Iskat-i salat: 7 Iskat-i savm: 7



Yüklə 0,86 Mb.
səhifə16/32
tarix12.01.2019
ölçüsü0,86 Mb.
#95071
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   32

İmam-I Muntazar:

Sözlük anlamı beklenen imam'dır. Şiiliğin bir kolu olan isna-aşeriye mezhebinde onikinci imam olan Muhammed bin Hasan el-Askeri'nin lakabıdır.

Şiiler bu onikinci imamın gizlen­diğine ve kötülüklerin arttığı bir dö­nemde yeniden ortaya çıkacağına inanırlar. Aradaki birkaç farklılık dışında şiilenn İmam-ı Muntazar İnancıyla. Sünnilerin Mehdi inancı birbirine benzemektedir. Sünnilerce Kıyamete yakın bir zamanda gele­ceğine inanılan Mehdi hakkındaki bütün rivayet ve özellikler şiilerce İmam-ı Muntazar için kullanılır. (Ko­nuyla ilgili olarak bakınız, Oniki İmam ve Mehdi maddeleri)

İmam-I Müslim:

Kütüb-i Sitte" adı verilen meşhur hadis külliya­tından olan Sahih-i Müslim'in müelli­fidir. Hicrî 206 (miladî 821) tarihinde Nişâbur'da doğmuş olan İmam Müslim'in asıl adı, Müslim İbni Hac-cac İbni Müslim el-Ku.şeyri en-Nişâ-burî'dir. Künyesi ise, Ebu'l Hüse­yin'dir. Ancak İmam Müslim olarak şöhret bulmuştur.

İmam-ı Müslim, hadis ilminde ihti­sas sahibi idi. Bu ilmini daha mükem­mel hale getirebilmek için vatanından ayrılıp Hicaz, Şam. Mısır ve defalarca da Irak'a gitmiş, meşhur âlim ve mu-haddislerle görüşmüştür. Nİşabur'a

son gelişinde İmam-ı Buharı ile görüşmüş, derslerine devam etmiş ve onun ilmine hayran kalmış ve şöyle demiştir: "Sana buğzedenler, ancak, hasedinden dolayı buğzeder. Senin dünyada bir benzerinin bulunmadı­ğına şehadet ederim."

İmam-ı Müslim, hicri 261 (miladî 875) tarihinde 55 yaşında iken, Nişa-bur'da vefat etmiştir. 84

İmam-İ Rabbânî:

Asıl adı, Şeyh Ahmed b. Şeyh Abdulahad Ser-hendî'dir. Nesebi Farukî'dir. Meşrebi Nakşibendî, mezhebi ise Hanefî'dir. Uzaklarda ve yakınlarda meşhur lakabı ise Müceddid-i Elf-i Sanî'dir. Hicrî 971 (miladî 1563) tarihinde Hin­distan'ın Serhend beldesinde doğ­muş, 63 yıl yaşamış ve hicrî 1034 (miladî 1624) tarihinde vefat etmiştir. Dedesinin 20 bâtın sonra Hz. Ömer'e ulaştığı rivayeat edilir.

Mektûbât-ı Rabbânî" adlı eserin I. cildinin mukaddimesinde İmam-ı Rab­bani şiı ifadelerle tanıtılmıştır:

Geçmişte yaşayan; onlar göçünce yerlerini dolduran, en keremli zatlara kaynak, şeref, övgü ve ikramlara layık, gönülden yaratıcısına bağlı bil­gin, zengin Rabbına bağlı kâmil, seçilmiş evliyanın baş taçlarında inci belli aydınlıkları ile bilinen gönlü temiz zatların alın akı; öyle bir zât ki, zaman onun varlığıyla şerefyâb oldu, fazlı ve cömertliği ile asrın tebessüm dişleri göründü, kâmil mükemmel mürşid, çekindiren, korkutan, ümit­lendiren, halkı Hakkın gücüyle Hakka davet eden, tek kutup, yekta bilgin.

noksan sıfatlardan münezzeh Allah katında sevilmiş, İmam-ı Rabânî Müceddİd-i Elf-i Sâni, efendimiz Şeyh Ahmed Ömerü'l Farûkî nesebi, hanefi paklık meşrebi, hanefî mezhe­bi, Nakşibeandî tarikatı, Serhend doğum yeri."

İmam-I Şafiî:

Döıt büyük fıkhi mezheplerden biri olan Şafiî mezhebi­nin imamıdır. Asıl adı, Muhammed: babasının adı İdris'tir. Hicrî 150 (miladî 767) tarihinde Gazze'de doğ­muştur. Haşim oğulları soyundan gelen İmam-ı Şafiî'nin büyük dedesi ve onun babası, sahâbî idiler.

Henüz iki yaşında iken Mekke'ye götürülmüş ve Müslim İbn Halİd'in talebesi olmuş, yedi yaşına geldiği zaman Kur'an-ı Kerimi tamamen ez­berlemiştir. Yine bu yaşlarda Mek­ke'den Medine'ye geçmiş, İmam-ı Maük'cien dersler almış ve İmam-ı Malik'in "Muvatta" adlı eserini ez­berlemiştir.

15 yaşına geldiğinde fetva verecek dereceye yükselmiştir. Hicrî 195 yılında Bağdat'a gitmiş, orada iki yıl kaldıktan sonra Mekke'ye dönmüş­tür. Hicrî 198 yılında tekrar Bağdat'a gitmiş, bu defa bir ay kalabilmiş ora­dan Mısır'a geçmiştir.

İyi bir şair, iyi bir atıcı ve iyi bir müctehid olan İmam-ı Şafiî, Bağdat'ta İmam Muhammed, İmam Ahmed bin Hanbel ve daha başka âlimlerle gö­rülmüştür.

Mısır'da bazı telif eserler hazır­lamıştır. İmam-ı Şafiî hazretlerinin yapmış olduğu içtihatlarının bütünüy­le meydana gelen Şafiî mezhebi, önce Mısır'da, sonra Suriye, Yemen, Irak ve Horasan taraflarında yayılmıştır. Günümüzde Mısır'ın büyük bir bölü­mü ile Irak, Suriye ve Anadolu'nun güney kısımlarında yaşayan müslü-manların çoğunluğu Şafiî mezhebine mensuptur.

İmam-ı Şafiî hazretleri, hicrî 204 (miladî 819) yılında Mısır'da vefat etmiştir.

İmamet:

Sözlük anlamı "İmamlık" demektir. Dini bir terim olarak, "na­mazda kendisine uyulan kimsenin ya­pacağı dini görev" anlamına gelmek­tedir.

İmamet görevine ehil olabilmek için bazı şartların bulunması gerekir. Bun­lar:

1- Müslüman olmak,

2- Baliğ olmak (buluğ çağına er­mek)

3- Akıllı olmak (deli olmamak)

4- Erkek olmak (kadın özel hâlleri nedeniyle imamlık yapamaz).

5- Namaz sahih olacak kadar kıra­ati olmak (ezberinde Kur'an-ı Kerim­den âyet ve sûrelerin bulunması)

6- Özürlerden salim olmak

Bir yerde imamlık görevini yapacak resmi görevli bulunmadığı takdirde yukarıda beyan edilen şartları haiz olanlar arasında hürriyetine mâlik takva sahibi ve gözleri sıhhatli olan kimsenin imameti, bu nitelikte olmayanlardan daha evladır.

Böyle olanlar arasında da imamete en fazla layık olan, Kuı'an hükümle­rini ve sünneti en iyi bilen; bu bilgide de eşit olduklarında şüpheli .şeyler­den en fazla sakınan kimse tercih edi­lir.

Bu vasıflarda da eşit olurlarsa ah­lâkı en güzel olan; bunda da eşit ol­duklarında sima itibariyle daha güzel olan imamlığa geçirilir. Kur'an okuma­da eşit olanlar arasında bilgisi daha çok olan kimse imamlık için tercih edilir.

Bu görev, sevap itibariyle müezzin­likten daha faziletlidir.

Bu kelime, ayrıca emirü'l-mü'minin (Halife) anlamında da kullanılmakta­dır.



İmameyn:

İki İmam" demektir. Fıkıh dilinde, özellikle Hanefi fık­hında İmam-ı Yusuf ve İmam-ı Muhammed'e birden verilen bir isimdir. İmameyn denilince bu iki zat akla gelir. Bazen de bu isim. İmam-ı A'-zam ile İmam-ı Şafiî için kullanılır.



İmân:

İmân kelimesi, sözlükte; "güvenmek, tasdik etmek, teslim olmak, boyun eğmek, bir şeye kesin olarak inanmak ve onu kabullenmek gibi anlamlara gelmektedir."

İslâm Dini açısından İmân; "Allah'a ve Hz. Muhammed'in Allah tara­fından haber verdiği kesin olarak belli olan şeylerin doğru olduğuna te­reddütsüz inanmak, bunların hak ve doğru olduğunu içinden tasdik ve iti­raf etmektir."

İslamın iman esaslarına göre, her­hangi bir kimse; "Allah'tan başka ilâh yoktur, Hz. Muhammed O'nun elçisidir." diye inanarak itirafta bulu­nursa o kimse "MüminMir. Yani inanmıştır, müslüman olmuştur ve başka herhangi bir törene ihtiyaç yoktur.

Bu şekildeki iman etmeye, İslâm akaidinde "İCMALEN İNANMA" ya­ni toptan inanma denir. İcmali iman; inanılması lazım gelen herşeyi ayrıntı­larına inmeden bütünüyle kabullen­mek elemektir. İnanmanın en kolay ve basit şekli budur.

İslam Dininde iman edilecek husus­ların hepsine ayrı ayrı, açık ve geniş bir biçimde, neden ve rûçinlerini düşünerek inanmaya TAFSİLİ İMAN denir.

İcmali iman, yani "Lailahe illalah muhammedurresulullah" demeye da­yanan imanı, tafsili (ayrıntılı) imana yükseltmek isteyen bir müminin, Amentü cümlesini kalbi ile tasdik edip dili ile söylemesi lazımdır.85

Amentü cümlesi ile: "Ben, Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamber­lerine, Ahiret gününe, Hayır ve Şenin Allah'tan olduğuna inandım. Öldükten sonra dirilmek şarttır. Şehadet ederim ki Allah'tan başka İlah yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed onun kulu elçisidir." demektir. İşte bu ifa­dede belirtilen hususların herbirine ayrı ayrı inanmaya tafsilen iman etmek denir.

Hz. Peygamberimizin bir hadisinden öğrendiğimize göre dinimizin imân esasları 6 temel maddede toplanmak­tadır. Bunlardan ilki Allah'a imândır.

Bizim dinimize göre insanlara düşen ilk görev, kendilerini yaratmış olan Allah'ı tanımak, G'nun varlığını ve kudretini kabul ederek imân etmektir.

İnsanlık tarihi boyunca bütün Pey­gamberler, Ümmetlerine öncelikle Al­lah inancını ve o kudretin bir tek olduğunu öğretmişlerdir. Bütün semavi dinler tevhid esasına yani, Allah'ın bir

tek olduğu ilkesine dayanır. Bu inancı, en aklî delillerle anlatan ve gerçekleş­tiren din ise en son din olan Islâmİyettir.

Allah'a İmân: İslamın öğrettiği esaslara göre Allah vardır ve birdir. Onun eşi, ortağı, örneği, benzeri ve dengi yoktur. O doğmamış, doğrul­mamış, sonradan olmamıştır. O'nun bulunmadığı zaman yoktur. Allah'tan başka ne varsa, hepsi sonradan O'nun dilemesi ve yaratmasıyla olmuştur. O'nun herzeye gücü yeter. Her ya­rattığında düşünebilenler için bir İbret ve hikmet vardır.

Allah böyle yüce bir kuvvet ve bir kuvvettir ki aklımıza gelen, hayalimiz­den geçen hiç bir şeye benzemez. Her şeyden yüce, herşeyi ile tam ve yaratıcı olun tek kuvvet yalnız O'dur. Biz insanlar, O yüce kudretin nasıl ve ne şekilde olduğunu bilemeyiz. Beş duyumuzun gücü buna yeterli değildir. Zaten Yüce Allah bizi, mahiyetini bil­memiz için değil, varlığını ve kudreti­ni kabullenmemiz, kendisine imân et­memiz için sorumlu tutmuştur. Ziya Paşa'nındeğişiyle:

"İdrak-i meali bu küçük akla gerek­mez,

Zira, bu terazi bu kadar sıkleti çek­mez."

Buna rağmen biz, Allah'ın varlığını bilim adamlarının görüşlerine dayana­rak, düşünce ufkumuzu biraz daha genişletmek amacıyla açıklamalara devam edelim.

Bilim adamları, Allah'ın varlığını ka­bullenmede iki temel noktadan hareket etmişlerdir. Bunlardan birincisi, insan aklının bulduğu deliller, ikincisi de Allah'ın ilâhi vahyine dayanan nakli delillerdir.

Pozitif bilimler üzerinde ciddi araş­tırmalar yaparak, İnsanlığa büyük hiz­metler yapmış olan, bilginlerden bir kaçının Allah'ın varlığı ile ilgili görüş­lerinden bir iki örnek:

Bunlardan İngiliz astronomi bilgini HARŞEL şöyle diyor:

"İlim dairesi genişledikçe Allah'ın varlığına, kudretine olan kuvvetli delil­lerde artmış olur. O Allah ki, ezeli bir yaratıcı olup kudretinin hududu ve sonu yoktur."

Ünlü bilgin Pastör de şöyle .söyle­miştir: "Eğer bu günkü bildiklerimden daha çok bilgiye sahip olsaydım, Allah'a imanımda o nisbette daha çok artardı. Çünkü kainatı inceleyip göz­den geçiren kimse, onda büyük bir ustalık ve ince bir nizam görür ve varlığı idare eden kanunları yaratmış olgun bir hikmet bulur. İnsan kainata bir göz atacak olursa çeşitli hadiseler karşısında fıayretler içerisinde kalarak Allah'a inanır."

Modern mantığın babası kabul edi­len DEKART da şunu söylüyor: "Ben kendi noksanlığımı hissetmemle bera­ber aynı zamanda kâmil bir varlığın vücuduna ihtiyaç duymaktayım. Bu duyguyu benim kalbime o varlığın koyduğuna itikat etmeye mecburum ki O da Allah'tır. Nasıl ki bir üçgenin köşeleri iki dik açıya eşit olduğu bence açık ise, kâmil olan Allah'ın varlığı da öyledir."

Bunlardan yüzyıllar önce büyük İs­lâm filozofu FARABİ de şöyle söylemiştir: 'Alemi var eden bir etken sebeb vardır. Bu sebeb varlıkların en üstünü ve önce olanıdır. O'nu var eden diğer bir sebeb yoktur. O kendi­liğinden vardır. O yetkindir, olgun ve tamdır. O sebeblerin sebebidir. Duyu ve akılla anlıyoruz ki tabiatta birtakım değişmeler vardır. Sonsuza kadar tü­kenmez sebebler bulmak imkansızdır. O halde, bir ilk ve etken sebebin varlığını kabul etmek gerekir. (A), (B)nİn; (C), (D) nin sebebi olabilir. Fakat A için sebeb düşünemez hale gelebilir. A kendi kendinin sebebi ol­malıdır. Bunu kabule aklımız bizi zor­lar. Çünkü, A için bir sebeb aradı­ğımız zaman saçma sebebler zincirin­den kurtulamayız." Farabi'den daha öncede yine İslâm Filozofu El-Kindi şöyle demiştir: "Kainatta bulunan her şey hareketlidir. Hareket hallerinin değişmemesidir. Her değişme, değişe­nin yani cismin süresinin sayısıdır. O halde, her değişme zaman sahibidir. Hareket olmadan zaman düşünülemez. Öylese cisim, hareket ve zaman, varol­ma bakımından birbirinden daha önce bulunamazlar. Oysa zaman sonludur. Sonsuz bir fiil ve zaman varlığı düşünülemez. Oysa zaman sonludur. Öyleyse cisim, hareket ve zaman son­ludur. Sonlu olan herşeyin bir yaratı­cısının var okluğunu kabul etmek ge­rekir. İşte bu ilk sebeb ve yaratıcı Allah'tır. O yok olmamıştır ve ol­mayacaktır. O'nun yaratıcılığı devam etmektedir. Birdir, diridir. Çünkü o kendisi için sebeb bulunmayan bir sebebdir. Prof. Dr. Paul ERNEST ADOLF'da: "Allah'a iman ve tıbbi deliller" adlı makalesinde şöyle demektedir: "Ben Allah'a hiç kuşku duymadan inanıyo­rum. Bu inancım sade bir zihni bilginin sonucu değil, bilakis uğraştığım İlim dalının beni doğruladığı ve kuvvetlen­dirdiği birimandır."

Radarın kaşifi Dr. Robert Morris de bu konuda şöyle diyor: "Varlığını ka­bul ettiğimiz Allah, maddi cinsten bir şey değil ki sınırlı duyu organlarımızla onu idrak edelim. Şu halde onun varlığını fiziksel bilgi vasıtalarını kullanarak isbata çalışmamız boş bir çaba olur. Çünkü onun işgal ettiği alan, fizik ilminin dar sınırlarının dışında kalan geniş bir alandır." Bazıları, "ben gör­mediğime inanmam. Allah'ı görmüyo­rum ki inanayım" diyerek güya o yüce kudretin var olmadığını söylemek is­terler. İşte böyle düşünenlere en güzel bilimsel cevaptır. Robert Morris'in deyişi.

Biyolojik ve fiziksel yönden anlaşıl­mıştır ki, insan kulağı 16 dan uz 21 binden fazla olan hava titreşimlerini algılayamaz. Bunun gibi, gözlerimiz bilinen 7 renge göre düzenlenmiştir. Gözlerimizin görmediği ultra kırmızı ışınlar da vardır. Bunlardan başka tabi­atta duyularımızın habersiz kaldıkları pek çok olaylar bulunmaktadır.

Mesela Manyetik ve elektiriğe ait olayların varlığından duyularımız ha­ber veremiyor. Bilimin kabul ettikleri bu olayları göremiyoruz diye inkar et­memiz mi gerekir? Bu, bilimsel düşün­ceye aykırıdır.

Bir atomun yapısından, bir amino asitin oluşumundan kainatın düzenine bakıldığında her şeyin bir uyum, bir değişmez düzen içerisinde idare edil­diğini görürüz.

Mesela güneşi ele alalım. Hayatın kaynağı olan güneş, dış tabakasında 12 bin Fahrenheit sıcaklıktadır. Dünyamızın güneşten uzaklığı öyle ayar­lanmış ki, bu kaynak bizi hayatımızı devam ettirecek bir cisimde ısıtıyor. Bir an düşünsek ve güneşin ısısının yarı yarıya azaldığını veya arttığını kabul etsek. Acaba dünyada hayat diye birşey kalır mıydı? Keza dünyamız ek­seni etrafında 1000 mil hızla dönmek­tedir. Bu böyie olmayıpta 100 mil hızla dönmeye başlasa ne olurdu? Hiç kuşkusuz gece ile gündüz şimdikinden 10 kat daha uzun olurdu. Böyle olunca da geceleri soğuktan, gündüzleri sı­caklıktan canlı diye birşey kalmazdı. Halbuki dünya öyle bir düzen ve uyumla ekseni etrafında dönmektedir ki bize hayat kaynağı olmaya devam ediyor.

Yaratıldığından bu güne kadarda hiç bir aksama ve arıza görülmemektedir. Bunun bu kadar doğru ve aksamadan işleyişi bir rastlantı olarak kabul edile­mez.

Uzun yıllar ABD Deniz Kuvvetleri­nin Atom Araştırmaları Merkezi Bö­lüm Başkanlığı yapan Dr. George Irrıl Davids'in dediği gibi; "Bu kainatın her zerresi Allah'ın varlığını haykırmakta­dır."

Allah'ın varlığına birliğine ve yüce kudretine dair bilim adamlarının söy­ledikleri aklî delillerden daha çok örnek vermek mümkündür. Şimdi bi­raz da Allah'ın varlığı ve kudretiyle il­gili olan dellîler üzerinde duralım.

İslâmda nakli delillerin kaynağı Kur'an-ı Kerim'dir, Kur'an'da Allah'ın varlığını anlatan ayetlerin sayısı çok­tur. Bu ayetleri incelediğimizde şöyle bir sonuca varabiliyoruz.

1- Kur'an-ı Kerim Allah'ın varlığını anlamak İçin pratik bir yol göstererek insanın iç alemine, ruhsal yapısına ve organik oluşumuna dikkatleri çeker. Bunlar üzerinde düşünmemizi ister.

2- Çevremizdeki canlı varlıklara dik­katimizi çekerek bunların yaşayışların­da ibretler olduğunu haber verir.

3- Evrene ve evrendeki olaylara bak­mamızı ister. Bunların, Allah'ın varlı­ğına ve kudretine delil olduğunu hatırlatır.

Şimdi konuya ilişkin olarak Kur'an-ı Kerim'den aldığımız bazı ayetlerin an­lamlarını sunalım.

Ey insanlar! Allah'ın size olan ni­metini anın. Sizi gökten ve yerden nzıklandıran Allah'tan başka bir yara­tan var mıdır? O'ndan başka İlah yok­tur. Nasıl aldatılıpta döndürülürsü­nüz." 86

Allah sizi topraktan, sonra nutfe-den yaratmış, sonra da sizi çiftler halinde var etmiştir. Dişinin gebe kalması ve doğurması, ancak onun bİIgisiyledir. Ömrü uzun olanın çok yaşaması ve ömürlerin azalması şüphesiz kitaptadır. Doğrusu bu Al­lah'a kolaydır.87 "Allah ge­ceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar. Belirli bir sûre içinde hareket eden güneş ve ayı buyruk altına almıştır. İşte bu, Rabbimiz olan Allah'tır. Hükümranlık Onundur. Onu bırakıp taptıklarınızın bir çe­kirdek kabulguna bile sahip değil­dirler. 88"Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuş­larda ancak sizin gibi birer topluluk­turlar. Kitapta biz hiç bir şeyi noksan yapmadık. Onlar sonra toplanıp Rablerine geleceklerdir.89 "Göklerin ve yerin hükümranlığı onundur. Diriltir, Öldürür. O, her-şeye kadirdir. O herşeyden öncedir. Kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı sondur. Varlığı aşikar­dır, gerçek mahiyeti insan için gizli­dir. O herşeyi bilir. 90"Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, Allah'ın göklerde ve yerde yarattıklarında, O'na karşı gelmekten sakınan kimseler için ayetler vardır.91 "Ey insan­lar! Sizin yaratılmanızda ve canlıla­rın yeryüzünde yayılmasında, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır. Ey Muhammedi İşte sana gerçek olarak anlattığımız bunlar, Allah'ın varlığının delilleridir.

İnanan müslümana düşen görev "Yüce Allah'ın varlığını kabullenmek, O'nu "Zati ve Subuti" sıfatlarıyla tanıyıp iman etmektir. Çünkü biz. Yüce Allah'ın mahiyetinden değil. varlığını kabullenmekten sorumluyuz.

Meleklere İmân: İslâmda inanç esaslarından ikincisi MELEKLERE İmandır. Melek, elçi, haberci ve kuv­vet anlamlarına gelmektedir. İslam di­ninde ise melek. Yüce Allah'ın her türlü dileğini ve emrini yerine getiren anlayışlı ve hareketli kudret vasıtala­rıdır.

Melek inancı diğer ilahi dinlerde de vardır. Aradaki fark, meleklerin şekil ve suretlerindendir. Ortak nokta ise, yaratan ile yaratıklar arasında Allah'ın

emirlerini yerine getiren veO'nundilediği şekilde hareket eden ruhani yara­tıklardan oluşlarıdır.

İslam inancında meleklerin varlığı "aklen caiz, naklen sabittir." Varlıkları bütün peygamberler tarafından haber verilmiştir. Peygamberler ki asla yalan söylemezler. Her dedikleri olmuştur ve gerçektir. Kutsal Kitabımız Kur'an-ı Kerim de: "Allah, meleklerden ve in­sanlardan elçiler seçer. Şüphesiz Al­lah ve görücüdür.92 "Rabbin meleklere; ben yeryü­zünde bir halife var edeceğim." demişti."93 "Meleklere, A-dem'e secde edin, demiştik, İblis müstesna hepsi secde ettiler.94 "De ki; her kim Cibril'e düş­man ise bilsin ki O, Kur'an-ı senin kalbine Allah'ın izniyle indirdi 95 "Sizden birinize ölüm anı geldiği vakit elçilerimiz, eksik-fazla birşey yamaksı/.in onların ruhunu alırlar. 96"Melekler ve Cebrail o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler.97 "Sağında ve solunda, onunla bera­ber oturan iki alıcı melek, yanında hazır 1)irer gözcü olarak söylediği her sözü zabtederler.98 anlamlarına gelen çeşitli ayetlerden, me­leklerin varlığını anlamış oluyoruz.

Meleklerin yapıları değişiktir. Onlar, ruhani ve miranı varlıklardır. Erkeklik ve dişilikleri yoktur. Yeme içmeleri yatıp uyumaları düşünülemez. Onlar, yerde ve gökte her yerde bulunurlar. Cenab-ı Hak ne vermişse onu yaparlar. Herbiri yaptığı göreve göre ad alır. Cebrail, İsrafil, Mikail, Azrail melek­lerin büyüklerindendir.

Bunlardan Cebrail, Peygamberlere Allah'ın emirlerini, vahyini bildirir. İsrafil; kainatta son imha kanunu tatbik edecek ve yine ihya kanunuyla ahiret hayatını açacak olan melektir.99

Mİkail de, tabiat olaylarını tedvire

memur edilmiştir. 100 Azrail ise; Allah'ın emriyle canlı yaratıkların canlarını almağa memurdur. Kur'an Kerim O'nu Melekül-Mevt-Ölüm me­leği onlara haber verir.

Melekler bir anda yerleri ve göleri dolaşacak güçte yaratılmışlardır. İste­dikleri şekle bürünürler. Onları göremeyiz. Biz müslümanları o ruhani ve nurani varlıklara böyle inanırız.

Melekleri göremeyişimizin sebebi ise onların yaradılışları ile bizim yara­dılışımızın farlı oluşudur. Gözümüz onları algılama gücünden yoksundur. Hem göremediğimiz sadece onlar mı­dır? Biz kendi ruhumuzu göremiyo­ruz diye ruhumuza inanmıyor muyuz.

Biz İslam prensiplerine göre onların varlığını kabullenmekten sorumluyuz. varlıklarını görmekten değil.

Meleklere imanın pratik hayatta pe çok yararları vardır.

Meleklere iman, öncelikle Allah'ın varlığına ve kudretine insanı bağlar. İnsanı o, manevi güçler vasıtasıyla gözetim altında olduğunu, dolayısıyla davarışlarını kontrol etmesini sağlar.

Meleklere iman; kişinin iyiliğe, gü­zele ve hayırlı işlere uyarak "Melek-leşmek zevkini tatmasına" fazilete ulaşmasına yardım eder. Bu da insan olarak, insanca yaşamamız için en güzel bir inanç ilkesidir.

Cinler: Cin: Gizlenmek anlamına gelen arapça bir kelimedir. İnsanlar tarafından görülmedikleri için bu isim verilmiştir. Cinler ruhani varlıklardır. Ruhani varlıklar:



1- Yalnız hayırlı olanlar (melekler)

2- Yalnız kötü olanlar (şeytanlar)

3- Ortada olanlar (iyileri ve kötüleri bulunan cinler) olmak üzere üç gruba ayrılır.

Bu ruhani varlıklardan cinler, ateşten yaratılmışlardır. Yeryüzünde yaşayan cinler akıllı varlıklardır. Çeşitli şekille­re girebilirler. İnsanların yapamadıkla­rı çok ağır işleri yapabilirler.

Sebe sûresinin 13. ve 14. ve 15. âyetlerinde Cenab-ı Hak cinlerin nasıl çalıştıklarını şöyle haber veriyor:

"O cinler, Süleyman'a köşk ve mescicllerden, şekillerden, havuz gi­bi (büyük) çanaklardan, sabit (bü­yük) kazanlardan her ne isterse ya­parlardı. Çalışın, ey Davud ailesi şükredin. Kullarım içinde (gereği üzerine Allah'a bol bol) şükreden azdır?"

Vaktaki Süleyman'a ölümü hük­mettik (de bir yıl kadar olu olarak değneğine dayalı kaldı). Ölümüne işaret eden (bir alamet) olmadı, ancak bir güve böceği değneğini yi­yordu. (Böeeğindeğneği yemesi sehebiyle) (SüIeyman yere düşünce anla­şıldı ki, eğer cinler gaybı Süleyman aleyhisselam'ın ölümünü) bilmiş ol­salardı içinde bekleyip durmazlardı. (İnşaasma memur edi-lipte bir yılda zahmetle ikmal ettik­leri Beytü'l-Makdis'i inşa etmezler­di."

Gerçekten (Yemen'de yaşamış olan) Sebe kavmi için oturdukları yerlerde (kudret ve vahdaniyetimize delalet eden) bir alamet vardı: Sağ ve soldan iki taraflı bahçeler... (pey­gamberleri ona şöyle demişti): Rabhinizin n/kmdan yeyin de O'na şükredin. (Çünkü beldeniz) hoş bir belde; Rabbinizde mağfireti çok bir Rab'dır."

Alemlere rahmet olarak gönderilen sevgili peygamberimiz (S.A.S) efendi­miz hem insanların, hem de cinlerin Peygamberidir. Cinler de insanlar gibi sorumludurlar. Ve kıyamet gününde de insanlarla beraber hesaba çekileceklerdir.

Bu konuda cenab-i Hak Zariyat sure­si, 56. ayet-i kerimede mealen şöyle buyuruyor:

Muhakkak ben cinleri ve insan­ları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım."

Cinlerin vasıfları ayrı isim taşıyan cin sûresinde bütün ayrıntılarıyla anla­tılmaktadır, cinlerin varlığı, ayet ve hadislerle sabittir. İnkarı küfürdür.

Şeytan: Şeytan'ın diğer bir adı da İblis'tir, Bİr defa Allah'a isyan ettiği için rahmetinden kovulmuştur. Yerleri ve zararlı şeyleri temsile yetkili olan ateşten yaratılmış bir mahluktur.

Bütün melekler, Cenab-ı Hakk'ın emriyle Adem (A.S)'a secde ettiği hal­de şeytan: "O, topraktan yaratılmıştır, ben ateşten yaratıldım. Ben ondan daha kıymetli ve yükseğim" diye kibir­lenmiş, Allah'ın emrine karşı gelmiş ve Adem (A.S)'a secde etmediği için Allah'ın rahmetinden kovulmuştur.

Allah'a gerçek anlamda kulluk eden salih insanlara şeytanın zarar vermeye­ceği, ancak diğer insanları aldatmaya çalışacağı Kur'an-ı Kerim'de haber ve­rilmiştir. Şeytanın kıyamete kadar yaşamasına İzin verilmiştir. Şeytanla­rın reisi durumunda olan İblis, Allah'a isyan ettiği ve ebedi lanete uğradığı için kafirlerdendir.

Bu konuda Cenab-ı Hak, A'raf sûre­sinin 11.12.13.14.15.16. L7. ve IX. ayet -i kerimelerinde şöyle buyuruyor:

"Sizi yarattık, sonra size şekil ver­dik, sonra da meleklere: "Adem'e secde edin!" dedik: hepsi secde etti­ler. Yalnız İblis etmedi, o secde edenlcrden olmadı."

"(Allah) buyurdu: "Sana emret­tiğim zaman seni secde etmekten alıkoyan nedir?" (İblis): "Ben, dedi, ondan hayırlıyım. Beni ateşten ya­rattın, onu çamurdan yarattın."

(Allah) buyurdu: "Öyle ise ora­dan in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın!"

(İblis) dedi: "(Bari) bana (insan­ların) tekrar dirilecekleri «üne ka­dar mühlet ver."

(Allah) buyurdu: Haydi sen müh­let verilmişlerdensin."

Öyle ise, dedi, beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, bende onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstünde oturacağım."

Sonra (onların) önlerinden, arka­larından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve çoklarım şükredenlerden bulamayacaksın!"

(Allah) buyurdu: "Haydi sen ye­rilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık. Andolsun ki onlardan sana kim uyarsa (bilin ki) sizin hepinizden derleyip) cehennemi dolduracağım (azdıran sizlerde size uyup yoldan çıkan insanlarda cehenneme gireceksiniz.)"

Nahl sûresi 98. 99. ve 100. âyetlerde ise Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

Kur'an oku(mak iste)diğin za­man kovulmuş şeytandan Allah'a sığın (seni şeytanın vesveselerinden korumasını Allah'tan iste. (Euzübil-lahi mineşşeytanirracim, de)." "Çünkü insanlara ve Rablerine da­yananlara o (şeytan)'m bir gücü yoktur." "Onun gücü, sadece kendi­sini dost tutanlara ve Allah'a ortak koşanlaradır. (O, sadece onları kan­dırabilir.)"

Kitaplara İmân: Dinimizde inanç esaslarından üçüncüsü, Allah'ın pey­gamberlerine vahiy yoluyla bildirdiği kitaplarına İnanmaktır.

İlahi kitaplar, insanların din ve dün­yasına ait işlerde, nasıl inanacağına, ne şekilde davranacağına dair Allah buyruğunu bildiren ilahi yasalardır.

İlahi kitapların amacı, insanların ebedi mutluluğa kavuşmaları İçin on­lara yol göstermektir. Doğru ve yanlı­şın ne olduğunu öğretmektir.

Yüce Allah ilk insan ve ilk Peygam­ber olan Hz. Adem'den başlayarak son Peygamber Hz. Muhammed (A.S.)'e kadar, zaman zaman ilahi kitaplarını göndermiştir.

İşte biz müslümanlar, Hz. Peygam­bere gönderilen bu ilahi buyrukları ih­tiva eden kitapların hepsine inanırız. Ancak bu inanışta kitapların asıl olmasına, "tevatür" yoluyla zamanı­mıza kadar gelebilmiş olmasına baka­rız. Zira bazı ilahi kitaplar, Allah'ın bildirdiği şekliyle zamanımıza kadar gelememiş, asılları bozulmuştur. Tev­rat ve İncil gibi. Bugün yeryüzündeki kutsal kitaplar içinde aslı bozulmadan zamanımıza kadar ulaşabilen tek kitap, Kur'an-ı Kerim'dir.

Kur'an'dan önce gelen kitaplar ikiye ayrılırlar.

Sayfalar ve kitaplar olmak üzere ge­nelde Sayfalardan 10'u Hz. Adem'e, 50'si Hz. Şife, 30'u Hz. İdris'e, 10'u da İbrahim Peygambere gönderilmiştir. Kitaplardan Tevrat Hz. Musa'ya, Ze­bur Davut Peygambere, İncü-İsa'ya, Kur'an-ı Kerim de peygamberimiz Hz, Muhammed'e gönderilmiştir.

Tevrat: Allah tarafından Musa (A.S)'a gönderilen mukaddes kitap olan Tevrat'ın diğer bir adı da Ahd-i Atik'tlir.

Tevrat, îbranice bir kelimedir. Şeriat ve Hak söz anlamına gelir. Bu kelime Kur'an-ı Kerimde 18 yerde geçer. Tevratın çeşitli dillerde yazılmış olan pek çok nüshaları vardır. Bunlar arasında şu üçü en meşhuıiarınclanclır:

1- İbranice olan Tevrat: Yahudi ve Protestanlarea makbul sayılır.

2- Yunanca olan Tevrat: Roma ve Şark kiliselerince makbul sayılır.

3- S amince olan Tevrat: Samirileree makbul sayılır. Hz. Musa (A.S)'a nisbet edilen Tev­rat'ın beş bölümden meydana geldiği bildirilmiştir:

1- Tekvin: İnsanın yaratılışından Nuh tufanına kadar geçen olaylardan bahseder.

2- Huruç: Hz. Musa ile İsrailoğul-larının Mısır'dan çıkışını konu alır.

3- teviller: Kurban, kahinler, temiz­lik, bayram düzeni, âyin ve merasim­lerden bahseder.

4- Sayılar: İsrail'in Tur dağından kalkıp Erdem ülkesine gelişini anlatır.

5- Tesniye: Hz. Musa (A.S.)'ın vefa­tından ve daha sonra meydana gelen

bazı hadiselerden bahseder.

Bugün Yahudilerin ellerinden düşür­medikleri tevrat, kesinlikle Musa (A.S.)'a gönderilen Tevrat'ın aynısı değildir. Yahudiler tarafından tahrif edilmiştir.

Zebur: Zebur, dört kutsal kitaptan bir tanesidir. Davut (A.S.)'a gönde­rilmiştir. Nisa sûresinin 162. âyetinde Cenab-ı Hak mealen şöyle buyuruyor: Davud'a Zebur'u verdik." Zebur'a "Mizmarlar" denilmektedir. Zebur, İbranicedir. Tamamı 150 sure­dir.

Bu surelerden 50 tanesi, Kral Bühtü Nasr'dan,

Elli tanesi de onun karşılaştığı Rum­lardan bahseder.

Geri kalan elli surede vaz, nazihat ve hikmetlerden ibarettir. Bu bölümde ayrıca Allah'a hamd etmeye işaret eden ayetler de vardır.

Zebur'da helal, haram ve ahkama dair ayetler yoktur.

Zebur'da İncil ve Tevrat gibi tahrife uğramış, aslığı ve özelliğini kaybet­miştir.

İncil: Semavi kitapların üçüncüsü olan İncil, Allah tarafından İsa (A.S.)'a nazil olmuştur. İncilin lügat anlamı göznuru"dur.

Bu konuda Cenab-ı Hak, Maİde sû­resi 46. ayet-i kerimede mealen şöyle buyuruyor:

"Onların izi üzerine arkalarından meryem oğlu İsa'yı, ondan önce gelmiş bulunan Tevrat'ı doğrula­yarak gönderdik. Ona yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önünde bulunan Tevrat'ı doğrulayan İncil'i sakınan­lara öğüt ve yol gösterici olarak in­dirdik.

İsa (A.S.)'ın yaşadığı dönemde Şa­mar, Tiyn veya Süryani lehçesi konu­şulduğu için İncil de bu lisan üzerine nazil olmuştur. Sözkonusu İncil bugün mevcut değildir. Hrİstiyanların elinde bulunan İncil, tahrif edilmiştir. Aslının aynısı değildir.

Tarihi kayıtlara göre halen hristiyan-lann elinde bulunan İndiler İsa (S. A.) dan elli sene sonra yazılmıştır.

Bugün hristiyanların mukaddes ola­rak gördükleri ve inandıkları dört tane incil vardır. Bunlar: Matta, Markos, Yuhanna ve Luka'dır. Bunların hiçbiri diğerine benzemediği gibi tezatlarla doludur.

Bizim Tevrat, Zesur ve İncil'e olan inancımız şimdiki nüshalarına değil, asıllarınadır.

Kur'an-ı Kerim: İlâhi dinlerin so­nuncusu İslâm dinidir. Tek Allah'ın varlığını kabullenme esasına dayanır. "Allah'tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna inanmak" islâmın temel inanç kuralıdır. Bu kurala kalp ile bağlanmak,söz ile ifade etmek her rhüslumanın görevidir. Zira müslü-man; İslâmı kabul eden, Allah'a, Pey­gamberine ve Peygamberin haber verdiği ilahi buyruklara yürekten tes­lim olan kimse demektir.

İnsana doğru inanç yolunu göster­mek, onu kötülüklerden uzaklaştırarak yararlı yaşayışa yönlendirmek İslamın

ana hedefidir. İslâm dini bu hedefe va­rabilmek için bir takım hükümler orta­ya koymuştur. Bunlar; inanç, ibadet ve ahlaki esaslardır. Bu esasların öğrenil­mesi ve gerektiği şekilde davranılması her müminin görevidir.

Kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim, son Peygamber Hz. Muhammed (S.A ,S.)'e Allah tarafından vahiy suretiyle bildirilen ilahi kelamın adıdır. Kur'an'a adını bizzatihİ Allah vermiştir:

"Sana vahyedilen bu kitap çok şerefli bir Kur'an'dır. 101 "Onlar hala Kur'an-i gereği gibi düşünmeyecekler mi?" 102 Anlamına gelen bu ve daha başka ayetlerde "Kur'an" lafzı geçmektedir.

Kur'an-ı Kerim, Peygamber efendi­miz 40 yaşını doldururken bir Rama­zan günü vahyediimeye başlamış, âyet âyet, sûre sûre nazil olarak, 22 sene 2 ay 22 günde tamamlanmıştır. 103

İlk ayetler Mekke'de nazil olmuş. Peygamberimizin hicretinden sonra Medine'de devam etmiştir. Bu itibarla Kur'an'daki sûreler Mekkî ve Medenî olmak üzere ikiye ayrılır. Kur'an'da 114 sûre vardır.

Sûre; yüksek makam, yüce derece, alamet ve sur anlamlarına gelmekte­dir. Kur'anı Kerim'in sûrelere bölün­mesi değişik konuları ihtiva etmesin dendir.104 Sûrelerin adlandırılması da ilahi vahye göre yapılmıştır. Sûreler, sadece "Tevbe" sûresi hariç, birbirle­rinden "Besmele" ile ayrılırlar. Kur'-an-ı Kerim'de en uzun sûre 286 âyetli iyetli Kevser süresidir.

Kutsal kit ab anızdaki sûreler nicelik bakımından, "Tival, Miûn, Mesara ve Mufassal" 105 olmak üzere dört gruba ayrılır. Ttval; 100 ayetten uzun olan sûrelere, Miûn; 100 ayet do­laylarında olanlara, Mesani; 100 ayet­ten az olan sûrelere. Mufassal da Kur'an-ı Keiim'in sonuna doğru bulu­nan kısa sûrelere verilen addır.

Sûreler genellikle baştaki lafzın adını almışlardır. "Yasin, Tâsin, Kâf" gibi. Bir kısmı ilk ayette geçen bir kelimeden adını alır. "Necim, Asır, Dûha. Şems" gibi. Birkısmı da içindeki mev-zudan adını almıştır. "Yusuf ve İbra­him" gibi.

Ayetlere gelince: Kur'aıvı Kerim'de âyet; "sûrelerin ayrı ayrı cümleleri teşkil eden belirli kısımlarına denir. Ayetler, birbirinden durak adı veri­len bir takım işaretlerle ayrılır.

Kur'an-ı Kerim sayfalan bakımından 30 eşit kısma ayrılmış ve her birine "CÜZ" adı verilmiştir. Bir cüz 20 sayfa kabul edilmiş, ayrıca her cüzde 4 hizbe bölünmüştür. Bu hizb ve cüzler, toplu okumalarda kolaylığı sağlamak için yapılmıştır.

Kutsal kitabımızın aslının bozulma­ması ve kaybolmaması için korun­masında ve özelliklerini tesbitte çok titiz davranılmıştır. O kadar ki Kur'­an'da kaç kelime ve her bir harften kaç tane olduğu tesbit edilmiştir.

İşte bu tesbit ve gösterilen titizlikler­dir ki kutsal kitabımızın tahrif olmasını önlemiş, zamanımıza kadar bozulma­dan gelmesini sağlamıştır.

Kur'an 114 sûredir demiştik. Bunlardan Mekke'de nazil olanlar genellikle kısa sûreler olup daha çok inanç hükümlerini ihtiva ederler. Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretini Öğre­tirler. Şirkin kötülüğünü, sapıklıkla kalan kavimlerin başlarından geçen fe­laketleri hikaye ederler. Âyetler ibret almamızı sık sık hatırlatır, Mekkî sûrelerde hitap daha ziyade "Ey insan­lar" diye başlar, ifade ruhu sarsar, cezbeder. Zalimleri korkutucudur.

Medine'de nazil olan sûreler ise daha uzundur. Bu dönemde nazil olan sûrelerde daha çok dinin "İbadet ve muamelat" kısmı öğretilmiştir. Yahu­dilerin, Hıristiyanların ve münafık­ların tutumlarından haber verilmiştir. Bu dönemdeki sûrelerde hitap daha zi­yade "Ey iman edenler" diye başlar.

Kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim harfi de lafzı da Allah kelamıdır. Kuı'an'ın hiçbir sûresinde insan sözü yoktur. Peygamberimiz, Cenab-ı Hak­tan vahyi nasü almış ise aynen söyle­mişlerdir.

Sevgili Peygamberimize vahiy gel­dikçe Allah Elçisi bu ilahi emirleri vahiy katiplerine söyler ve derhal yazdırırdı. İlahi vahye göre hangi aye­tin, hangi sûreye ait olduğunuza bizzat işaret ederlerdi. Vahiy katipleri bu ayetleri "Deri. hurma kabuğu, bez, yassı taş ve yassı kaburgalar" üzerine yazarak saklardı. Ayrıca ashabın pek çoğuda gelen ayetleri ezberlerdi. Kur'an-ı Kerim'i ezberleme geleneği o zamanlardan bugüne kadar süre gelmiştir. Kutsal kitabın ezberlenerek muhafaza edilmesi onun, değiştiril­meden ve bozulmadan zamanımıza kadar gelmesinde en büyük âmil ol­muştur. Çünkü Kur'an okumak, insanı iç sıkıntısından ve gönül darlığından kurtarır.

Allah Elçisi peygamberimiz; "Kur1-an okumak kalbin şifasıdır." sözle­riyle bunu haber vermişlerdir.

Sevgili Peygamberimiz nezdinde Kur'an'a sahip olan ve onu ezberleyen, "Ümmetin en şereflilerindendir". İşte bu müjdedir ki islâm aleminde yüzbinlerce hafızın mevcudiyetini ve milyonlarca insanın onu öğrenip oku­masını devam ettirmiştir.

Günümüzde dünyada en çok ezbere bilinen kitap Kur'an-ı Kerimdir. Ayrı­ca en çok okunan kitaplardan biri yine odur. Çünkü O. okunmak ve öğrenil­mek için gönderilmiştir. Zuhruf sûresi 3.'cü ayette şöyle buyurulur: "Manalarına akıl erdi resi niz diye biz, onu, Arapça okunan bir kitap kılmı­şı/dır."

Peygamberimiz hayatta iken onun işaret ettiği şekilde çeşitli şeylere parça parça yazılmış bulunan ayet ve süreler, bir cilt halinde biraraya getirilmemişti. Bugün elimizde bulunan şekliyle tertiplenmemişti, tertiplenemezdi. Zira vahiy devam elliyordu. Bu itibarla Kur'an'ın "Mushaf şeklindeki tesbiti. Peygamberimizin vefatlarından sonra yapılmıştır.

Hz. Peygamberin vefatından sonra ilk olarak halife seçilen Hz. Ebubekir zamanında, Arap yarımadasında bazı yalancı Peygamberler türedi. Saçma sapan şeyler söylüyorlar, Peygamber­liklerini iddia ediyorlardı. Hz. Ebube­kir bunlarla savaşa tutuştu. Bunlardan MÜSEYLEMETÜL-KEZZAB ile ya­pılan savaşta 70 kadar hafız şehid oldu. Ayrıca İslama yeni giren kabileler

Kur'an öğrenmek için öğretmen isti­yorlardı. Bu durum, kutsal kitabın bütün ayet ve sûrelerinin bir kitap ha­linde toplanmasını zorunlu kıldı.

Hz. Ömer'in teklifleriyle halife Ebu­bekir, bir komisyon kurdurdu. Komis­yonun başına Zeyd İbni Sabit getirildi. Zeyd, Peygamberlerin sekreteri idi. Arapçadan başka Süryani ve İbranice yazıları da çok iyi biliyordu. Zeyd aynı zamada vahiy katibiydi. 106

Zeyd Kur'an ayetlerini tesbitte çok titiz davrandı. Hafızların ezberden okunmasını kafi görmedi, vahiy katip­leri tarafıdan yazılan bütün belgeleri toplattı. Âyetleri teker teker ele aldı. Her ayetin doğruluğunu tasdik için ikişer şahid dinledi.

Sahiciler, Peygamberin gözü önünde âyetlerin yazılmış olduğuna şehadette bulundular. Komisyon bu şekilde çalışarak bütün ayetlerin doğruluğunu kontrol etti.

Allah elçisinin yazdırdığı sıra ve ter­tip üzerine sûreler mushaf şeklinde bir araya getirilerek elimizdeki Kur'an ter­tiplenmiş oldu.

Bu tertip üzere bir araya getirilen ve bir cilt halinde toplanan Kur'an-ı Kerim Ebubekİr'e teslim edildi. Ebu-bekiı'den sonra, Kur'an, Hz. Ömer'e verildi.

Hz. Ömer'den sonra da Ömer'in kızı peygamberlerimizin zevcesi Hz. Hafsa'ya kaldı. Hafsa'dan Hz. Osman'a geçti. Osman halife olunca, yeniden bir komisyon kurdu. Başına yine Zeyd İbni Sabit'i getirdi. Bir kez daha kont­rolü yapıldıktan sonra nüshalar ço­ğaltıldı. Bu nüshalar İslam merkezlerine gönderildi.

Kur'an-ı Kerim, okuyanlar ve onu dinleyenlere derin bir haz verir. Pek çok insan manasım anlamamasına rağmen onu dinlerken manevi bir zevk alır ve tarifsiz bir huzur duyar. Kur1 an-ı Kerim ilâhi bir mucize olduğu için dinleyicileri kendisine çeker. Bir çok insan onu sadece dinlemekle müslü-manlığı tercih etmiştir.

İbadette "Arapça" olarak okunan Kur'an-ı Kerim, anlamının gizli kalma­ması için hemen her asırda, çeşitli bilginler tarafından Türkçe'ye ve yeryü­zündeki bir çok dillere tercüme edil-miş,tefsirleri yapılmıştır. O insanlığa doğru ve hak yolu göstermek için gönderilmiştir. Kur'an-ı Kerim her türlü hurafeyi ve batıl inançları temiz­leyip putperestliği yıkmıştır. Ruhban sınıfını kaldırmış Alİah ile kulu arasına başka birini sokmamıştır.

Kur'an-ı Kerim yaradana karşı en mükemmel ibadet şeklini göstermiş, insanların Allah karşısında eşit oldu­ğunu, ancak inançlarıyla yücelebile-çekleri bildirilmiştir. Kul hakkını sa­vunmuş, insanların hukuk açısından farklı muameleye tabi tutulmamasını istemiştir. Dünyadaki ve kainattaki ni­metlerden faydalanarak daha iyi bir hayatı yaşama yollarını göstermiştir. O insanlar arasındaki fazilet hislerini ya­yarak insanlığı kötülüklerden uzaklaştırmak insanı, "İnsari-ı Kâmil"1 yap­mak istemiştir. Tarihin eski çağlarında yaşamış kavimlerden örnekler vererek onların nasıl helak olduklarını duyur­muştur. Aynı hatalara düşmemek için ibret almamızı emretmiştir.

Ayırca insanların kendisine, çevresi-ne ve kainattaki düzene bakarak, Allah'ın azametini düşünmesini bildirmiştir. Kısaca Kur'an-ı Kerim, dünya ve ahirette saadete ve selamete eriş­memiz için Allah'ın emirlerine uyma­mızı, yasaklarından kaçınmamızı öğ­retmiştir.

Asrımızda Kur'an ve Kur'an ilimleri hakkında yapılan çalışma ve araştır­malar her geçen gün artmaktadır. Pek çok batılı bilgin Kur'an-ı Kerim'i ince­lemiş ve hayranlıklarım dile getir­mişlerdir. Bu konuda İngiliz siyaset adamlarından EDMOND şunları söy­lüyor: '"Kur'an-ı tetkik ettikte onun mükemmeliyet ve kutsallığı hakkında bilgi sahibi oluruz. Evvela insanı cez­beden Kur'an, sonra onu hayrete düşürür, tutkunluk uyandırır. İnsanı kendisine hürmete mecbur eyler."

Londra'da çıkan Yakın Şark adlı ga­zetede de şunlar yazılmıştır: "Hz. Mu­hammet! hakkında düşünceniz ne olur­sa olsun, şunu itiraf etmek mecbu­riyetindeyiz ki Kur'an, nüzul ve tertip itibariyle şayanı hayret ve muciz bir eserdir. Hz. Muhamed'in hakiki bir peygamber olduğunda şek ve şüphe yoktur."

Bir Fransız düşünürü de yine Kur'an için şöyle diyor: "İnsanlığın hidayeti için Hz. Muhammed'e vahyokman Kur'an hikmetle dolu parlak bir eser­dir.107

Kur'an-ı Kerim hakkında daha pek çok övgü sözleri mevcuttur. Ancak Kur'an-ı Kerim'in övgüye ihtiyacı yok­tur. Zira, Allah kelamı olup İnsanlar tarafından söylenemiyecek ilâhi bir mucizedir. Onun için Yüce Allah buyuruyor.

Bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah'a karşı gelmekten sakı­nanlara yol gösteren kitaptır.108

Peygamberlere İman: İslâmda İ-man esaslarından biri de Peygamberle­re iman etmektir. Peygamberlere iman, İslâm Amentüsü"nün dördüncü mad­desidir.

Yüce Allah kullarına doğru yolu göstermek için emirlerini ve yasak­larını Peygamberler aracılığı ile bildir­miştir. Bu bakımdan Peygamberler, Allah ile kullan arasında elçilik görevi ile yükümlüdürler.

Peygamber kelimesi Farsça bir söz­lük olup "Haberci" anlamına gelmekte­dir. Türkçe'de Peygambere elçi ya da yalvaç denir. Arapça'da ise Resul veya Nebi denilir.

Bütün peygamberlerin, "Cenab-ı Hak'tan telakki ile tebliğ eyledikleri din, haktır. "Bunların hepsinde hiç değişmeyen bir takım ana ilkeler var­dır. Bu ana ilkeler "Allah'ın birliğine, Ahiret gününe, Allah'ın Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Hayır ve Şerrin Allah'ın iradesiyle yaratılmış olduğuna iman etmek, ibadet ve Ahlâk'tır.

Peygamberler, insanlara Allah'ı, en güzel, en iyi ve en doğru bir biçimde tanıtmışlardır. Bunu yapmak için, Allah'tan aldıkları emirleri aynen yaşa­mış ve öylece bildirmişlerdir. Çünkü Peygamberlerin en belirgin özelliği ve en önemlisi sağlam bir dimağa ve en güzel ahlâka sahip olmalarıdır. Onlar, insanlara her halleriyle örnek olan seçilmiş büyük şahsiyetlerdir.

Peygamberler, kavimleri arasında en şerefli ailelere mensupturlar. Onlar, insanlık İçin her türlü yüksek niteliklere sahip ve Peygamberliğin şanına söz getirecek her çeşit noksanlıklardan uzak, seçilmiş zatlardır.

Peygamberlerin sadece kendilerine özgü olgun sıfat ve nitelikleri vardır. Bu sıfatlar şunlardır: İsmet; yani her türlü gizli ve açık günahlardan uzak olmak. Emanet; Güvenirlik. Peygam­ber emin olup kutsal görevinde ve diğer işlerinde en doğru biçimde hare­ket eder. Onların hiçbiri hıyanetlikle suçlanamaz. Peygamberlerin bir sıfatı da Stdk'tır. Yani onlar en doğru sadık kimselerdir. Gerek dini hükümleri bil­dirmede, gerekse diğer tüm İşlerinde daima doğruyu yaparlar. Onlar İçin ya­lancılık düşünülemez. Çünkü hiçbi­rinin yaşantısında en küçük bir ya­lancılığa rastlanmamıştır. Fetanet sıfa­tı: Peygamberlerin akıllı, zeki ve uya­nık olmaları demektir. Bunun zıddı olan ahmaklık onlar için düşünülemez. Eğer Peygamberler çok zeki ve uyanık kimseler olmasalardı, Ümmetlerini ikna edemezler ve görevlerinde başa­rılı olamazlardı.

Peygamberlerin sıfatlarından biari de Adalet'tir. Peygamberler her türlü işlerinde haktan ayrılmayıp. kimseye haksızlık yapmamışlardır. Onlar, in­sanların hak ve adalet ölçüleridir. Pey­gamberler hiçbir zaman zalim olamazlar.

Bu saydığınız özellikler gelmiş geç­miş tüm Peygamberlerde ortak olan ni­teliklerdir. Ancak bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed'de bunlardan başka üç özellik daha vardır:



1. Bütün Peygamberlerden üstün olması.

İslâmîBilgiler Ansiklopedisi ".



2. İnsanların ve cinlerin de Peygam­beri bulunması.

3. En son Peygamber olması. Bilindiği üzere İnsan denilen varlık, gerek beden, gerekse ruhsal yönden karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu bakımdan onu anlamak ve idare etmek çok güçtür. İnsanı anlamak ve onu en iyi bir biçimde eğitmek için Yüce Allah, zaman zaman seçtiği Peygam­beri aracılığı ile, insanlara buyruklarını iletmiştir.

İnsanların gerek bu dünyada ve ge­rekse ahiret hayatında, emin bir yoldan giderek mutluluğa ulaşmaları, düşünce ve davranışları bakımından en olgun bir düzeye erişebilmeleri, ancak buy­rukları tebliğ eden ve yaşayışını bu buyruklara göre tanzim eden Peygam­berlerin yolunu izlemekle mümkün olmuştur. Çünkü inanç hükümlerinin ne olduğunu anlamamız için mutlaka bir aydınlatıcıya ihtiyaç vardır.

İnsanlar kendi akıllarıyla Yüce Allah'ın varlığını ve birliğini anlayabilirlerse de, O'ua özgü bir takım yüksek sıfatlan tamamen idrak edemezler ve edememişlerdir. Dinler Tarihi bunu kanıtlamaktadır.

İbadetin ne şekilde yapılacağını, ahi-retteki işlerin neler olduğunu, insan­ların sorumluluğunu, Allah katında neyin suç, neyin sevap kabul edildiğini ancak doğru olarak Peygamberler bilir ve onlar öğretir.

Peygamberler, ahlâki faziletleri tel­kin etmişlerdir. Bu sayede insan, ken­dine, toplumuna, hatta tüm insanlığa karşı görevlerini daha kolay öğrene-bilmiştir. Peygamberler, insanlar ara­sında cereyan eden birtakım uygarca

ilişkileri gerçekleştirmek için. Allah'­tan aldıkları hüküm ve kuralları, insan­lara ulaştırmışlardır. İnsanlar bundan yararlanarak yüksek ve ileri bir uy­garlık kurma imkanına sahip olmuşlar­dır.

Ayrıca Peygamberler, insanların refahını sağlayacak birçok yararlı sa­natları da bilmişler ve öğretmişlerdir. Örneğin, Ziraatçilik terzilik, demirci­lik, gemi yapımı gibi. Ve nihayet Yüce Allah, Peygamberlerine tebliğ buyur­duğu ayetlerinde bir takım tarihi olay­ları, ibretli kıssaları ve yaradılışın sırlarını bildirerek, kendi kudret ve azametinden haberdar etmiştir. İnsan­lığı ibret almaları için uyanmıştır. Bu gerçekleri insanlara ulaştırma göre­vinde. Peygamberleri aracı kılmıştır.

İnsanın var olması ile başlayan Pey­gamberlik, zaman zaman devam ede­rek en son Peygamber Hz. Muhammed ile son bulmuştur. İlk Peygamber Hz. Adem'dir. Hz. Adem'den son Peygam­ber Hz. Muhammed'e kadar, pekçok Peygamber gönderilmiştir, Bazı eser­lerde bunların sayısının 124 bin. bazılarında da 224 bin olduğu söyle­nir. Ancak bu rakamların keskinliği hakkında sağlıklı bilgi yoktur. Çünkü Yüce Allah, Peygamberlerden bazıla­rını, bize bildirmediğini Kur'an-ı Ker-im'de haber vermektedir. Nisa sûresi 164'üncü ayette: "Sana evvelce kıssa­larını açıkladığımız Peygamberler (gönderdiğimiz, gibi) kıssalarını ha­ber vermediğimi/ Peygamberler'de gönderdik.11 denilmektedir.

Kur'an-ı Kerim'de adları söylenmiş olan Peygamber sayısı 2fVtir. Biz Kur'an-ı Kerim'in haber verdiği Peygamberlerin tümüne inanırız. Ancak açıklansın ya da açıklanmasın ne kadar Peygamber gelmiş ise, hepsinin hak ve doğru olduğunu kabul ederiz, insan çalışmakla dünyada her şey olur. En yüce mertebelere ulaşır. Fakat Pey­gamber kesinlikle olamaz. Peygamber­lik Alİah vergisidir. Zaten Hz. Muham-rned'le Peygamberlik unvanı son bulmuştur.

Kimi zaman kendini son kurtarıcı olarak, "Ben Peygamberim" diyenler oıtaya çıkmaktadır. Bunlar, ruhsal yönden dengesiz, hasta insanlardır. Ta­rihte kanıtlamıştır ki en son Peygam­ber Hz. Muhammed'tir. Ona vahyedilen son kitap da Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an'ın beyanına göre, attık Peygam­ber gönderilmeyecektir. Ve hak din olarak da sadece devamlılığını İslâm Dini sürdürecektir.

Ahiret Gününe İmân: İmân esas­larımızın beşinci maddesi olan Ahiret gününe inanmaktır. Ahiret inancı, islarndan önceki ilahi dinlerin hepsinde kabul edildiği gibi, ilahi olmayan, son­radan uydurulmuş bulunan, bir takım batıl dinlerin inanç ilkeleri arasında da görülmektedir. Çünkü bu konu, insa­nın duygu, düşünce, vicdan ve dav­ranışları üzerinde en çok etki yapan temel bir inanç ilkesidir. Bu bakımdan Önemi büyüktür.

Ahirete imân, gerçekte Allah'ın var­lığına, birliğine, yüce kudretine inan­mak, O'nun buyruklarına, iradesine tam teslim olmak demektir.

Ahirete imân ilâhi adaletin gerçek­leşmesi ve "İnayet'i iluhiyenin" ta­mamlanması için gereklidir. Bu neden­le Ahiret'e iman, "ba's-üba'del-mevt"e yani, öldükten sonra tekrar dirilmeye ve orada dünyadaki yaşayışımızdan.

davranışlarımızdan yargılanmaya i-mân etmek demektir.

Ahiret inancını en akli ve en son sağlam nakli delillerle ayrıntılı bir biçimde açıklayan din, hiç kuşkusuz islâmiyet olmuştur. Kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim'in birçok ayetinde ahi-retten ve ahiretteki olaylardan geniş bilgiler verilir. Bu bilgilerin ışığı altında özetle ifade etmek gerekirse, İslamda ahiret gününe iman, ilahi ada­letin varlığını kabullenmektir. Çünkü ahiret fikrinin esası adalete dayanmak­tadır. İnsan bu dünyada iyilikle kötü­lüğün, faziletle rezaletin birbirleriyle daimi bir çatışma halinde olduğunu gömlektedir. Çoğu zaman ela kötülü­ğün iyiliğe, rezaletin fazilete galip geldiğini görünce üzüntü duymak­tadır. Bunun tabii sonucu olarak, iyile­rin mükafat, kötülerin ceza görmesini arzu etmektedir. Bu dünyada olmasa bile ahiret aleminde şaşmaz adaletin gerçekleşmesini beklemektedir. İşte bu bekleyiş, bu arzu, insanoğlunu, Allah'ın huzurunda yargılanacağı bir günü kabullenmeye ve o günün gele­ceğine inanmaya yöneltmiştir,109

Kutsal Kitabımız Kur'an-ı Kerim'in bildirdiğine ve Sevgili Peygamberimi­zin haber verdiğine göre.üzerinde yaşadığımız dünya ve tüm evrendeki cisim ve canlıların hayatı, belli bir süreden sonra son bulacaktır. Bir gün gelip evrendeki düzenin bozulması-na,dünya yaşayışının son bulmasına İslâm dininde kıyamet kopması denir. Kıyametin ne zaman kopacağı hakkın­da kesin bir zaman tayini yapılma­mıştır. Onun oluş zamanını ancak Yüce Allah bilmektedir. Kıyametin zamanı İle ilgili olarak, Peygamber Efendimize değişik yer ve za­mda çeşitli sorular sorulmuş ise de, lygamberimiz bunlara hiçbir zaman ;sin bir tarih ve zaman söyleme-iştir, Bunlar hadis kitaplarında mev-ıttur. Biz müslümanhır, bir gün gelip u olayın gerçekleşeceğine inanmak yız.

Kıyamet kopması olayı, "Kıyamet" nlamma gelen KARİ A sûresinde öyle tasvir edilmektedir. "O gün in­tanlar, ateş etrafında çırpınıp dökü-nen pervaneye dönecekler. Dağlar, itilmiş renkli yüne benzeyecekler. Ama tartılan ağır gelen kimse hoş bir hayat içinde olacaktır. Tartıları hafif gelenlerin ise yeri, bir çukur­dur. O çukurun ne olduğunu sen bi­tirmişin? O, kızgın bir ateştir.110

Zilzal süresinde de şöyle buyurulur: " Vaktaki yer dehşetle sarsıldıkça sarsılır. Yeryüzü ağırlıklarını dışa­rıya çıkardıkça çıkarır. İnsan; "Bu­na ne oluyor?" dediği zaman, işte o gün yer, Rabbinın ona vahyeimesiyle kendi haberlerini anlatır. O gün insanlar işlerinin kendilerine göste­rilmesi için bölük bölük dönerler. Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.111

Metine sûresi K, 9 ve 10. âyetlerde de şöyle denilmektedir. "Gök, o gün, erimiş maden gibi olur. Dağlar da atılmış pamuğa döner. Hiçbir dost diğer bir dostunu sormaz,"

Bir başka sûrede de, kıyamet vukuu esnasında ne kadar önemli olayların cereyan edeceği şöyle anlatılmaktadır:

"Gök yarıklığı aman, yıldılar dağılıp döküldüğü zaman, denizler kaynaştığı zaman, kabillerin İçi dışa çıktığı aman, insanoğlu, ne yaptı­ğım ve ne yapmadığını görür. Ey in­sanoğlu! seni yaratıp sonra şekil veren, düzenleyen mütenasip kılan, istediği şekilde seni terkip eden, çok cömert olan Rabbİne karşı seni al­datan nedir?" 112

Evet, bu anlamlarım sunduğumuz ayetlerden anlaşılıyor ki, bir gün gelip evrenin düzeni bozulacak ve bu dünya hayatı son bulacaktır. Sonra yeni bir yaşayış için insanlar, Allah'ın dilemesi ve iradesiyle yeniden dirilecekler, "Mahşer" denilen yerde toplanacaklar ve orada dünyadaki yaşayışlarından sorguya, yargılanmaya çekileceklerdir. İyiler mükafatlandırılacaklar, Al­lah'ın ebedi nimetlerinin var olduğu cennetlere gönderilecek, kötülerde eğer bağışlanmazlarsa cezalarını çek­mek üzere cehenneme konulacak­lardır. Orada ilâhi adalet tecelli ede­cektir. Allah. Kur'an'da şöyle buyuru­yor ki: "Biz (İnsanı) ilk kez yarat­mada acizlik mi gösterdik ki yeni­den yaratma hususunda âciz kala­lım. Hayır, onlar yeniden yaratıl­maktan şiddetli bir kuşku duymak­tadırlar," (İnsan öldükten sonra di­rilecektir.) İnsan, kemiklerini bir araya toplayanlayız mı sanıyor? Evet, biz onu, parmak uçlarına varıncaya kadar bütün incelikleriy­le yeniden yapmaya kadiriz.113

"İnsan, kendisini bir nutfeden ya­rattığımızı görmez mi ki hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını unutur; "çürümüş kelinikleri kim yaratacak" diyerek, bizi misal vermeye kalkar; Ey Muham­medi De ki: Onları ilk defa yaratan dİriltecektir. O, hertürlü yaratmayı bilendir. Yaş ağaçtan size ateş çıka­randır. Ondan ateş yakarsınız. Gökleri ve yeri yaratan, kendileri­nin benzerlerini yaratmaya kadir olma/ mı? Elbette olur; çünkü O, yaratan ve bilendir. Kir şeyi dilediği zaman. O'nun buyruğu sadece o şeye "OL" demektir ki o da hemen oluverir. Herşeyin hükümranlığı elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah (hertür nok­sanlıktan) münezzehtir.114

Kur'an-ı Kerim, insanın tekrar dirilti­leceğim ve Allah'ın kudreti karşısında bunun çok basit bir is. olduğunu böyle haber vermektedir.

İnsanın olgunlaşmasında, medeni bir varlık olarak yaşayışını sürdürmesinde âhiret inancının rolü büyüktür. Çünkü, öldükten sonra dirileceğini ve dünyada İken yaptıklarından sorumlu tutula­cağın* inanan insanda, vicdan ve so­rumluluk duygusu gelişir. Sorumlu­luğunu, görevlerini bilen insan kendini kötülüklerden uzaklaştırır, vicdanını geliştirir. Enerjisini iyi, güzel ve ya­rarlı şeyler için harcar. Ahiret inancı, insanlarda adalet, eşitlik, yardımlaş­ma, iyilik yapma ve şefkat gibi faziletli duyguların gelişmesini sağlar. Bu inançtaki insanların oluşturacağı bir toplumda da elbette daha huzurlu bir yaşayış ortamı meydana gelir.

Dinimizin kurallarına göre ahiret gününe iman etmek her müslümana FARZ'dır. İmanın temel esaslanndandır.

Kaza ve Kadere İmân: İman esas­larından biri olan bu konu, İslâm dini­nin inanç sistemi içerisinde çok önem­li bir yer tutar. Konuyu yanlış anlama insanı bir takım kuşkulara götürebilir. Bu bakımdan biz. Sevgili Peygamberi­mizin izinden giden ve O'nun bakış açısından sapma yapmayan bilginlerin görüşlerinden yararlanarak, konuyu izah etmeye çalışacağız.

Genel anlamda Kadere İman; hayır ve şerrin, yani İyilik ve kötülüğün Kader ve Kaza ile okluğuna, canlı ve cansız ne varsa hepsinin Yüce Allah'ın takdiriyle, tertibiyle yazmasıyla, hük­müyle, dilemesiyle ve yaratmasıyla meydana geleceğine ve bunların daha sonra alacakları şekil ve özelliklerinin ne olacağını önceden bilmiş ve öylece yaratmış olduğuna iman etmek demek­tir. 115 Daha kısa birdeyişle, dünyada ne meydana gelmişse ya da gelecekse, tümünün ilâhi ilme ve ezeli hükme bağlı okluğuna, ona göre cereyan ettiğine inanmak demektir.

Kutsal Kitabımız Kur'an-ı Kerim'de, yaptığımız bu tanımları doğrulayan ilâhi emirler mevcuttur. Meselâ; Ka­mer suresi 49. ayette: "Şüphesiz biz lıerşeyi bir kaderle (mazbut bir ölçü) ile yarattık." buyurulur. A'lâ sûresinin 2 ve 3. ayetlerinde de şöyle denilmektedir. "O her şeyi yaratıp düzenine koyandır. Takdir eden, ona de yol gösterendir."

Büyük İslâm Miictehidi İmam-ı Azam Hazretleri konuya ilişkin olarak şöyle söylemiştir. "Dünya ve ahirette Yüce Allah'ın iradesi dışında zerre kadar bir nesne bulunmaz. Herşey O'nun kaza kader ve yazmasıyla olur.116

Öyle İse her şey ilahi bir ölçüye bir takdire, tabi olarak meydana gelmekte­dir. Meselâ: Hurma çekirdeğinden yalnız hurma yetişir. Hurma çekirdeğin­den kahve yetiştiremezsiniz. Çünkü hurma çekirdeğinin takdiri, hurma yetiştirmek içindir. İnsan da insan spermasından oluşur, o halde takdir Cenab-ı Hakkın kâinatı, nizamını ve ondaki yaratıkları idare eden ilahi bir kanun ilahi bir ölçüdür.

Bu kısa açıklamaya dayanarak İs-lamda Kaderi şöyle tanımlamak daha anlamlı olacaktır. Kader, Yüce Allah'­ın ezelden ebede kadar olmuş ve ola­cak şeylerin zaman ve mekanını sıfat­larını hususiyetlerini, her türlü özelliklerini bilip ezelde o surette takdir etme­sidir İnançtan ve Felsefesi, Dr. Âli ARSLAN, Sh: 255i Kader Yüce Allah'ın ilim ve irade sıfatlan ile ilgilidir.

Kaza ise, şöyle tanımlanmaktadır.

"Cenab-ı Hakkın ezelde irade ve takdir buyurmuş olduğu şeyleri, bir gün za­manı gelince ezeldeki ilim ve takdirle­rine tıygım olarak yaratmasıdır.

Bu tanıma göre kaza, Allah'ın Tekvin-yaratma-sıfatına mahsus bir özel­liktir. Yine tanımlardan şöyle bir so­nuç çıkarmakta mümkün olmaktadır.

"Kader, bu kainatı idare etlen ilâhi kanun ve ölçü, kaza ise, bu kanuna uygun olarak tenfızdİr. Yani hükmü yerine getirmedir.

Dinimizde kaza ve kadere iman demek, Allah'ın ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına ve bunların kap-samına giren her şeye bütünüyle inan­mak demektir. Kaza ve Kadere iman,

imanın temel şartlarındandır.

Evet, evrende gördüğümüz herşey Yüce Allah'ın dilemesi ve yarat-masıyla meydana gelmiştir. İnsanların akıllı bir yaratık olması, ancak O'nun takdiriyle varolmuştur. İnsan; kendi istek ve arzusuyle bir şey yapmak veya yapmamak serbestisine sahiptir.

İnsanın bir takım fiil ve davranışları kendi isteği ve hükmü altındadır. Meselâ: Oturup kalkmak, gezmek, yolculuğa çıkmak, dilediği zaman karnını doyurmak, uyumak, istediği zaman yatmak gibi. Burada şu hususa değinmek istiyorum. İnsanın hükmü ve iradesine ait işlerden birini seçerek yapması, ya da yapmaması kendi isteğine bağlıdır. Zira herhangi bir işi yapmak için karar vermek düşünmek insan aklının ürünüdür. Çünkü insan düşünen, karar veren ve akıl yürütebi-len üstün bir yaratıktır. O sebeble dav­ranışlarından sorumludur. Her şeyi takdir edip yaratan Allah'tır. Ama çalışıp kazanan, işi ve eylemi yapan kulun kendisidir. Bu güç İnsana veril­miş, iradesiyle serbest bırakılmıştır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah: "Kim iyi iş ve davranışlarda bulunursa kendi lehine, kim de kötülük ederk.se kendi aleyhine. Rabbim kullarına zerrece zulumkar değildir.117 buyuım aktadır.

İslam İnancına göre, kullara verilen irade özgürlüğü onların hayatları bo­yunca yapacakları işlerde, sorumluluk durumlarını tesbit içindir. Bu bakım­dan iradesi tam teşekkül etmemiş çocuklar ile akıl hastalan, doğruyu yanlıştan ayırdedemeyecekleri için davranışlarından sorumlu tutulmamış­lardır.

Dinimize güre kaza ve kadere iman farzdır, kesin buyruktur ama, bazıları çok yanlış bir inançla bile bile bir suç ya da bir günah işlediği zaman "Ne yapayım kaderim böyle imiş" deyip işin İçinden sıyrılmak istemektedirler. Bu yargı tamamen yanlıştır ve hiçbir zaman kişiyi mazur gösteremez.

Çünkü kendi istek ve arzumuzla ken­di aklımızı kullanarak yaptığımız her hatadan, adeta Allah'ı suçlayarak "Takdirim böyle imiş" diyemeyiz. Takdir-i İlahi bizlere meçhuldür. Bilin­meyen bir şeye suç yüklenemez. Gerçekte Takdir-i İlahinin o şekilde tecel­lisine sebeb, kendi irade ve İsteğimizle o yola yönelmemizdir. Yaptığımız işe Allah'ın bir zorlaması, cebri yoktur. Günah veya sevap olan işlerin yara­tılması kulun onları irade etmesinden ötürüdür. Bu nedenle günah veya sevap kula izafe olunur.

Herhangi bir işte belirli bir sonuca varabilmek için o sonucu doğuran sebebleri bilmek, gereken önlemleri almak lazımdır. Çalışmadan, çaba har­camadan hiçbir başarı elde edilemez. Gerçi müslüman. Takdir-i İiahiye'ye rıza gösterir. Allah'a tevekkül ve itimat eder. Fakat takdire rıza. Allah'a te­vekkül, görünen ve bilinen sebeblere yönelmeye, onları çözümlemek için çareler aramaya mani değildir. Buna göre herhangi birisin olması için, mut­laka gereken çalışmayı yapmak, ön­lemlerini almak, bize düşen bir görev­dir. Biz, o işle ilgili olarak tüm hazırlıkları yapar ondan sonra Allah'ın tak­dirine sığınırsak işte o zaman dinimi­zin buyruğunu göre doğru hareket etmiş oluruz. Yoksa gerekli tedbirleri almadan, uğraşıp çalışmadan, işimiz

oluversin dersek, bu yanlış bir İnanç olur. Unutmayalım ki Yüce Allah Kut­sal Kitabımızda: "İnsan ancak çalış­tığına erişir.118 buyurmuşlardır. Sevgili Peygamberi­miz de: "Önce deveni bağla, sonra tevekkül et." sözüyle, herhangi bir işte öncelikle tedbirlerin alınmasını İşaret buyurmuşlardır,

İslâmcla "Kader ne ise öyle olur." diyerek çalışmayı bırakmak tembel tembel oturmak kesinlikle yasaktır. Rızkın takdiri Allah'tandır ama. takdi­rin iyi yönde tecelli etmesi için çalış­mak ve aramak ta insana bırakılan bir vazifedir. Buna son derece dikkat et­memiz lâzımdır.




Yüklə 0,86 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin