İslam inanç Sİsteminde akilcilik ve kadi abdulcebbar



Yüklə 1,45 Mb.
səhifə4/39
tarix26.08.2018
ölçüsü1,45 Mb.
#74551
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   39

I. BÖLÜM




A. BİLGİ TEORİSİ VARLIK VE AKIL

1. Bilgi Teorisi İle Varlık Felsefesi Arasındaki İlişki

Bilgi, suje ile obje arasında kurulan olumlu ilişki diye tanımlanır. 48. Burada obje varlığı ve suje de insanı ifade etmektedir. Bilginin oluşması için bu iki öge arasında kurulan zorunlu ilişki, varlık felsefesi ile bilgi teorisi arasında da söz konusudur. Bu ilişkide insan zihnini ön plana çıkaranlara yani sujeyi müstakil varlık kabul edip objenin varlığını ona bağımlı kılanlara idealist, objeyi ön plana çıkaranlara yani insan zihninden müstakil olarak maddenin varlığını kabul edip, ilmi maddelerin zihne yansıması şeklinde tarif edenlere de realist denilir. Bilgi problemi, felsefede ilmin imkânı, mahiyeti, kaynağı ve değeri noktalarından ele alınır. Bilginin imkânını reddeden şüphecileri (sofistler) hariç tutarsak geri kalan bütün düşünürler bilginin imkânı hususunda olumlu kanaat belirtmişlerdir. Bilginin kaynakları da duyular, akıl ve sezgi olmak üzere üç grupta toplanır. Birincisine realistler, ikincisine de idealistler daha çok itibar ederler. Üçüncüsü ise Kant'ın ilk ikisine yönelttiği eleştirilerden sonra savunulmaya başlanmıştır.

Kelâmcılar ilmi, mezkûrun (objelerin) zihinde tecellisi şeklinde tanımlarlar. Bu tanım realistlerin ilim tanımına yakın görünmekle beraber, onların tanımı ile aynı şey değildir. Çünkü realistlere göre düşünmek için idrak etmek, idrak etmek için de idrak edilecek şeyin maddî olması gerekir. Halbuki kelâmcıların söz konusu ettiği mezkûr sadece mahsûsâtı (duyularla algılanan varlıkları) değil, bütün mevcudatı içine almaktadır. Kelâmcılar bilginin kaynakları konusunda da duyular, akıl ve doğru haberden oluşan bir terkip oluşturmuşlardır.

Bilginin oluşumunda aklı önemli bir araç kabul eden Kur'an, insanı Allah'a imana çağırırken onun aklına hitap eder ve varlıklar üzerinde düşünmeye davet eder. Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yer yüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için birçok deliller bulunduğunu bildirir. 49

Kur'an'ın dikkat çektiği bu noktalar yani evrenin oluşumu, madde ve hayatın mahiyeti ve âlemde geçerli bulunan yasaların tespitine dair arayışlar insanlık tarihi ile yaşıt olmakla beraber, çözüme ilişkin öneriler zaman içinde değişikliğe uğrayarak günümüze gelmiştir. Bu değişim sadece evren hakkındaki ontolojik kabullerde değil, aynı zamanda onun algılanış yönteminde de söz konusudur. Burada kozmogoni ile varlığı kavrama yöntemi, bir başka ifade ile ontoloji ile epistemoloji arasındaki ilişki ortaya çıkmaktadır. Bunların öceliği klasik bir tartışma olup, burada çözülecek bir konu değildir. Bizim amacımız bu iki problem arasındaki ilişkiye dikkat çekmek, varlık teorisi ile bilgi felsefesi arasındaki irtibata işaret etmektir. Örneğin iptidaî toplumların mitolojik karakterli varlık anlayışları ile okültist özellikler taşıyan bilgi metotları arasında bu uyum görülmektedir. Aynı uyumu ilk ve ortaçağ filozof ve düşünürlerinin varlık ve bilgi felsefeleri arasında da görmek mümkündür. Bu nedenle bir dönemin veya düşünce hareketinin epistemik yaklaşımlarını anlayabilmek için söz konusu dönemde veya akımda hakim olan varlık felsefesine bakmak gerekir. Aristo'yu örnek verecek olursak; o madde ve formlardan oluşan ve merkezinde dünyanın yer aldığı bir âlem tasavvur etmekte, bu âlemin ay üstü olarak isimlendirdiği gök cisimleri ile, ay altı diye isimlendirdiği yeryüzü varlıklarından oluştuğunu söylemekteydi. Ay üstü âlemin “Esir” adı verilen ve hareketi sonsuz varlıklardan meydana geldiğini, her türlü değişkenliğin ise toprak, su, ateş ve havadan oluşan ay altı âleme ait olduğunu kabul etmekte ve ay altı âlemde olup bitenlerin ay üstündeki cisimlerle ilgisinin olduğunu düşünmekteydi. 50 Daha sonra Batlamyus / Ptolemaios (ö. 168) tarafından sistematize edilen ve ortaçağa egemen olan bu kozmoloji ile, yine ortaçağda sihir, tılsım, kehanet gibi yaygın okült yaklaşımlar örtüşmektedir. 51

İslâm'da Allah'ın ezelî ve ebedî olan zorunlu varlık olduğu, O'nun dışındaki varlıkların ise sınırlı ve mümkün varlıklar oldukları kabul edilir. Kelime-i tevhidin birinci bölümünde mutlak varlık, ikinci bölümünde ise Hz. Muhammed'in şahsında mümkün varlıklar dile getirilir. Ayrıca varlıklar âleminin duyularımız tarafından algılanan nesneler âlemi (şahadet âlemi) ve duyuların ötesinde bulunan varlıklar (gayb âlemi) olmak üzere ikiye ayrılması söz konusudur. Bu tasnife paralel olarak da mutlak bilginin ancak mutlak varlığa ait olduğu, mümkün varlıklara ait bilgilerin ise izafî olduğu kabul edilmektedir. Mutlak varlık ile mümkün varlıklar arasında görülen uyum, bunlar tarafından üretilen bilgilerde de söz konusudur. Dolayısıyla mutlak varlığa ait bilgileri ifade eden vahiy ile mümkün varlığa ait bilgileri temsil eden akıl ve duyuların verileri arasında çatrşma düşünülemez.

Kopernik (1473-1543), Bruno (1548-1600), Kepler (1571-1630), Galileo (1564-1642) ve Newton (1642-1727) gibi aydınlanma dönemi tabiat bilimcileri, ortaçağın canlı bir organizma şeklinde tasavvur edilen kozmoloji anlayışını terk ederek, güneş merkezli yeni bir kozmoloji oluşturmaya başlayınca, tabiatın kendi içindeki ve gök cisimleri ile olan ilişkileri animist yaklaşımla değil, fizikî nedenlerle açıklanmaya başlanmıştır. Bunun sonucunda da ortaçağın animist tabiat anlayışı yerini mekanist doğa felsefesine terk etmiş ve tabiat olayları arasındaki ilişkiler ruhsal değil, matematiksel olarak ifade edilmeye başlanmıştır. Bu determinist anlayış, bütün doğa olaylarının hareket halindeki madde parçacıklarının birbirlerini birebir etkilemesi ile meydana geldiğini söyleyen mekanizmi doğurmuş, arkasından da bu felsefe Diderot (1713-1784), Jean Le Rond d'Alembert (1717-1783), Laplace (1749-1827) gibi filozoflar tarafından bir ideoloji haline getirilmiş, Auguste Comte (1789-1857) da bu ideolojinin epistemolojisinin insan davranışları dahil evrendeki bütün olayları fiziksel nedenlere dayanarak açıklayan pozitivizm olduğunu ilan etmiştir. Modern fiziğin öncüsü Einstein (1879-1955) ise, klasik fiziğin mekanik temellerinin gözden geçirilmesi gerektiğini ileri sürerek Newton kuramının günlük deneyler dünyasının aksine makro kozmosda geçerli olmadığını (rölativite kuramı) söylemiştir. Aynı şekilde atomun parçalanamayacağını savunan klasik fiziğin bu iddiasının da geçerli olmadığını ve onu, atom altı parçacıkların meydana getirdiğini (kuantum teorisi) ispat etmiş ve klasik fiziğin uzay, zaman, madde ve enerji anlayışlarında büyük bir değişime neden olarak klasik mekanizme bir darbe vurmuştur. M. Planck (1858-1947), N. Bohr (1885-1962), W. Heisenberg (1901-1976) gibi fizikçilerin Einshtein'e destek olmaları sonucu pozitivizm de büyük bir darbe yemiş ve yerine ihtimaliyeti esas alan bir felsefe geçmiştir.

Bütün bunlardan da insanların varlık telakkileri ile bilgi teorileri arasında yakın bir ilişkinin bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle bilgi teorilerinin de varlık telakkileri gibi felsefi boyutunun olduğu ve zamanla değişebileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Dogmatik filozoflar bilgi teorisini hakikatin öğrenilmesinin aracı olarak inanç haline getirmişlerdir. Bugün, rölativizmi reddederek pozitivizmde ve mutlak rasyonalizmde ısrar edenlerin sorunu budur. 52



Yüklə 1,45 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   39




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin