İslam ve Batı Uygarlığının Çehresi



Yüklə 1,4 Mb.
səhifə16/32
tarix15.09.2018
ölçüsü1,4 Mb.
#82070
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   32

Kıt Görüşler


Bilim adamlarının bu dünyanın sırlarını keşfetme yolundaki çabaları ve onca ilmî gelişmeye rağmen yaradılışın en ilkel meselelerinden birçoğu hâlâ insanoğluna meçhuldür; insanoğlunun bildiği şeyler, bilmediği şeylerle kıyaslanamayacak kadar fazladır hâlâ...

Sosyal, siyasî ve iktisadî yaşamın alfabesi konusunda günümüzün büyük düşünürleri ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığı içinde olup çeşitli görüş ve farklı düşünceler öne sürmektedirler. Bu yüzdendir ki dünya, yekdiğeriyle tamamen zıt iki kutba ayrılmış durumdadır. Bunlardan her birine mensup bilim adamları kendi görüşlerinin doğruluğunu ispatlayıp karşı tarafın görüşlerini çürütebilmek için binlerce kitap ve makale yazmıştır, her biri diğerinin önerdiği yaşam metodunu insanlığın felâketi olarak tanımlamakta ve kendi yolunu yegâne saadet ve başarı yolu olarak takdim etmektedir. Bunca zıt görüş ve metodun hepsinin doğru ve haklı olamayacağı ortadadır. Üstelik bu iki kutbun her ikisi de ilmî ve teknik sahalarda kayda değer ilerlemeler kaydetmiştir.

Batı toplumlarının bilim ve teknik açıdan kaydettiği göz alıcı ilerleme ve kalkınmalara paralel olarak insanî yaşamın prensip ve kuralları konusunda da önemli başarılara imza attığını zannedenler çok büyük bir yanılgı içindedirler.

Bir toplumun ilmî sahada kaydettiği ilerleme ve belli bir konudaki gelişme ve başarısını bütün sahalarda elde edilmiş bir gelişme ve başarı olarak telakki edilemeyeceği unutulmamalıdır.

Bilim ve teknolojide elde edilen başarılar, insanların bu dalda gösterdikleri çaba, mütalâa ve emeklerinin ürünüdür. Maharetli bir doktor ve seçkin bir fizik profesörünün; meselâ, haritacılık veya mimarlık hakkında hiçbir bilgisinin olmaması ne kadar normalse, ilmî ve teknolojik sahalarda fevkalâde ilerlemeler kaydetmiş toplumların da insanî yaşam, ideal aile yapısı, sosyal muaşeret, ahlâk ve erdem konularında tamamen geri kalmış ve tam bir izmihlâl içinde bulunuyor olmaları pekâlâ mümkündür. Batı dünyasındaki türlü ahlâksızlık ve sosyal bozulmalar, türlü koflaşma ve sapmalar; düşünce, inanç, din, yönetim, devlet, ahlâk gibi, medeniyetin birçok sahasında batının sağlıklı bir ilerleme kaydedemediğini ve tekâmüle ulaşamadığını göstermektedir.

Dr. Carrel, bugünkü medeniyetin eksik ve yanlışlarını şöyle tanımlıyor:

"Çağdaş medeniyet, bizim bünyemizle hiç mi hiç uyumlu olmayan zor bir konumda bulunuyor. Zaten bu medeniyet biz insanların doğa ve yapımızın hakikatleri dikkate alınarak kurulmuş bir medeniyet değil... Bu medeniyet sadece bilimsel kurguların, halkın eğilim ve arzularının, görüş ve müşahedelerinin bir ürünüdür. Bu medeniyeti biz kurduk, ama bizim yapımız ve bünyemizle zerrece bağdaşmıyor. Aklıselim sahibi insanlar bir medeniyetin temelini atarken insanlığa faydalı olacak şekilde ayarlarlar bunu. Bizim medeniyetimiz ise insanın eksik tarafı veya onun muğlak bir portresi dışında hiçbir işe yaramamaktadır."

"Bu konuda insan her şeyin ölçüsü olmalıyken bunlar bunun tam tersi davranmışlardır. İnsan kendi dünyasını kendiliğinden kurabilmeye muktedir değildir, nitekim o tek başına hiçbir varlığı tanıyabilmek için yeterli değildir."

Bu nedenledir ki yaşam biliminin ihmal edilip, yerine, bunun dışındaki bilimlerde bunca ilerleme kaydedilmesi insanlığın işlediği en büyük cinayettir. Akıl ve ahlâk bakımından izmihlâle uğramış bedbahtlar güruhu olduğumuzu kabullenmeliyiz. Bugün teknolojik ve bilimsel ilerlemenin doruğuna ulaşmış toplumlara baktığımızda, korkunç bir çözüm ve zaafla karşılaşırsınız. Bu da onların diğer topluluklardan daha önce ilk çağlardaki barbarlık ve vahşiliğe dönüş yapacaklarını göstermektedir." [1]

İnsanoğlunun hayatının çeşitli boyutlarında ilerleyip tekâmül bulması için bizzat hayatın gerçeklerine göre düzenlenmiş ve her nevi hata ve sapmadan arıtılmış bir dizi kapsamlı, tutarlı ve doğru prensibe ihtiyaç vardır. Bu da vahiy yardımıyla, yaradılışın ekseni ve ana kaynağı olan yüce yaratıcıyla bağlantısı bulunan peygamberlerin getirdiği hüküm ve kanunlara uymakla mümkündür ancak.

İnsan ahlâkı madde ötesi bir güce dayalı olmaz, madde ötesinden ilham almaz ve sadece eğitim ve öğretime dayanırsa kalıcı olamayacak ve ilerleyemeyecektir.

İnsanoğlu yeryüzüne ayak bastığı ve medeniyeti oluşturmaya başladığı günden beri varlığının derinliklerinden yükselen bir maneviyat sesini duymuş ve bu hakikati, ahlâkî düzen ve disiplini korumuştur daima.

İnsanlık dışı faciaların giderek artması ve zulümlerin, haksızlıkların, sömürülerin, hunharlıkların ve kanlı savaşların günümüzde bile giderek artan oranlarda devam etmesi, devletlerle onların koyduğu kanun ve kuralların hiçbir zaman vicdan, insanlık duygusu ve inancın yerini alamadığını ve alamayacağını; sosyal sistemlerde adalet, saadet ve mutluluğu tek başına sağlayamayacağını gösteren en büyük delildir. Bilim ve teknoloji, kaydettiği bütün ilerlemelere rağmen, dinle sıkı bir dayanışmaya girmeden birey ve toplumun sorunlarını çözmeye, sapma ve çözülmeleri önlemeye ve bu ikisini sağlıklı bir şekilde yönlendirip yönetmeye muktedir değildir.

Amerikalı sosyolog ve düşünür Will Dorant şöyle yazar:

"...Devlet denilen mekânizma, bir kavmin medeniyet ve tarihinin usaresi ve temeli olan ilmî, ahlâkî ve kültürel mirasların tamamını muhafaza edip ileri götürebilecek ve bunların bozulmadan gelecek nesillere intikalini sağlayabilecek ahlâkî ve ekonomik güce sahip midir gerçekten? Yoksa devlet mekânizması bugünkü gidişatıyla kendiliğinden ikinci ve üçüncü sınıf insanların; bilim küfür, kültür ve sanatı da tuhaf ve lüzumsuz şeyler olarak algılayan alt tabakaların eline mi geçecektir?..."

"Amerika'nın en büyük şehirleri neden en küçük insanların idaresine verilmiştir? Yönetim mekânizması neden sağlıklı bir politikaya sahip değildir ve neden vatanperver ve dürüst insanların eline verilmemektedir?"

"Seçimlerde sahtekarlık yapılması ve kamu bütçelerinin hoyratça har vurulup harman savrulması neden bunca yaygın ve kimsenin tepkisini çekmeyecek kadar normal karşılanır bir hâle gelmiştir Amerika'da?... Devletin bütün yaptığı neden ortamı düzeltmek yerine sadece suç işlenmesini önlemekten ibaret? Devlet, bir eliyle barış anlaşmaları imzalarken, neden diğer eliyle savaş hazırlıklarına hız vermektedir?... Kilise ve ailenin, medeniyet ve kültürün muhafazasını bırakabileceği mekânizma, bu devlet midir sahi?" [2]

Güç ve imkânlarının nihayet belli bir oranda sınırlı olması sebebiyle batı dünyası bu yozlaşma ve ahlâk çöküntüsüyle onun getirdiği yıkıcı dalgalar karşısında ancak belli bir yere kadar dayanabilecektir. Bu gidişatın devamı mutlak surette tehlike çanlarının çalışı demektir. Zira medeniyet, ancak hedefle vesile ve güçle nitelik arasında belli bir dengenin sağlanması hâlinde varlığını sürdürebilir. Ama bu denge bozulup da kötülük ve bozulmalar doruğa ulaştığında, böylesine zulmanî bir atmosferde artık hiçbir iyiliğin varlık gösteremeyeceği ve bu bozulma ve uyumsuzluğun kaçınılmaz kaderinin izmihlâl ve çöküş olacağı apaçık ortadadır. Şehvet ve koflaşmanın yanı sıra güçlü bir ahlâk ve vicdana da sahip olabilen ve bu şekilde varlığını sürdürebilen bir tek kavim ve medeniyet yoktur.

Bu ahlâkî bozulma ve yozlaşmalar sonunda koskoca Roma İmparatorluğu nasıl zillet içinde yerle bir olduysa, o görkemli ve allı pullu Yunan medeniyeti nasıl aynı akıbete uğrayıp yok olduysa, Fransa'nın ayyaş ve şehvetperest halkı da Nazilerin ilk saldırısında pamuk ipliği gibi çözülüverdi, ilk darbede diz çöküp bütün görkem ve parlaklığını yitirdi. Fransa'nın ünlü generallerinden biri, hatıratında, bu köklü ve medenî milletin uğradığı ağır hezimetin temelinde, vatandaşlarının aşırı ölçüde içki ve eğlenceye düşkün bir şehvetperestler sürüsüne dönüşmüş olmasının yattığını yazar.

Alman Schepgler batı medeniyetinin çökmeye mahkûm olduğuna inanıyor. Ona göre gelecekte başka beldeler yepyeni ve parlak bir medeniyete şahit olacaktır. Bu medeniyetin tekrar doğuda, yani ilk yuvasında gerçekleşmeyeceğini kim söyleyebilir? Ancak, sapık medeniyetin sarayı çöker çökmez insanların kaderi kendiliğinden adil bir düzenin eline düşecek değildir asla. Bilâkis, her medeniyetin yıkılışı, aslında insanların ilâhî bir sisteme ulaşma yollarını bulma ve bu yüce hakikate yönelme ve temelleri iyilik üzerine kurulu bir hayat sistemi oluşturma yolunda onlara verilen bir fırsattır. Ama eğer bu kritik konumdan gereğince faydalanılmaz ve insanlar ilâhî programlardan faydalanma ve doğru yaşam tarzını seçme fırsatını kaçırırlarsa, iyilik ve doğruluk üzerine kurulu bir yaşama kavuşamayacak ve bir sapmadan kurtulurken başka bir sapmaya müptelâ olacaklardır.

Batının ileri teknolojisi karşısında doğu milletleri maalesef büyük bir aşağılık duygusuna kapılmış ve bunun öldürücü etkisi bütün doğuda kendisini gösterir olmuştur. Doğunun dört bir yanında batı karşısındaki bu aşağılık hissine kapılmayı müşahede etmek mümkündür. Bugün birçok Müslüman, batı kültür ve düşüncesinden öylesine etkilenmiştir ki her şeye batı gözlüğünden bakar olmuştur; ilerlemek ve kalkınmak için batıyı körü körüne taklit etmek, onun ahlâkına, onun kültür ve inançlarına, onun hukuk ve örfüne uymaktan başka çıkar yol olmadığı zannına kapılmıştır. Bu da batı düşünce ve inanç sistemi karşısında körü körüne bir itaat ve teslimiyeti beraberinde getirmekte ve batının kulağı küpeli uşaklığını dayatmaktadır doğulu zihinlere...

Batının ilmî sahalarda kaydettiği ilerlemeler bu batı hayranlarının gözünü öylesine kör etmiştir ki bütün şahsiyetlerini, ferdi, millî ve dinî kimliklerini, irade ve geleneklerini, maddî ve manevî servetlerini batıya peşkeş çekmeyi ilericilik ve medeniyetin gereği sanmış ve bu zilleti iftihar vesilesi sayacak kadar şaşırmışlardır. Bu kompleks ve aşağılık duygusu Müslümanların maddî ve manevî güçlerini akamete uğratan, esaret, zillet ve bedbahtlık getiren en önemli faktördür. Bu batı çarpılmışları, batının bilim ve teknolojisinin, bilim ve mantıkla halledilmesi mümkün olmayan meseleleri halletmeye muktedir olmadığını idrak edememektedirler; insanlığın karşı karşıya bulunduğu en önemli ve en hayatî meselelerin çözümünün ilmî laboratuar ve teknik atölyelerde bulunabilecek türden olmadığını anlayamamaktadırlar.

Bu kıt fikirlilerin İslâmî bir düşünce tarzına sahip olmadığı ve çevrelerindeki olay ve gelişmeleri İslâmî bir bakış açısıyla değerlendiremedikleri apaçık ortadadır. İsmen, İslâm ümmetine ait olan bu insanların elinde İslâm dini gerçek kimliğini tamamen kaybetmiştir; İslâm'ın emir, hüküm, kültür ve medeniyetinden tamamen bihaberdirler. Bu nedenledir ki, İslâm hükümlerini ve Müslümanların inancı ve geleneklerini daima batı değerlerine göre ölçme hatasına düşmektedirler.

İslâm âleminin önde gelen bir düşünürü şöyle diyor:

"Ne komünist sistem, ne kapitalist düzenin medeniyet çarklarına bizi muhtaç etmeyen; bilâkis, hem sosyal adalete kavuşmamızı, hem uluslararası arenada itibar ve güven kazanmamızı sağlayacak bir sistemimiz olduğuna göre hangi özrü öne sürebiliriz biz? Bütün dünyada asırlar boyu kazandığımız itibar ve onurumuzu bize yeniden kazandırabilecek, hem bizi, hem bütün insanlığı savaş ve çatışma belâsından kurtaracak bir nizam ve düzen..."

"Kendi dinimizde, bizim sorunlarımızı halledebilecek bütün kanun ve kurallar varken ve bizi insanlık sofrasında izzetle ağırlayıp bedbaht dilenciler konumuna düşmemizi engelleyebilecek, medeniyet düzeninde bizim de pay ve söz sahibi olmamızı sağlayacak ve fevkalâde potansiyellere sahip yapısıyla bizi bizzat gerçek medeniyetin kurucusu konumuna getirebilecek bir dinimiz varken hangi özrü öne sürebiliriz sahi?"

"Anlayamıyorum bunu; insan onurlu ve izzetli olmak yerine onursuzluk ve zilleti nasıl tercih eder?! Cömertlik yerine, başkalarına el açan bir dilenci olmayı kim ister sahi? Emir veren bir komutan olmak yerine emir eri olmayı nasıl tercih eder insan? Aşağılık duygusuyla mücadele eden ve zilleti onuruna yedirmemek için çaba gösterip çalışan bir insan elbette doğru yolu bulabilecektir."

"Şüphesiz bizim medeniyet ve insanlığa hediye edebileceğimiz çok değerli birikimlerimiz var. Doğu ve batı bloğunun sürekli telkinde bulunup zihinlerimizi şartlandırmaya çalıştığı gibi 'gerici' ve 'zavallı' değiliz asla. Evet, onlar bizim kendimize duyduğumuz güveni kaybedip onlara yaslanmamız ve ümitlerimizi yitirip ye'se kapılmamız için sürekli bu tür telkinlerde bulunmaktadırlar bizlere... Çünkü o zaman, ne yapacağını bilemeyen korkak avlar gibi, birinin elinden kaçarken diğerinin pençesine düşmüş olacağız kendi ayağımızla..."

"Kaldı ki biz, neyi deneyeceğiz, aynı şeyi denemekten, aynı tecrübeyi edinmekten bıkmadık mı hâlâ? Şu allı pullu ve şişirilmiş sözde medeniyeti başkalarından almadık mı? Tıpkı dilenciler gibi biraz oradan, biraz şuradan toplayıp birbirine yamayarak hayatımızın fikrî, kültürel, sosyal, hukukî vb. bütün alanlarına uyarlamaya çalışmadık mı? Bunu yaptık da ne oldu? Bugün tam bir karnavala benzeyen hâllere, tam bir palyaço durumuna düşmedik mi? Sosyal yaşantımız ve fikrî yapımızdan, yiyip içme ve giyim kuşama varıncaya kadar hâlimiz böyle değil mi gerçekten?"

"Meselâ kanunlarımızı ele alalım: Önce Fransa, İsviçre vb. ecnebî ülkelerin kanunlarını aldık Avrupa'dan; derken, ne zaman bir kanun veya yeni bir hukukî düzenlemeye ihtiyacımız olsa yine hep bir batı ülkesinden iktibas ettik. Dışarıdan ithal ettiğimiz bu kanunların ruhuyla, bu kanunları uygulamak istediğimiz halkımızın ruhu arasında hiç bitmeyecek, daimî bir tezat ve çelişki vardır."

"Bu halk, söz konusu ithal kanunlarını çiğneyen herkese âdeta madalya vermekte ve onu bir kahraman gibi görmektedir, böyle birine herkes elinden gelen yardımı yapmaktadır. Bu da, söz konusu kanunları uygulamaya kalkışan hükümetlere duyulan nefrete denk bir duygudur. Bu sistemlerde halk yönetici kesime asla güven duymamakta ve bu nedenledir ki, meselâ bir suç işlenecek olsa şahitlikte bulunmak veya suçu ispatlayacak delil ve karinelerin tespitine yardımcı olmak istememektedir."

"Niçin böyledir peki? Bazıları işin kolayına kaçmakta ve 'Halk cahil işte!' diyerek işin içinden sıyrılmaktadırlar; ama gerçek hiç de öyle değildir. Bu tepkiler cehaletten kaynaklanan tepkiler değildir asla. Nitekim nice tahsilliler de bu kanunlara olumlu tepkiler vermemektedirler. Gerçek neden, söz konusu ithal kanunlarının suni ve ağyar olması, halkımızın ruhuyla bağdaşmaması ve bu nedenle de nefret ve tepkiyle karşılaşmasıdır."

"Çünkü bu kanunlar halkımızın sosyal ihtiyaçlarından, tarihî geçmişinden, millî bilinç ve inançlarından kaynaklanmamaktadır asla... Bilâkis, bu halkın ruhuna her bakımdan yabancı olan bir ortamın mahsulüdür, kendine has tarihi, kendine has kültür, din ve ihtiyaçları olan bir halkın konumudur bunlar."

"Bir halka uygulanan kanunlar o halkın inançlarına da-yanmıyor ve onun ruhu ve ihtiyaçlarıyla bağdaşmıyorsa, o halk elbette ki böyle bir kanuna itaat etmeyecek, ona boyun eğmeyecektir." [3]

Harvard Üniversitesi öğretim görevlilerinden ünlü Amerikalı bilim adamı "Dünya Politikasının Ruhu" adlı eserinde şöyle yazar:

"İslâm ülkelerinin gelişme ve kalkınmasının yolu, batının değer ve ölçülerini taklit etmeleri, bunları günlük hayatlarına uyarlamaya çalışmaları değildir. Bazıları İslâm'ın, yeni fikirler üretip insanoğlunun çağdaş yaşamındaki ihtiyaçlarını karşılayacak ve sorunlarını giderebilecek bağımsız ve yeterli kanunlar çıkarabilecek güç ve potansiyele sahip olup olmadığını soruyor. Bu sorunun cevabı apaçık ortadadır. İslâm her nevi gelişme, kalkınma ve tekâmül için yeterli potansiyele sahip olduğu gibi, İslâm sisteminin çeşitli şartlar ve çağlara uyarlanma ve değişik şartlarda pratiğe geçme yeteneği diğer sistemlerden çok daha fazladır. İslâm ülkelerinin sorunu, İslâm'da gelişme ve kalkınma vesilelerinin bulunmaması değildir, çünkü bu vesileler İslâm'da vardır. Bu ülkelerin sorunu, İslâm'ın bu potansiyel ve kabiliyetini kullanma niyetlerinin olmayışıdır. Ben, İslâm şeriatının kalkınma ve tekâmül için gerekli bütün potansiyellere fazlasıyla sahip olduğuna inanıyorum."

İslâm dininin hükümlerine uyularak geçirilen ve haram ve günahtan uzak durulan bir günün ne kadar muhteşem ve olumlu bir şekilde geçtiğini göstermesi bakımından h.ş. 1345 [4] ramazanın özel bir haberini günlük matbuattan aktarıyoruz:

"Dün, muttakiler imamı Hz. Ali'nin (a.s) şahadet yıldönümüydü. Tahran şehri her zamankinin aksine çok sakin ve olaysız bir günü geride bıraktı. Adlî tıp işsizdi dün, karakollar sakin mi sakindi. Bu nedenle dün, 'yılın en sakin ve en olaysız günü'ydü. Hemen hemen hiçbir hadisenin yaşanmaması çok ilginçti bu koca şehirde. Adlî tıbba bir tek ceset bile getirilmedi. Nöbetçi doktor: 'Dün hiç cesedimiz yoktu.' diyor."

"Koca Tahran'da ölümle sonuçlanan bir tek hadise veya kaza vuku bulmadı, şehir inanılmaz derecede sakin ve sessizdi. Karakollarla jandarma karargâhlarında da aynı sessizlik vardı. Nöbetçi karakollar dün erkeklerin vakitlerini genellikle evlerinde geçirdiklerini ve eşleriyle bir tartışma çıkması hâlinde Hz. Ali'nin (a.s) şahadet gününün hürmetine, tartışmalara hemen son verdiklerini, bu nedenle de dün bütün Tahran'da 'aile anlaşmazlığı' nedeniyle bir tek tutanak ve zabıt tutulmadığını belirtiyorlar."

Ve bir başka haber:

"Adlî tıp raporlarına göre Tahran'da bu yıl 2525 cesede otopsi yapılmış, bu hesapla günlük yaklaşık 6 ilâ 8 cesede otopsi uygulanmış ve ölü raporu verilmiştir. Dinî yaslara denk gelen günlerde bu rakamların çok ciddi ölçüde düşmesi dikkat çekici bulunuyor. Nitekim geçtiğimiz hafta ilim şehrinin kapısı Hz. Ali'nin (a.s) şahadet günü olan h.ş. 13 Dey 1345'te adlî tıbba bir tek ceset bile getirilmedi. Bu, dinî inançların hâlâ güçlü olduğunu gösteriyor. Diğer taraftan, gazinolar, gece kulüpleri ve benzeri fısk-u fücur merkezleri ve içki satan mağazaların kapalı olması hâlinde toplumun ne kadar temiz ve her türlü yüz kızartıcı kaza ve belâdan uzak olduğunu göstermesi açısından da hayli dikkat çekici." [5]

Sahi, her gün, her saat olmadık hadise ve olaylarla çalkalanan dev bir şehre bu asayiş ve huzuru armağan eden güç nedir? Toplumun bütün satıhlarında İslâm hükümleri uygulanacak ve insanlar çekinmeden dinî inançlarının gereği yerine getirebilecek olsalar bütün toplum huzur ve güvene kavuşmayacak mıdır? İnsanlar huzur, neşe ve güven dolu bir yaşamın tadına varmayacak mıdır o zaman?..

Onca güç, teknoloji ve paraya sahip olan batının bir saat, evet, sadece bir saat boyunca toplumda böylesine etkili ve yaygın bir huzur, asayiş ve güven ortamı sağlayabildiği görülmüş müdür?! Baştanbaşa bütün batıda bir tek saatini cinayet işlenmeden, alkolün neden olduğu bir kaza ve olay yaşanmadan, hırsızlık ve gasp hadiseleri vuku bulmadan geçirebilen bir tek şehir veya kasaba yokken, dünyanın en büyük ve en kalabalık şehirlerinden biri olan Tahran'da bir din büyüğü olan Hz. Ali'nin (a.s) şahadet yıldönümünde tam 24 saat boyunca bir tek suç işlenmemekte ve böyle bir huzur ve asayiş bütün bir gün kendiliğinden berkemal olmaktadır. Böyle bir asayiş ve huzuru koca bir şehirde bütün bir gün boyunca sağlayabilmenin malî kıymetini biçebilmek mümkün müdür sahi? Şairin de dediği gibi:

"Âb-ı hayat peşinde geçti şu bütün ömrüm

Gönül, kendinde olan cevheri ağyarda arar!..."

 

 



[1]- Meçhul Varlık İnsan, Dr. A. Carrel

[2]- Felsefenin Lezzetleri, s. 326-327

[3]- İslâm ve Başkaları, s. 41, 42, 48, 49

[4]- Yaklaşık 1966 kışı. Haber, 14 Dey 1345 tarihli Keyhan gazetesinden alınmıştır.

[5]- Handanîha, yıl: 27, sayı: 37


Yüklə 1,4 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin