b. Hayır ve Şer
Kadı Abdülcebbâr, kaza ve kadere inananların “Ümmetin hayır ve şerri Allah'a nisbet ettiğini, bunların Allah'ın kaza ve kaderiyle vuku bulduğunu söylediklerini ve buna karşı çıkanların icmaya muhalefet etmiş olacağını ileri sürdüklerini” kaydettikten sonra “Bizce esas olarak hayır fayda, güzel ve ona götüren şey; şer ise zarar, kötü ve ona götüren şey demektir. Bunun dışındaki kullanımlar mecazdır. Bu nedenle kulun iyiliği için olan bir zarara şer demeyiz. Allah'ın ahirette vereceği cezaları, dünyada hadlerin uygulanması, kınama gibi emirleri şer olarak nitelemeyiz. Bu nedenle de Allah'ın şerri yarattığını söylemeyiz. Bu şekilde vasıflandıranın da küfre düşeceğini söyleriz. Allah, kulun zararına olan kötü işleri yapmayınca, O'nun şer fiil yaptığı söylenemez. Durum böyle olunca bir maslahata dayanan hastalık, fakirlik gibi hâller şer olarak vasıflandırılamaz. Kulun fiillerinin Allah tarafından yaratıldığını iddia eden için böyle bir nispet caiz değildir. Şer ise asla Allah'a nisbet edilemez.” demektedir. Şerrin Allah'ın kazası olduğunu söyleyen kişi ise, fiili Allah'a nispette isabet etmekte fakat bunu şer olarak isimlendirmede yanılmaktadır. Masiyetlerin kullara izafe edilmesine gelince, bunların şer olarak isimlendirilmesi isabetli, kullara nispeti ise hatalıdır. Çünkü bunların bildirim ve yazım (ihbar ve kitabet) açısından Allah'a nispet edilmesi gerekir. 618
c. Hüsün ve Kubuh
İyilik ve güzellik anlamlarına gelen hüsün ve kötülük, çirkinlik anlamlarına gelen kubuh terimleri kelâm ilminde iyilik ve kökülüğün mahiyet ve ölçüsüne ilişkin tartışmaları konu edinir, eylemlerin ahlâkî ve dinî değerini ortaya koyar. Kelâmcılar bu konuyu iyilik ve kötülüğün ilâhî sıfat ve fiillerle ilişkisi, değerlerin varlığa ait zâtı nitelikler olup olmadığı, âlemde kötülüğün mevcudiyeti meselesi, iyilik ve kötülüğün sorumlulukla ilgisi, nimet verene teşekkür etmenin, dolayısıyla Allah'a ibadet etme görevinin iyi olduğu hükmünün akıl ve dinle münasebeti, akıl ile vahyin şer'î hükümleri bilme vasıtası olarak önem ve öncelikleri, bunun kuralı koyan Allah (sâri') ve mükellef açısından sonuçları, insan fiillerindeki iyilik ve kötülüğün mahiyeti gibi açılardan incelenmiştir.
Mu'tezile, hüsün ve kubuh problemini Allah'ın Adil olduğunun temellendirilmesini adalet esasının birinci meselesi saymakta ve Allah Teâlâ'nın zulüm işlemeyeceğini ve kabih iş yapmayacağını kabul etmeden, O'nu Adil ve hakîm olarak nitelemenin mümkün olmadığını söylemektedir. Hüsün ve kubuh meselesi varlık ve bilgi problemi açılarından tartışılmıştır. Onlara göre bu mesele varlık yönünden zatî, bilgi problemi açısından aklîdir. Yani şeriatın bildiriminin ötesinde ve öncesinde varlık ve olaylarda bir güzellik ve çirkinlik vardır ve insan aklı kendi gücü ile bunları bilicidir.
Mu'tezilîler, prensip olarak hüsün ve kubhun aklîliğini savunmakla beraber bir fiille ilgili bütün yönleri bilebilmek için vahye de ihtiyaç olduğunu söylerler. Böylece hüsün ve kubuhu aklî ve şer'î diye ikiye ayırır ve başkasına taalluku dolayısıyla değil, zâtı itibariyle kabîh olana aklî kabih ve kendisine ait özellik dolayısıyla güzel olana da aklî hasen derler. 619 Kadı Abdülcebbâr bir başka açıdan haseni, güzelliğe ilave bir niteliği olan ve olmayan diye ikiye ayrır. Birincisinin medhe konu olduğunu, ikincisinin ise herhangi bir övgüyü gerektirmeyip sadece mübah olduğunu söyler. Ayrıca birincisini nafileler gibi yapılması medhe konu olmakla beraber terki zemmi gerektirmeyen ve farzlarda olduğu gibi yapılması medhi ve terki zemmi gerektiren diye ikiye ayırır. 620 Mu'tezile, her ne kadar hüsün ve kubhun tanımında değişik kriterlere dayanmakta ve kavram üzerinde ihtilaf etmekte ise de, onların çoğunluğu fiilleri hasen ve kabîh kılan yönlerin bulunduğunda birleşmektedir. 621 Ebü'l-Kasım el-Belhî, hüsün ve kubhun kendi bünyesinde taşıdığı özellikler sebebiyle (li zâtih) bu adı aldıklarını, 622 Ebû Ali el-Cübbâî ve Ebû Hâşim el-Cübbâî ise hüsün ve kubhun, zatı sebebiyle değil sahip olduğu durum (vücuh) dolayısıyla bu vasfa sahip olduğunu söylerler. 623 Mu'tezilîlere göre bir fiili kabîh yapan yönler zulüm, abes, yalan, küfran-ı nimet, cehalet, kabih olanı irade, kabîh olanı emir ve kişiyi gücü dahilinde olmayan şeyle yükümlü tutmadır. 624 Bir fiili hasen yapan yönler ise adalet, fayda (salah), doğruluk ve hasen olanı iradedir.
Mu'tezile hüsün ve kubhun kaynağı konusunda da ihtilaf halindedir. Kadı Abdülcebbâr, yön teorisini benimseyerek belli bir oranda izafiliği kabul etmekte ve fiilde söz konusu “Yön” gerçekleşmeden önce onun hakkında iyi-kötü hükmünün verilemeyeceğini söylemektedir. Emir ve yasaklar hüsün ve kubhu belirlemez, sadece fiildeki vasfı ortaya koyup onun vücubunu açıklar. 625 İşte bu da hüsün ve kubhun fiillerde emir ve yasaklardan önce olduğunu (objektif) gösterir. 626 Hüsün ve kubuh zatî olunca akıl ve din hasen ve kabih kılıcı değil, fiillerde mevcut olan nitelikleri beyan edici olmaktadır. Demek ki, emir ve nehiy sigaları hasen veya kabih kılıcı değil, nesne ve fiillerde bu vasıfların bulunup bulunmadığını bildiricidir. Dolayısıyla dinin bir şeyi hasen veya kabih kılma gibi bir yetkisi yoktur. 627
Mu'tezile hüsün ve kubhun aklîliği ile zatı sebebiyle hasen ve kabih olanı kastetmektedir. Örneğin zulüm, yalan, cehil, kabini irade, onu emretme ve kişiyi gücünün yetmediği ile mükellef tutma zâtı itibariyle kabîh; ihsan ve zarara götürmeyen faydalanma da zatı itibariyle hasendir. 628
Dinî hasen ve kabîh dediklerinde ise güzel veya çirkinliğini dinin tek başına tespit ettiği fiili kastetmektedirler. Yani aklın onaylamasını beklemeden şeriat hükmünü kendi başına verir. Dolayısıyla aklın kabih gördüğü bir fiili din hasen, ya da Aklın mübah gördüğü bir fiili din kabih görebilir. Mu'tezililere göre dinî hüsün ve kubuhta, dinin hükmü belli olmadan önce, Aklın bu hükme ulaştıramayacağını, dinin hükmü belli olduktan sonra ise Aklın onunla ittifak edebileceğini kastetmektedirler. 629 Akıl ve din hasen veya kabih kılıcı değil onları beyan edicidir. Yani “Allah şunu vacip kıldı” dediğimizde esasında zatı itibariyle vacip olan bir hususu bize bildirdi ve bu hususta deliller getirerek onu doğru bir şekilde anlamamıza yardımcı oldu, demektir. Çünkü hasen ve kabîh esas itibariyle zatîdir. Dolayısıyla şeriatın bir şeyi hasen veya kabîh kılma yetkisi yoktur. Kadı Abdülcebbâr, “Vücûh” teorisi ile bu görüşe karşı çıkar ve bizatihi hasen veya kabîh olmanın dinin bir şeyi vacip kılmasına engel olmayacağını söyler. 630
Mu'tezile hüsün ve kubuh problemini ortaya koyduktan sonra Allah Teâlâ'nın kabih fiili işleme kudretinin olup olmadığını sorgular ve Allah'ın zulme kadir olup olmadığını tartışır. Allah'ta kabih fiil işleme kudretinin bulunmadığını söyleyen Nazzâm, Ebû Ali el-Esvârî ve Cahız kabih tabirinin itibarî olduğunu ve yasak emri ile bu hükmü aldığını, Allah için yasak konulamayacağından O'nun hakkında kabih hükmünün uygulanamayacağını söyleyen cebir yanlıları (Mücebbire) ile gerekçeleri değişik de olsa aynı sonucu paylaştıklarını söyler.
Buna karşı Kadı Abdülcebbâr, Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf, Ebû Ali el-Cübbâî ve Ebû Haşim el-Cübbâî'nin de içinde bulundukları Basra ekolünün görüşünü benimseyerek Allah Teâlâ'nın kabîhe kadir olduğunu fakat hikmeti gereği onu yapmadığını söyler. O, bu görüşünü vücûh (yönler) teorisine dayandırarak açıklar. Fiillerde hasen ve kabihliğin geçici olduğunu, fiilin kendisinin ise bunlardan öncelikli olduğunu söyler. Şöyle bir örnek verir: “Ali evdedir” dediğimizde bu ifade Ali'nin evde olup olmamasına göre hasen veya kabih (olumlu veya olumsuz) olabilir. Fakat her iki durumda da fiil aynıdır. Demek ki ister hasen, ister kabih hükmünü taşısın, her iki durumda da fiile kudret vardır.
Kadı Abdülcebbâr, Allah'ın kabihe kudretinin olduğunu fakat adaleti gereği onu işlemediğini kaydeder. Allah bizde zarurî bilgiyi yarattığı gibi, bunun zıddı olan cehli de yaratmaya kadirdir. Çünkü bir şeye kadir olan, varsa zıddına da kadirdir. Ancak onun kabihe kadir olması, onu yapmasını gerektirmez. Kadı Abdülcebbâr bu görüşünü Allah'ın zatıyla âlim ve her türlü ihtiyaçtan müstağni oluşuna dayandırır. Allah, kabih şeylerin kubhunu bilir ve onlardan müstağnidir. Onlardan müstağni olduğunu da bilir. Bu durumda olan da hiçbir şekilde kabih iş yapmaz. 631
Kadı Abdülcebbâr bu aklî açıklamaları yaptıktan sonra Allah'ta kabih işlerin bulunmadığını ifade eden ayetlere temas eder. 632 ve bunlarda Allah'ın kudretinin değil, fiilinin söz konusu olmadığını söyler. Allah'ın, bu tür fiilleri yapmadığını belirterek, kendisini övündüğünü belirtir. 633
Dostları ilə paylaş: |