AİLE HAKLARININ TABİİ ESASLARI(2)
Muhterem okuyucunun sıhhatli bir değerlendirme yapabilmesini sağlamak maksadıyla bir önceki bahsimizde ele aldığımız şu konuların kısaca hatırlatılmasında fayda var:
1 - Doğal haklar veya tabii hukuk denilen şeyin ortaya çıkmasına neden olan asıl: “tabiatın bir hedef taşıyor olması”dır. Tabiat, bu “hedef”e göre her canlıya kendine has birtakım “yetenek” ve “özellikler” vermiştir.
2 - İnsanoğlu, sırf “insan olma” sı hasebiyle “insan hakları” şeklinde adlandırılan birtakım özel haklara sahiptir ki hayvanlar bu tür haklar taşımazlar.
3 - Doğal haklar ve bu hakların nitelik ve niceliklerini teşhis edebilmenin yegane yolu tabiat ve yaratılış nizamına müracaat etmektir. Tabiatın kazandırmış olduğu her “doğal yetenek”, “doğal bir hak” için verilmiş bir belge ve senettir.
4 - Medeni topluluk olma açısından bütün insanlar benzer ve eşit tabii haklar taşırlar. Aralarındaki far; sadece, her bireyin yaptığı iş ve yerine getirdiği göreve bağlı olan iktisabı - sonradan kazanılan - haklar dalındadır.
5 - Medeni bir toplumda insanların eşit ve benzer tabii haklar taşıyor olmasının nedeni, insanların durumunun üzerine yapılan araştırmalar sonucu insan bireylerinin, balarısı gibi sosyal hayvanların tersine, ast veya üst, âmir veya memur, komutan veya er, işçi veya patron ve subay ya da asker olarak dünyaya gelmediğinin anlaşılmış olmasıdır. İnsanların hayat düzeni tabii değildir. Onların işleri, görev ve sosyal konumları doğa tarafından tespit edilmemektedir.
6 - Kadınla erkeğin aile hukuku açısından “benzer” haklara sahip olduğu teorisi, aile topluluğunun da medeni topluluk gibi olduğu görüşüne dayanır. Bu görüşe göre, aile bireyleri “benzer” ve yekdiğeriyle “aynı” haklar taşırlar. Kadın ve erkek benzer yetenek ve ihtiyaçlarla yüklü olarak aile hayatına katılırlar; her ikisi de tabiatın kendilerine bağışlamış olduğu benzer belge ve senetlere sahip durumdadır. Yaratılış kanunu onlar için doğal bir nizam öngörmemiş ve hayvanlarda olduğu gibi onlar arasında da belli bir görev taksimatında bulunmamıştır.
Ancak, aile hukuku açısından kadınla erkeğin benzer şartlar taşımadığı görüşüyse; aile camiasının medeni camiadan ayrı bir konum arz ettiği esasına dayanır. Bu görüşe göre kadın ve erkek, ailevi hayata benzer yetenek ve benzer ihtiyaçlarla katılmamaktadır. Tabiat her ikisine de aynı belge ve aynı konumu kazandırmış değildir. Yaratılış her biri için muayyen bir yörünge ve vaziyet tayin etmiştir.
Şimdi bu görüşlerden hangisinin doğru olduğu ve bu doğruluğun hangi yolla anlaşılabileceği meselesine gelelim.
Daha önce muhterem okuyucuya sunmuş olduğumuz ölçü ve mikyaslar, bu iki görüşten hangisinin doğru olduğunu kolayca teşhis edebilmeyi mümkün kılmaktadır. Kadınla erkeğin tabii yetenek ve ihtiyaçlarına; başka bir deyişle yaratılış kanununun kadınla erkeğe vermiş olduğu doğal belge ve senetlere bakarak bu teşhiste bulunabilmek kabildir.
AİLE HAYATI DOĞAL MIDIR, YOKSA SÖZLEŞMELİ MİDİR?
Bir önceki bahsimizde, insanın sosyal hayatıyla ilgili iki nazariye olduğunu belirtmiştik. Bunlardan birine göre insanın sosyal hayatının “tabii” olduğunu söylemiştir. Bu nazariyeyi savunanlar, insanın “doğuştan medeni” olduğuna, yani tabiatı itibarıyla medeni bulunduğuna inanırlar.
Kimileriyse bunun tam tersine, sosyal hayatın bir sözleşmeden ibaret olduğunu söyler, İnsan kendi iradesiyle ve zorlayıcı dış sebepler-iç ve batını sebepler değil - etkisiyle onu seçtiğini öne sürerler.
Peki, aile hayatı konusunda da iki görüş mü mevcuttur? Hayır. Bu mevzuda yalnızca bir nazariye vardır: İnsanoğlunun ailevi hayatı yüzde yüz tabiidir; yani insan, tabiatı itibarıyla “evcil” olarak yaratılmıştır. İnsanın medeni hayatının tabii olduğu hususunda tereddüde kapıldığımızı farz etsek dahi, onun “evcilliği”den, yani ailevi hayatının tabii olduğundan şüphelenmemiz mümkün değildir. Nitekim pek çok hayvan doğal bir sosyal hayat sürdürmediği, hatta tabii sosyal hayattan tamamiyle mahrum bulunduğu halde bir nevi doğal evlilik hayatı sürdürürler. Çiftler halinde yaşayan güvercin ve bazı böcekler bu türe örnek verilebilir.
Sosyal hayatla, ailevi hayat birbirinden farklıdır. Tabiatta, insan ve bazı hayvanların aile kurması, üremesi ve ailevi bir hayat sürdürmesi için gerekli tedbirler alınmıştır. Bu tedbirler gerçi insan ve bazı hayvanlar, tabiatlar icabı aile hayatı yaşamaya ve üremeye eğilimli kılınmıştır.
İnsanoğlunun varolduğu günden bu yana geçen asırlar sürecinden insan ailevi hayattan yoksun olmamıştır. Yani kadınla erkeğin münferit hayat yaşadığı ve ya cinsel komünizmin hakim olduğu bir döneme rastlayabilmek kabil değildir. Geçmişte yaşayan ilkel toplumların bir örneği olan günümüzdeki vahşi kabilelerin dahi böyle bir hayan tarzına sahip olmayışı, söz konusu tarihi gerçek gösterilebilecek bir karinedir.
Geçmiş çağlarda yaşayan “ilke insan toplulukları” - ister ataerkil, ister anaerkil olsun- ailevi bir hayat sürdürmüşlerdir.
DÖRT MERHALE TEORİSİ
Mülkiyetin başlangıçta ortaklık şeklinde var odluğu, şahsa münhasır mülkiyetin sonradan ortaya çıktığı gerçeği ortaladık herkesçe kabul edilmiştir. Ancak, cinsel mevzuda böyle bir durum söz konusu değildir. İnsanoğlunun ilk dönemlerinde mülkiyetin şeklinde cereyan etmiş olmasının sebebi, insan toplulukların o dönemlerde kabile hayatı yaşaması ve ailevi bir sistem içinde bulunmuş olmasıdır. Yani birlikte yaşayan kabile bireyleri arasında bir aile sosyal ve sözleşmeli kanunları yoktur. Fakat doğa kanunu ve onun kazandırmış olduğu kendi tabiatları gerçi içgüdüsel olarak belli bir hak ve hukuk çerçevesinde hareket ederler. Ne yaşama tarazları ne de cinsel hayatları asla kayıtsız veya gelişi güzel değildir.
Mehrengiz Menucehriyan adlı bir hanım yazar “İran Anayasa ve Medeni Kanunlarına Eleştiri” kitabının önsözünde bakınız ne diyor: “Sosyoloji açısından dünyanın muhtelif noktalarında kadınla erkeğin hayatı şu dört merhaleden birini kat etmektedir:
1 - Tabii merhale, 2 - Erkeğin egemen olduğu merhale, 3 - Kadının itiraza başvurduğu merhale, 4 - Kadınla erkeğin eşit haklara kavuştuğu merhale.
Birinci merhalede kadınla erkek arasındaki cinsel ilişki hiçbir kayda ve şarta bağlı değildir.”...
Halbuki sosyoloji bilimi bu iddiayı reddetmektedir. Sosyolojinin kabul ettiği şey en fazla şudur: Geçmişte muhtemelen bazı vahşi kabileler arasında birkaç erkek kardeşin, diğer birkaç kız kardeşle ortaklaşa evlenmesi şeklinde bir evlilik çeşidi vardı. Bu tür evliliklerde bütün erkek kardeşler, evlendikleri kız kardeşlerinin hepsinin kocası sayılır, çocuk da yine hepsine ait olurdu. Ya da kızlar ve erkek çocukların evlenmeden önce herhangi bir sınırlamaya tabii tutulmadığı, ancak evlendikten sonra birtakım bağlayıcı kurallara tâbi olduğu şeklinde gelenekler vardı. Bazı vahşi kabilelerde cinsel ilişki eğer bundan daha umumi olmuş ve faraza kadın “kamulaştırılmış” ise bunun normal değil istisnai bir durum olduğu açıktır. Bunun ise, insan tabiatına aykırı ve sapıkça bir vakıa olarak değerlendirilmesi gerektiği hatırlanmalıdır.
Will Dourant, medeniyet Tarihi adlı eserinin 56. sayfasında şöyle der: “Evlilik, hayvanlar familyasındaki atalarımızın buluşudur. Bazı kuşlara baktığımızda, her kuşun gerçekten sadece kendi eşiyle yetindiği görüşü uyanacaktır sizde. Goril ve orangutanlarda eşler arasındaki yakın ilişki, yavru hayvanın yetişme çağının sona ermesine değin sürer. Bu ilişkinin pek çok açıdan karı-koca ilişkisine benziyor olması da bir hayli düşündürücüdür. Mesela dişi goril veya orangutan, başka bir erkekle münasebet kurmaya kalkışacak olurda kendi erkeği tarafında şiddetle cezalandırılmaktadır. Durkrasspenın, Bornova orangutanları hakkında “Bu hayvanlar bir dişi, bir erkek ve bu dişi ile erkeğin yavrularından müteşekkil bir aile halinde yaşarlar”der. Doktor Savage de goriller hakkında şöyle yazar: “Baba gorille anne goril bir ağacın altında bir yandan da meyve yerken, bir yandan çene çalarken, yavru goriller etrafta oynaşır ve ağaçtan ağaca atlayıp dururlar. Erkekle dişi arasındaki karı-koca ilişkisi, tarih sayfalarında henüz insan yokken de mevcuttu. Karı-koca ilişkisinin var olmadığı topluluklar oldukça azdır; ancak, arayan birisi -az da olsa - böyle topluluklara rastlayabilir.”
Velhasıl insanoğlunda var olan aile duyguları bir gelenek veya medeniyetin getirdiği bir hadise değil; fıtri, tabii ve içgüdüsel olarak ailevi duygular taşır.
Binaenaleyh insanoğlu, erkekle kadının hiçbir kayda ve şarta bağlı kalmaksızın, veya herhangi bir doğal taahhüt taşımaksızın birlikte yaşadığı bir devir geçirmiş değildir. Böyle bir teori, cinsel komünizm demektir ki ilk çağlarda ortak mülkiyet taziyesine inananlar dahi böyle bir çağın var olduğunu iddia etmemişlerdir.
Kadın-erkek ilişkileri üzerine oraya atılan dört merhale teorisi, sosyalistlerin mülkiyet konusunda savundukları dört evre teorisinin acemice taklididir. Sosyalistler, insanoğlunun mülkiyet mevzuunda dört evreden geçtiğine ve dört aşamayı geride bıraktığına inanırlar: İlk dönem ortak mülkiyet evresi (kolektif mülkiyet), feodalizm evresi, kapitalizm everse, sosyalizm - ve komünizm evresi... Bu sonuncusu, ilk dönem ortak mülkiyet evresine kolektif mülkiyet - dönüştür, ancak onun gelişmiş ve ileri düzeydeki hali sayılır.
Mencuhriyan hanımefendinin, kadın-erkek ilişkilerinin dördüncü merhalesini “kadınla erkeğin eşit haklara sahip olduğu merhale” şeklinde tanımlamış olmasına yine de sevinmek gerekir. Zira hiç olmazsa bu noktada sosyalistleri taklit etmemiş ve dördüncü ve son merhaleyi “ortaklık evresi” denilen birinci merhaleye dönüş olarak tanımlamamıştır!...
Ancak, mezkur hanımefendinin birinci merhaleyle dördüncü merhale arasında ziyadesiyle benzerlik bulunduğu gibi bir inanca sahip olduğunu da hemen belirtelim. Nitekim bu hanım söz konusu eserinde “Birinci merhaleye epey benzer bir dönem olan 4. Merhalede kadınla erkek yekdiğerine karşı zerrece sultada bulunmayıp hiçbir ayrım gözetmeksizin birlikte yaşarlar.”
Bu hanımefendinin “epey benzer olma” kavramıyla neyi kastettiğini henüz anlayabilmiş değilim... Eğer bununla yekdiğerine karşı egemenlikte bulunmaya çalışmama, erkeği kadından üstün tutmama ve bu ikisi arasında eşit hak ve şartlar tanıma gibi bir anlama kastediliyorsa, dördüncü merhaleyle söz konusu bayanın iddiasına göre kadınla erkek arasında hiçbir kanuni ve kurallı ilişkinin yaşanmadığı ve bu ikisinin aile hayatı sürdürmediği ilk merhale arasında bu yönden bir benzerlik söz konusu değildir. Yok, eğer dördüncü merhalede kadın-erkek münasebetlerindeki mevcut bütün taahhüt ve kuralların tedricen ortadan kalkacağı, aile hayatının işlerliğini yitireceği ve insanlar arasında bir nevi “cinsel ortaklık” veya kolektif cinsel münasebet kurulacağı kastediliyorsa “kadın-erkek haklarında eşitlik” ilkesinin ciddi savunucularından olan bu bayanın maksadıyla mezkur ileli savunan diğerlerinin maksadının aynı olmadığını söyleyelim. Hatta bu hanımefendinin söz konusu “eşitlik” anlayışının onlar için “dehşetengiz” bir mana taşıyacağını da hemen belirtelim.
Meselenin bu noktasında bütün dikkatimizi kadın-erkek aile hukukunun doğasına çevirmek ve bu zeminde iki noktayı önemle göz önünde bulundurmak gerekir: Birincisi: Kadınla erkeğin tabii açıdan - Yaratılış ve doğaları itibariyle- farklı olup olmadığı meselesidir. Başka bir deyişle “Kadınla erkek arasındaki farklılık bu ikisinin farklı cinsel organlara sahip olmasından mı ibarettir. Yoksa bunun ötesinde bir farlılık mı söz konusudur?” şeklindeki sorudur.
Göz önünde bulundurulması gereken ikinci nokta; kadın-erkek arasında başka farklılıklar da varsa, bunların “kadınla erkeğin görev ve haklarını belirleme hususunda da etkin” olup olmadıklarıdır. Bu farklılıklar onların hukuki kişiliklerini de etkilemekte midir. Yoksa insanoğlunun hukuki mizacıyla hiçbir alakası bulunmayan renk ve ırk değişiklikleri gibi- farklıklar mıdır?
Dostları ilə paylaş: |