13. Sonuç
İslam’ın aile yönetimi ile ilgili bakışı, hukuk ve değerler olmak üzere iki açıdan ele alınabilir.
Hukuk açısından İslam dini aile yönetimi hakkında kısmen esnek bir model sunar. Bu modelde resmi yönetici mevkii, bazı belli ve kısıtlı yetkilerle beraber ve bazı görevlere karşılık kocaya (babaya) aittir. Kocanın (babanın) aile içinde temel hak ve yetkileri şöyledir: Eşin üzerinde cinsel hakkı, eşin evden çıkışını kontrol etme hakkı, boşanma hakkı ve çocukların üzerinde velayet hakkı. Bu haklardan ikametgâhı belirleme hakkı, kadının itaatsizliği durumunda cezalandırma hakkı gibi ikinci dereceden haklar da doğar. Bu haklara karşı eşine ve çocuklarına yönelik bazı görev ve yükümlülükleri de söz konusudur ki, bunların arasında ailenin nafakasını veya malî giderlerini karşılamak, en önemli yükümlülük sayılır.
İslam edebiyatında erkeğin aileyi yönettiğinin ifadesi olan kocanın kavvamiyet hakkı ve babanın velayeti, tam olarak hak ve yükümlülüğü bir arada barındıran manada yönetim kavramını çağrıştırır.
Öte yandan ailevi hak ve yükümlülüklerin en iyi şekilde yerine getirilmesini güvence altına almak üzere İslam’da bazı yargı müdahaleleri de öngörülmüştür ki, bunlar genellikle zarar ve sıkıntı kavramlarına dayanır ve bu tedbirlerin doğru biçimde uygulanması durumunda kadın haklarının ziyan olduğu birçok durum kendiliğinden ortadan kalkar.
Bunun dışında, önceki bahislerimizde söz konusu olan uygulama alanlarını belirttiğimiz üzere, nikâh sırasında şart koşma yöntemi ile erkeğin aile yönetiminde bazı yetkilerini bir ölçüde kısıtlamak da mümkündür.
Burada nikâh sırasında şart koşma konusundaki bir noktayı izah etmemiz yerinde olacaktır. Rivayetlerde belirtildiği ve fakihlerin de vurguladığı üzere, nikâh sırasında şart koşmanın meşruiyeti, akit taraflarının her istediğini şart koşma anlamına gelmez, bilakis nikâh sırasında şart koşmanın kendisi de bazı şartlara tabidir ki en önemlileri, koşulan şartların Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı Kerim) ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) sünneti ve akdin mahiyetine aykırı olmamasıdır. Yani belirlenen şart Kur’ân-ı Kerim, sünnet ve akdin mahiyetine aykırı olursa, geçerli ve muteber sayılamaz. Buna göre kocanın nikâh sırasında bazı yönetim yetkilerini kısıtlamak, erkeğin dörtlü hakkının elinden alınması veya kadına devredilmesi anlamına gelmez; zira böyle bir içeriği olan her türlü şart, Allah’ın kitabı ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) sünnetine aykırı olduğu için itibarını kaybeder. Burada şart koşmaktan maksat, erkekten söz konusu konularda haklarını korumak kaydıyla kendisinden bu haklarını uygulamaktan kaçınmasının istenmesi veya kadını bu hakların pratik sonuçlarına, vekâlet gibi yöntemlerin yardımı ile ortak edilmesidir. Örneğin kadın, kocanın boşanma hakkı veya çocukların üzerinde velayet hakkı olamayacağını şart koşamaz; ama kocanın onu boşamamasını isteyebilir veya boşanma konusunda veya çocukların malı üzerinde tasarruf hakkı konusunda kendisini vekil etme şartını koyabilir.
Bu noktadan hareketle, nikâh sırasında şart koşma yöntemi ile kocanın tüm temel ve ikinci dereceden haklarını uygulamasını engellemeye çalışan bir durumun meşru olamayacağı söylenebilir. Zira böyle bir şart Kur’ân-ı Kerim’in belirlediği kavvamiyet ilkesine aykırıdır ve bu yüzden batıl sayılır. Bir başka ifadeyle nikâh sırasında şart koşma yöntemi ancak kocanın kavvamiyet hakkını tamamen yok etmediği yere kadar şer’i açıdan geçerlidir.
Değerler meselesine gelince, İslamî metinlerde kocanın (babanın) yetkilerinin hukuki yollara başvurarak çok yönlü kısıtlamasına yönelik hiçbir teşvik görülmemektedir. Bu konuda dinin müstehap tavsiyelerinden anlaşıldığı üzere İslam dini, kocanın (babanın) aile içinde konumunun yükseltilmesini olumlu görür, nitekim eşin (annenin) konumunun yükeltilmesi için de aynı görüşü savunur. Tabi bu durum, İslam dininin erkeğin değerler açısından yetki ve haklarını kısıtlamayı göz ardı ettiği anlamına gelmez; çünkü İslam’ın temel stratejisi, bu kısıtlamayı ahlakî ve terbiyevi yöntemleri kullanarak uygulamaktır. Nitekim deneyimler de sosyal açıdan kontrol etme etkenleri arasında hiçbir etkenin, iman ve ahlak eksenli iç kontrol etkenleri kadar etkili olmadığını gösterir.
Genelde fertlerin ahlakî faziletlere sahip olduğu bir ailede karşılıklı saygı, gönül birlikteliği ve sevgi hâkim olduğu için, aile yönetimi hiçbir zaman diktatörlük (ister anne ister baba) boyutu kazanmaz. Böyle bir ailede uzlaşı ve görüş birliğine dayalı bir model ortaya çıkar ki bazıları bu modeli aile içindeki ilişkilerde şura yönetimi ve ailenin toplumla ilişkilerinde erkeğin icra yönetimi şeklinde tanımlamıştır.[1]
İslam’ın kocanın (babanın) hukuki kontrolü ile ahlakî kontrolü eğilimleri arasında neden ikinci eğilimi teşvik ettiğine gelince: Bu konuda ikinci eğilimin daha etkili olduğu meselesinin dışında, diğer bazı noktalara da işaret ederek konunuyu açıklığa kavuşturmak istersek eğer; örneğin hukuki kontrol bazı durumlarda erkeğin doğal cinsel özelliklerinin gerekleriyle uyuşmaması (nikâh sırasında koşulan şartlar kocanın normal cinsel yetkilerini kısıtlamaya veya boşanma hakkını ebediyen terk etmeye yönelik olması)[2] hâlinde geçerlidir.
Yine kocanın (babanın) hukuki kontrolü bazen eşi ve çocukları üzerindeki gözetleme görevini olumsuz etkileyebilir (örneğin kadın evden çıkış için tam serbestlik veya çocukların tam nafaka ve bakımını şart koşacak olursa) ve böylece sosyal kontrolün en etkili araçlarından biri devre dışı bırakılmış olur.
Bir başka önemli nokta, bu iki eğilimin ailenin istikrarı ve sağlamlığı üzerindeki farklı tesirleridir. Açıktır ki, mutlak hukuki yaklaşım ve insanî ilişkilerde benzeri zor bulunan ailevi ilişkilerin içinde yatan duygusal yönleri göz ardı etmek veya renksizleştirmek, aile ocağının geleceği için hiçbir aydın ve umut verici ufuk oluşturamaz. Gerçekten de eğer bir ailenin erkeği yönetim, duygusal, cinsel vs. bakımlardan kısıtlamalar ve mağduriyetlerle karşı karşıya kalırsa, yüce Allah’ın kendi ayetleri olarak saydığı sevgi, kardeşlik ve tertemiz insanî duyguların böyle bir ailede gelişme imkânı ne denli söz konusu olabilir? Yine kocanın üzerinde ağır hukuki kısıtlamalar uygulamanın ve yetkilerini elinden almanın sonucu, ailevi anlaşmazlıkların büyük bir bölümünün çözüm için, başta yargı kurumuna başvurma olmak üzere, evin dışına taşması olur; bu durumun ailevi ilişkilerin samimiyetine vereceği zarar açıkça ortadadır.
İşin ilginç tarafı, 1960’lı yılların en radikal feministleri bile bu meseleyi itiraf etmiş ve evlilik ilişkilerinde yaşanan gerginliklerin sebebini beyan ederken yakın ailevi ilişkilerin doğurduğu samimiyetten men edilme yüzünden kocanın duygusal açıdan hoşnutluktan mahrum kalması ve yine kadının esaret duygusu ve kişilik duygusundan mahrum bırakıldığını hissetmesi gibi iki önemli bir etkene vurgu yapmışlardır.[3] Ancak bu kesim bu hastalığı bildikleri halde maalesef gerçek tedavi yolunu bulamamıştır.
Buna karşı İslam’ın teşvik ettiği ahlakî eğilim, aile ocağının sağlamlığı ile tam uyum içindedir; zira bu eğilim asla kadının konumunun yükselmesini, kocanın (babanın) konumu, saygınlığı, bedensel ve ruhsal ihtiyaçlarının tatmin edilmesi ile çelişecek bir durum olarak değerlendirmez, bilakis ahlakî kontrol ve terbiye ile bu iki amacı gerçekleştirme zeminini hazırlamaya çalışır. Bu konuda Üstad Şehid Mutahharî şöyle diyor:
“İslam dini kadınları insanî hakları ile tanıştırdı ve onlara kişilik, hürriyet ve bağımsızlık kazandırdı; ama bunu yaparken asla erkek cinsine karşı itaatsizlik, isyan ve kötümserliğe zorlamadı. Kadının İslamî hareketi, beyazdı... Babalarının saygınlığını kızları; kocaların saygınlığını eşleri karşısında yok etmedi, aile temelini sarsmadı, kadını annelik, eşlik ve çocuklarını yetiştirme görevine karşı kötümser göstermedi.”[4]
Yine açıktır ki bu eğilim, hukuki kontrolü göz ardı etmez ve hukuku gerektiği yerlerde ve ilahî had ve insanî haklara uymayan erkekleri engellemek üzere kullanır; ama bu durum tamamlayıcı olarak ve ikinci derecede söz konusudur, yoksa dinî yaklaşımda galip eğilim, daha önce belirtilen ahlakî kontrol eğilimidir.
Dolayısıyla aile yönetiminde İslamî model için babaerkilliği tabirini kullanamayız; zira İslam modelinde erkeğin aile içinde daha fazla iktidara sahip olması, büyük ölçüde uzlaşı ve yetkileri devretmeye dayalıdır. Yani gerçekte ahlakî eğilimlerle yetişen Müslüman kadın kendisi için belirlenen birçok hakkını talep etmekten vaz geçer ve kocanın evi yönetmesini kendi iradesi ve rızası ile kabul eder.
İslam dini erkeğin evdeki iktidarına az sayıda şart koşup belli kısıtlamalar getirmiştir ki bu da sırf bazı doğal cinsel farklılıkları ve yine kadın ve erkeğin aile içinde üstlendiği uygun görevlerin farklılıklarına göredir, yoksa erkeklere özel imtiyazlar vermiş değildir.
Böylece, İslam’ın aile yönetimi modelinin, birçok çağdaş aydının tavsiye ettiği demokratik modelden hangi yönden farklı olduğu da açıklığa kavuşmuş olmaktadır. Bu da ailenin tek elde yönetilme zarureti veya zaruretsizliğidir.
Yenilikçi dinî düşünürlerden biri, aile içinde tek bir yönetici olma zarureti düşüncesinin reddinde, karı ve kocayı hiç kimsenin yaşamadığı ıssız bir adada yaşayan iki dosta benzetir. Bu iki kişiden hiçbirinin lider veya yönetici olmasına gerek yoktur; çünkü böyle bir adada hâkim olan zorlu yaşam şartları iki kişi arasında işbirliği, gönül birliği, uzlaşı, sevgi ve bütünleşme duygularını geliştirir ve her ikisinde de her türlü bencil düşünceyi yok eder. Aynı mantıkla, karı ve koca şiddetli duygusal ilişki ve birbirine karşılıklı muhtaç olması ve her birinin ötekinin ortak yaşamın dışındaki sorunlara karşı rolünün bilincinde olması itibarı ile ne lider olma hissine kapılır ve ne de kendilerinde yönetici veya yönetilen olma ihtiyacı hisseder. Böyle bir ortamda anlaşmazlık ortaya çıkacak olursa, hiç kuşkusuz uzlaşma ve uyumla sonuçlanacak olan sakin ve yapıcı diyaloglarla sorun halledilecektir.[5]
Bu görüş en azından iki temel sorunla karşı karşıyadır. Birincisi; bu görüşün idealist eğilimidir. Çünkü demokratik bir model veya önerilen başka bir model, ancak insanların kibir, bencillik ve diğer ahlakî kusurlara yakalanması gibi sosyal ve psikolojik gerçekleri göz önünde bulundurduğu vakit etkili ve geçerli telakki edilebilir, yoksa bu durumların yok olduğu varsayımı ile aile yapısını tasarlamak hiçbir işe yaramaz.
Ayrıca bu görüşün beyan ettiği karşılıklı aşırı sevgi ve çiftlerin karşılıklı birbirine muhtaç oluşu gibi varsayımları, toplumun bilinen ve görünen gerçekleri ile tam olarak örtüşmemektedir.
İkincisi, bencillik ve benzer ahlakî kusurlar anlaşmazlığın ortaya çıkmasının sadece bir etkenidir ve anlaşmazlıkların ortaya çıkmasında farklı zevklerin ve farklı idrak gücünü olduğu gerçeğini de inkâr edemeyiz.
Bu iki sorundan hareketle, karı koca arasındaki tüm anlaşmazlıkların diyalog yolu ile çözümlenmesini beklemek, gerçekçi olamaz ve zaten bu yüzden birçok evlilikte çıkan anlaşmazlıklarda, çiftler uzlaşmaya ve anlaşmaya varsa da bu anlaşma, birleşme değil, ayrılmayla sonuçlanmaktadır; uzlaşmalı boşanmaların artması da bu iddianın ispatıdır.
Dolayısıyla İslam’ın ailenin tek elden yönetilmesine vurgu yapması, bu semavi dinin gerçekçi yaklaşımının ifadesidir ve bu yaklaşımın geçmiş çağlara uygun olduğu ve çağımızda gelişmiş toplumların sosyal ve kültürel şartlarına uymadığı düşüncesi, gafletten veya kendini cahilliğe vurmaktan kaynaklanan bir düşüncedir.
[1] Caferî, Nehcu’l-Belaga’nın Tercüme ve Tefsiri, c.11, s.268 ve 274
[2] Muteber bir rivayette kocanın boşayamama ve ikinci bir eşle evlenememe şartı doğru ve geçerli sayılmıştır. Fakat böyle bir şartı kabul eden erkek, “Ne kötü bir şey yapmıştır” ifadesiyle kınanmıştır. Fakat bunun için açıklanan delil görüş değişikliği ihtimalidir ve kişinin yakın veya uzak zamanda cismî veya ruhî ya da toplumsal şartların değişiminden etkilenmiş olabilir. bk. Vesailu’ş-Şia, “Muhur, babları, 20. bab, s.30, h.4
[3] Oakley, Woman’s Work: The Housewife, Past and Present, P.64
[4] Mutahharî, Nizam-i Hukuk-i Zen Der İslam, s.91
[5] Kubbançi, el-Mer’e, el-Mefahimu ve’l Hukuk, s.123-124
Dostları ilə paylaş: |