İslam tariHİ


Hz. Peygamber’in (s.a.a) Vefatı Sırasında İslam Toplumunun Görünümü



Yüklə 1,34 Mb.
səhifə21/26
tarix30.07.2018
ölçüsü1,34 Mb.
#63162
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   26

Hz. Peygamber’in (s.a.a) Vefatı Sırasında İslam Toplumunun Görünümü


Hz. Resulullah (s.a.a) hicretten sonra Medine’ye yerleşerek buradaki hür ve müsait ortamda İslam toplumunun temellerini tedricen oluşturmaya başladı, zamanla çeşitli engelleri ortadan kaldırarak bu topluma İslamî bir ümmet için gerekli bağımsız bir dini ve siyasi kimlik kazandırdı. Görevli olduğu ilahi mesajı insanlara tamamen aktarıp iblağ etmiş oldu; vefat ettiği sırada ilahi görevini başarıyla tamamlamış ve oldukça parlak başarılar elde etmişti. Ancak o günün toplumunda dikkate değer bazı cereyanlar ve meseleler de vardı, önemine binaen bunlardan bazısını incelemekte yarar buluyoruz:

1- Daha önce de belirtildiği üzere Hz. Resulullah (s.a.a) sürekli birbiriyle savaş halinde olan çeşitli dağınık kabileleri İslam öğretileri ışığında “iman”, “akide” ve “din kardeşliği”ne dayalı müşterek bağlarla birleştirmeyi başarıp düne kadar dağınık halde yaşayan bu birey ve kavimlerden bir tek ümmet yarattı ve bu insanların yardımıyla, liderliğini bizzat yaptığı ve başkenti Medine olan ilahi bir devlet kurdu. Bu devlet yönetiminde; hakkında özel bir nassın bulunmadığı konularla örf ve adetlere bağlı meseleler Müslümanların meşveret ve görüşü alınarak hallediliyordu; eleştiri serbestti ve herkes kendi görüşünü rahatça ifade edebiliyordu. Arap halkı İslam sayesinde ilk kez böyle bir vahdet -birlik- güç ve maneviyatı tatmadaydı. Ne var ki bu başarının devamı, Hz. Resulullah’tan (s.a.a) sonra da gerekli beceri ve vasıflara sahip güçlü ve liyakatli bir liderle mümkündü ancak; bu lider “ümmet” ve “imamet” esası çerçevesinde Hz. Resulullah’tan (s.a.a) sonra İslam toplumunu tıpkı onun gibi hem siyasi hem manevi açıdan yönetebilecek biri olmalıydı.

2- Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) vefat ettiğinde Arap Yarımadası’nda putperestlik hemen hemen ortadan kalkmıştı artık. Arap Yarımadası’nın ötesinde hiçbir fetih gerçekleşmemiş olduğu halde hazretin (s.a.a) cihanşümul davetleri sayesinde İslam’ın sesi o günün devlet başkanlarıyla yöneticilerinin kulağına kadar varabilmişti. Ne var ki Arap Yarımadası halkı arasında Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ömrünün sonlarına doğru (özellikle Mekke fethi ve Tebük savaşından sonra)Müslüman olanların çoğu sadece sözle ve İslam devleti karşısında teslim olduklarını ilan edecek kadar Müslüman olmuş ve iman nuru henüz bunlardan çoğunun kalbine işlememişti. Hz. Resulullah da (s.a.a) bunlara dinlerini öğretecek mübelliğler gönderip onlara yönelik kültürel çalışmalar gerçekleştirme fırsatını bulamadan bekâ alemine göçmüştü. Bunların çoğu Resulullah’ı (s.a.a) bir kez bile görebilmiş değildi, sadece başkanları ve yöneticileri o hazretle (s.a.a) görüşmelerde bulunmuştu. Bu nedenle, İslam’ın gücünü kaybettiğini düşünmeleri halinde mürted olup tekrar cahiliyete dönmeleri ihtimali vardı. İslam toplumunda liderliğin devamını zaruri kılan bir gerçek de buydu işte; Hz. Resulullah’ın (s.a.a) başlattığı kültürel çalışma ancak bu yolla sürdürülebilir, İslam hükümleri insanlara anlatılıp izah edilebilir, gerekli kültür ve tebliğ çalışmalarıyla bu insanların manevi rüşde erip hidayet bulmaları sağlanabilirdi.

3- Her ne kadar münafıkların lideri Abdullah bin. Ubey’in hicretin 9. yılında ölmesiyle bu hain ve tehlikeli grup eski bütünlük ve teşkilatlılığını kaybetmiş idiyse de adamları hala Medine’yle çevresinde varlığını sürdürmede; Müslümanlara ve İslam’a darbe vurabilmek için fırsat kollamadaydı. Dahilî düşmanlar olarak tanımlanabilecek olan bu münafıklardan başka, bir de Roma ve İran imparatorlukları gibi genç İslam devletini tehdit eden iki büyük dış tehlike daha vardı ve mevcut karineler bu ikisinin İslam ve Müslümanlara karşı olumsuz ve hasmane tavrını açıkça gözler önüne sermedeydi. Bu tehlikeli üçgen, Hz. Resulullah’ı (s.a.a) tedirgin etmeyecek ve bunlardan gelebilecek komploları etkisiz hale getirebilmek için onu gerekli tedbirleri almaya sevketmeyecek şeyler değildi elbet.

Bu mesele de durumun vehametini gösteriyor ve Müslümanların güçlü bir liderliğin sancağı altında birleşmesinin zaruretini ortaya koyuyordu.

4- Daha önce değindiğimiz gibi İslam’dan önce Arap Yarımadası’na kabile düzeni egemendi; kabile düzenine dayalı sosyal hayat ise ırk ve akrabalık bağları üzerine kuruluydu. Bu bozuk düzenin kör kabile taassupları, kabileler arası övünme ve üstünlük taslama, intikam ve savaş gibi olumsuz sosyal boyutları, Arapları büyük sorunlarla karşı karşıya bırakmıştı.

Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) fevkalade emekler sarfedip mücahedelerde bulunarak İslam’ın vahdet bahşedici öğretileri ışığında tevhid kelimesi ve sözbirliği gücünü sağlayarak bu bozuk düzeni yıktı ve “kan birliği” ve “ırk ortaklığı” gibi değerler yerine “iman birliği” ve “inanç kardeşliği”ni ikame etmek suretiyle kabile düzeninin olumsuz etkilerini önemli ölçüde ortadan kaldırmayı başardı. İslam’ın, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) risaletinin çok önemli başarılarından biriydi bu.

Ne var ki, tarihî belgelerin de ortaya koymuş olduğu gibi bu cahili düzenin(kökleşmiş olması nedeniyle)kültürel kalıntıları bazı bireylerin zihninde halâ varlığını korumadaydı ve bir hadisenin rüzgarıyla küller savrulduğunda kabile inançları ortaya çıkıyordu. Ama Hz. Resulullah (s.a.a) büyük bir dikkat ve titizlikle bunun önünü alıyor ve bir krize dönüşmesine meydan vermiyordu. Bu gerçek, o günkü durumun ne kadar kritik olduğunu göstermekteydi ve çok ağır bedeller ödenerek elde edilmiş olan Müslümanların birliğinin kırılmaya ne kadar müsait bir yapı arzettiğini sergiliyordu. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) vefatının hemen ardından ünlü iki Müslüman kabile arasında Sakife’de kendisini açığa vuran kabilecilik eğilimleri bunun en bariz örneğidir.

Bu tehlike Müslümanların önde gelen etkili müminlerinin o günlerde omuzlanmış olduğu vazifenin ağırlığını kat kat artırmada ve Müslümanların vahdet ve birliğini koruma uğruna kimlerin fedakârlık ve özveride bulunmaya hazır olduğunu, kimlerin cahiliye kültüründe ayak dirediğini gösteren önemli bir sınav niteliği taşımadaydı.

5- Hz. Peygamber efendimiz (s.a.a) Medine’ye hicret ettikten sonra Müslümanların hem dini, hem siyasi liderliğini üstlendi ve bu ikisini birlikte yürüttü. Müslümanlar onun konuşmasını şevkle dinliyor, dudakları orasından dökülen vahiyleri can kulağıyla işitiyor, onun imametinde cemaat namazı kılıyorlardı; manevî açıdan onun cazibesine öylesine kapılmış, ona öylesine tutkun hale gelmişlerdi ki aldığı abdestin suyunu teberrük ediyorlardı; aynı Müslümanlar yine onun emriyle savaş cephelerine koşuyor, ölüyor, öldürüyorlardı; onun hükmüyle şehirlere vali tayin ediliyor, onun temsilcileri sıfatıyla siyasi muhaliflerle görüşmelere katılıyorlardı. Binaenaleyh Hz. Resulullah’tan (s.a.a) sonra yerine geçecek halefinin sadece toplumun siyasi liderliğini üstlenmesi yeterli değildi; bilakis siyasi liderliğin yanında halkın dinî mercii olma sorumluluğunu da üstlenmesi ve İslâmî ilimlerle maarif sahalarındaki derin bilgisiyle de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yerini dolduracak biri olmalıydı.



Yüklə 1,34 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   26




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin