b. Dış Referanslar
Mu'tezilî görüş ve düşüncelerin oluşumunda etkili olan bir başka faktör de dış tesirlerdir. İlk müslümanlar Medine'de devleti kurup kurumları oluşturduktan sonra İslâm'ı tüm yer yüzüne yayma ve bütün insanlara ulaştırma projesine Hz. Peygamber'in kaldığı yerden devam etmek istediler. Bu amaçlar Hint, İran ve Bizans bölgelerine seferler düzenlediler. Bu seferler fetihlerle sonuçlanınca bu defa söz konusu yörelerde yeni kültürel problemler ortaya çıktı. Yerlilere İslâm'ı öğretme, onun akılcı ve insancıl yüzünü tanıtma ihtiyacı doğdu. İslâm Mekke'de doğdu sonra Medine'de Hıristiyan ve Yahudilerle karşılaştı. Arkasından Suriye ve Mısır'da Roma ve Bizans kültürleri ile; Irak ve İran'da Fars-Mecusî, Hint'te Brahman ve Şaman kültürleri ile karşı karşıya geldi Bu bölgelerde insanlar müslüman oldular fakat eski inanç ve geleneklerinden tamamen sıyrılamadılar. Çünkü inanç ve gelenekler birden bire değişmemektedir. Ayrıca İslâm'da müslüman olmayanlara da kendi dinleri üzere devam etme hakkı tanınmıştır. Nitekim Hz. Ömer devrinde Suriye, Mısır, Irak ve İran fethedilmişti. Emevî ve Abbasîler dönemlerinde ise hudutlar doğuda Maveraünnehir'den İspanya'ya kadar uzandı. Mısır ve Suriye'de Yahudi ve Hıristiyanlar, İran ve Irak'ta Zerdüşt, Mecusî, Maniheist ve Sabiîler yaşamaktaydı. Müslümanlar buraları fethettikleri zaman yerlilerin bir kısmı müslüman oldu bir kısmı ise eski dinleri üzere devam ettiler. Müslümanlar bu topraklarda farklı dinlerden insanlarla bir arada yaşamak durumunda kaldılar, onları etkilediler ve onlardan etkilendiler. Bunun sonucunda zihinlerinde birçok teolojik problem oluştu. Bu problemlerin bir kısmı mühtedilerin (yeni dini kabul edenler) eski dinlerinin etkisinden tümüyle kurtulamamalarından, bir kısmı inanarak değil başka emellerle İslâm'a girenlerin onu içeriden yıkmak için sinsice faaliyet yürütmelerinden, bir başka kısmı ise kendi dinleri üzere kalanların müslümanları etki altına almalarından kaynaklanmaktadır. İşte bu kanallarla müslümanların düşünce dünyasına birçok teolojik problem girdi. Bazı müslümanlar bu etkilerden korunmanın yolu olarak dışa kapanmayı ve dışardan gelen her türlü görüşü reddetmeyi gördüler. Bu nedenle dışardan gelen her türlü etkiye karşı çıktılar, red cepheleri oluşturdular. İlk selefiler aşağı yukarı bu görüşü paylaşmaktadırlar. Halbuki dış dünyaya kapıları kapayarak muhafazakâr bir tutumu benimsemek kısa vadede bazı kazanımlar sağlasa ve dış tesirlerden daha az etkilenmeyi temin etse bile uzun vadede problemlerin birikerek yumak haline gelmesine, problemlerine çözümler bulunamayan toplumun gerilmesine ve sonuçta büyük patlamalara neden olmaktadır. Nitekim günümüzde de kapalı toplumların belli bir birikimden sonra dışa açılma zorunluluğu duymakta olduğunu ve buna direnenlerin büyük sosyal patlamalar yaşadıklarını veya tümüyle yıkılıp yok olduklarını görmekteyiz.
İlk dönem kelâmcıları içinde dış dünyaya açık olanların başında Mu'tezile gelmektedir. Bu açılım onlar için fethedilen yerlerde yürüttükleri hizmetin etkinliği açısından önem arz ediyordu. Her ne kadar bazı araştırıcılar ilk Mu'tezilîlerin yazdıkları eşerlerin çoğunlukla Rafızilik, Mecusilik, Cebriyye, Seneviyye ve Hıristiyanlık gibi din ve mezheplere reddiye mahiyetinde olduğundan hareketle 283 bunların başlangıçta dış dünya ile onları red amacıyla ilgilenmiş olduklarını ve savunma psikolojisi ile ortaya çıktıklarını söylemekte 284 ve zamanla onların bazı yaklaşımlarını kanıksayarak problem ve yöntemlerini benimsediklerini, bunun sonucunda da asıl dinî meselelerin izah ve savunmasını bırakarak cevher, araz, atom gibi felsefi konuları işlemeye başladıklarını iddia etmekte iseler de, bu değerlendirme eksiktir. Zira Mu'tezile tanımak ve reddedebilmek kadar, faydalanmak için de yabancı kültürlere ilgi göstermiştir. Bu tavırları sebebiyle de zaman zaman yabancılaşmakla veya bazı problemleri yabancı kültürlerden ödünç almakla itham edilmişlerdir. Birçok müsteşrik yanında bazı müslüman yazarlar da Mu'tezile'ye bu tür ithamlar yöneltmişlerdir. Örneğin Kur'an'ın mahluk olduğu iddiası bu problemlerden biridir. İbnü'1-Esîr (ö. 637/1239) ve Hatîb el-Bağdâdî'ye (ö. 463/1071) göre İslâm'da Kur'an'ın mahlûk olduğunu ilk iddia eden, babası yahudi olan Bişr el-Merîsî'dir, İbn Kuteybe'ye (ö. 276/889) göre ise Abdullah b. Sebe' yanlılarından olan Muğîre b. Saîd (119/757)'dir. 285 Dolayısıyla Mu'tezile halku'l-Kur'an meselesini onlardan almıştır. Bu durumda bir başka problem de insanın fiillerinin kendisi tarafından yaratılması meselesidir. Makrizî (ö. 845/1442), insan fiillerinin onları yapanlar tarafından yaratıldığını savunan “Feruşim”. 286 adlı yahudi fırkası ile Mu'tezile arasındaki benzerliğe dikkat çeker ve bu kavramın Müslüman olan bazı yahudiler tarafından Mu'tezile'ye taşınmış olabileceği üzerinde durur. 287 H. A. Wolfson (1887-1974) Müşebbihe'nin antropomorfizmi gibi Mu'tezile'nin savunduğu yaratılmış Kur'an ve hür irade konularının da Yahudilikten geçtiğini söyler ve kanıt olarak bu hususların Tevrat'la ilgili olarak Karailer 288 tarafından savunulmasını gösterir. 289 İbn Hazm (ö. 456/1064) ve Abdülkahir el-Bağdâdî gibi âlimler ise Mu'tezile'nin tartıştığı konular üzerinde İran etkisinin bulunduğuna dikkat çekerler. 290 Köklü bir geçmişe sahip olan İran kültürü Araplar, karşısında incinen gururunu kurtarmak ve yeni oluşumda kendi rengini korumak için yozlaştırma pahasına müslümanlar arasında farklı çizgiler ve etki alanları oluşturma girişimlerinde bulunmuştur. Mu'tezile'nin tartışma konusu yaptığı kader ve ilâhî adalet gibi problemlerde bu etkileri görmek mümkündür.
Öte yandan Emevîler devrinden itibaren İslâm kültüründe Hıristiyan tesirleri başlamış olup Muaviye ve Yezid dönemlerinde Hıristiyan Sercun b. Mansûr er-Rûmî ve oğlu Yahya ed-Dimaşkî'nın saray yazıcısı olarak görev yaptıkları ve Kaderiyye mezhebinin ileri gelenlerinden olan Gaylân ed-Dımaşkî (ö. 120/738)'nin aslen Kıbtî olduğu bilinmektedir. Söz konusu ilişkileri delil gösteren Macdonald, T. J. de Boer (1866-1942), Weir (ö. 1928), A. Von Kremer gibi müsteşrikler bu dönemde tartışılan ilâhî sıfatlar, irade hürriyeti (kader), Kur'an'ın ezeliliği, cennet ve cehennemde nimet ve azabın ebedi olup olmadığı gibi konuların Hıristiyanlardan alındığını iddia etmişlerdir. 291 D. L. O'leary ve R. A. Nicholson (1868-1945) gibi müsteşrikler ise Mu'tezile'nin daha çok Yunan felsefesinden etkilendiğini, hatta onu dini öğretilerini tamamlayan bir unsur olarak gördüklerini dile getirmektedirler. 292 De Boer bu etkinin bilhassa kader konusunda kendini açık olarak gösterdiğini ileri sürerken 293 Macdonald Yunan felsefesi yerine Roma düşüncesine yakın olmaları sebebiyle Endülüs müslümanlarnın kelâm yerine fıkha yöneldiklerini, Mutezile'nin ise Bizans ve Suriye medreseleri yanında Yunan'ın felsefesi üslûbundan etkilendiğini kaydeder. 294 Öte yandan Von Kremer Mutezile'nin Yunan metafiziğinin, özellikle bu kültürü temsil eden St. John ve Yahya ed-Dımaşkî'nin etkisi ile zuhur ettiğini ileri sürerken 295 J. Horovitz (1874-1931) ve M. Horten (1874-1945) kelâmın atom, halâ, kûmun, tevellüd gibi teorilerinin filozoflardan alındığını kaydederler. 296 Mu'tezile'yi felsefî olmayan ve felsefî diye iki devreye ayıran H. A. Wolfson ise Mu'tezile'nin birinci devrede “Kelâm metotları” diye nitelenen metotlarla çalıştığını, Me'mun döneminde felsefe kitaplarının tercüme edilmesinden sonra ise bu kitapları okuyarak kelâm metodu ile felsefî metodu mezcettiklerini ve böylece Yunan felsefesinin tesiri altına girdiğini kaydeder. 297 Oryantalistler, determinizmle özdeş saydıkları kader inancını reddeden Mu'tezile'ye hayranlık duymuşlardır. Mu'tezile din meselesini sırf akıl bakımından ele almamaktadır. Bu nedenle onları feylesof, serbest düşünceli, serbestlik taraftarı olarak tarif etmek kadar müdafaası güç bir şey olamaz. Aksine onlar sıkı bir şekilde hareket eden kelâmcılardı. Gayeleri dine hizmet idi. Felsefe onlar için bir vasıta, bir araçtı. Onlar hiç de müsamahakâr değildiler, kaza ve kader konusundaki hataları da Eş'ârî'den az değildi. Yarattıkları şey müslüman skolastiğidir. 298
Mutezile muhalifleri, onların dış kültürlerle bu denli ilişki içinde bulunmalarını eleştirerek Mu'tezile'nin başlangıçta hasımlarına karşı İslâm düşüncesini savunmak için felsefeyi bir araç olarak kullanmayı düşündüklerini ancak içine girip onunla ilgilenmeye başlayınca kendi tarihlerinde yeni bir dönemin başladığını, dünyalarının değiştiğini, felsefeyi sevmeye başladıklarını ve bunun sonucunda dinî konulardan uzaklaşarak felsefî meselelere daha çok daldıklarını, mesailerinin büyük kısmını cevher, araz, hareket, sükûn, mevcut, madûm, cüz la yetecezza gibi felsefi konulara harcar hâle geldiklerini, felsefe ile dini telif etme teşebbüslerinin felsefeden daha fazla etkilenmeleri ve problemlerinin çoğunu felsefî konuların oluşturması sonucunu doğurduğunu söylerler. 299
Mu'tezile'nin geliştiği coğrafyada çeşitli dinî ve felsefî cereyanlar vardı ve onlar yüklendikleri misyon gereği kendi mezhepleri yanında bu cereyanları da iyi tanımak zorundaydılar. Çünkü bu mezheplere karşı alternatif düşünceler üretme ihtiyacı duyuyor, zaman zaman birinin düşünceleri ile diğerine cevap veriyorlardı. Nitekim Yeni Eflatuncu gnostik akımlar İslâm dünyasını Şia ve tasavvuf gibi hareketler yoluyla etkilemeye başlayınca, onlar Aristo geleneğinden yana tavır koyarak, Kindî (ö. 252/866) gibi bu gelenekten yana filozoflara destek olmuşlardır. Mu'tezile mezhebine mensup olan ünlü Abbasî halifesi Me'mun İskenderiye, Harran, Cündişapur gibi felsefe geleneklerinin bir sentezi olan Beytü'l-hikme'yi kurmuştur. Mu'tezililer dış dünyaya açık olan bu tür kurumlarda geliştirdikleri düşünceler sayesinde hem güçlü bir şekilde savunma görevi yapmışlar hem de ürettikleri çözümlerle içeride problemler yumağı oluşmasına engel olup toplumu rahatlatma ve tansiyonu düşürme gibi bir görev yapmışlardır.
Mu'tezile, kullandığı çok yönlü referanslar sayesinde dinî konularda aklın ve tecrübî metodun kullanımı, siyasîler karşısında bağımsız tavır sergileme, yabancı kültürlerle hesaplaşma gibi birçok konuda önemli tecrübeler kazanmıştır. Bu nedenle itikadı, sosyal ve metafizikle ilgili konuları araştırırken onların bu tecrübelerinden müstağni kalamaz, problemlerle insan aklı arasında kurdukları ilişkiyi görmezlikten gelemeyiz. Mu'tezilî tecrübe bizim için önem arz etmektedir. Çünkü bu noktada gösterilecek gayretler ve elde edilecek başarılar onların tarihte nasıl düşündüklerini ortaya koymakla kalmayacak, günümüze de ışık tutacaktır. 300
Dostları ilə paylaş: |