiri dünyada yoktur.”305 Yâni cennette bulunan şeylerin dünyada sadece isimleri vardır.
Böylece, Allah’ın isim ve sıfatlarının ve ahiret gününe dâir haber verdiği şeylerin hakîkatleri gibi Kur’ân’da te’vîlini Allah’tan başkasının bilemeyeceği ayetlerin (sözlerin) bulunduğu anlaşılmış oldu. Bu sözlerin (ayetlerin) anlamları ise bizce bilinmektedir. Yoksa bunları söylemenin hiçbir yararı olmazdı. Allah en doğrusunu bilir.
YİRMİDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Sıfat Ayetleri ve Hadisleri Hakkında Kıble Ehlinin Bölünmesi
Kıble ehliyle anlatılmak istenen kıbleye yönelip namaz kılan her müslümandır.
Kıble ehli, sıfat ayetleri ve hadisleri hakkında altı gruba bölünmüştür:
- İki grup, sıfat ayet ve hadislerini açık anlamlarıyla alıp kabul ederler.
- İki grup, bunları açık anlamlarına ters (mecâzî) anlamlara çekerler.
- İki grup da bu konuda susarlar.
• Sıfat ayet ve hadislerini açık anlamlarıyla alıp kabul eden iki grup şunlardır:
1- Müşebbihe306 Grubu: Allah’ın sıfatlarını, yaratıkların sıfatları cinsinden görürler. Yâni Allah’ın sıfatlarını, yaratıkların sıfatlarıyla özdeştirirler. Onların bu görüşleri bâtıl olup, selef tarafından reddedilmiştir.
2- Selef307 Grubu: Bu sıfatları, Allah Azze ve Celle’nin kendisine yaraşan açık anlamlarıyla alıp kabul ederler. Onların bu görüşleri kesinkez doğrudur. Çünkü Kitap, Sünnet ve akıl, kesin ya da zannî olarak onların görüşlerinin doğruluğunu açık bir biçimde göstermektedir. Nitekim daha önce üçüncü ve dördüncü bölümlerde onların bu görüşlerinin gerekliliği ve doğruluğundan söz edilmişti.
Bu iki grup arasındaki fark: İlk grup Allah’ı yaratıklarına benzetmiş, ikinci grup ise bunu reddetmiştir.
Eğer teşbîhçi, Allah’ın ilmi (bilmesi), dünya göğüne inmesi ve eli hakkında örneğin “ben bunlardan sadece yaratıklarda da bulunan ilim, inme ve elin aynısını düşünürüm” derse ona birkaç bakımdan cevap verilebilir:
1- Akıl ve naklin her biri yaratıcının bütün sıfatlarında, yaratıklardan ayrıldığını, onlara benzemediğini gösterir. Yaratıcının sıfatları kendisine yaraşır sıfatlar, yaratılanın sıfatları da kendisine yaraşır sıfatlardır.
Yaratıcının yaratılandan ayrıldığını, ona benzemediğini gösteren naklî kanıtlardan biri Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğudur: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ, 11)
Aklî kanıtlara gelince, bunlardan biri şöyledir: Bu sözü söyleyen teşbîhçiye şöyle söylenir: Olgunluk, zâtının gereklerinden olan, her bakımdan olgun ve başkalarına olgunluk veren Yaratıcı, nasıl olur da, eksiklik zâtının gereklerinden olan ve kendisini olgunlaştırana ihtiyaç duyan yaratılmışa benzer tutulabilmektedir?!
2- Teşbîhçiye: “Sen Allah’ın, yaratıkların zâtına benzemeyen bir zâtı olduğunu düşünemiyor musun?” denilince “Evet, düşünüyorum” diyecektir. O zaman ona şöyle söylenir: Öyleyse Allah’ın, yaratıkların sıfatlarına benzemeyen sıfatları bulunduğunu da düşün. Çünkü sıfatlar hakkındaki söz, zât hakkındaki söz gibidir. Bunları birbirinden ayıran, kesinlikle çelişkiye düşer.
3- Ayrıca teşbîhçiye şöyle denir: Biz yaratıkların sıfatları içinde isimleri bir, fakat nitelikleri ayrı olan sıfatlar görmekteyiz. Örneğin insanın eli hayvanların eli gibi değildir. Yaratıkların sıfatlarında isim birliği olmasına rağmen nitelik ayrılığı caiz olduğuna göre böyle bir ayrılığın yaradanla yaratılanın sıfatları arasında olması da pekâlâ câiz olmaktadır. Üstelik yaradanla yaratılanın sıfatları arasında ayrılık olması daha önce de geçtiği gibi kaçınılmazdır.
• Sıfat ayet ve hadislerini açık anlamlarına aykırı (ters) (mecâzî) anlamlara çeken iki grup ise, Allah’ın olumlu (subûtî) sıfatlarının olmasını veya bazı sıfatlarının saptanmasını inkar edenler veyahut da sıfatlar olmaksızın sadece halleri (durumları) saptayanlardır. Bu iki grup şunlardır:
1- Cehmiyye’nin te’vîlcileri ve başkaları: Bunlar sıfat naslarını, kendi belirledikleri anlamlara çevirip te’vîl ederler. Eli nimet, istivâyı istilâ anlamlarıyla te’vîl etmek gibi.308
2- İşi Allah’a bırakan tefvîzci techîlciler: Bunlar: “Sıfat naslarından ne kasdettiğini yalnız Allah’ın kendisi bilir. Ancak biz, bu sıfat naslarıyla Allah-u Teâlâ’nın kendi zâtı dışında hâricî bir sıfatı olduğunu kasdetmediğini biliriz” demişlerdir.
Bu söz kendi içinde çelişiktir. Çünkü onların “biz, bu sıfat naslarıyla Allah’ın kendi zâtı dışında hâricî bir sıfatı olduğunu kasdetmediğini, biliriz” sözü, bunların anlamını Allah’a bırakan tefvîz görüşüyle çelişir. Çünkü tefvîz görüşünün hakîkati, tefvîzcinin sıfat nasları hakkında olumlu-olumsuz hiçbir hüküm vermemesini gerektirir. Öyleyse bu tefvîzcilerin içine düştüğü çelişki apaçıktır.309
Bu iki grup arasındaki fark: İlk grup sıfat naslarına, bunların açık anlamlarına aykırı anlamlar vermiştir. İkinci grup ise herhangi bir anlam vermeden bunları Allah’a havale etmiştir (bırakmıştır). Bunu yaparken de, bu naslarla, Allah Azze ve Celle için herhangi bir sıfatın ispatının kastedilmediğini söylemişlerdir.
• Sıfat ayet ve hadisleri hakkında susan iki gruba gelince, bunlar şunlardır:
1- Bir grup, sıfat naslarıyla, Allah’a yaraşır sıfatların ispatı kastedilmiş olabilir de, olmayabilir de, demiştir. Fakîhler (fıkıh âlimleri) ve başkaları arasında böyle düşünenler çoktur.
2- Diğer bir grup ise, kalpleri ve dilleriyle bu tür sözlerin hepsinden yüz çevirmişler ve Kur’ân ve hadis okumak gereğinden başka hiçbir şey söylememişlerdir.
Bu iki grup arasındaki fark: İlk grup olumlu ve olumsuz yönde iki olasılığın da olabileceği hükmünü vermiş, ikinci grup ise bu konuda (ne olumlu ne de olumsuz yönde) hiçbir hüküm vermemiştir. Allah en doğrusunu bilir.
Dostları ilə paylaş: |