İSLAM AKAİDİ VE KELAMA GİRİŞ
Temel Kültür Dizisi
1979 yılında Türk İslâm kültürüne hizmet etmek gayesiyle kurulmuş olan Ensar Vakjı, kültür mirasımızı yeni bir muhteva, şekil ve yorumla istifâdeye arzetmek üzere yayıncılığı birinci derecede faaliyet sahası olarak seçmiş bulunmaktadır. Ensar Neşriyat Ttc. A.Ş., bu ana gaye doğrultusunda plânlama yapmak üzere Yayın Danışma Kurulu'nu faaliyete geçirmiş ve uzun vadeli seri yayın planları hazırlatmıştır. Temel Kültür Dizisi bu planın bir bölümünü teşkil etmektedir.
Batıdaki seri yayınlar ve memleketimizdeki dizi yayın teşebbüsleri incelenerek ve sipariş esas alınarak hazırlanan “Temel Kültür Dizisi özel bir yayın yönetmeliğine de bağlanmış fakat belli bir sayı ile tahdid edilmemiştir. Bu dizide yayınlanacak bütün eserler, yaşayan türkçe ile ve en yeni gelişmelere yer verecek bir muhteva içinde kaleme alınacaktır. Ancak ilk kitaplar, ait oldukları bilim dalını anahatlarıyla tanıtıcı, teferruattan mümkün mertebe arındırılmış bir çeşit giriş {mukaddime) niteliği taşıyacaklardır. Böylece dizi içinde yer alacak konular hakkında daha önceden yeteri kadar bilgi edinmemiş olanlar diziyi takibe hazırlanmış ve merakları uyandırılmış olacaktır. Önceden konuların öğrenimini görmüş olanlar da ilmi araştırma eserlerinin ağırlığından uzak, kolay anlaşılır, derli -toplu ve sağlıklı bilgiler edinmiş ve çevrelerine rahatlıkta tavsiye edebilecekleri kitaplara kavuşmuş olacaklardır.
Kültür mirasımız çoğu Arapça veya eski alfabemizle yazılmış Türkçe eserlerde, kütüphanelerimizin artık ziyaretçisi oldukça azalmış raflarında, latin harfleriyle eğitim görmüş aydınlarımız ve yetişen gençliğimizden uzakta garib ve suskun, beklemektedir. Bu kopukluğu onarmak, köprüleri yeniden kurmak milletimize, kültürümüze, tarihimize ve insanlığa yapılabilecek en büyük hizmettir. Bu kafa ve gönülleri geriye döndürmek değil, istikbale hakim olma gücüne sahip kılmaktır. Temel Kültür Dizisi”, kaliteli, yerli ve devamlı bir neşriyatla bu büyük hizmeti görmek için başlatılmış bulunmaktadır. Memleketimizin bu şerefli hizmeti görmek için gerekli ilmi potansiyele ve beyin gücüne sahip bulunduğuna olan inancımız bu teşebbüsün bağlatılma gerekçesidir. 2950'lerden günümüze kadar yetişmiş ve yetişmekte olan, bin yıllık kültürümüzü ana kaynaklarından çıkarıp istifâdeye arzedecek ilim ve'kalem, erbabı, çegitli seviyede din eğitimi veren müesseseler tarafından yetiştirilmiş bulunmaktadır. Böyle bir kaynak orijinalitesine ve devam güvencesine sahiptir. Onun için de daha önceki seri yayın teşebbüslerinden oldukça farklıdır.
Bu faaliyetimizi hem okuyucularımıza hem de bu sahada hizmet vermek isteyen ilim erbabına takdim ediyor, Temel Kültür Dizisi” ile tanışmaya çağırıyoruz.
Yeni eserlerde ve yeni hizmetlerde buluşmak üzere...
Ensar Neşriyat
ÖNSÖZ
Hz. Muhammed (a.s.) in getirdiği en son ve en mükemmel din olan İslâmiyetin ihtiva ettiği hükümler genellikle üç başlık altında incelenir.
1. İtikâdî hükümler
2. Amelî hükümler
3. Ahlâkî hükümler.
Bunlardan itikâdî olanlarıyla Akaid ve Kelâm ilmi, amelî olanlarıyla Fıkıh ve İslâm Hukuku ilmi, ahlâkî olanlarıyla da Tasavvuf ve Ahlâk ilmi ilgilenir. Buna göre Akaid veya Kelâm ilmi, İslâm Dininin itikâd (iman) konularıyla alakalanan ilmin adı olmaktadır.
Temel İslâmî ilimlerin en önde gelenlerinden biri olan Akaid ve Kelâm ilminin tarihi gelişimi ve kaynak eserleri ile, İslâmın iman esasları konusunda yeterli ve tatmin edici bilgi vermek gayesini güttüğümüz bu çalışma, bir giriş ile iki ana bölümden oluşmuştur.
“Din ve akîde” adını verdiğimiz girişte; din, insanda din duygusu ve dine olan ihtiyaç, Akidenin dinlerdeki yeri ile İslâm akaidinin özellikleri konularına yer verilmiştir.
“İman ve İman Esasları” adındaki birinci bölüm, imanın tarif ve muhtevası ile iman esaslarının ele alındığı iki kısımdan oluşmaktadır. İman esasları kelâm sitematiğine uygun olarak, ilahiyat, nübüvvât ve sem'iyyât diye üçe ayrılarak incelenmiştir. Özellikle Allaha iman, kadere iman gibi ilahiyat bahisleri kelâm ağırlıklı olarak işlenmiş, ayet ve hadislerin yanında, zaman zaman aklî izah ve istidlallere de yer verilmiştir. Peygamberlere ve kitaplara iman konularının yer aldığı nübüvvet bahisleri ile, meleklere ve ahirete iman konularının işlendiği sem'iyyât bahisleri, daha çok nakle dayalı olarak ele alınmıştır. Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere çalışma, sırf kelâm ve sırf akaid ağırlıklı değil, akaid ve kelâmı mezceder niteliktedir.
“Tarif, tarihçe, eserler ve ön bilgiler” adını alan ikinci bölüm ise kelâma giriş mahiyetinde olup, Akaid ve kelâm ilminin tarifi, konusu, gayesi, tarihçesi, kaynak eserleri, önemli itikâdî mezhepler, hüküm, delil ve metod gibi bahisleri ihtiva etmektedir.
Konular işlenirken gerektiği yerlerde dipnotlar düşülmüş, kitabın hazırlanmasında başvurulan kaynaklar çalışmanın sonunda yer almıştır. Kitap ve müellif isimleri metinde ve dipnotta kısa zikredilmiş, müelliflerin meşhur adlarına göre alfabetik olarak tertib edilmiş olan bibliyografyada tam isimler ve gerekli bilgiler verilmiştir. Metinde geçen şahısların ölüm tarihleri isimlerini müteakip hicrî/milâdî olmak üzere verilmiştir.
Çalışmada, terceme eden: trc; kütüphane geçen eser: age, şeklinde kısaltılmıştır. Ortaya çıkmasını sağlayan Ensar Yayınları mensuplarına teşekkür ediyor, Allanın lütuf ve ile ortaya çıkan bu çalışmanın, gözetilen hedef doğrusunda hizmet görmesini Cenab-ı Haktan diliyorum.
Dr. A. Saim Kılavuz 1
A. İmanın Tarifi Ve Muhtevasına Dair Görüşler
(e-m-n) kökünden if âl ölçüsünde bir mastar olan iman lûgatta, bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmek, söylediğini kabullenmek, gönül huzuru ile benimsemek, karşısındakine güven vermek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak, içten ve yürekten inanmak anlamına gelir. 2 İman eden kişiye mümin, iman edilen şeylere de mü'menün bih denilir.
Istılahta ise, Hz. Peygamberi (s.a.v.)'in Allah Taâlâdan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlerde (zarûrât-ı diniyede) O'nu tasdik etmek, onun haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabul edip, bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmak demektir.
Bizim bu tarifimiz ehl-i sünnet kelâmcılarının tarifidir. Bu konuda diğer itikadı mezhepler farklı kanaatlere sahip olmuşlardır. İmanın muhtevası konusunda ortaya çıkan görüşleri şöyle sıralayabiliriz: 3
1. İman Kalbin Tasdikidir
Eş'arî ve Mâtürîdî kelâmcılarına göre iman, inanılması gereken hususları kalbin tasdik etmesidir, îmam Mâtürîdî (öl. 333/944). Eş'arî (öl. 324/ 936), Bâkıllânî (öl. 403/1013), Cüveynî (öl. 478/1085), Gazzâlî (Öl. 505/1111), Ebu'1-Maîn Nesefî (öl. 508/ 1115), Şehristânî (öl. 548/1153), Âmidî (öl 631/1233).. gibi sünnî kelâmcıların kanaati budur. 4 İmanın, kalbin tasdikinden ibaret olduğunu gösteren âyet ve hadisler vardır. 5
â. Âyetler
1- Yûsuf sûresinde yer alan ve Hz. Yûsuf'un kardeşleri tarafından Hz. Ya'kûba hitaben söylenen “Sen bize inanıcı değilsin” 6 mealindeki âyet, “sen bizi tasdik edici değilsin” manasınadır. Kur'an-ı Kerim arap dili ile inmiştir. 7 Kur'anın nazil olduğu dilde iman kelimesi, tasdik manasında kullanılmıştır. Bu konuda arap dilcilerinin ittifakı vardır.
2- Allah Taâlâ münafıklar hakkında “Ey peygamber, kalbleriyle inanmadıkları halde, ağızlarıyla inandık diyenlerle, yahudilerden o küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin” 8 buyurmuş, imanı bin tasdikinden ibaret saymıştır.
3- “Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvaffak kılarsa, onun kalbini İslâm için açar.” 9
4- Bir âyette, küfre zorlanan kimsenin, küfür sözünü söylemesinin kalbteki imanına zarar vermeyeceği ifade edilmiştir:
“Kalbi iman ile dolu iken, küfre zorlanan müstesna olmak üzere, kim iman ettikten sonra küfre sine açarsa Allanın gazabı onların üzerinedir. Onlar için en büyük bir azab vardır.” 10
5- Kalben inanmayıp, dil ile inandıklarını söyleyen münafıklar için de “(Bedevi) araplar, 'iman ettik' dediler. De ki 'siz iman etmediniz fakat bari müslüman gözüktük' deyiniz. Zira iman henüz kalblerinize girmemiştir” 11 buyurulmuştur.
6- Ebedî olarak cennete girecek ve Allanın kendilerinden, kendilerinin de Allahtan hoşnut olacağı kimselerden “Onlar öyle kimselerdir ki, (Allah). imanı kalblerine yazmış ve bunları kendisinden bir ruh ile desteklemiştir.” 12 diye bahsedilmiştir. 13
b. Hadisler
1- Bir hadiste nakledildiğine göre ashabtan Üsâme b. Zeyd (Öl. 54/674), düzenlenen bir baskın sırasında, yakaladığı adam “Lâ ilahe illallah” dediği halde, onu öldürmüş, olayı baskın dönüşü peygamberimize anlattığı zaman, Peygamberimiz “öldürdüğün adam doğru mu söylüyor, yoksa yalan mı söylüyor, kalbini yarıp baktın, mı?” 14 diye kendisini azarlamıştır. Hz. Peygamberin “kalbini yarıp baktın mı?” sözü imanın kalbin tasdiki olduğunu göstermektedir.
2- Ebû Hureyre (51. 59/679) nin anlattığına göre, sahabilerden bir grup Rasulullaha gelerek şöyle demiştir.
İçimizde öyle şeyler hissediyoruz ki, herhangi birimiz bunu söylemeyi bile büyük günah sayar.
Rasulullah;
Gerçekten öyle bir şey hissettiniz mi?
Evet. Peygamberimiz,
Bu imanın ta kendisidir. 15 demiş, imanın kalbe ait bir iş olduğuna işaret etmiştir.
3- Rasûl-i Ekrem pekçok hadislerinde, kalbinde hardal, buğday ve zerre ölçüsü iman bulunan kimsenin, sonunda cennete gireceğini belirtmiş, 16 bunlardan birinde, “Allah cennetlikleri cennete, cehennemlikleri cehenneme koyacak, sonra da 'bakın, kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan birini bulursanız onu cehennemden çıkarın' diyecektir.” 17 buyurmuştur.
Zikrettiğimiz âyet ve hadislerin ışığı altında, imanı kalbin tasdiki olarak tarif eden ehl-i sünnet kelâmcılarına göre, bir kişi imanını dili ile ikrar etmese dahi Allah katında gerçek bir mümindir. Ancak dünya hükümlerinin uygulanması için kalbteki imanın dil ile açıklanması da şarttır. 18
2. İman Kalbin Ma'rifetidir (İman-Bilgi)
Cehm b. Safvân (öl. 128/745) in kurucusu olduğu Cehmiyye mezhebine göre iman, kalbin marifetinden ibaret olup, tasdik olmaksızın Allahı ve Hz. Peygamberin haber verdiği şeyleri kalben bilmek demektir. 19
Tasdik ile marifetin her ikisi de kalbî bir iş olmasına rağmen aralarında farklılık vardır. Tasdik kalbte bir kesb ve ihtiyar (iradî bir gayret) neticesi meydana gelir. Marifet ise kesb ve ihtiyar olmaksızın kalbte beliriverir. İnsan çeşitli yollarla bilgi sahibi olur. Kalbte bulunan bu mücerred bilgiye iman denilemez. İman denilebilmesi için, bilgi sınırının ötesinde iradî bir boyun eğişin, teslimiyetin bulunması gerekir. Sevab ve ikâb, işte bu irade yönelmesine ve teslimiyete (iman) terettüb eder, mücerred bilgiye değil. İmam Mâtürîdî (öl. 333/944) imanın, kalbteki mücerred bilgiden ibaret olmadığını söylemiş ve “marifet, cehaletin zıttıdır. Halbuki imanın zıddı küfürdür. Eğer iman marifet olsaydı, bilgisizliğin küfür olması, dolayısıyla her cahilin kâfir, her alimin mümin olması gerekecekti ki bu. mümkin değildir” 20 demiştir. Zahirî İbn Hazm (öl. 456/1064) de bu konuda, şöyle der: “İman, marifet demek olsaydı, yahudî ve hıristiyanların Hz. Peygamberi, Şeytanın da Allahı bildiği için mümin olmaları gerekecekti. Bu ise Kur'an âyetlerine aykırıdır.” 21
3. İman Dilin İkrarıdır
İkrar imanın dil ile söylenmesi ve açığa vurulması demektir. Mürcie ve Kerrâmiye mezhepleri imanı, inanılması gereken hususları kalbin tasdiki olmaksızın, dil ile ikrar etmektir, diye tarif etmişlerdir. Bu mezhepler, Hz. Peygamberin ilk müslüman olan kimseler için söylediği sanılan veya dünyadaki hükümler açısından ele alınması gereken bir hadisini, imanın hakikatına delil olarak kullanmışlardır. Bu hadiste Hz. Peygamber:
“İnsanlar Allahtan başka tanrı yoktur. Muhammed onun elçisidir' deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını (canlarını) ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar bundan müstesnadır. İç yüzlerinin muhasebesi ise Allaha aittir. 22 buyurmuştur. Halbuki bu hadis, dünyada kelime-i tevhidi söyleyenin öldürülemeyeceğine delildir. İmanın hakikatinin mücerred dilin ikrarı olduğuna dair bir delil değildir. Eğer iman sadece dilin ikrarından ibaret olsaydı, münafıkların gerçek mümin olmaları gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir.. 23
4. Îman Kalb İle Tasdik, Dil İle İkrardır
İmam Ebû Hanîfe (öl. 150/767), Pezdevî (öl.482/1089), Serahsî (öl. 490/1097) gibi alimler başta olmak üzere hanefî fıkıhçılarına göre iman, inanılması gereken hususları kalbin tasdik etmesi ve bunları dilin ikrarıdır. 24 Kalbte neyin gizli olduğunu insanlar bilemediği için, kalbteki inancın dil ile söylenip açığa vurulması ve o kişinin bu söz ve ikrara göre işleme tabi tutulması gerekmektedir. Hanefi fıkıhçılarının “kavl-i meşhur” adı verilen bu görüşüne göre imanın tasdik ve ikrar olmak üzere iki rüknü vardır. Bu rükünlerden biri eksik olursa iman gerçekleşmez. İmanın, kalbin tasdiki ve dilin ikrarı olduğunu söyleyenler, iman dilin ikrarıdır, diyenlerin delil olarak ileri sürdükleri hadisle, şu hadisi delil getirirler:
“Kalbinde buğday, arpa ve zerre miktarı iman olduğu halde 'Allahtan başka ilah yoktur, Muhammed onun rasûlüdür' diyen kimse cehennemden çıkar.” 25
Hanefîlerin muhakkıkları (Mâtürîdî kelâmcıları) ile Eş'ariler ise ikrarı, dünya hükümlerinin uygulanabilmesi için bir şart telâkki ederler. İkrarı, imanın aslı,- parçası ve gerçeği değil, şartı olarak görürler.
Biz bir kimsenin iman ettiğini ya kendisinin söylemesi veya mümin olduğunu gösteren cemaatla namaz kılmak gibi belli ibadetleri yapmasıyla anlarız. O zaman onu, mümin olarak tanır, müslüman muamelesi yaparız. Kendisini müslüman bir kadınla evlendirebilir, arkasında namaz kılarız, kestiklerini yer, zekât ve öşür gibi dinî vergilerle sorumlu tutar, can ye mal güvenliğine sahip olduğunu kabul ederiz. Ölünce de cenaze namazını kılar, müslüman mezarlığına gömeriz. Eğer bir kimse kalbiyle inandığını diliyle söylemez ikrarı özürsüz terkederse-her ne kadar ahirette gerçek mümin muamelesine tabi tutulacaksa da- yukarıda saydığımız müslümana has uygulamaları o kişi hakkında uygulayamayınız. O halde kalbin tasdiki, imanın aslı, hakikati ve değişmez rüknü, ikrar da bu asıl ve gerçeğin tanınmasını sağlayan bir şarttır. 26
5. İman Kalbin Tasdiki, Dilin İkrarı Ve Amelden İbarettir
Hariciyye., Mutezile, Zeydiyye gibi mezheplerle, İmam Mâlik (öl. 179/795), Evzâî (öl. 157/774), Şafiî (öl. 204/819), Ahmed b. Hanbel (öl. 241/855), İbn Hazm (öl. 456/1064) İbn Teymiyye. (öl. 728/1328) gibi selef uleması ve hadisçilere göre iman, " kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve İslâmın esası olan rükünleri işlemektir. 27 Bu durumda imanın, tasdik, ikrar ve amel olmak üzere üç rüknü bulunmaktadır. Bu rükün (cüz')lerden biri eksik olursa iman gerçekleşmemekte, ameli terkeden kimse mümin özelliğini kazanamamaktadır.
Selef elimleri ve hadisçiler, ameli imanın cüzü saymakla beraber, kalbinde imanı bulunan ve imanını diliyle söyleyen, kıbleye yönelen her şahsı iman dairesinde görmüş, işlediği bir günahtan dolayı kişiyi kâfir saymamış, günahkar mümin kabul etmiştir. 28
Hariciler, imânın üç rüknünden biri olan ameli terkedeni kâfir sayarken, Mutezile ve Zeydiyye, küfür ile imân arasında fısk denilen bir mertebede kabul etmekte, ona mümin değil, fâsık demektedir. Mutezile ve Zeydiyeye göre fasık tevbe etmeden ölürse kâfir olarak ebedî cehenneme girer.
Ameli imânın parçası sayanlar bir kısım Kur'an âyetleri ile hadisleri kendi anlayışlarına göre yorumlamışlardır.
a. “Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir.” 29 âyetine dayanarak, bu yasağı çiğneyen yani ameli terkeden kişiyi mümin saymamışlardır. Halbuki ehl-i sünnet kelâmcılarına göre âyet “Kim bir mümini öldürmeyi helal görerek öldürürse...” veya “Kim bir mümini imanı sebebiyle öldürürse cezası içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir.” şeklinde anlaşılmıştır. 30 Çünkü mümini imânı sebebiyle öldüren veya haram olan ve Kur'anda yasaklanan kasten adam öldürme fiilini helâl sayan kimse' ancak kafir bir kimse olabilir. Üstelik âyet hariciyye ve mutezilenin yorumladığı gibi anlaşılırsa, “Şüphesiz ki Allah kendine eş tanınmasını mağfiret etmez. Bundan başka (günahları) dilediği kimseler için mağfiret eder” 31 âyetiyle tenakuz teşkil ederdi.
b. “Mümin olan hiç fasık olan gibi olur mu?” 32 âyetine dayanarak ameli terk edenin mümin olmadığını ileri sürenlere karşı, sünnî kelâmcılar, âyette zikri geçen fasıktan kastın, kâfir olduğunu, çünkü fışkın en büyüğünü küfrün teşkil ettiğini söylemişlerdir. 33
c. “Gerçekten bir kimse günah (seyyie) kazanır da, suçu kendisini çepeçevre kuşatırsa, onlar cehennemin sahibidirler. Orada ebedî kalıcıdırlar.” 34 Mutezile ve haricilerin, delil olarak ileri sürdükleri bu âyetteki “seyyie”den maksat, ehl-i' sünnete güre şirktir. Çünkü günahın mümini her yönüyle kuşatmasını tasavvur etmek mümkün değildir. Böyle bir kişideki imân, günahın kişiyi kuşatmasına, engel olur. 35
d. Hariciye ve mutezilenin delil olarak ileri sürdüğü bir hadiste Peygamber Efendimiz “Zina yapan kişi zina yaparken mümin olarak zina etmiş olmaz. Hırsız da hırsızlık yaparken mümin olarak çalmaz. Şarap içen kimse şarap içerken mümin olarak şarap içmiş olmaz.”36 buyurmuştur. Bu mezhepler “şayet amel imândan bir parça olmasaydı, ameli terkederek günah işleyen (zina yapan, çalan, şarap içen) kimselerin mümin olmaları gerekirdi” derler. Ehl-i sünnet alimleri ise aynı hadisi Îslâmî hükümlerin genel ruhu içinde değerlendirerek “zina yapan kişi zina yaparken kâmil mümin olarak zina yapmaz, imanı noksandır” veya “zina yapan... yaptığı işi helâl görerek yaparsa mümin olarak zina yapmış olmaz” şeklinde anlamışlardır. 37 Çünkü bu anlayış Hz. Peygamberin şu hadisine de uygunluk arzetmektedir:
Ebu Zerr el-Ğıfârî (öl. 35/652) anlatıyor:
“Allah elçisi Allahtan başka hiçbir ilah yoktur deyip te bu sözü üzere ölen hiçbir kimse yoktur ki, cennete girmemiş olsun,” buyurdu. Ben, O kişi zina yapsa, çalmış ta olsa? dedim. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem Evet, zina yapmış, hırsızlık etmişte olsa (cennete girer) cevabını verdi. Ben tekrar sordum, aynı cevabı aldım. Bu üç kez devam etti. Dördüncüde ise Rasülullah, Ebû Zerr bu durumdan hoşlanmasa bile (cennete girer)” buyurdu. 38
B. Ehli Sünnet Kelamcılarına Göre Îman-Amel Münasebeti 1.Amel İmanın Cüz'ü Değildir
Mâtürîdî ve Eş'arî kelâmcılarına göre, amel imânın cüz'ü (parçası) değildir. Kalbiyle tasdik edip, inancını diliyle söyleyen fakat amellerden birini veya birkaçını terkeden kimse günahkâr mümindir. Allah, onu dilerse affeder, dilerse azab eder. Fakat tasdikinden dolayı sonunda cennete girdirir.. Sünnî kelâmcılar iman ile amelin başka başka şeyler olduğu konusunda şu delilleri ileri sürerler.
a. Kur'an-ı Kerimde “İman edenler ve salih amel işleyenler...” diye başlayan pekçok âyet vardır. 39 Bu âyetlerde imân edenlerle salih amel işleyenler ayrı ayrı zikredilrniştir. Eğer amel imânın bir parçası olsaydı, sadece “imân edenler” denilince, bir de ayrıca “salih amel işleyenler” demeğe gerek kalmazdı. Çünkü “Ali geldi” dediğimizde Ali’nin birer parçası olan, ayak, kol ve kafasını ayrıca zikretmiyor “Ali ve ayakları ve elleri geldi” demiyoruz. Ayrıca arabça gramer kaidesine göre “vav” harfi ile birbirine atfedilen (bağlanan) şeyler (ma'tûf-ma'tûfun aleyh) kavram ve kapsam yönüyle birbirinden ayrı ve farklı şeylerdir. Eğer amel imanın parçası olsa, parça bütüne “vav” harfiyle atfedilmiş olacak, bu da arabça gramer kaidesine aykırı bir durum ortaya çıkaracaktı.
b. Bazı âyetlerde iman, amelin geçerli olabilmesi için şart kılınmıştır:
“Kim mümin olduğu halde iyi ameller işlerse, o zulme uğramaktan ve hakkının yenmesinden korkmaz” 40
Burada iman amelin şartı kılınmıştır. Eğer iman ile amel aynı şey veya amel imanın parçası olsaydı, o zaman iman ile amel ayrı ayrı zikredilmeyecekti. Yine arabça kaideye göre, şart ile meşrut ayrı şeylerdir.
c. Bazı âyetlerde büyük günahın imanla bir arada bulunabileceği zikredilmiştir. Bunlardan birinde “Eğer müminlerden iki topluluk birbiriyle savaşırlarsa aralarını (bulup) barıştırın” 41 buyurulmuş, büyük günah sayılan öldürme fiilini işleyerek ameli terkeden kişilerden “müminler” diye bahsolunmuştur. Eğer amel imanın parçası olsaydı bu kişilere mümin denilmezdi.
d. Peygamber Efendimiz döneminden itibaren büyük din alimleri, kalbinde imam bulunduğu ve bu imanını diliyle söylediği halde amelleri işlemeyen ve yasakları çiğneyen kimseleri mümin saymış, onların müslümanca bir hayat sürmelerine karşı çıkmamışlardır.' Böyle kimselerin mümin olduğunda icma etmişlerdir. 42
2. Amelin Lüzumu
Amel ve ibadetlerde tembellik yapıp, ibadetten kaçmak bir mümini dinden çıkarmaz. Fakat imanın olgunluğuna ermek, imanı üstün bir dereceye getirmek ve böyle iman sahibi kimselere Allanın vadettiği sonsuz nimetlere kavuşmak için ibadet ve amel gereklidir. Düşünce ve kalb sahasından, eylem ve hareket sahasına çıkamamış olan iman meyvesiz bir ağaca benzer. Kalbimizde parlatmış olduğumuz iman ışığının hiç sönmeden sürekli parlaması ve bu ışığın her an kuvvetini bir kat daha artırması ve böylece çevresini aydınlatması için ibadete ihtiyaç vardır. İnsan sadece inanılması gereken şeyleri tasdik eder, fakat ibadet yapmaz, Allahın yasaklarını çiğnerse dine ve Allaha olan bağlılığı yavaş yavaş zayıflar, günün birinde sönüp gider. Böylelikle Allahın azabını üzerine çeker. Bu sebeple ibadet ve amel, hem îmanı kuvvetlendirir, hem de müminin cehennem azabından kurtularak çeşitli nimetlere ulaşmasına aracı olur. Kişi namaz, oruç gibi ibadetlerin farz olduğunu, şarap içme, zina etme adam öldürme gibi yasakların haram olduğunu kesinlikle kabul ettiği halde, farzları yapmaz, haramları işlerse imandan çıkmaz ama imanın kemalini kaybetmiş, nurunu zayıflatmış olur. Bir veya birkaç parmağı kesilmiş olan bir adam, yine insandır ama ne de olsa eksik bir insandır. Dalları budakları yok edilen bir ağaç yine ağaçtır, fakat güzelliğini kaybetmiş bir ağaçtır. Bu durumuyla günün birinde kuruyabilir. İşte amelsiz imanın durumu da böyledir. Bu sebeple “imam korumak, kazanmaktan zordur” sözü meşhur olmuştur. 43
C. İcmâlî Ve Tafsîlî İman 1. İcmâlî İman
İnanılacak şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir. Bu, imanın en özlü ve en kısa olanıdır ki, tevhid ve şehadet kelimelerinde özetlenmiştir.
a. Kelime-i tevhîd: “Lâ ilahe illallah muhammedün rasûlullâh-Allahtan başka tanrı yoktur. Muhammed onun elçisidir.”
b. Kelime-i şehâdet: “Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh-Ben Allahtan başka ilâh olmadığına, Muhammed (A. S.)'in onun kulu ve elçisi bulunduğuna şahitlik ederim.” demektir.
Dini bir düşünüşle imanın ilk derecesi ve İslâm dininin ilk temel direği budur. Gerçekte Allahı yegane ilâh tanıyan, Hz. Peygamberi onun peygamberi olarak kabullenen kişi, diğer iman esaslarını ve peygamberimizin getirdiği bütün şeyleri de toptan kabullenmiş demektir. Çünkü diğer iman esasları, Hz. Peygamber aracılığıyla bize bildirilmiş, onlara inanmanın gerekli olduğu o yüce peygamber kanalıyla bize ulaşmıştır. Öyleyse Allah elçisini tasdik, getirdiği şeylerde ona inanmak demektir. Tevhid ve şehadet kelimelerini inanarak söyleyen kimse, Hz. Muhammedin haber verdiği ve bizlere bildirdiği şeylerin hepsine birden iman ettiğinden, inanılacak şeyleri ayrı ayrı söylemediğinden dolayı bu imana icmâlî (toptan) iman denmektedir.
Bir kimseye mümin diyebilmek için, o kişinin, Cenâb-ı Hakkın birliğine, sonsuz güç ve kudretine, Hz. Muhammedin peygamberliğine tereddütsüz ve şüphesiz olarak inanması gerekir. Bir insan için ilk farz olan budur. İcmali imandan sonra dinin diğer hükümlerini ve inanılması gerekli olan şeylerin her-birini teker teker öğrenip, onlara da inanmak gerekir.44
2. Tafsili İman
İnanılacak şeylerin herbirine açık ve geniş bir şekilde, ayrıntılı olarak inanmaya tafsili iman denir. Tafsili iman, imanın en geniş şeklidir. Bu sebeple üç derecede incelenmektedir. 45
a. Birinci Derece:
Allaha, Hz. Muhammed (S.A.V.)'in Allahın peygamberi olduğuna ve ahiret gününe kesin olarak inanmaktır. Tafsîlî imanın birinci derecesi, icmâlî imana göre daha açık ve daha geniştir. Çünkü burada, Allah'ın ve Hz. Peygamberin varlığına inanmakla birlikte ahirete iman da vardır. 46
b. İkinci Derece:
Allaha, Allahın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeğe, cennet ve cehennemin varlığına, sevab ve azabın mevcudiyetine, kaza ve kadere ayrı ayrı inanmaktır. Peygamberimiz de imanı bu şekilde tarif etmiştir. 47
Ehl-i sünnet kelâmcılarına göre, birşeyin iman esası olabilmesi için Kur'an-ı Kerim ve mütevatir hadislerde zikredilmesi gerekir. Meşhur ve âhâd rivayetler kesin bilgi vermedikleri için delil kabul edilmezler. Bu esasa dayanan bazı bilginler, kadere imanın, açık bir şekilde Kur'an-ı Kerimde ve mütevatir hadislerde bir iman esası olarak zikredilmediğini, bu yoldaki hadislerin ancak meşhur seviyesine ulaşabildiğini, bu sebeple de kadere iman diye bir iman esasının vaz olunmasında delil teşkil edemeyeceğini ileri sürmüşler, kadere imanın Allanın sıfatlarını ilgilendiren bir husus olduğunu savunmuşlardır.48
Buna karşılık Allahın sıfatlarına iman etmenin, kaza ve kadere inanmayı zaruri kıldığı müdafaa edilmiştir. 49 Çünkü kaza ve kadere iman, Allahın ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarını ilgilendiren bir husustur. Her ne kadar bu mesele, iman esaslarını bildiren âyetlerde ayrıca zikredilmemişse de bazı âyetlerde herşeyin Allahın takdirine, kaza ve kadere tabi olduğuna işaretle yetinümiştir. 50 Ayrıca Hz. Peygamber bazı hadislerinde de kaza ve kaderi bir iman esası olarak zikretmiştir. 51 Kelâm ilmiyle ilgili eserler incelendiğinde görüleceği gibi, kader bahsi sübûtî sıfatlardan irade bahsinde genişçe incelenmekte, konunun ehemmiyetine binaen iman esaslarından altıncısı olarak ta kısaca bilgi verilmektedir. 52
c. Üçüncü Derece:
Hz. Muhammedin Allahtan aldığı ve bizlere bildirdiği kesin olarak (tevatüren) bilinen bütün haberlerin ve hükümlerin, diğer bir ifadeyle âyet ve mütevatir hadislerle sabit olan bütün itikadı, ameli ve ahlâkî hükümlerin (zarûrât-ı diniyyenin) hepsine ayrı ayrı, Allah ve rasulünün bildirdiği ve emir buyurduğu şekilde bütün ayrıntıları ile inanmaktır. Meselâ, namaz, oruç, zekât, hac vb. farzları; helâl ve haram olan şeyleri öğrenip, bütün bunların farz, helâl, haram olduklarını yürekten tasdik etmek tafsili imanın üçüncü ve daha geniş derecesidir. Tevatüren sabit olmayan, meşhur ve âhâd hadisle sabit bir hükmü inkâr eden kimse iman dairesinden çıkmaz. 53
d. Taklîdî Ve Tahkiki İman
Ana babadan, hocadan veya çevresindeki insanlardan görerek ve öğrenerek iman etmeye taklîdî iman denir. Cumhura göre bu çeşit bir iman caizdir. Ancak kişi imanım aklî ve naklî delillerle kuvvetlendirme yönüne gitmediği için sorumlu kabul edilmiştir. Halkın çoğunun, imanı bu şekildedir. Taklîdî iman, inkarcı ye sapık fikirli kişilerin ileri sürecekleri şüphelerle sarsıntıya uğrayabilir. Bunun için imanı, dînî ve aklî delillerle kuvvetlendirmek gerekir. Çünkü bu deliller, ileri sürülecek şüphelere karşı imanda direnç sağlar, Delillerle kuvvetlendirilen imana tahkîkî (istidlali) iman denir. 54
e. Îmanda Artma-Eksilme
Ameli imanın parçası ve rüknü sayan Hariciyye, Mutezile, Zeydiyye ve Selefiyyeye göre iman, hem kemiyet hem de keyfiyet yönüyle artar ve eksilir. Bu durumda, işlenen iyi fiillerle iman artar, günahlarla eksilir. Zira Kur'an-ı Kerimde geçen bir kısım âyetler imanın artıp eksildiğini göstermektedir.
“İman etmiş olanlara gelince (her inen süre) daima onların imanını artırmıştır.” 55
“O, müminlerin yüreklerine imanlarını, katmerli bir iman ile artırmaları için manevî kuvvet indirendir.” 56
“Müminler ancak onlardır ki. Allah anıldığı zaman yürekleri titrer. Karşılarında âyetleri okununca da (bu) onların imanını artırır” 57
Ehl-i sünnet kelâmcilarına göre, imanın artıp -eksilmesi konusuna iki yönden bakmak gerekir.
1. İman, inanılması gereken hususlar (mü'münün bih-iman esasları) yönünden artmaz ve eksilmez. Çünkü bir kimse, iman esaslarından Allaha, kitaplarına, peygamberlerine, ahirete inanıp ta meselâ, meleklere inanmasa iman etmiş sayılmaz. Îman esaslarından birini kabul etmeme durumunda iman gerçekleşmemiştir ki, artıp eksilmesi söz konusu olsun. Herkes aynı şeylere iman etmekle yükümlüdür. İnanılacak esaslar konusunda alimle cahil, peygamberle alelade bir mümin, kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur. İmanın inanılacak şeyler (kemiyet) açısından artması ancak asr-ı saadette sözkonusu edilebilir.
İmam Ebû Hanîfe (öl. 150/767) bu konuda şu güzel açıklamayı yapar:
“İman artmaz eksilmez. Çünkü imanın artması, ancak küfrün eksilmesi ile; imanın eksilmesi de, ancak küfrün artmasıyla mümkün olabilir. Bir şahsın aynı anda hem mümin, hem de kâfir olması ise yanlış bir düşünce şeklidir.” 58
2. İman nitelik (keyfiyet) yönüyle artma eksilme gösterir. Kiminin imanı kuvvetli, kiminin zayıftır. Kiminin kâmil, kiminin noksandır. Kiminin ki üme'1-yakîn seviyesindedir, kiminin de ayne'l-yakîn veya hakka'l-yakîn seviyesindedir. Yukarıda anılan âyetlerde bu çeşit bir artma ve eksilmeden bahsedilmektedir. Meselâ, İbrâhîm (a.s.) ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allahtan istemiş, âyet-i kerimede buyurulduğu gibi Allah Taâlânın “inanmadın mı?” sorusuna, Hz. İbrâhîm “(Gözümle de görerek) kalbim tam yatışsın (mutmain olsun) diye” 59 cevabını vermiştir. Böylece O'nun ayne'l-yakîn derecesindeki imanının ilme'l-yakîn seviyesindeki önceki imanından daha kuvvetli olduğu haber verilmiştir. 60
f. İman-İslam Münasebeti
İslâm lûgatta, itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, esenlikte kalmak manalarına gelir. Istılahta ise, Yüce Allaha itaat etmek, Peygamberimiz Hz. Muhammedin din adına bildirmiş olduğu şeylerin hepsini benimsediğini göstermektir.
Kur'an-ı Kerimde iman ile islâm, bazen aynı manada kullanılmış, bazen de farklı mefhumlar olarak ele alınmıştır. İman ile islâm, aynı manada kullanılırsa; bu durumda islâm, deyince islâmın gerekleri olan hükümlerin din'den olduğuna inanmak, islâmı bir din olarak benimsemek ve ona boyun eğmek manası anlaşılır. İslâm çok geniş bir kavramdır ve teslimiyet demektir. Teslimiyet ise üç türlü olur:
Ya kalben olur ki, bu kat'î inanç demektir. Ya dille olur ki, bu da ikrardır. Ya da organlarla olur. Bunlar da ibadetlerdir. Bu üç şeklin en üstünü kalble olanıdır. İşte islâmın, üç şeklinden biri olan kalbin teslimiyetine ve bağlılığına iman denilir. Mâtürîdîler bu anlayıştan hareketle, imanla islâmı bir telâkkî etmişlerdir. 61 İman ile islâmın aynı mefhumlar olduğunu gösteren âyetler vardır:
“Mûsâ (a.s.) dedi ki: 'Ey kavmim, eğer siz Allaha iman ettiyseniz (ona ihlâs ile) teslim olmuş müslümanlar iseniz, artık ancak Allaha güvenip dayanın” 62.
“Sen âyetlerimize iman edecek kimselerden" başkasına (söz) dinletemezsin, işte müslüman olanlar onlardır.” 63
“Derken orada müminlerden (Lût'a inananlardan) kim varsa çıkardık. Fakat orada müslümanlardan bir ev halkından başkasını bulamadık.” 64
Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde:
“İslâm beş şey üzerine bina olundu. (Bu beş şey): 'Allahtan başka tanrı yoktur. Hz. Muhammed onun elçisidir' demek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek, ramazan orucunu tutmaktır.” 65 Buyurmuş, kelime-i tevhidi islâm içinde zikretmiştir.
Eğer iman ile islâm aynı manada kullanılırsa yani islâm, islâmî hükümleri kalbin kabullenişi, islâmın bir din olarak benimsenişi anlamında ele anırsa, o zaman her mümin müslimdir, her muslini de mümindir.
Eş'arîler ile Mâtürîdîler den Ebu'1-Maîn Nesefi (öl. 508/1115) ye göre, iman ile islâm ayrı ayrı şeylerdir. 66 Bu anlayışa göre, her mümin müslim olmakta fakat her müslim mümin özelliğini kazanamamaktadır. Çünkü bu manada islâm, kalbin bağlanışı ve teslimiyeti değil, dilin veya organların teslimiyeti, belli amellerin işlenmesi demektir. Bu durumda islâm daha genel, iman daha özel bir kavram olmaktadır. Meselâ münafık diliyle müslüman olduğunu söyler, ibadetleri yerine getiriyormuş gibi davranır fakat' kalbiyle inanmaz. Münafık hakikatte inanmadığı halde dünyada müslümanmış gibi gözükebilir.
Kur'an-ı Kerimde iman ile islâmın ayrı şeyler olduğunu gösteren bir âyette şöyle buyurulur:
“(Bedevî) araplar 'iman ettik' dediler. De ki: 'Siz iman etmediniz. Fakat bari müslüman gözüktük (islâm olduk) deyiniz. Çünkü iman henüz kalblerinize girmemiştir.” 67
Peygamberimiz de Cibril hadisi diye meşhur olmuş bir hadiste, iman, islâm ve ihsanın üç ayrı mefhum olduğunu söylemiştir. Ebu Hureyre (51. 59/679) şunları anlatır:
“Allah elçisi birgün insanlarla beraberken, bir adam (bu şahsın Cebrâil (a.s.) olduğu hadisin sonunda peygamberimiz tarafından açıklanmıştır) kendisine gelerek,
İman nedir? diye sordu. Rasulullah ta,
İman, Allaha, meleklerine, Allaha kavuşmaya, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye inanmak demektir, cevabını verdi. Bunun üzerine o şahıs,
İslâm nedir? dedi. Rasûl-i ekrem de karşılık olarak,
“Allaha ibadet etmen, ona ortak koşmaman, namazı kılman, farz olan zekâtı vermen, ramazan ayında oruç tutman ve kâbeyi haccetmendir, dedi.” Aynı kişi,
İhsan nedir? diye bir soru yöneltti. Hz. Peygamber de,
“Allaha, onu görüyormuş gibi ibadet etmendir. Çünkü sen onu görmüyor olsan da o seni görüyor, buyurdu”. 68 Bu hadisten imanın, kalbin tasdik ve kabullenişi, islâmın da, içteki bu inanca dayalı olan belli amelleri yapmak olduğu anlaşılmaktadır. Görüldüğü üzere iman-islâm münasebeti konusundaki görüşler özde beraberlik arzetmekte, ihtilâf lafızda kalmaktadır. 69
g. İmanın Geçerli (Sahih) Olmasının Şartları
Bir imanın geçerli olabilmesi ve sahibini ahiret’te ebedî kurtuluşa erdirebümesi için şu şartların kendisinde bulunması gerekir:
1. İman ye's (ümitsizlik) halinde olmamalıdır. Müslüman olmayan bir kişi, son nefesinde, uğrayacağı azabı görür ve ondan sonra iman etmeye kalkarsa imanı geçerli olmaz. Bir âyet-i kerimede “Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman 'Allaha inantık. Ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik' dediler. Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allanın kulları hakkında carî olagelen adeti budur. İşte kâfirler burada hüsrana uğramışlardır.” 70 buyurularak ümitsizlik halindeki imanın geçerli olmayacağı ortaya konulmaktadır. Çünkü imanda önemli olan ğayba imandır. Azabı gördükten sonra ğayba iman diye bir şey kalmaz.
2. Mümin, inkâra ve dini yalanlamaya alâmet sayılan şeylerden birini yapmamalıdır. Meselâ, Allah Taâlâyı ve bütün peygamberleri tasdik edip te, Hz. Muhammedin peygamberliğine inanmayan yahut, farz olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü (namazın farz, şarap içmenin haram olduğunu) kendi iradesiyle inkâr eden, puta ve haça tapan bir kimseye mümin denilemez.
3. İslâmı hükümlerin hepsini bir bütün kabul edip, hiçbirinin yerine getirilmesinden çekinilmemeli, inatçılık yapmamalıdır. Meselâ bir adam, namaz ve oruç gibi ibadetlerden birini güzel görmez, bu ibadetlerle alay eder yahut sırf Allahın buyruğu olduğu için ibadetleri terkederse, Allahın yasak ettiğini bildiği halde inkâr kastıyla bir haramı işlerse o kişi imanını kaybeder.
4. Mümin Allahın rahmetinden ümitsiz, azabından da emin olmamalıdır. Korku ile ümit arasında bulunmalıdır. Müminin “nasıl olsa imanım var, bu sebeple muhakkak cennete girerim” düşüncesiyle Allahın azabından emin olması, güven duygusu içinde bulunması veya “çok günah işledim, ben muhakkak cehennemliğim” diye Allahın rahmetinden ümit kesmesi imanını kaybetmesine sebep olabilir. Allah Taâlâ iki ayrı âyette şöyle buyuruyor:
“Doğrusu kâfirlerden başkası Allahın rahmetinden ümit kesmez” 71.
“Fakat büyük zararı göze alanlar topluluğundan başkası Allanın azabından emin olmaz.” 72
h. Küfür, Şirk, İrtidâd, Nifak 1. Küfür
Lugatta örtmek demektir. Istılahta ise, Hz. Peygamberi Allah Taâlâdan getirdiği kesinlikle sabit olan şeylerde yalanlayıp, tevatüren bize ulaşmış bulunan esaslardan birini veya birkaçını inâr etmek demektir. İmanın muhtevası konusunda görüş beyan edenler, küfrü de bu görüşlerine göre tarif etmişlerdir.
Doğru ve gerçek inancı örten ve iman etmeyen manasına gelen kâfir kelimesinin çoğulu “küffâr” ve “kefere”dir. Kadın için kâfire kullanılır. İkfâr ve tekfir de kişiyi küfre nisbet etmek ve kâfir saymak manalarına gelir. 73 Bir insan kâfir olarak ölürse cehennemde ebedî azaba uğrayacaktır. Kur'an-ı Kerimde şöyle buyurulmuştur.
“Şüphesiz ki, âyetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak can vermiş olanlar. İşte Allanın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üstünedir. Onlar o lanet ve ateş içinde devamlı olarak kalıcıdırlar. Onlardan ne azab hafifletilir. Ne de kendilerine göz açtırılır.” 74
“Şüphesizki, âyetlerimizi inkâr eden kâfirleri yarın ateşe atacağız. Derileri piştikçe azabı duysunlar diye, kendilerine değiştirerek başka deriler vereceğiz.” 75
“Şüphe yokki, cehennem kafirleri kuşatıcıdır.” 76
Kâfirlerin cehennemden kurtulma ümitleri yoktur:
“(Bu azab) onlardan hafifletilmeyecek. Onlar bunun içinde umutsuz susacaklar.” 77
“Onlara (kâfirlere) şefaatçıların şefaati da fayda vermez.” 78
İlim adamları meydana geliş şekli, sebebi ve yeri itibariyle küfrü genellikle dörde ayırmışlardır. 79
a. Küfr-i İnkârı:
Allahı, Hz. Peygamberi ve O'nun Allahtan getirmiş olduğu esasları kişinin kalbiyle kabullenmemesi, diliyle de inkâr etmesidir. Kur'an-ı Kerimde haklarında, “Şu muhakkakki, küfredenleri korkutsan da korkutmasan da onlarca müsavidir. Onlar iman etmezler” 80 buyurulan inkarcı gurubun küfrü bu tip bir küfürdür. 81
b. Küfr-i Cühûd:
Kişinin, kalbiyle Allanın tanrı olduğunu bilmesi, fakat diliyle inancını söylememesi, inanç esaslarını kabullenmeye yanaşmamasıdır. Şeytanın ve meşhur müşrik Ümeyye b. es-Salt'ın küfrü bu çeşit bir küfürdür. Allah Taâlâ Ümeyye hakkında “îşte tanıdıkları o şey (Kur'an) kendilerine gelince, onu inkâr ettiler.” 82 buyurur. 83
c. Küfr-i İnâdî:
Kişinin kalbten Allahı ve gerçeği bilip, dil ile de zaman zaman bildiğini açıklamasına rağmen, hased, sapıklık, şan, şöhret, makam endişesi ve kavmiyetçilik gibi sebeplerle îslâmı bir din olarak kabullenmemesidir. Bu çeşit küfre fikir arkadaşlarından âredip, gurura yedirilemediği için küfr-i ârî denilmiştir. Hz. Peygamberin amcası Ebû Tâlib'in küfrü bu çeşittir. 84
d. Küfr-i Nifak:
Kişinin inanılması gereken şeyleri, diliyle söylemesi, fakat kalbiyle tasdik etmemesidir. Münafıkların küfrü gibi.85
2. Şirk
Lûgatta ortak kabul'etmek manasına gelen şirk, ıstılahta Allah Taâlâ’nın ulûhiyyetinde, sıfat ve fiillerinde eşi ve ortağı bulunduğunu kabul etmek, onun şeriki olduğunu söylemektir. Şirk ile küfür birbirine yakın iki mefhumdur. Aralarındaki fark küfrün daha genel, şirkin daha özel olmasıdır. Bu manada her şirk küfürdür. Fakat her küfür şirk değildir. Her müşrik kâfirdir, fakat her kâfir müşrik değildir. Çünkü şirk, sadece Allaha ortak koşma neticesi meydana gelir. Küfür ise, küfür olduğu bilinen bir takım inançların kabulü ile oluşur. Küfür olan inançlardan biri de, Allaha ortak tanımadır. Meselâ, Mecusilikte olduğu gibi iki ilâhın varlığını kabul etmek hem şirktir, hem de küfürdür. Halbuki âhiret gününe inanmamak küfürdür fakat şirk değildir. Kur'an- Kerimde, müşriklerle ehl-i kitap, kâfirlerin iki ayrı zümresi olarak zikredilmektedir. 86Allaha şirk koşmak günahların en büyüğüdür. Şirk ve küfrün Allah tarafından bağışlanmayacağı, Allaha ortak tanımanın en büyük zulüm ve adaletsizlik olduğu Kur'anda bildirilmiştir:
“Şüphesizki Allah, kendine eş koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Kim Allaha ortak koşarsa gerçekten pek büyük bir günah uydurmuş olur.” 87
“Bir vakit Lukmân oğluna öğüt vererek şöyle demişti: 'Yavrum, Allaha ortak koşma. Çünkü Allaha ortak koşmak çok büyük bir zulümdür.” 88
Tevhide zıt olan şirkin beş çeşidi vardır. 89
a. Şirk-i İtiklâl:
İki müstakil ilâh kabul edenlerin şirkidir. Mecûsî ve Senevi (ciüalist-ikici) lerin şirki bu çeşittir. 90
b. Şirk-i Teb'îz:
Allah Taâlânın bir olduğunu söylemekle beraber, ilâhlardan mürekkeb olduğuna inananların şirkidir. Hıristiyanlıktaki teslis inancı gibi. 91
c. Şirk-i Takrîb:
Âlemin yaratıcısının bir olduğunu söylemekle birlikte, Allaha yakınlık sağlamak için, Allah katında aracı olsun diye, Allahtan başkasına, heykellere, putlara tapanların şirkidir. İlk dönem cahiliyye araplarının şirki bu çeşittir. 92
d. Şirk-i Taklîd:
Sonraki cahiliyye araplarında olduğu gibi, sırf önceki atalarını taklîd ederek, putlara ilâh adını verenlerin şirkidir. 93
a. Şirk-i Esbâb:
Kâinattaki her türlü kanunun Allanın yaratmasıyla değil de, eşyanın kendi kendisinin gerçek sebebi ve yaratıcısı olduğuna inananların şirkidir. Tabiatçı ve maddeci filozofların şirki gibi.
Ancak, sebepleri neticelere rabt ederek, her ikisinin de yaratıcısının bir olduğuna, sebepleri yaratınca onun akabinde neticeleri yaratmanın sünnet-i ilâhiyeden bulunduğuna inanmak, şirk çeşitlerinden biri değil, bilâkis tevhidin ta kendisidir. 94
3. İrtidâd
Lûgatta dönmek manasına gelen irtidâd ve ridde kelimeleri, bir müslümanın dinden çıkması veya İslâmdan başka bir dine girmesi demektir. Dinden dönene mürted denir. Alelade kâfir ile mürted, küfür içinde olmak bakımından beraberlik arzederse de mürtede uygulanan dünyevî hükümler, kâfire uygulanandan farklı olmuştur. İmam Mâverdî (öl 450/ 1058) nin de dediği gibi, mürtedleri alelade gayr-ı müslimlerden ayırdeden özellikler şöyle sıralanabilir.
a. Mürtedlerle ne bir sulh, ne de bir ittifak anlaşması yapılmasına müsade edilmez. Fakat alelade gayr-ı müslimlerle (kâfir-i aslîlerle) yapılabilir.
b. Bir mürteddin bir gayr-ı müslim kâfir gibi zimmî (İslâm devletinin sınırları içinde yaşayan, cizye ödeyen ve devletin güvenliği altında bulunan gayr-ri müslim tebaa) olmasına müsaade edilmez.
c. Mürteddin islâmı tekrar kabul veya ölümü tercihten başka alternatifi olmadığından köle edinilemez, hayatı bağışlanamaz.
d. Mürteddin malı ganimet olarak paylaştırılamaz. Devlet hazinesine aittir. (Hanefîlerin cumhuru miras olduğu kanaatındadır.)
e. Harpte esir edilen veya yakalanan mürteddi, dinden dönmeye iten manevî bir sebep, bir şüphe varsa önce bu giderilmeye çalışılır, kendisi yeniden islâma davet edilir. Gerekirse düşünme fırsatı verilir. Bütün bunlara rağmen direnen mürtedde ölüm cezası uygulanır. 95 Eğer çeşitli sebeplerle bu ceza uygulanamazsa, böyle bir kişiye selâm verilmez, kestikleri yenmez, müslüman kadınla evlenmesine müsade edilmez. Müslümana varis olamaz. Ölünce cenaze namazı kılınmaz, müslüman kabristanına gömülmez. 96
4. Nifak
Dıştan mümin ve müslüman görünmek, kalben Allahı, peygamberi, onun getirdiklerini kabullenmemek manasına gelen nifak, daha önce zikredildiği gibi, bir küfür çeşididir. Kalben inanmayıp, zahiren müslümanmış gibi görünen kimseye münafık denir. Dünyada zahire göre hüküm verildiğinden münafık müslüman gibi işlem görür. Gerçekte kâfir olduklarından münafıklar ahirette ebedî azaba hak kazanırlar:
“İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde 'Allaha, ve ahiret' gününe inandık derler. Halbuki onlar inanıcı (insan) lar değildir.” 97
“... Çünkü onlar dıştan iman ettiler. Fakat sonra kalbleriyle kâfir oldular. Bu yüzden kalblerinin üstüne küfür damgası basıldı. Onun için onlar imanın gerçeğini anlayamazlar.” 98
“Muhakkakki münafıklar cehennemin en alt tabakasında (derk-i eşfelde) dırlar. Asla onların azabını kaldıracak bir yardımcı da bulamazsın.” 99
Konu ile yakın ilişkisi olduğu için birkaç kelimenin manasını vererek bahsi bitirelim:
İslâmiyetin gelmesi ile hükmü ortadan kalkmış olan Hıristiyanlık ve yahudilik gibi dinlere mensup olana “kitabî”; zamanın, maddenin ezelî olduğunu söyleyen ve bütün hadiseleri zamana dayandırana “dehri”; Allahın varlığını kabul etmeyene “müattıl”; Hz. Muhammedin peygamberliğini söyleyip, İslâm akaidini izhar etmekle beraber, küfrünü içinde gizleyene “zındık” denilir. 100
İ. Kebîre (Fısk-Büyük Günah) 1. Tarifi
Kebîre (çoğulu: kebâir), âyet ve hadislerde büyük günah olarak zikredilen, hakkında tehdit edici bir nass (âyet ve hadis) bulunan, işleyenin dünyada veya ahirette ceza almasına sebep olan fiiller ile, âyet ve hadislerde beirtilmediği halde, fesadı onlar seviyesinde bulunan davranış ve fiillerdir. Büyük günahların en büyüğü ve affedilmez olanı Allaha ortak koşmak ve küfürdür. 101
2. Sayısı
Büyük günahların sayısında ihtilaf edilmiştir. Bunun sebebi de hadislerdeki farklı rivayetlerdir. Peygamberimiz bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Size büyük günahların en büyüklerinden haber vereyim mi? Onlar: Allaha ortak tanımak, ana-babaya itaatsizlik ve yalancı şahitliktir.” 102
Bir diğer hadislerinde “Mahveden yedi günahtan sakınınız. Onlar:
Allaha ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, faiz yemek, savaştan kaçmak, iffetli ve iman sahibi bir kadına zina iftirasında bulunmaktır” 103 buyurarak, büyük günahların sayısını yedi olarak belirtmiştir. Ebû Dâvûd (öl. 275/889) un naklettiğine göre, büyük günahların sayısı bir başka hadiste dokuz olarak zikredilmiş, yukarıdaki yediye ana-babaya itaatsizlik ve Mescid-i Haramda yapılması yasak bir fiili yapmak ta eklenmiştir. 104
Büyük günahlar konusunun ele alındığı kitaplardan, Hafız Zehebî (öl. 748/1347) nin Kitâbu'l-Kebâir' inde (Beyrut, ts.), büyük günahların sayısının 70 e, Heytemî (öl. 974/1566) nin ez-Zevâcir an iktirâfi'l-kebâir'inde (Mısır, 1390/1970) 467 rakamına vardığı görülür. 105
3. Büyük Günah İşleyenin Durumu
Büyük günah (kebîre, fısk) işleyene mürtekib-i kebîre veya fâsık denilir. İmanı, tasdik, ikrar ve amelden mürekkeb gören haricîlere ve mutezileye göre fâsık mümin değildir. Haricilere göre kâfir, mutezileye göre iman ile küfür arası bir mertebededir (fısk mertebesi). Tevbe etmeden ölürse ebedî cehennemlik, tevbe ederse mümin olur.
Ehl-i sünnete göre, çeşitli sebeplerle ameli terkederek, büyük günah işleyen (fâsık) kimse mümindir. Fakat büyük günah işlediği için ceza görecektir. Bu kimse için tevbe kapısı da açıktır. Allah Taâlâ böyle bir kimseyi ahirette dilerse affeder, dilerse şefaat olunmasına izin verir, dilerse günahı ölçüsünde cezalandırır. Fakat neticede, kalbinde imanı bulunduğu için onu cennete girdirir.
Şirk ve küfür dışındaki büyük günahları işleyenlerin kafir olmayıp, mümin olduklarını gösteren âyetler vardır:
a. “Ey iman edenler, öldürülenler hakkında sîze kısas yazıldı” 106 âyetinde adam öldürenlerden “ey iman edenler” diye bahsedilmiştir.
b. “Eğer müminlerden iki topluluk birbiriyle savaşırlarsa aralarını (bulup) barıştırın” 107 âyetinde de savaşanlar, müminler diye nitelenmiştir.
c. “Ey iman edenler, halis bir tevbe ile Allaha dönün”108. Bilindiği gibi tevbe, büyük günahlar için de yapılır. Bu âyette zımnen, müminlerin günah işledikleri bildirilmekte, işledikleri günaha karşılık tevbe etmeleri istenirken onlara “ey iman edenler” diye seslenildiği görülmektedir.
Büyük günah işleyenin günahkâr mümin ölüp, kâfir olmadığına dair daha önce zikrettiğimiz Ebû Zerr al-Ğifârî (öl. 35/652) nin rivayet ettiği hadis te bu konuda başka bir delildir.
Asr-ı saadetten günümüze kadar, büyük günah işleyen kişi -eğer işlediği günahı helâl saymamışsa- mümin olarak kabul edilmiş, böylelerinin cenaze namazları kılınmış, haklarında dua ve mağfiret dileğinde bulunulmuştur. 109
Dostları ilə paylaş: |