h. Yaratma
Ölçüp biçmek, örneksiz ve benzersiz yapmak, düzeltmek, bir şeyden başka bir şey meydana getirmek anlamlarına gelen “Halk” kelimesi, kelâm literatüründe “Yoktan var etme” anlamına kullanılmış ve bu vasfa Allah'tan başka sahip olan kimse bulunmadığı için sadece Allah'a nisbet edilmesi gerektiği savunulmuştur. Ehl-i Sünnet, insan fiilleri de dahil her türlü yaratmanın Allah'a ait olduğunu söylemektedir. Mu'tezile ise, insan fiillerinin sorumluluğunu temellendirmek için bunları Allah'ın değil, insanın yarattığını ileri sürmüştür. Böylece yaratma üzerinde uzun bir tartışma başlamıştır. Allah Teâlâ'nın insan fiilleri dışındaki olaylarda mutlak yaratıcı olduğunda Mu'tezile ile diğer mezhepler arasında ihtilaf yoktur. İhtilaf, insan fiillerindedir. Kadı Abdülcebbâr, “Allah Teâlâ'nın gücünün, ancak insanı tabiî yollardan yaratmaya yeteceğini” söyleyen Ebû Bekir er-Râzî'yi eleştirir ve onu mülhid olmakla itham eder. 689 Kadı Abdülcebbâr benzer bir tepkiyi, med ve cezirîn ayın etkisi ile meydana geldiğini söyleyen Kindî'ye gösterir ve Allah'ın kudretini sınırlandıracağı, nesneleri yoktan yarattığı inancını ortadan kaldıracağı endişesiyle âlemde kanun bulunduğu düşüncesine karşı çıkar. 690
İlk Mu'tezilîler, insanların kendi fiillerini kendilerinin yarattıklarını ancak bu yaratmanın cisim ve cevherlerin yaratılması şeklinde değil; oturma, yürüme gibi araz türünden fiiller olduğunu söylerler. Bu nedenle de insan için çoğunlukla “Halik” yerine “Muhdis” terimini kullanırlar. Halk lafzını kullandıklarında da, Allah için kullandıkları anlamdan farklı bir mâna yüklediklerini ima ederler. 691.
Mu'tezile, Allah dışındaki varlıklara halik sıfatının verilip verilemeyeceği tartışmasını, kendi dışındakilerle olduğu gibi kendi içinde de sürdürmektedir. Bazı Mu'tezilîler, Kur'an-ı Kerim'de halk kelimesinin Allah'a tahsis edildiğini belirterek, bu kavramın Allah dışındaki varlıklar için, dolayısıyla insan fiilleriyle ilgili olarak kullanılamayacağını savunmaktadırlar. Bazı Mu'tezililer ise Kur'an-ı Kerim'de halk sıfatını insanlara da izafe etmeyi mümkün kılan ayetlerin bulunduğunu söyleyerek bu görüşe karşı çıkmaktadırlar. Bunlar, “Hz. İsa'ya çamurdan kuş yapıp içine üflediğinde kuş olacağının hatırlatıldığını” bildiren ayette “Halk” fiilinin Hz. İsa'ya nisbet edildiğini 692 ve
“Yaratanların en güzeli olan Allah” 693 ifadesinde ise çoğul sigası kullanılarak halik sıfatının Allahtan başkasına da nisbet edilebileceğine imkân sağladığını ileri sürmektedirler.
Mu'tezile, nesnelerin yoktan var edilmesi tarzındaki fiiller ile araz şeklindeki fiilleri birbirinden ayırmakta, birinci şekilde yaratmayı sadece Allah'a, ikinci şekilde yaratmayı ise hem Allah'a hem de insana nisbet etmektedirler. Kur'an-ı Kerim'de geçen yaratma fiillerini de bu çerçevede Allah'a ve insanlara nisbet etmektedir. Kadı Abdülcebbâr bu tartışmalara temas ederken örnek olarak
“Allah Teâlâ'nın her şeyin yaratıcısı olduğunu” 694
“Allah'tan başka yaratıcının bulunmadığını” 695 ve
“Allah'a yaratmada ortaklar koşmanın şirk olduğunu” 696 bildiren ayetleri ele almakta, bunlarda medih, parçanın bütüne (cüz'ün külle) tabi olması, nesnelerin özlerinin (cevher ve ayınların) yaratılması, tahsis (hususî bir mâna taşıma) gibi anlamların söz konusu olduğunu belirtmektedir. Birinci ayetle ilgili olarak insanın fiillerini de yaratmış olması durumunda, Allah Teâlâ'nın içinde küfür, isyan, yalan gibi fiiller bulunan işlerle övünemeyeceğini kaydetmekte, “Allah her şeyin yaratıcısıdır” ifadesiyle ise umûma hitap edip hususun kastedildiğini (zikrü'1-kül kasdü'1-ba'z) dolayısıyla Allah'ın her şeyin değil, sadece eşyanın çoğunun yaratıcısı olduğunun bildirildiğini belirtmektedir. 697 ikinci ayette genel yaratma yerine rızık verme kastedilmekte, üçüncü ayette ise cisimleri, cevherleri, arazları yaratmaya kadir olan Allah'ın yaratması ile, oturma, kalkma gibi eylemleri yaratma anlamına gelen insanın yaratmasının biribirinden farklı şeyler olduğunun ifade edildiğini söylemektedir. 698
1. Allah'ın Fiilleri ve Vâcib alellah Kavramı
Mu'tezile'ye göre adalet esasının özü Allah Teala’nın adil ve hakîm olmasıdır. Bunun anlamı Allah'ın fiilleri içinde kabihliğin bulunmaması ve Allah'ın kendine vacip olanı ihlal etmemesi, bir başka tabirle bütün fiillerinin hasen olması demektir. Mu'tezililer, bu esaslar dahilinde Allah için vacip kabul ettikleri ilâhı fiilleri salah-aslah, teklif, ilâhî lütuf, elem, ivaz gibi meseleler şeklinde taksim etmişlerdir.
Mu'tezilenin hüsün kubuh anlayışı ile Allah için vacip kabul ettikleri ilâhî fiiller arasında açık bir ilişki söz konusudur. Allah'ın fiillerinin hasen oluşu, insanlara bir şekilde lütûfta bulunmasını, faydalarına olan şeyleri yapmasını, eğer onlara dünyada elem vermişse, adaletinin gereği olarak ahirette ivaz ödemesini, işlemedikleri günahlar sebebiyle müşriklerin çocuklarına azap etmemesini gerekli kılmaktadır. Mu'tezilenin hüsün ve kubuh anlayışına göre bütün bu hususlar ilâhî adaletin gereği olarak Allah'a vaciptir. Allah Teala’nın bunları yerine getirmemesi de üzerine vacip olan şeyleri terketmesi demektir. Bunların zıddını yapması durumunda ise kabih iş yapmış olur.
Mu'tezile'de “Vacib alellâh” terimi, anlaşılması zor ve manası kapalı bir kavramdır. Mu'tezile'nin, yukarıda söz konusu ettiğimiz hususların Allah'a vacip olduğunu kabul etmesi, hasımları tarafından çok şiddetli tenkitlere uğramıştır. Çünkü bu kavram, bazı fiilleri Allah'a zorla yaptıran bir kuvvetin bulunduğunu kabul etmeyi içermektedir. Kadı Abdülcebbâr vacib kavramını “Gücü yeten kişinin işlemediği zaman cezaya müstehak olacağı fiil” diye tanımladıktan sonra bunu isteğe bağlı ve zorunlu (muhayyer ve mudayyak), aklî ve dinî vacip gibi kısımlara ayırmaktadır. Birincisi tercihli ve geniş kapsamlı olup borcunu ödemek, keffareti yerine getirmek örneklerinde olduğu gibi gücü yeten kişi bizzat bu fiilleri veya yerlerine geçebilecek işleri yapmadıkları zaman cezayı hak ederler. İkincisi ise zorunlu ve dar kapsamlı olup emaneti sahibine iade etme, vaktin sonunda namazın kılınması örneklerinde olduğu gibi kadir olanın bizzat kendisinin, yapmadığı takdirde cezaya çarptırılacağı fiillerdir. Allah Teala’nın bilinmesinin aklî/mudayyak türden bir vacip olduğunu söyleyen Kadı Abdülcebbâr, dinî vacibin kabullenilmesi bazı aklî gerçeklere ulaşmaya bağlı olduğundan aklî vacibin dinî vacipten önce geldiğini bildirmektedir. 699
Kadı Abdülcebbâr vacip kavramına yüklediği anlamla onu hasımlarının ithamlarının dışına çıkarmaya çalışmıştır. Çünkü ona göre vacip, özellikle Allah için değil, mükellefler için kullanıldığında yapılmasını gerektiren zorunlu bir sebebin bulunduğu anlamına gelir. Zira bazan bu kavramla “Vacip olanı bilme” anlamı kastedilir. Örneğin “Allah mükelleflere vacipler koydu.” denildiğinde, insanda onları bilme kabiliyetini yarattığı kastedilir. Eğer bir kişinin vacibin anlamını biri öğretmeksizin anlaması mümkün olsa, onu bilmek kendisine vacip olmuş olur. Kadı Abdülcebbâr Allah'ın vacibi bilişini ve bir sebep olmaksızın bunu kendisi için gerekli kılışını, birisi kendisine vacip kılmaksızın insanın vacip olanı bilmesine benzetmekte 700 ve Allah'a vacip olma kavramını, bir başka sebebin zorlaması olmaksızın Allah'ın kendi kendine vacip kılması şeklinde açıklamaktadır. Kıvamuddin Mankdim, Kadı Abdülcebbâr'ın bu açıklamalarını bir örnekle şöyle açıyor: “Allah'ı bilmek, Allah'ın insanlara ilk vacip kıldığı şeydir” sözü, Allah'ın insanlara vacip olduğunu bildirdiği ilk şey, anlamına gelir. 701
Dostları ilə paylaş: |