İslami Hareket Nereye Gidiyor?
Evrensel İslami. hareketinin temel varsayımı şu dur: Ümmetin tamamı,, bütün fikir ekolleri ve mezhepler, Siret ve Sünnet'te buluşmalıdır. İşte birleştirici zemin budur. Gerçekten bir kenara atılıp unutulması gereken ise bölücü mezhepçilik ve fikir ekolleri teolojisidir. Unutulmamalıdır ki tarihte İslam'ın çöküşünü hazırlayan etkenler bu tür teolojik bölünmelerdir.
Ancak ortak zemine işaret edilmekle buluşmanın dağılmadan daha az zamana ihtiyaç göstereceği düşünülmemelidir. Diyelim ki mezhebi bölünmeyi bir kenara bıraktık. Aynı zamanda siyasi görüş ve stratejilerde de buluşma olmalıdır. Buna olan ihtiyaç kendini her yerde hissettiriyor. Kazablanka'da 1995'de İslam ülkelerini yöneten paravan hükümetler İslam fundamentalizmine ve ona bağlı olarak, aynı bağlamda, düşünülen küresel İslami terörizme(!) karşı tedbir almak üzere bir araya geldiler. Daha sonra, hemen arkasından, Tunus'da bu kez de Kuzey Afrikalı hükümetler buluşarak benzer tedbirleri konuştular.
Akabinde NATO Genel Sekreteri Willy KLAES İslam'ı "en az komünizm kadar tehlikeli" diye tavsif etti. Şunu da ekledi konuşmasına: "NATO esas itibariyle askeri ittifakın ötesinde Kuzey Amerika ve Avrupa demek olan medeni ilke ve yapıların korunmasını-kollanmasını da görev edinmiştir".([2])
ABD, Fransa ve Almanya'da İslam’ın Şeytan diye lanetlenişi, Batının Bosna’ya saldıran
Sırpları himaye edişi, ayrıca Çeçenistan'ı işgal eden Ruslara diplomatik destek sağlanması, Filistin'de hızını kesmeyen Siyonist talan ve katliam, Keşmir'de İngilizlerin Hint politikasına destek vermesi artık İslam siyasi söyleminde bir beraberliğe gidilmesi gerektiğine kuvvetle işaret etmektedir...
Bu arada Batı'nın "Şeytan Ayetleri" yazarı Selman Rüşdi meselesindeki telaşı onun Peygamber mirasına (Siret ve Sünnet'e) ne denli hasım olduğunu gösterdi. Batı günümüz İslam'ı farklı diye korku duymuyor, o korkunun sebebi gerek istihbarat servislerinden sızan gerekse medyadan yükselen endişe: Acaba Müslümanlar herhangi bir konuda ittifak ederler mi, ihtilafa son verirler mi?
Bizim bu ittifaka da eğilmemiz, nasıl bir ittifak olduğunu, varsa, oluyorsa, anlamamız gerekir. Yani İslam teori ve pratiğindeki (fikir ve eylem) buluşmayı tahlil etmemiz gerekir.
Şüphesiz evrensel bir İslam hareketi var: Bu ampirik-tecrübi bir gerçek, teslim edeni çok. Bir de şu var tabii: İslam mücadelesindeki yükseliş ile İslam fikir iklimindeki ısınma aynı hakikatin iki ayrı yüzü, cephesi. Biri olmadan ötekinin olabileceğini düşünmek imkânsız. İşte bu durum bütün İslam tarihinde eşsiz bir gelişme. Yahut belki daha önce de olmuştur denebilir: İlk olarak Siret ve Sünnet'in bir çözüm olarak Peygamber zamanında yaşanışı göz önünde bulundurabilir. Ama o hareket ile bu hareket farklıdır, formülasyonlar farklıdır. Çünkü Siret ve Sünnet evrensel bir İslami hareket ya da bir siyasi düşünce olarak yazılmamıştı. İslami hareket içerisinde aktif olan yeni nesil âlimlerin karşısında bir tehdit unsuru olmaktadır.
İşte bugün bütün Müslüman fikir ve aksiyon adamlarının karşısına dikilen keyfiyet! Fikir adamları harekete İslamilik yükleyecekler, teorisini vereceklerdir, çağdaş siyasi şart ve söylemde oluşmuş olan yeni siyasi felsefeyi İslami kılacaklardır. Bunun için de Siret ve Sünnet'in dinamik bir tefsiri ile işe girişeceklerdir. Yani çağdaş geçerliliği olan bir İslami siyaset felsefesi (oryantasyon) yaratacaklar, formüle edeceklerdir.
Esasen sözünü ettiğimiz kısmi buluşma, Siret ve Sünnet'in bir cüzünde cereyan etmiştir ve çağdaş İslam alimlerine düşen görev, bu buluşmayı sağlam zemine oturtmak, onun teorik ve pratik (itikadi, ameli) bazını tam olarak tespit etmek, ve daha geniş bir konsensüs (icma) temelim yine aynı kaynaktan hazırlamaktır.
Tarih İslami hareketi doğurmuştur ve o hareket Siret ve Sünnet'ten beslenmeli, o mecrada akmalıdır. Ancak o şekilde tam bir tesir ve netice elde edilebilir. Ve verilen bir ilk hızla fikir-aksiyon-gaye çarkı kendi işleyişine emanet edilebilir. Yani her bir tahakkuk (gaye) yeni bir fikri ve aksiyonu yaratacak, hareket yeni gayelerle sürekli ileri gidecektir.
Başarısızlıklar olabilir ama o konudaki bilgi akışı da sistemi besleyecektir, başarıların gördüğü "pozitif bilgi akışı" fonksiyonunu icra edebilecektir. Ama başarısızlıkları bile uzun dönemde yatırım metaı kılan şey bu perspektiftir: Siret ve Sünnet. Bu döngüyü kurduğumuzda ve işletmeye başladığımızda münferit tarihsel şart ve konumlarla nihai bir bilgi kaynağı arasındaki köprüyü kurduk demektir. Ve işte daha önce kurulamayan yahut kaybedilen o köprüdür ki, İslam'ın duraklama, gerileme ve çöküşüne, Ümmet-i İslam'ın dağılmasına yol açmıştır.
Artık yeni bir İslam Tarihçileri neslinin İslam'ın gerileme ve çöküş nedenlerini maziyi affederek değil geleceği gözeterek ele alması vakti gelmiştir. Bugüne kadar yapılan adeta bir mezhep tarihçiliği olmuş, zülfü yare dokunur kaygısıyla İslam tarihçileri gerçek manada eleştirel eserler verememiş, sanki tarih yazmak yerine İslam tarihinde mezhebi görüşlerinin teyidini yazmışlardır. Tekzip mealinde eserler de vermişlerdir ki bu da özde farklı değildir; orada da kendi mezhebi tavrını teyit, bir başka mezhebin tavrım tenkit vardır.
Oysa mezhebi endişelerin dışına çıkmış olan İslam tarihçisi, yani hareketin tarihçisi hareketteki belli bir unsuru, belli bir potansiyeli tespit eder: O da İslam'ın kurumlarını ve nihayet İslam devletini yaratma potansiyelidir. O hadiselerin özünde yahut seyrinde o özelliği görmeye çalışır, onu izler.
İşte İslami literatürdeki yenilenme, tazelenme o surette olacaktır. Ve ancak Siret ve Sünnet'te tam buluştuktan sonradır ki hem ilmi faaliyet, hem de aksiyon düzeyi gerekli yüksekliğe ulaşacaktır. Ve ancak o zaman tarih İslam'ın başarılarına sahne ve şahit olacaktır.
Evrenselleşme süreci artık tamamlanmıştır. İslami hareketin coğrafî, ulusçu, ırkçı, kültürel vs. tehdit altında olduğu günler geride kalmış, o devir kapanmıştır. Şimdi somut siyasi vakıalara dayalı fikirlerin, gayelere, tanımı tam yapılmış ve tam denenmiş metotlarla ulaşmaya çalışmanın zamanıdır. İslam'ın gündeminde bu vardır.
--------------
[1]- Sosyal bilimlerde başlıca sorunlar ve sorun çözen çözümlemeler (paradigmalar) konusunda bkz. Thomas S. KUHN, "The Structure of Scientific Revolutions" University of Chicago Press, 1970.
[2]- The Guardian, 3.2.1995, Londra
Dördüncü Bölüm
İSLAM SİYASET SAHNESİNDE
Siyasi Düşünce/ Siyaset Felsefesi
Yeni gündemin şüphesiz en fazla tartışmaya gebe maddesi İslami Siyasi düşünce yahut İslami siyasi söylemdir.
Siyaset felsefesinden ayrı olarak siyasi düşünce yahut söylem, ilk planda çağdaş siyasi konjonktür ile, onun arka planı ile siyasi cevelanın altyapısını oluşturan süreçler ile ve herhangi bir zaman kesitinde öngörülebilecek siyasi yöntem yahut yöntemler ile alakalı bir keyfiyettir. Onun için her an kuyudaki kurbağanın gökyüzü anlayışına benzeyebilir. Yani kısa dönemde daha taviz-kar olmak durumu ister istemez doğabilir. Ve bu da uzun dönemde tercihlerin yumuşamasına yol açabilir. Bir de bakmışsınız mevcut alışkanlıklarınız uzun dönemde meşrulaşmış, siz de onun müdafii, avukatı oluvermişsiniz...
Bir kere pratik safhasına geçti mi, bir şeyin değişmesi kolay değildir. Tarihte bazı kritik zamanlarda yaşamsal aciliyet kesbeden bir şey siyasi düşünceden daha ehemmiyetli olabilir. Birrehber ya da pusuladan yoksun olarak vahşi ormanda kaybolan bir kimse öncelikli olarak kendisini bekleyen ölümcül bir saldırıdan kurtulmayı amaçlar. Böyle bir yaşamsal strateji de bazen farkında, bilincinde olarak, bazen da şuursuz, içgüdüsel olarak tek alternatifmiş gibi algılanabilir. Kısa dönemde bu tür bir yaşamsal tercih her ne pahasına olursa olsun yeniden düşünme, organize olma fırsatını ve yeni fikirlerin {yönelişlerin, stratejilerin) ve yeni bir liderliğin doğması için gerekli zamanı da kazanma ve gelecek nesli kurtarma şansını bize verir.
Bugün ulus-devlete hapsolmuş Müslümanlar esasen bir tür mevkuf hayat yaşamakta ve kendilerini kurtaracak fikir ve önderlerin çıkmasını beklemektedirler. Bu hapishanelerin efendileri kendilerinin mutlak hükümranlıkları altında bize adına "bağımsızlık" denilen kendi kendimizi yönetme hakkını vermektedirler! Bu sendromun adı "yeni sömürgeciliktir" (neocolonialism). Bu tür kendi kendine yönetimin önde gelen özelliği ismen bağımsız olan bu tür ülkelerin siyasi düşüncelerinin ve bunların liderlerinin sömürgeci efendiler tarafından besleniyor olmasıdır.
Siyasi düşünce hemen her zaman geçmişin ve günün siyasi deneyimlerinin bir ürünüdür. Ulus-devletler kendi menfaatlerini hayata geçirenlere, kendi siyasi-düşünsel yapısını empoze eder. Bunun örneklerine bir bakalım.
Esir kampından kaçmak her savaş esirinin idealidir. Onların siyasi mentalitesi şudur: Kaçış fikri bile onların maneviyatını (moralini) ayakta tutar. Ve bu da savaşın bir şubesidir. O şuurla onlar önce düşmanın imkânlarının neler olduğunu tespit ederler. Ve o idealle de ilişkilerini, teşkilatlanmalarını, disiplin ve hiyerarşilerini kendiliğinden, ister istemez tesis ederler, kurarlar. Yani bu adamlar hala, aktif olarak, savaşan bir ordunun savaşan neferleridirler ve o ordunun sahibi olan, onu seferber eden siyasi varlığın tebaasıdırlar.
Ulus Devletle Gelen Kısıtlamalar
Bugün ulus-devlet sınırları içinde yaşayan Müslümanlar, içine hapsoldukları kendi kendine yönetim sınırlarının dışındaki güçlerle, her şeyin ötesinde kendi bağımsızlıkları için bir savaşım halinde değiller. Yukarıdaki örneğimizde zikrettiğimiz savaş esirleri, mensubu oldukları topluluktan (siyasi birim) ancak geçici olarak ayrılmışlardır. Bu bir hürriyet sorunu da tarih sorunu da, uzun dönemdeki ideallerle ilgili bir sorun da yaratmayacaktır. Ancak o günkü siyasi felsefeleri şart koşulludur (kısa dönem sendromu). Kısa dönem strateji ve mütalaalarına bir benzer misal de düşman topraklarında harekât halinde bulunan bir ordudur. Karşılarına bir engebe çıkar. Dağın öte yanına ulaşmak bir zarurettir, karar verilir, ama nasıl? Çünkü elde harita yoktur. İhtilaf çıkar. Yokuşu tırmanıp aşağı inelim diyenler olur, dağın etrafını dolaşalım diyenler olur. Bir de yokuş tırmanmanın çok zor olacağını, yamaçtan çevreyi dolaşan kervan yolunda da pusuya yatmış düşman birlikleri olabileceğini düşünenler vardır...
Dağın diğer yamacında dar bir patika vardır ama yoğun bitki örtüsü askerleri hem kamufile edecek hem de dinlenmelerine zemin sağlayacaktır. Ayrıca bitki örtüsünün sık olduğu yerde av hayvanının da bol olacağı düşünülür. Daha maceracı olanlar bir tünelle ulaşmaya bile düşünmektedirler...
Siyasi Tercih-İslami Tercih
Bütün bunlar siyasi tercihlerdir. Bunlar doğru-yanlış, helal-haram değildir, İslamisi- gayri İslamisi olmaz bunların. Komutan taarruza geçmeden önce bir divan (şurayı harp) toplayabilir. Subaylarından kendi birliklerindeki durumu rapor etmelerini isteyebilir. Bu siyasi bir süreçtir ve zaman ister. Zaman yoksa komutan kendi bildiğince amel eder. "Doğruca tepeye, oradan aşağı!" der mesela ve konu kapanır...
Veya kendisi baskın grupları (mangaları) oluşturup onları kendi yönetiminde öncü olarak (yolu temizlemek üzere) tepeye çıkarır. Kalanları diyelim iki guruba ayırır, başlarına birer komutan tayin eder ve birine sağ cenahtan, diğerine sol cenahtan hareket emri verir.
Bu örnekte, gayenin anlaşılmayacak bir tarafı yoktur, askeri güç tam bir bütünlük içindedir, liderlik güçlüdür, disiplin ve organizasyon tamdır. Belki de biz bu sürece siyasi bir süreç değil de bir karar verme süreci adını vereceğiz. Yine de bunda siyasi bir sürecin tipik özelliklerinden eserler vardır.
Siyasi düşünce şart-bağımlıdır (durumsaldır). Yeni bir durumu teşhis etmek dahi siyasi düşünce işlevinin bir parçasıdır.
Buradan hareket ederek diyebiliriz ki, İslami siyasi düşünce 19. ve 20. yüzyıllarda zuhur eden yeni hal ve şartları tanımlamaktan, mahiyetini görmekten, isimlendirmekten aciz kalmıştır. Neticede, Hindistan'da cihad namı altında münferit ve kopuk birkaç patlama görülmüş ki, aynı sıralarda Kafkasya'da, Kuzey ve Orta Afrika'da da benzer patlamalar olmuştur. Bunların ortak özelliği şudur: Batı'ya tepkidir, yetersizdir ve 'Hıristiyan' Avrupa ve Batı medeniyeti ile ilgili teşhislerde bulunmuştur.
Düşünebiliyor musunuz, Cemaleddin Afgani'nin bağlısı Mısır'lı âlim Muhammed Abduh, günün İngiliz başvekili Lloyd George'a müracaat kavlinde mektup yazıyor! 1928'de ihvan-ı Müslimin'i kuran Hasan El-Benna, 1946'da Batılı güçlerden "Arap davasına" yardımcı olmalarını talep ediyor!..
Yaşamının son günlerinde Benna Arap kavmine ne, kadar da medyun-u şükrandır, değil mi? 1930'lu yıllarda Mevdudi'ye bakarsanız, "İngiliz hükümeti İslam'ın doğal müttefikidir. " İşte dekolonizasyon (sömürgeciden kurtuluş) aşamasında Müslümanların siyasi düşüncelerindeki inanılması imkansız tutarsızlıklar!..
Batı'nın İslam zihniyetine olan sızması Celal Ali Ahmed'in, "Batı zehirlenmesi" dediği fenomenin ötesindedir." Hiç şüphe yok ki Batı Siret ve Sünnet'le alakası kalmamış olan en seçkin İslam düşünürlerinin zihniyetine sızmış, nüfuz etmiştir! Batı'nın 1930'ların 1940'ların İslam alimlerine küçümseyici, küçük düşürücü nazarlarla bakması şaşırtıcı mıdır?..
Batı bir yandan Rusya'nın, Orta-Asya ve Kafkas İslam’ını yutmasına izin verirken, diğer yandan kendisi bu tür' İslami zihniyet sahibi lider kadrolarını kullanarak İslam ülkelerinde paravan devletler ihdas edip duruyor du.
Tavır Zaafı
Hiç unutmayalım ki İslam'ın Batı'ya karşı tavrının başıboş ve koşullanmış oluşu onların ekmeğine yağ sürmüştür. Batı İslam’ı, İslam âlemini kendi davası istikametinde istimal gücünden o kadar emindir ki, soğuk savaş yılları boyunca "Tanrı tanımaz Komünist Rusya'ya" karşı onu en doğal müttefiki, mesai arkadaşı saymıştır, yani çantada keklik. Şimdi ise, İran İslam Devrimi ertesinde, şuurlu ve tavizsiz İslami mücadele sürecinde aynı Batı, bütün dünyada İslam'ı ve Müslümanları tabii hasmı ilan ediyor.
Bu bizim nihayet, yüzyıllar sonra Peygamber'in Siret ve Sünnet'i ile irtibatı sağladığımızın bir işareti, alametidir. Yani bugüne hitap etmek, anlamlı bir İslami siyaset formüle etmek için 1400 yıl öncesine dönüyoruz: Nebevi davetin tarz ve formülasyonuna.
Artık Batı'nın "doğal mesai arkadaşı" değiliz; ondan toprağımızı, halkımızı, kültürümüzü ve kaynaklarımızı geri alıyoruz. İşte bu Batı'yı paniğe itiyor. Teröristler! Fundamentalistler! Peki, ama dünden bugüne ne değişti? Neden bu feryat, bu korku, bu panik? Öyle, zira biz düşüncemizi, dünya görüşümüzü, metodumuzu (stratejimizi) Siret ve Sünnet kalıplarına, asli Kur'ani kalıplara dökmeye başlıyoruz!..
Ta Emeviler zamanında kopan hayati bağın yeniden birbirine bağlanmasıdır bu. Ve yeniden yerine oturtulurken herhalde İslam tarihinin hiçbir evresinde olmadığı biçimde hacimli bir şekilde oturtulmalıdır. Müslümanlar artık Batı'nın reçetelerine iltifat etmiyorlar!
İşte bu aşamada Açık İslam Üniversitesi'ne olduğu gibi, Küresel İslami Harekete de büyük iş düşmektedir. Aydınlar çağdaş İslami siyasi düşünceyi Siret ve Sünnet çerçevesinde yeniden belirlemeli, hareket içerisinde ona yön vermelidirler. Ve o ayarlanma sürekli olmalıdır...
Ancak o suretle İslam'ın tarihindeki çarpıklık giderilmiş olacaktır. En büyük reform odur, en belirleyici adım odur!..
Bu süreç zaman alacaktır. Yani İslami tavır ve mentalitenin topyekûn tashih ve tasrihi. Yüzyıllardır süren fikri, manevi ve davranış ile ilgili çarpıklıkların bir anda düzeleceğini düşünmek safdilliktir.
Müslümanlar izmihlal çukurundan çıkmalıdır. Bu çukur bir kere ayağı kayan hiç bir kültürün, dinin, medeniyetin yahut geleneğin çıkabildiği bir çukur da değildir. Tarihte bu tür bir ihya örneği yok. Herhalde bunu bildiği için Batı, İslam'ın gayya kuyusundan çıkma teşebbüsünü akıl ve mantık dışı buluyor!
Batı'nın bir ulus-devletler dünyası içinde Suud tarzı İslami Hükümet dışında bir şeye tahammülü yok! Hristiyanların Hıristiyanlık için belirlediği statünün aynısını Müslümanlar da İslam için belirlemelidirler! Bu fikir, İslam âleminden de destek bulmuyor sanılmasın. Bunlar kim? Bunlar, sömürgeci güçlerin ulus-devlet rejimleri adına ikame ettikleri yönetici elitler, burjuva sınıf, üniversiteler, entelektüeller, idareciler ve hatta kimi İslami partilerdir.
Bu devletlerin ekonomileri de Batı hakimiyetindeki küresel ekonomik sisteme entegre edilmiştir, ihvan gibi, Cemaat-i İslami gibi teşkilatlarla birlikte daha küçük birçok İslami partiler Batı'nın siyasi fikirlerinin bir ürünü olarak ortaya çıkmışlardır.
En azından İhvan, Cemaat-i İslami yaklaşımı Batı'ya İslam'ın herhangi bir orijinal fikri olmadığı ve İslam'ın daha önceden farklı olan temel her hangi bir şeyi ortaya çıkaramayacağı ve dolayısıyla Batı’nın İslam'dan korkacak herhangi bir şeyi olmadığı inancını verdi.
Batıyı Saran Telaş
Ancak bir vakıa kesindir: Batı İslam'dan korkmaktadır. En azından İran İslam Devrimi'nden (1979) bu yana Batı’nın bütün tepkilerinde bir korku, bir panik görülmektedir. Batı’nın bir İslam korkusunun olup olmadığının doğruluğu bir yana, bu hem Batı siyasi gündemini hem de evrensel İslami hareketin siyasi gündemini, teşkil etmektedir. Batı'nın siyasi emelleri bellidir: O tartışmasız cihanşümul bir hegemonya istiyor! Ulus-devlet çerçevesinde olmak kaydıyla Batı mahdut bir dine ve kültürel ifade hürriyetine izin verebilecektir, o kadar.
Ancak kendi ülkesinde kendi geleneğiyle, kendi inanışıyla, kendi kültürüyle tam hükümran olmak isteyenlere Batı'nın tahammülü yoktur! Asrıca siyasi söylemde de Batı kaynaklı fikirler dışında ideallerin cevelanına müsamaha edilmiyor. Batılı akademik yayın çevreleri ister Müslüman olsun, isterse gayri Müslim, İslam'a Batı gözlüğü ile bakmayan aydınları kabul etmiyor.
Bu tür eserler kenara itiliyor. Bu tür âlimler Batı üniversitelerinden dışlanıyor, eserlerini yayınlatamıyorlar. Mütevazı imkânlarla yapılan yayımlar da kitleye ulaşamıyor, yaygın olarak okunamıyor. Hatta kütüphanelere giremiyor. Ve Batı, paravan devletler üstündeki askeri ve siyasi tesirini, ekonomik tesirini İslami hareketi uçlara itmekle, dışlamakla kullanıyor...
Batı bunu yaparken son derece gelişmiş, iyi planlanmış siyasi stratejiyi kullanıyor. Onun İslam'a bakış açısı çok uzun bir maziye sahip ve sabit: O çizgide değişikliğe tahammülü hiç ama hiç yok! Onun İslam bilgisi ile bir ilgisi yok. O, İslam'a kendi cihanşümul çıkarları çerçevesinde bir yer veriyor, o kadar. Ve İslam'a bakış açıları ile Hıristiyanlığa bakış açıları aynı.
Yani bizim de Hıristiyanlık gibi Rönesans'ı kabul etmemiz lazım. Onunla gelen seküler kültür ve medeniyetin üstünlüğünü kabul etmemiz lazım. Özellikle de İslam'ın, Batı'nın dünya siyasetine, küresel ekonomik politikasına müdahaleyi düşünmemesi lazım. O gündemi değiştirmeye kalkışan her el kesilir! Fransızların 1954-62'de Cezayir'de yaptığı gibi, Sovyetlerin Afganistan'dayaptığı gibi...
Batı'nın Filistin, Bosna, Çeçenya, Keşmir, Mısır ve Sudan gündemi de aynıdır...
Anlaşılıyor ki İslam siyasi düşüncesi güç ile barışmak zorundadır, yani onu bir faktör olarak tanımak zorundadır. Batı'ya ve onun yeryüzüne yayılmış şeriklerine karşı İslam'ın güce ihtiyacı vardır. Batının yenilmez olmadığı Afganistan'da Mücahidin, Lübnan'da da Hizbullah örneğinde görülmüştür. İran İslam Devrimi'nin gücü de inkâr edilemez. O zafer sadece Batı destekli bir rejime karşı kazanılmış da değildir: İslam Devrimi pek çok ülkede Batı destekli karşı devrimci güçleri sindirmiş ve paravan Irak rejimi ile sekiz yıl süren bir savaş vermiştir, o savaş da Batı'ya karşı verilmiş bir mücadeledir...
İran Devrimi yeni bir siyasi, idari, hukuki ve askeri yapılanmayı da beraberinde getirmiştir. Ancak kusursuz değildir. Her yeni formasyonun eksikliklerini ve yetersizliklerini örtmek için zamana ihtiyacı vardır. Ama şu kesin bir vakıadır: İran İslam Devleti Asya'daki, Afrika'daki, Latin Amerika'daki herhangi bir sömürge sonrası devletten daha etkin, daha bağımsızdır.
İslam siyaset felsefesi bu gücü iyi tanımalı, iyi tanımlamalıdır, onun seferberliği ve gelişimi için gerekli mantık ve metodu yaratmalıdır.
Dünyanın her yerinden Afganistan ve Bosna mücadelesine katılmak için akın eden müminler bir ibret vesikasıdırlar. Bu güne kadar bu kendiliğinden ve belli bir olaya bağlı olarak cereyan etmiş bir keyfiyettir. Ancak bunlar, geleceğin İslam siyasetini, İslami siyasi stratejiyi formüle etmekte baz teşkil edecek ilk deneyimlerdir. Onlardan alınacak dersler vardır.
Ve strateji yelpazesi geniştir. Sokakta el ilanı dağıtmaktan, kitap ve sair neşriyattan tutun, gazeteciliğe, dergiciliğe, film ve video teknolojisine; gönüllü yetiştirmekten tutun, istihbarat birimleri kurmaya, askeri planlama ve organizasyona, işçileri örgütlemeye, gerektiğinde aktif çatışmaya kadar geniş bir yelpaze... İslam'ın siyasi stratejisi bütün bunları dünya çapında kapsamak zorundadır...
İhvan / Cemaat-i İslami tekelinin büyük zaafı, genel itikadi, manevi, ahlaki çerçeveyi çizmenin ötesine geçiremeyişleri, siyasi strateji belirleyemeyişleridir. Müslümanlar Pakistan ve Arap dünyasında karşısında bulundukları özel, mikro durumda işe yarayacak bir siyasi taktik geliştiremediler... Bunların bir temel varsayımı yanlıştı: Savaşım vermeden İslam devletine ulaşılabileceğini düşünüyorlardı. Yani onlar takva ve ihlas ile bu dinin ahlaki prensipler ile yarım yamalak bir siyasi. Perspektif ile sonuca ulaşabileceklerine saf saf inanıyor1ardı…
Galiba onların Peygamber tarzını yahut stratejisini anlayış tarzları da buydu. Ancak şu var: Rasulullah davranışın ahlaki prensipleri ile yola koyulmuş olsa bile değişen durumlara o ahlaki prensiplerin uygulanışı siyaseti teşkil ediyordu. Oysa bugün Müslümanların evrensel siyasi hareketi salt İslam itikadı ve ahlakı ile karıştırmamaları zarureti vardır. Siyasi düşünüş başkadır.
Kısmi hareket bile siyasi bir anlayışı kavrayış çerçevesini gerektirir. Bugüne kadar hep yapılan bir hata, Siret ve Sünnet bütününü kavramadan, onun cüzlerini tam kapsamı ile karıştırmak, parçayı bütün sanmak olmuştur. Yani kısmi kavrayışla yanlış hareket stratejilerine yol açmış, Siret ve Sünnet kaynak alınmakla politik aktörler (uygulayıcılar) kendilerini mazur görmüşlerdir. Bizce onlar olsa olsa daha önce kararlarını vermiş, sonradan Siret ve Sünnet'ten hareket stratejilerini, siyasi stratejilerim savunmak için yararlanmaya kalkışmışlardır...
Evrensel İslami hareket ivme kazanmıştır. Ancak teori ve yaklaşımlarda mükemmelliğe ulaşılmadan bu hareketliliğin korunması mümkün olmayacaktır. Umuyoruz o alanda da birtakım mesafeler herhalde alınmıştır. Bugün bu hareketin geleceğine ümitle bakmak için yeterli sebebe sahibiz bence. Ama icma, öncelikle küresel icma (konsensüs)... Bunu bundan sonraki bölümümüzün konusu yapacağız...
Beşinci Bölüm
EVRENSEL İSLAMİ HAREKETE DOĞRU
Evrensel İslami Hareketin varlığı, dünyanın hemen her bölgesinde İslami grup ve örgütlerin siyasi tavırlarındaki müşterek gidişatın gözlemlenebilmesi ile tanımlanır. Küresel manada bu siyasi paylaşımı tek tek Müslüman bireylerin her birinde gözlemek mümkün değildir. Batılı medya sürekli olarak dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan Müslümanlar arasında bir müşterek tavrın olmadığı ve beraber hareket etmediklerini ısrarla vurgulamakta, aynı zamanda bu gidişatı gözlemektedir. Batı'nın bu durum karşısında şaşkına döndüğü söylenebilir. Evrensel İslami hareketi bir yandan fundamentalist ve terörist olarak damgalarken, diğer yandan da Batı'mn yeni düşmanı olarak takdim ederek acil çağrıda bulunmaktadır.
Oysa İslam dünyasındaki siyasi davranış bütünlüğü tamamen de yepyeni bir vakıa değil. Bundan elli yıl önce de Müslüman ülkelerde batı yayılmacılığına karşı bağımsızlık isteyen ulusçu partiler vardı. Fakat bu partiler evrensel İslami hareketlerin bir parçası olarak görülmüyorlardı. Zaten bu partiler ve onların liderleri batı yayılmacılığının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Neden?
Bunun nedeni, daha önce de yeterince işaret ettiğimiz gibi, o günün demokrat ve ulusçu İslam hareketinin (onun kadrolarının, bizatihi sömürgecinin kendi eseri olmasıydı. Onlar ister istemez, bilinçli yahut bilinçsiz, Batı'nın küresel gündemi paravan devletlerle doldurma idealinin maşası durumunda idiler...
Batı sunu istiyordu: Yeryüzü haritasını dörde-beşe bölen 19. yüzyıl imparatorluklarının yerinde sayısız bağımlı-bağımsız ulus-devlet(devletçik) yaratmak. Esasen, dekolonizasyon dediğimiz süreç yeni bir sömürgeci atılımdı ve pek tabii çok daha sinsi bir süreç (yahut siyaset) idi.
Buna daha sonraları neokolonyalizm (yeni sömürgecilik) de dendiğini biliyoruz. Vakıa şudur ki Batı'mn dünyayı yeni bir tarzda yeniden hegemonyası altına almak için başlattığı bu sürece (dengeli ve kalıcı bir hegemonya arzulanıyordu), laik zihniyetli ulusçu partilerden, partici İslam'dan gelecek bir zarar yoktu, bir zarar gelmesini düşünmek imkânsızdı. Sonradan Birleşmiş Milletler Klubü de ihdas edilerek Güvenlik Konseyi mekanizması marifetiyle dünyanın kontrolü (dünya hegemonyası) bir forma bağlandı. Değişen ne?
Değişen şudur: Bugün Batı, dünya haritasının her noktasında yaşayan Müslümanlar cephesinde tarz ve tavırda, hissediş ve mefkûrede bir buluşma sezinliyor. O buluşma ki, ulusal tanımları, coğrafi sınırları, ırk, dil ve kültür bağlamlarını aşmış, onun üzerinde yükselmiştir.
Velhasıl artık o tarz ve tavır, o yöneliş küreseldir, geneldir!..
Ve o tavır Batı'nın kültürel hegemonyasından (Batı denen büyüden) kopma aşamasında kalmamaktadır. Batıya sırt dayamış lider kadrolarından, Batı'nın küresel ekonomi siyasetinden, kültürel baskısından ve genel sömürüsünden yaka sıyırma noktasında çakılıp kalmamaktadır. Bu tarz ve tavır, bu yöneliş ulusçuluk karşıtıdır.
Yakın tarih sömürgeci deneyimi/uygulaması sonrasında Müslümanların kendi siyasi kimliklerim tanıtmak amacıyla ulusçu etiketleri kullandıklarına dair herhangi bir kayıt yoktur. İslam dünyasında ulusçuluk batı tarafından ortaya çıkarılan ve dayatılan bir olgudur.
Tarihte ise Müslümanlar imparatorluklar bile kurmuşlar, o bayrak altında pek çok etnisiteyi (ırkı) ve milli varlığı kusursuz bir tarzda yönetmişlerdir. Siyasi meşruiyet kazanmak için herkesin eline ırkını yahut milliyetini sembolize eden bir bayrak vermemişler, ulus hüviyeti bazında siyasi sistemler ihdas etmemişlerdir.
Tarihte ise Müslümanlar farklı etnik kökenden gelen pek çok ırkı bir bayrak altında toplayan imparatorluklar kurmuşlar ve başarıyla yönetmişlerdir. Buna karşın kendi siyasi sistemine meşruiyet kazandırmak için ulusçuluk öğesini ön plana çıkarmamışlardır.
Dostları ilə paylaş: |